ayrılık atına binip gittiğini
göz yaşı olup tılsımlı yüzüğü
parmağından sıyırıp atıp ağladığını
yanı başındaki gömütlüğün aniden çatladığını
erkeğin sandığın o taştan heykel
tuz parça olurken gözünün önünde sen
tenezüllen bakıp gecenin lâciverdine
ayrılık atına binip gittin gülüm
binip gittin...
giderken bir siyah beyaz
fotoğraf oldun -----de çoktan
bir vedadan bahsederken birileri
satır arasında söylenen
bir kadın ismi oldun hatırlandığın...
işte o zaman
bütün nilüferler durgun yatağından uyandırıldılar
beyaz tülden elbiseleriyle
karşıdaki tepeden şelale olup aktılar...
şimdi sen
bahçesindeki çiçekleri kurumuş
oturulmayan bir ev oldun
perdeleri pervazına ilişmiş
kahverengi camdan farkın kalmadı...
her serin havada hatırlıyorum seni
her rüzgâr güllerinin rengârenk dönüşündeki
renksiz bir hatıra ne tuhaf bir masaldır değil mi...
buluttan yeni dönmüş yorgun yıldırımlar vardır bilirsin
suda yürümüş ürkek çocuk adımları gibi
ufka yürümeye çalışan
tâcı elinden alınmış o güzelin şaşkınlığı
bir daha süt içmeyecek olan
yatalak hastanın kimyasındaki bitkinlik...
bütün bunları bilginler bilim adamları düşüne dursun
sen hep gözlerimde
bir şeylere acelesi olan
nalı kırık atınla gidiyordun...
şimdilerde hediye alınmış kum saatiyle oyalanıyorum
bir ters çeviriyorum
bir de yana yatırıyorum
zerreleri takip ediyorum
bir aceleci kayıyor
bir de deniz çarşafı dup duru şimetri şişesinde...
ayrılık atına binip gittiğini
göz yaşı olup tılsımlı yüzüğü
parmağından sıyırıp atıp ağladığını
yanı başındaki gömütlüğün aniden çatladığını
erkeğin sandığın o taştan heykel
tuz parça olurken gözünün önünde sen
tenezüllen bakıp gecenin lâciverdine
ayrılık atına binip gittin gülüm
binip gittin...
sen düş evimin arka bahçesinde yaşıyorsun artık
sarı saçlı bez bebeği elinde..