Geldiğimde uyuyordun, ağustosböcekleri çıtırtı içindeydi. Uykusundan yeni kalkmış bir rüzgâr tabanları sıcak kumdan yanmış gün ışığı bizi izliyordu. Bakmak, yazın kıyısına uzanıyordu.
Yola sordum, bana hep gidenleri anlattı kalanları anmak bana düştü sıkıntıyla. “Beni gittiğin yerde bırak” dedim, işte yazın sıcak yüzü, ateşle aynı dili konuşan güneş işte aşk, rayından bir daha çıkan buluşma haziranda bir kan pıhtısı gül tomurcukları haziranda kanar gölgeler öğlene doğru.
Saatini ayarladım gecenin, bu senin yazındır tanyeriyle buluştuğumuz o balıkçı kahvesi köpüğü bol sohbetler, hepsi sende asılı kaldı gidişinde... Geçmişe kanat geren zamana inat.
Bir bulutun çocukluğusun sen, dizlerin sıyrık içinde varoluşun soluğuyla büyüyorsun her buluşmada. Chagall renklerini getirse, kâğıt olup açılsa yaz önünde nefesinin ürpertileriyle yıkanırız kucak kucağa bunu tenha sarsıntılarla kımıldanan teninden biliyorum; bir kırlangıç rüzgârı biçerek geçiyor daha uzağını görüyorum gecenin gözlerinden.
Tenin büyük bir atlas, hep yeniden okuduğum efsane bir define saklı çocukluğunun adalarında yüzünü romlarla yıkayan bir korsanken ben daha öyle kucaklarım seni, öyle büyük, öyle sıcak, öyle iç içe.
Haz ki ırmaktır, dibini bulur gecenin... Rüzgâr ki deli esrimesidir, nefesimle sildiğim teninin... “Beni gittiğin yerde bırak...” dedim, işte lacivert sen giderken kimin yalnızlıktan döndüğünü sen uyanırken hangi tomurcukların patladığını ben bilirim.
Ne zaman buluşsak, sarsıla sarsıla yıkılır bir çağlayanı kucaklayarak birleşiriz!