IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  reklamver

Etiketlenen Kullanıcılar

1Beğeni(ler)
  • 1 Post By Sevda

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Konuyu Değerlendir Stil
Alt 03 Ağustos 2010, 06:58   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Can Dündar \ Şiir Gibi Yazılar..





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Bahar Getirdim Sana..

"Neyi arıyorsan sen, O'sundur" der Mevlana.. Zulmün peşindeysen zalimsin, aşkı arıyorsan aşık....

Elinden tuttuğumuz her sevgili, bizi sürükleyip, kendi iç dünyamızın derinliklerinde bir keşif gezisine çıkarır.Her ilişki, benliğimizde bir kazıdır aslında, her sevda ruhumuzun bir başka yüzü... Her aşkta kendimizi ararız, o yüzden bulduklarımız benzerimizdir.Resimlerini yan yana koyun sevdiklerinizin ve dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden kendi yüzünüz bakacaktır size...

Aşk denilen kaleydoskobun buzlu camına gözünüzü dayadığınızda, binbir cam rengarenk ışıklar saçarak döndüğünde, her seferinde bambaşka şekiller ördüğünü görürsünüz. Her camda, farklı bir renginiz vardır; her şekilde sizden bir parça... Aşklarınız hülasanızdır.

Sevdiğiniz her adam, beğendiğiniz her kadın farklı ruh hallerinizi ele verir; arada bir çevirdiniz mi kaleydoskobu, cam paralar yer değiştirip yeni şekiller alır; hepsi siz... Sevgilinizin gözlerindeki dolunay, sizdeki ışığın yansımasıdır aslında; dilindeki sizin ilhamınız, tenindeki sizin yansımanızdır. Yoksa halâ bir sevdiğiniz, o henüz kendinizi bulamadığınızdandır...

Aşk, narsizmdir.

Sevda, çevrildikçe içinizin farklı ışıklarını yakan eğlenceli bir kaleydoskop gibi başımızı döndürüyor. Ve biz, hep baharı takip ederek dünyayı gezen bir gezgin gibi içimizdeki eski baharları arıyoruz.

Narcissusu'u bilirsiniz; Öyle heybetli ve güzelmiş ki, bakmaya dayanazmazmış kendine... Gün boyu ayna karşısına geçip kara gözlerini, incecik burnunu, dar kalçalarını, kıvırcık saçlarını seyredermiş hayran hayran... Bir gün ırmak kenarında gezinirken, sudaki yansımasına ilişmiş gözü. Uzanıp, iyice bakmak istemiş. Tam gördüğünde kendisini, dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa, kapılıp gitmiş suya... Yeryüzünün en güzel
insanının öldüğünü duyan Tanrı, unutulmaması için O'nu her bahar açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş, Narcissus, nergis olmuş.

Kıssadan hisse, benden size tavsiye, taze bir nergis verin bugün sevgilinize...

Sonra da, nerede baharsa mevsim, rotasını oraya çevirip içinizdeki eski baharlara koşan bir gezgin gibi "Bahar getirdim sana" deyin. Baharın elinizde olduğunu unutmadan. Gözlerindeki ırmağa baktığınızda kendinizi göreceksiniz; dikkat edin de hayran olup düşmeyin... Düşüp bahar kokulu bir çiçeğe dönüşmeyin...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)


____________________

40 Yaş Erkeği

Kendimi ayırt etmeden söyleyeceğim; Bazen erkek soyu midemi bulandırıyor. "Kadın kokusu", taze ete susamış bir sırtlana dönüştürüyor bizi... Gözümüzü kör ediyor; başımızı döndürüyor. Amerikan başkanından hocasına, kör cahilinden okumuşuna, kılıbığından "Taşfırın"ına kadar böyle bu...

Hele 40'ımızı geçmişsek... Hele cüzdanımızı şişirmişsek... Ve hele 40 yılı "boşa" geçirmişsek...

* * *

Sokağın çağrısını 40'larında işiten erkeğin "kaybolan yıllar" ağıtına, "televole" özentisi bir aşermenin ağız şapırtısı eşlik ediyor. Evet, "alem gezip eğleniyor". Sokakta onun karizmasına teslim olmaya hazır "çıtırlar" fink atıyor. O ise pijaması içinde "evi bekliyor". Oysa -40'lıkların yaman teşhisiyle- "Hayat hızla geçiyor" ve "Böyle mi öleceğiz?" sorusu beyni deşiyor. Bu panik, yaşanmamış yılların hıncıyla sokağa döküyor 40 yaş erkeğini...

Altta kırmızı arabalar, belde zar zor giyilmiş kotlar, dilde demode iltifatlar, cepte karaborsa Viagra'larla... Hâlâ beğeniliyor olmanın vehmi, hala yapabiliyor olmanın hazzına karışıyor. Tatmin edilen ego şiştikçe şişiyor. Nefis uyanınca göz, ne iş ne ev görüyor. Bitap evliliklerin tozunu, sevgisiz ilişkiler alıyor. Her dişlenen "taze et", yenileri davet ediyor. Ev zulaları, günahların çetelesini tutuyor. İhanet kol geziyor.

* * *

Kim bilir kaç erkek, gömlekteki bir ruj izi, cepte unutulmuş bir mektup ya da ansızın gelen bir telefon mesajı yüzünden kan ter içinde hesap verdi, çocukça boyun eğdi, beceriksizce yalan söyledi, öfkeyle terk etti, terk edildi bugünlerde...

Kaçı, pişman gözler, yalvaran sözlerle geri döndü eşine, döndürdü eşini...
Kaçı, ertesi gün unuttu, "ebediyen" verdiği sözleri...
Kaçı, haber verenleri suçladı, yakalandığında...
Kaçı, yakalanana "enayi" dedi, haberi duyduğunda...
Ve kaç "kutsal kadın", aile denilen kumdan kalenin sınırboylarını bekledi, kızarak, ağlayarak, utanarak, yine de diş bilediği kale reisini savunarak; ...ve göz yumarak... bazen sevgiden, çoğu kez çaresizlikten...
...aynı saatlerde erkek, bir kahvede, becerdiklerini anlatırken...

* * *

Yanlış anlaşılmasın. Garipsediğim, 40 yaş erkeğinin kadını sevmesi değil; sevmemesi... Ve şaşırtıcı olan, ihanet etmesi değil; ihanet ettiği hayatı aynen sürdürmesi... Yaşadığının bedelini ödemeye cesaret edememesi... Harcına yalan kattığı kaleyi terk edememesi... "Ben de karımın kaçamağını, ondan beklediğim tevekkülle karşılayabilirim" diyememesi...

Hep kendine yontarak diktiği ikiyüzlü bir ahlak totemine her daim secde etmesi... Ne ihanet ettiği, ne ihaneti paylaştığı kadına karşı dürüst olabilmesi... 40'ında hala para karşılığı çiftleşmeyi, geceden kalma pudra izini banyoda gizlice çitilemeyi, cep telefonunu her an patlayabilecek bir el bombası gibi gizlemeyi kendine
yedirebilmesi...

* * *

Kabul edelim: Evlilik bitti!

Çağ yorgunu aile, ancak başka kadınların (ya da erkeklerin) kolunda yürüyebiliyor. Yalan, bir mecburiyetler rejimi sayılan evliliğin temellerini oyuyor. Ve herkes her şeyi bilerek, gönülsüzce boyun eğerek bu oyunu oynuyor. Çare, eşlerin birbirinin hayatını yaşamaktan vazgeçip her hayatı, sahibinin nefsine, iradesine, vicdanına, insafına terk etmesidir. Sevgi varsa, aile ilelebet sürecektir. Yoksa, böyle sürdürmek rezilliktir.

Yalansız yaşamayı özlemediniz mi?

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

_______________________

Hiç

Hiç Bir insani unutmak,
bir insandan vazgeçmek,
bir insani hayatindan sonsuza kadar çikartmak zorunda
kaldin mi hiç?
Hani ölmüs gibi,
hani uzatsan da elini tutamayacagini bilmek gibi,
her an kapindan içeri gülümseyerek girecegini bekleyip
ama aslinda hiç gelemeyecegini de bilmen gibi.
Ne zor sey degil mi ölmedigini bilmek ,
ama ölmüs gibi ulasilmaz olmasi artik o insanin sana,
ne kadar katlanilmaz bir gerçek degil mi
sen hala bu kadar sevgili iken?
Özlemek,
bu kadar özlemek,
etini kemigini yakarcasina özlemek...
çok kötü degil mi?
Bu kadar özleyip onu görememek,
ona dokunamamak,
onu isitememek ,
artik sonunun "Pi" hali degil mi?
Biliyorsun degil mi?
Ne kadar umutsuz bir arayistir o,
kalabalik caddede geçen binlerce yüze bakmak
belki bir kez daha görebilmek için o yüzü,
belki biraz önce geçti bu kaldirimdan diye düsünmek,
belki su an arkamda yürüyen insanlarin içinde bir
yerde demek,
belki su an üzerimdedir gözleri diye paranoyalar
yasamak
ne zordur degil mi?
Ne kadar eritir insani farketmeden.
Sende biliyorsun degil mi bunlari.?
Bir sinema koltugunda sende iki kisi gibi oturdun mu
hiç?
Hiç iki kisi gibi zevk aldin mi bir konserden yalniz basina.
Güzel bir kafe kesfettiginde,
güzel bir film seyrettiginde,
güzel bir sarki dinlediginde
güzellikleri oraninda eksik kaldiklarini hissettin mi
paylasamadigin
için
onunla.
Bir barin kalabaliginda hiç yarim vücudunla sallandin
mi ortada?
Hiç iki kisilik beyninle yarim insan olabildin mi?
Baktiginda aynana sadece yüzünün bir yarisini gördügün
oldu mu hiç?
Sana hayatindaki en büyük yoksunlugu yasatandan
nefret edemedigin zamanlar oldu mu hiç?
Gözünün içine baka baka kolunu bacagini kesen bir
insanin yüzüne
sevgi dolu bir gülümseme ile bakabildigin zamanlar
oldu mu hiç?
Hayatta inandigin bütün degerlerini altüst eden
birisine ask siirleri
yazabildin mi?
Onu içinde korumanin seni yok etmek oldugu zamanlara
feda oldun mu hiç?
İçinde aglayan çocuga umut sarkilari söyleyemedigin,
özlemini,
susuzlugunu,
açligini gideremedigin zamanlar oldu mu hiç?
Kanayan yarasini gördügün
ama merhem olamadigin zamanlar.
Gücünün,
hani o tanrisal gücünün
bir çocugun aglamasini susturamayacak kadar oldugunu
gördügün zamanlar
oldu mu hiç?
Hiiiiiiiç....
Hiiç...
hiç...
bir hiç...
Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

______________________

Bahar ve Ayrılık...

.. Bahar, alıp başını gitmelerin mevsimidir. Sebepsiz yere bazen... Önünü ardını hesaplamadan...



Hesapsız, kitapsız çekip gitmelerin mevsimidir bahar...



Bir bakarsınız kekik kokulu bir nisan sabahı koparıp alıverir sizi hayattan... Çiçek açmış bir kiraz ağacının hayaliyle yollara düşersiniz. Demir alır gönlünüzün limanındaki gemiler... Açılır gidersiniz...



Aradığınız belki yüzülmemiş denizlerdir, belki keşfedilmemiş sevdalar, belki hiç yazılmamış satırlar...



Yüzmenin, sevmenin, yazmanın heyecanıyla coşarsınız. Dünyaya sırtınızı dönüp yürürken, o yaşanmamışlıkların izini sürersiniz kuytularda... Ve çoğu zaman kendinizle karşılaşırsınız umulmadık bir köşebaşında... El ele tutuşur yürürsünüz içinizdeki çocukla... O'nu büyütmekten korkarak...



Oysa fotoğrafları henüz tazedir dünün ayazlı gecelerinin... Kışı birlikte aştığınız dostluklar sımsıcak durur yüreğinizde... Sadakatin ve yerleşikliğin güvenli kolları huzur vaat eder ardınız sıra... İçinizin bir yerinde yuvadan erken ayrılmanın, sokakta hırpalanmanın korkusu... Sokakta ise dayanılması imkansız bir çimen kokusu...



Sanki gitmek sadakattir; kalmak ihanet...

Çünkü bahara söz geçmez. Önünde bir nisan sağınağı varsa geriye dönüp bakası gelmez insanın... Ilık bir rüzgar ruhundaki isyanı okşar. "Hadi sokağa" diye bağıran sirenler çalar içinizden... Derinliklerinizde tutuşturulmayı bekleyen alevler kıvılcımlanır. Kalbinizden havalanan güvercinlere şaşa kalırsınız. Bir kez çiy düşmeye görsün kış mahmuru bedenlere...


...Coşkuları dizginliyebilene aşk olsun...


Şimdi gitmek sadakattir; kalmaksa ihanet... Önüm sıra yüzülmemiş denizlerden iyot kokuları çarpıyor burnuma... O yüzden bir an önce kanatları takıp, uçmakta yarar var... Yeni baharlarda, yepyeni bahar şarkıları söyleyebilmek için...


Hep beraber...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

_______________________

Bavulları Hep Toplu Durmalı İnsanın...

Bavulları hep toplu durmalı insanın...

Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...

Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli...

İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...

Yalnızlığa alışmalı...

Çünkü “omuz omuza” günlerin vakti geçti.

Dayanışma, günümüzün borsasının değer kaybeden hisse senetlerinden biri artık...

Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı.

Terörün bile bireyselleştiği çağdayız.
Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil;
Zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır...
İşte o yüzden alışmalı yalnızlığa...
Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan...
Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı...
Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başını dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli...
Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...
Romanlardan, yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına...
“Yalnızlık paylaşılmaz/Paylaşılsa yalnızlık olmaz”
Dizeleriyle başlamalı güne...
Telesekretere “Şu anda size cevap verebilecek kimse yok! ” denmeli,
“Belkide hiç olmayacak...” cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.
Haklılığın onuru yaşatır insanı...
Susmanın utancı öldürür...
O yüzden en sessiz gecelerde “Doğruydu, yaptım” la teselli bulmalı insan.
Feryada komşuların yetişmemesine,
Soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı...
Kendiyle hesaplaşmaya çalışmalı...
Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye,
Kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır olmalı...
Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur,
Ama hep kalıp savaşacak kadar gözüpek olabilmeli...
Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...
Yollarla barışmalı...
Yalnızlığa alışmalı...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

__________________________


Yalancı Bahar

.. Kaç baharı gerçek sanıp kandık söylesenize... Kaçına "Nihayet" hasretle kucak açtık ve kaçında yanıldık... Kaç kez ayaz vurmuş dallarımızda filizlerimiz söndü. Yine de uslanmadık. Yine geveze bir dosta sırlarımızı açar gibi açıldık yalancı bahara...


Yine yanıldık. Peşinden bastıran tipiyle ayıldık. Ne yapalım ki, dalında patlamayı bekleyen bir tomurcuk gibi susamıştık ilkyaza... Kaç zaman olmuştu kendimizi güneşin kollarına bırakıp, ormanda yayılan kekik kokularıyla sarhoş olmayalı...



Tahmin ediyorduk, üzerimize katran rengi bir kafes gibi çöken bulutların ardında güneşin gülümsediğini... Daha ilk ışınları deler delmez kafesi, açtık iştahla ruhumuzun pencerelerini...



Bahar öyle kolay gelmezdi aslında; biliyorduk; yanlış baharlarda az mı ayaz yemiştik. Kaçımız mart güneşine aldanıp açılmış ve kara kafesin ağına düşmüştü yeniden...



Bahar, ilan - ı aşk mevsimiydi; astık aşklarımızı ilan panolarına, sevdalar yasakken daha... Bahar, barışın mevsimiydi; müjdeledik barışı, silahlar konuşurken hâlâ...



Söyledik, ancak yazın söylenecekleri, güneş henüz toprağı ısıtmamışken... Cemreler düşmemişken ilkyazın koynuna...



Yalanmış meğer bahar; daha vakti değilmiş, aşkın da barışın da... Güneşe kananlar, yazı beklerken bahardan oldular; kesildi sesi soluğu, erken öten horozların... İyisi mi itirafçı olalım; biliyorduk "İşte bahar" derken, ardından gelecek ayazı...



"Yalan bu çıkma" demişti temkinliler, edbirliler, "çıkarken üstüne kalın bir şey al"anlar, "başına bir iş gelmesin"den ürkenler... Ama bahar, olanca işvesiyle sokağa çağırıyordu. Aşk, ilan panosuna asılmayı bekliyordu, barış bir kuş gagasında müjdelenmeyi...



"Erken mi geç mi" hesabına gelmezdi ikisi de... Peşlerine düşülmeli, ilan edilmeli, müjdelenmeliydiler. Güneşi görür görmez seranada ve barış türkülerine başladık. Vakti gelmeden açıldık, geç kalmadan davranma telaşında... Erkenmiş. Kursağımızda kaldı bahar sevinçleri...



Erken öten horozlar, erken açmış çiçekler, erken doğmuş bebekler gibi kesildik, solduk, öldük. Yine tedbirliler ulaşacak salimen yaza; biz yakalandık, zalim ayaza...




Ama itirafçı olsak da pişman olmadık. Az da olsa ısındık hiç olmazsa... Vakitsiz de olsa söyledik, söylenmesi gerekeni... "Bahar yalan mıymış gerçek mi" dinlemedik. Güneşin ilk dokunuşuyla haber verelim dedik, ardından gelecek müjdeyi...



Aşk için erkendi belki; barış henüz uzak...



Ama ikisi de gelecekti nasılsa sonunda...



Hep bildik ki, habercisidir yalancı bahar, sahicisinin...



Bazen vaat, hediyeden de kıymetlidir. Kesilmeyi göze alıp erken ötmek yeğdir çoğu zaman, susup doğru zamanı kollamaktan...



Sonunda olan yalana kananlara olur, onlar müjdeledikleri şeyi göremeden giderler. Lakin çoğu buna gönüllüdür. Güneşe en erken onlar dokunmuşlardır, elbet en erken yanan onlar olacaktır.



Belki "İkinci Bahar"ı yaşayanlar bilir kıymetlerini...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

_______________________

Ödünç Hayatlar..

Kalırsam düşlerimi, arzularımı hep ertelemek zorunda kalacağım..



Bahar bulaştı ya hayata, ağaca, suya, içimde öyle bir seyahat kımıldıyor ki, diren direnebilirsen...



Yüreğim bavulunu toplamış çoktan; ruhum sırtlamış çantasını...

"Uzaklar" çekiyor içimdeki seyyahın tasmasını...





Marianne Faithful sanki şarkı değil, derdimin nedenini söylüyor radyoda: "Saçlarında ılık rüzgarla,spor bir araba sürerek, Paris'e hiç gitmediğini 37 yasinda fark etti".



Buket Uzuner, yaşayageldiği hayatın anlamsızlığını 37'nci yaşgününde idrak eden bir kadının öyküsünü anlatıyor "Karayel Hüznü"nde... Bıkkın kadın, doğum gününün sabahında, büyük boy bir beyaz kağıda kırmızı rujla şu notu yazıp bırakıyor evdekilere:



"Bugün benim doğum günüm. Değişiklik olsun diye bu kez size domuz kanından nefis bir çorba hazırladım. İçine de zehir kattım. Ben Alpler'e gidiyorum; çünkü 37 yaşıma girdim ve hâlâ Alp Dağları'na gidemediğimi ayrımsadım. Kalırsam, asla gidemeyeceğimi anladım. Kalırsam düşlerimi, arzularımı hep ertelemek zorunda kalacağımı da....Hoşçakalın".


* * *

"Yaşamak değil. Beni bu telaş öldürecek" dediği gibi şairin; o telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgârlara taratmayı saçlarımızı, sevdigimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz...


Gözümüz saatte söyleştik hep, koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık. Hep yetişilecek bir yerler vardı, aranacak adamlar, yapılacak işler... Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin terine bulaştı; başkalarının hayatı, bizimkini aştı.


Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine, kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesi ile uyanma düşlerini hababam erteledik. 20'li yaşlardayken 30'lara kurduk saatin alarmını, 30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere...


Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size, artık uyku girmez oluyor gözlerinize...

Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda... Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz; vakti gelip sandıktan çıkardığınızda bir de bakıyorsunuz ki, tedavülden kalkmış...



Jorge Luis Borges'in derledigi Babil kitaplığında Papini'nin "Ödenmeyen Gün" adlı bir öyküsü vardır. Güzel bir prensesin başından geçenleri anlatır:



22 yaşındayken bu prensese bir beyefendi sürpriz bir teklifle gelir. Hasta kızı için gençlik yılları aradığını söyler ve "Bana gençliginizden bir yıl ödünç verirseniz, ömrünüz sona ermeden onu gün gün size geri ödeyecegim" der.



Prenses henüz o kadar gençtir ki, cömertçe gözden çıkarır bir yılı; ödünç verir beyefendiye... 23 yerine 24 yasina basar o yıl yaşgününde... Yıllar yılı hatırlamaz verdiği borcu... Ancak ne zaman ki 40 yaşını aşar ve o dillere destan güzelliği bozulmaya yüz tutar; arar beyefendiyi ve 365 günlük alacağını tek tek tahsil etmeye başlar. Özellikle balo günleri, bütün çizgileri yok olmuş bir yüzle ve körpe bir bedenle girer salonlara... Gece odasına sızmayı başaran aşıklari, gece yarısından sonra yüzünün nasıl kırıştığını hayretle gözlerler... Her gençleşmenin ardından uyanış anı daha acı verici olur. Çünkü yaşı ilerledikçe, o hali ile 23 yaşı arasındaki fark daha da açılır. Fark açıldıkça "bir gün, bir saat, bir an olsun" gençlik aşısını tatmak daha güzel gelir.



Ancak sayılı gün çabuk geçer. Kalan günlerini hoyratça harcayan prenses, geri isteyebilecegi sadece bir günü kaldığını fark eder: "Bir günlük ışık, sonra sonsuza dek karanlik..."

Atesli bir sevgilinin bütün bedenini okşaması için o tek günü özenle saklar. Bu son yasam parasını harcamak için çılgınca bir istek duysa da kıyamaz bir türlü...


Nihayet evine gelip, öyküsünü dinleyen ve dizlerine kapanarak gençliğinin son gününü kendisiyle geçirmesi için yalvaran bir adamın teklifini kabul eder.



"O gün" geldiginde adam, en şık elbisesi ve titreyen yüreğiyle açar bahçe kapısını... Kadının villasına girer, iki kişilik hazırlanmış masada mumların yandığını görür. Bir süre bekledikten sonra meraklanıp prensesin kapısını tıklatır. Yanıt gelmeyince açıp girer. Dört bir yana savrulmuş görkemli giysilerle dolu odada prenses aynanın karşısında bir kanepeye uzanmıştır. Yüzü bembeyazdır. Gençliğinin dönmesini beklerken son nefesini vermiştir prenses... Adam bu ani ölümün nedenini yerde buldugu mektupta okur. Satırlar, borçlu beyefendiye aittir:



"Soylu prenses!.. Size borçlu olduğum son gençlik gününü geri veremeyeceğim için çok üzgünüm. (..) En derin bağlılığımla..."

Erikler, kirazlar, çileklerle çıkageldi mi Haziran, pupa yelken kıpırdanır içim...



Saçlarını ilik rüzgarlara salıp uzak başkentlere spor arabalar süren coşkulu kadınların şarkılarını dinlerim Haziran'da... Ardında veda mesajları bırakarak hep ertelediği düşlerinin peşisıra yüksek dağlara tırmanan öfkeli kadınların öykülerini okurum. Ve geleceğe ödünç verdigim yaşanmamış günlerimin yasını tutarım sessiz sedasız...

Yaşam... O hepimize borçlu olan hergele, öder inşallah bir gün hesabını... Yaşarız ertelediklerimizi, "gençliğimizin son günü" çalınmadan elimizden...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

_______________________

Bahar Gelme Üstüme…

..Bahar, yalvarırım çek git işine!.. Salma üstüme çiçeklerini... Aklımı çelme!..

Her sabah çimenlerin çiyden ürpererek uyanıyor bahçemde; sonra güneşle oynaşıp tütsülenmiş gibi buğulanıyor. Ne zaman sokağa çıksam badem ağaçları salkım saçak çiçek... Kavaklar kıpır kıpır, ıslık ıslığa meltem... Kırda dayanılmaz bir kekik kokusu, toprakta türlü çeşit börtü böcek...



Yapma bunu bana bahar, böyle üstüme gelme...!



Zaten damarlarıma zor zaptediyorum kanımı... Çoktan cemreler düşmüş beynime, yüreğime... Kalbimin buzları erimiş. Göğüs kafesimde ne idüğü belirsiz bir kıpırtıyla geziyorum nicedir... Bir de sen çıldırtma beni...



Krizdeyim ben... Tembelliğin sırası değil, uyamam sana... Al git serçelerini sabahlarımdan, çağlalarına, kokularına hakim ol. Meltemlerine söyle, deli gibi ıslık çalıp sokağa çağırmasınlar beni... Bulutların üşüşmesin başıma... Girme kanıma benim... Yoldan çıkarma...!



Sen ki en cilvelisisin mevsimlerin, afrodizyakların en etkilisi, sevdanın suç ortağısın. kıyma bana...!



Biliyorum çünkü, yine kandırıp yeşillendireceksin aşka; gövdemi azdırıp sonra birden çekip gideceksin. Tam kanım kaynamışken sana, toplayıp allarını morlarını, beni bir kuraklığın ortasında terk edeceksin... O iple çektiğim ışığın, dayanılmaz olacak o zaman... Ne o delişmen sabahlar kalacak, ne günaha çağıran çapkın eteklerin uçuştuğu günbatımları... Tembel kuşların şakımaktan bitap, ebruli çiçeklerin kokmaktan... Buselerin nemi kuruyacak çöl rüzgarlarında...

yeşerttiğin çiçekler, yürekler solacak; damar damar çatlayacak ruhumuz... Hayat, bir ezik otlar diyarına dönüşecek yeniden... Yüreğim viraneye... Her bahar sarhoşluğu gibi, geçecek bu sonuncusu da... Ebedi bahar, bir başka bahara kalacak.


İyisi mi, hiç azdırma ruhumu bahar... İş açma başıma... Git işine! Yoldan çıkarma beni!..


Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)


_______________________

Biz Ne Yapıyoruz?

Sürekli erteliyoruz.

Anne-babamıza onları ne kadar çok sevdiğimizi söylemiyoruz, sıkıca sarılmıyoruz. İş, para, kariyer diye gözümüz dönmüş, sevgilimizi haftada bir gün zor görüyoruz.



Eşimizle çıkacağımız tatili 28'nci kere planlıyoruz, 29'uncuda da gitmeyeceğimizi biliyoruz. Bebek istiyoruz ama "kendimize layık" eş bulamıyoruz. Bulduklarımızı kısa süre sonra diğerlerinin yanına "rafa kaldırıyoruz".



Reddedilmekten korkup, "seni seviyorum" diyemiyoruz. Arkadaşlarımızla randevularımızı "öncelikli ertelenebilecekler" listesine koyuyoruz. Aldatıyoruz, aldatılıyoruz ve "başkasını bulamam" diye yalanlarla yaşıyoruz.



İşsiz kalan arkadaşlarımızı arayıp, sormuyoruz. Karanlık kış günlerinin ardından parıldayan güneşi, plaza camlarının arkasından izliyoruz. Yağlı, kızarmış, kanserojen demeden, bilerek ve isteyerek "habire" yiyoruz. Her pazartesi rejime başlayıp, salı sabahı bırakıyoruz.



Sigara dumanını oksijenden daha büyük bir zevk duyarak ama "bırakmalıyım" diyerek içimize çekiyoruz. Kahve, çay, çikolata tüketiminden vazgeçmeyip selülit kremlerine ve mide haplarına servetimizi yatırıyoruz. Spor salonlarının broşürlerini arşivleyip, "işten güçten, bir türlü" gidemiyoruz.



Evimizi kitap doldurup hiçbirini okumuyoruz. Diş ağrısından ölüyoruz, gözlerimiz doğru dürüst görmüyor, doktora gitmiyoruz. Bizden sonrakiler için yalnızca "tıklayıp" bir agaç dikmiyoruz. İhtiyaç duyan bir çocuğu okutmuyoruz. Nefret ettiğimiz işimize "para" için devam edip, seveceğimiz bir iş arayışına girmiyoruz.



Sözylesenize bana; biz ne yapıyoruz?

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

__________________________

Bir Yazı Nedir ki Aslında..


İki piyango bileti boyunda bir köşe yazısının ne ağırlığı olabilirki? Bir çeyrek bilet peşinde çaresizce umut kovalayan milyonların karşısına dikilip “Durun bir de beni dinleyin. Ben de hayatınızı değiştirebilirim.” diyebilir mi bir yazı?


Onlara bir çeyrek biletten göz kırpan serveti vaat edebilir mi? Yoksulluğun acı nefesiyle uzandıkları bir yastıktan, servete boğulmuş olarak uyanma hayalinin yerine geçebilir mi? Hayatı değiştirebilir mi?


Her yazı, bu iddiayı değilse bile, bu umudu barındırır satır aralarında... Her bilete vuran bir ikramiyedir yazı... Harflere ilmeklenmiş uçan halısına bindiğinizde, bir kaç dakikalık yolculuk boyunca umudun başka adreslerini de gösterebilir sizlere ki o da az zenginlik değildir...


Kelimeler öyle bir araya toplaşır ki bazen , rüzgarlar doğuran bir ormana dönüşür yazı.

.... kramp olur saplanır yüreğinize...

Karanlık bir gecenin ardından, sabah kapınızı çalan sessiz bir dosttur; kendinizi en yalnız sandığınız anda beklenmedik bir köşeden gülümseyen, sizi sizden iyi bilen ya da sizi size şikayet eden...



... bir dildir, dilinizdekini yazan; bir tutam saç omznuza yaslanan...



Gözbebeklerinize tutunup, beyninize sızar, kalbinize işler; “İşte ben de tam bunları hissediyordum” dedirtir size bazen; gözyaşlarınızla tuzlanır. Silkeler ruhunuzun tozlarını, en derine gömdüğünüz yaralarınızı kanatır, tutup kelimlerle kabuklarından...



Kesip asarsınız duvarınıza; buruşup bekler orada, benzi solgun bir tercumanı gibi söyleyemediklerinizin...



... o el bazen bir tokattır, sözcük sözcük kırbaçlaşan; bazen şefkatli bir dokunuş, saçınızı okşayan...



Yazan açısından ise nadiren bir cennettir yazı; çoğu zaman cehennem...



... bir iç dökme seansıdır, konuşma özürlülerin...

Satırlar uzadıkça siz yazıyı yazmazsınız artık, yazı sizi yazar... Mürekkepten bir banyoda şeffaflaşır cildiniz. Ruhunuz her sözcükte biraz daha soyunur. Her cümle, yen bir düğümünü çözer yüreğinizin...

... ve yazı ele verir yazarını...

Bazen de bir silah olur öfke kusan; doğrar satırlarla zulmün askerlerini...

... ustasının elinde öyle yaman bir kılıç ki bin söze değişmem...

İdam fermanıdır yazarının, celladı, darağacı... Kah yangına dökülen bir tas benzindir, kah yaraya basılan bir tutam tütün... Bazen yazdıkça bilenirsiniz: Kalemin sivri ucu, biley taşında alev alev keskinleşen bir bıçağa döner, sürtündükçe kağıda...



... lakin zamanla, yazdıkça ucu kütleşen sivri uçlu bir kalem gibi törpüleniryazarında sivrilikleri, kalemle birlikte olgunlaşır sahibide...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

_______________________

Kadınım....!
..Köhne bir yük katarı gibi ayak parmaklarımızı ezerek önümüzsıra geçen yorgun asır, bizim asrımız değildi. Korkarım, tozu dumana katarak pürtelaş gelen yenisi de, o imanla beklediğimiz ahengin asrı olmayacak. Raylar üstünde alelade bir tımarhane bu...

...tıklım tıkış vagonlarında vahşi bir itiş kakış; dumanında genzi yakan bir ihtiras kokusu...

Şüphesiz zamanla bu cinnet de ufukta yitip gidecek; lakin bizim için başka katar yok ömrümüzün içinden geçecek.

Görünen o ki kadınım, seninle biz, "hayat" denen bu metruk peronda, üzerinde adres yazmayan mektuplar gibi bekleşip, aşkımızı acılardan damıtarak yaşlanacağız.

* * *

Öyle bir çağdayız ki, insanoğlu geçen asır düşünü gördüğü "denizler altında 20 bin fersah" yolu katedip, "arzın merkezine" yaklaştıkça, uzaklaştı insanlığından...

Kalabalıklaştıkça arttı kayıtsızlığın ıssızlığı...

Her bineni ise bulayan sefil bir trenle onun borsadan başka tapınak, paradan başka tanrı tanımayan son yolcuları, kainatın raylarındaki şiiri, ilhamı, aşkı ezip geçti.

"Ah o gönül şarkıları" sustu önce...

Sonra, sevdaların ömrü kısaldı; tadı kaçtı hasretin, şehvetin harı söndü.

Sanal posta kutusu, mektubu öldürdü; bak, bir tek satır yok kalemimden sana kalacak.

Silinip gidiyor telefondaki aşk mesajları; "seni seviyorum", -ki amentüsüdür itiraf gecelerinin- parfüm sıkılmış plastik bir gül dalının teybinde tutsak...

Korkuyorum gülüm; "Seni seviyorum" desem sana, plastik kokacak.

* * *

A kadınım, A hüznümün bahçesi...!

Görmem mi sanırsın; sesi kısık gözlerinin nicedir... dudakların buselere sağır... Oysa ben, haykırmak için sesine, solumak için nefesine muhtacım.

Bilsen neler verirdim bakışlarından o kederi silebilmek, sana itimadın hazzını yeniden verebilmek için... Lakin öyle bir tufana yakalandık ki, birbirimize kavuşmak için çekiştirdiğimiz kement boğuyor bizi... Mübadele garında saadet ülkesine kesilmiş iki "açık" biletle mecalsiz bekleşiyoruz. Kudretim olsa, seni bu harabe istasyondan kapar, koştukça yelelerinden takvim sayfaları uçuşan bir kısrağın terkisine attığım gibi, o çok sevdiğin ihtişam romanlarının mağrur asrına taşırdım. Soyunurduk bütün o delik deşik kostümlerimizden, boyası akmış maskelerimizden... mecburi rollerimizden...

"Devamsızlık yüzünden" tarihten kovulmuş iki muzip çocuk gibi, azad olurduk kendimizden... Benim boynumda alıçtan kolyeler, senin tebessümünde sümbülden gamzeler; çözüp dudaklarımızın mührünü, iç çekişlerimizi toprağa gömer, her akşam ilk sana gülümseyen yıldızına ip dolayıp keyifle ayaklarımızı sallandırırdık dünyaya....

Dilimizde, "kavuşmanın tadını/ ayrılık feryadını" taşıyan bir şarkıyla...
Uşşak makamında...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

_______________________

Kapı çalar.

Sabahın erken saatlerinde. Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz.

Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden "Bugün kahvaltıyı bahçede yapalım" diye geçirirsiniz.

Kapı çalar...


Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kağıda imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır.

"Artık canim sıkılmayacak " deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız.


Kapı çalar...



Kapıya koşarsınız. Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz.

Sohbetleriniz saatler boyu hatta bütün gün sürer. "Yaşamak ne güzel" dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken.

Kapı çalar...

Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok. Tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu, elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz. "Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre." Bu küçük hadise neşelendiriverir ortalığı.

Kapı çalar...


Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne çıkmıştır. "Oğlum benim" diye hasretle kucaklarken göz yaşlarınızı zaptedemezsiniz. Mutluluğunuz oğlunuzun izni kadar uzar...

Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar...


Ve kapı çalmaz...

O gün en büyük misafiriniz gelir. Adeta kapıyı kırmıştır.

Alıp gider sizi, şaşırırsınız. "Niye haber vermedi?" diye içinizden geçirirken; "Doğduğundan beri zile basmaktayım" der.

Bir şeyler söylemek istersiniz o an.

Ama o andan sonra diliniz dönmez.


Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

_______________________________



Olgunluk..

Artık eskisi gibi her Hafta sonu birileri ile dışarı çıkmak istemiyorum. Beni yoran ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramıyorum. Eski dostlukların da özetini çıkarmaya başladım. İlişkilerde tasarrufa gidiyorsun her şeyde olduğu gibi ve gereksiz insanları hayatından atmak istiyorsun.



Yapmacık, inanmadan konuşmak istemiyorum artık. Beni anlamayanlarla konuşmak cümle kirliliği yaratıyor ve hak edenlere saklıyorum enerjimi. İstediğime istediğimi deme özgürlüğüne sahibim, eleştirme hakkını oluşturan yaşamışlık ve yeterli yaş faktörü artık bende de var.



"Ben demiştim" ,"ben bilirim", "ben zaten anlamıştım", Sendromunda olanlarla arkadaşlıkları bir kez daha sorguluyorsun. İlişkilerini sadeleştirmeye başlayınca sıra iyi ve kötü gün dostlarını ayıklamaya geliyor. Kötü gün dostlarını belirliyor ve onlara daha çok önem veriyorsun.



İyi gün dostu bulmak ne kadar kolaysa kötü gün dostu bulmak bir o kadar zor, biliyorum. Dostlar ihtiyaç olduğunda göçmen kuşlar gibi sıcağa uçuyor ve sadece seninle birlikte sürüden ayrı düşenler kalıyor. Zamanın ne kadar kıymetli olduğunu öğreniyorsun buralara kadar gelirken.



Uzun düz otobanlardan olduğu gibi, kestirme bozuk yollardan da ulaşabilirsin hedeflerine. Kestirmeleri de öğrendim gide gele. Boş geçen her saniye değerli artık. Daha yapılacak çok şey var ama, kendimi çok yormaktan çok hırpalamaktan yana değilim. Gerektiğinde "HAYIR" demeyi öğrendim ve bu kelime başta karşındakine kırıcı gelse de senin için hayat kurtarıcı olabiliyor.



Sevgiye önem vermek gerektiğini, zamanı geldiğinde elinde sadece sevginin kalacağını biliyorum. Sevgi paylaşıldıkça oluşuyor, olgunlaşıyor. Aileme ve seçtiğim tüm dostlarıma daha önce göstermediğim sevgi, anlayış ve ilgiyi gösteriyorum. Biliyorsun ki gidenlerin ardında sadece iyilikler kalıyor, ne kadar sevgi dolu olduğu hatırlanıp anılıyor.



Bana çok genç olduklarını hatırlatırcasına nedense tecrübelerimi, fikirlerimi sormaya başladılar. Vereceğim cevaplar belki çok anlamsız geliyor ama yine de dinliyorlar ama ben biliyorum ki yasamadan hiçbir şey öğrenilmiyor.



Yasamışlığın oluşturduğu bir alçak gönüllülükle gülüyorum içimden sadece. Artık daha şık giyiniyorum, senelerle birikmiş dolaplar dolusu kıyafet var ve bunları kendimle paylaşmalıyım. Önce kendine güzel görünmelisin, kendi zevkime göre giyinmek istiyorum, böyle hissediyorum. Modaya uymak adına popumun sığmadığı düşük bel pantolonlara sığmıyorum diye kendimi üzme tercihini de kullanabilirim .



Ayıp, günah yada ne derler korkuları çoktan geride kaldı. Dostlarıma, kendimize yemek yapmak hoşuma gidiyor. Mutfak eskiden bir zulüm iken şimdi zevk aldığım mekanlar arasına giriyor.



Farklı lezzetler denemek güzel ve kendi lezzetimi kendimde yaratabileceğim belli bir damak zevkim ve mutfak kültürüm oluştu. Sonra Sezen'in şarkısındaki gibi anneni daha sık düşünüyorsun ve hatta anlıyorsun. İşte bu yeni alışmaya başlanan ve giderek hoşa giden yeni duruma olgunluk deniyor. Yasamışlığın, görmüşlüğün, geride kalmış üflenmiş doğum günü mumlarının bir sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor hayatın bir dönemecinde bu olgunluk.



Ne zaman dersen herkese göre, ne kadar dolu yasadığına göre değişiyor bu olgunluk çağına ermek. İnanın bana hayattaki düşüşler, zor alınan virajlar bu zamanı hızlandırıyor. Kendi dünyanın küçüklüğünü keşfetmek ve buna rağmen kendinin kıymetini bilmek çok ise yarıyor.

Bir gün hepimizin bu huzurlu olgunluğu bulmasını diliyorum...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

________________________

Game Over...

Büyük bir bilgisayar firmasının genel müdürü, bilgisayar fuarında kendi standının bir işiyle uğraşırken
telaşlı bir baba sokulur yanına...
"Kardeş bakar misiniz," der, tezgâhtar sandığı genel müdüre.
"Çocuğuma bir bilgisayar almak istiyorum. Hangi modeli tavsiye edersiniz? Ram'i kaç olsun? Hafızası kaç gigabayt olursa iyidir? CD okuyucusu recordable olursa daha iyi olur mu? Ekran kartı kaç megabayt olursa iyi sonuç alırız?
Bu modeli ileride update edebilir miyiz?" Bilgisayar firmasının müdürü, nefes almadan konuşan ve isteklerini ardı ardına sıralayan baba sözünü bitirince araya girer...
"Çocuğunuz kaç yaşında?"
"On bir."
"Siz ona en iyisi gidin bir bisiklet alin beyefendi."
Ne zaman satanizmin pençesine düşüp intihar eden gençlerin haberini okusam gazetelerde, hep bu öykü gelir aklıma.
Bilgi amacı ile kullanılmayan bilgisayarların insan üzerine tahribatından kuşkulanırım hep.
Bu kez de öyle oldu zaten. Çocuklarını ortalıkta patırtı yapmasınlar diye dört - beş yaşlarında bilgisayarın önüne
oturtan anne ve babalar, onlara artık bir bilgisayar oyunu kadar uzak kaldıklarını çok geç fark ettiler bence.
Potansiyel katil yetiştiren Doom oyunlarının, kötü ile iyiyi ayırmaktan yoksun taze beyinlere şeytan veya kurban olmayı öğütleyen fantastik interaktif safsataların, büyücüler, cadılar, efsunlu yüzüklerden ibaret saçma sapan Hollywood yapımlarının o güzelim kuşağı gelip koyduğu yer elbette ki bir uçurumun kıyısı olacaktı.
Üstelik en eğitimlilerin arasından çıktı bu intiharlar.
Ve çok şaşırdı anneler babalar. Oysa o okula girebilmek için yıllarca bir tek şey öğrettiler çocuklarına:
"Bilgisayarının başına otur ve diğerlerini parçalamayı öğren.
Eğer test sınavlarında senin yaşındaki 10 arkadaşını elersen, yani 10 arkadaşının hayatini kaydırabilirsen,
onları mahvedersen yabancı dille eğitim yapan o okullara girebilirsin... Mutlu olmak için 10 kişiyi mutsuz etmen lazım
çocuğum." Böyle hazırladılar çocuklarını hayata. "Parçala, yok et ve öldür..." Yok et arkadaşlarını. Öldüremediklerini de intihara teşvik et... Öldürdüğün sürece hayatta kalırsın evlat.
Mutluluk sadece ve sadece basaridir. Oysa bir çocuğun mutlu olması için oyunları, bebeği, futbol topu ve bir bisiklet yeter...
Bir bisiklet bazen daha çok şey öğretir çocuğa.
Ama aileler arasında insan yetiştirmek yerine sınavları birer birer kazanan bir robot yetiştirme eğilimi daha çok ağır basıyor. Onları ağaç seven, deniz seven, kus seven, doğa seven birer çocuk olarak yetiştirmek yerine onlardan test hocasını sevmelerini istiyoruz nedense.
Oysa düşünsenize; sadece hayvan sevgisi aşılasanız bile kedilerin katledildiği aptal aptal satanist ayinlerden
uzak durur çocuğunuz. Sadece bir kedi sevgisi... Mırıl mırıl bir kedi sesi, gürül gürül akan bir hayat olur...
Kumsala vuran deniz yıldızlarını kurtarmak için onları birer birer denize atan çocuğa "Kumsalda milyonlarca deniz yıldızı var. Ne fark eder ki" diye sorduklarında, denize fırlattığı deniz yıldızını göstererek "Bunun için çok şey fark edecek" demek için, dolaşılan kumsallarda hiçbir zaman "Game Over" yazmaz kumların üzerinde...

"Game Over..."

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)






----------


Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Aşk Budur!

Aşk Budur!Öyle tesadüfler vardır ya: Bir otobüs durağında poşetlerle beklerken, rastlaşırsınız aniden...

"Bu o..." diye içiniz titrer. Bir zamanlar yüreğinizi yakan aşık, sarkmış göbeği, ağarmış saçlarıyla karşınızdadır... İki elinde iki çocuk...

- Nasılsın?

- İyiyim... Ya sen?...

- Kızın amma da büyümüş... Benim de var 10 yaşında...

- Annen, baban?..

- Babamı kaybettik. Annem hasta...

- Mutlu musun?

Sessizlik...

- Telefonumu vereyim, ararsın belki...

İki yanakta iki masum buse; biri eski sevgiliye, diğeri onunla birlikte yitip giden maziye...

"- Kimdi o amca anne?.."

Yüreğinizde belli belirsiz bir iç çekme ve aklınızda hınzır bir soru işareti:

"Acaba?.."

*****

Aliye ile Ramazan' in aşk hikayesinde buna benzer bir hüzün gizliydi. Gerçi öyküleri, önce hakli olarak bir "tip rezaleti" olarak yansıdı Milliyet' in manşetine...

Ancak Ayşegül Aydoğan' ın haberi en az ilki kadar hazindi: Polis memuru Ramazan Bey, öğretmen Aliye Hanım'a 1954'te Karabük'te evlenme teklif etmiş. Annesine bakmak zorunda olduğundan kabul edememiş Aliye... Bir başkasıyla evlenmiş Ramazan... Üç çocuğu olmuş, ancak Aliye' yi hep aklında, göğsünde saklamış.

Gün gelmiş, eşi göğüs kanserine yenik düşmüş. Ailesi "3 çocukla bir başına bas edemezsin, evlen" diye tutturmuş. O da "Yıllar önce bir sevgilim vardı, evlenirsem onunla evlenirim" demiş.

17 yıl sonra gençliğinin Karabük' üne dönmüş ve Aliye'nin peşine düşmüş. Öğretmenlik yaptığı okulda bulmuş onu... Müdürün odasında beklemeye koyulmuş. Aliye odaya girip de eski aşkını karşısında görünce şaşkınlıktan dışarı kaçmış. 17 yıl önceki teklifi yinelemiş Ramazan:

"- Evet" demiş bu kez Aliye öğretmen...

28 yıl evli kalmışlar. İkinci baharı yaşamışlar. Malum, ikinci bahar, "son" bahardır. Orada aşk, hayatla cilveleşmekten çok, hayat denilen çileyi birlikte göğüslemektir.

71 yıllık yorgun kalbi teklemiş bir gün Aliye'nin... Ramazan bir ambulansla hastaneye yetiştirmiş eşini... Kabul etmemişler, paraları yok diye... Sonra bir başkasına... Yine ret... Aliye Hanım ölümün eşiğinde duyuyormuş Ramazan Bey' in çırpınışlarını; "Allah'ım bunlar ne yapıyor" diye ürperiyormuş. Ramazan Bey "ilk göz ağrım gidiyor" diye sızlanıyormuş için için...

"Ona bir şey olursa ben ne yaparım?.."

Sonunda Ramazan Bey'in yeğenlerinin parasıyla bir özel hastaneye yatırabilmişler. Sağ eli sımsıkı eşinin avucunda...

"İlk bahar"da çoğunlukla imkansızlıktır aşkı filizleyen, besleyen; "son bahar"daysa fedakarlık...

Bütün Dünya dergisinde vardı; çocuklara "Aşk nedir" diye sormuşlar. Söyle demiş afacanlardan biri:

"Anneannem sırtından hasta olmuştu. Eğilemediği için ayaklarına oje süremiyordu. Dedem devamlı elleri titremesine rağmen ananemin ayaklarına oje sürüyordu. Bence aşk budur."

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

_________________________

Sevgiden Ötesi Yalan.

Ölüm değil beni korkutan! Boş bir yaşamın ardından varacağım “o” yer sıkıyor canımı. Nedir ki? Kırklı yıllar, ellili yıllar, billahi çok değil! Hele hele çizilen bu yolda bize hiç gelir. Ne beklersin yaşamdan “çorbacı?” Ne bekler yaşam senden? İkiniz de tüketirsiniz hoyratça zamanı. İşte geride kalanlar sıkar biraz canımı...

Yedi yaşında başlarsın okula, sayma ondan öncesini. Sonra, yıllar yılı gider gelirsin, kara tahtalı değirmene, berrak zamanını öğütmek için. Yirmi iki civarı alırken diplomanı, tüketivermişsindir üçte birlik zamanı...

”Diploma yetmez!” diyor topal “şarapçı”, “iyi bir işbul hele bakalım! Askerliğini de yap birde, sonra evlen bakalım...” İşte bir on yıl daha uçuveriyor ansızın. Yaş oluveriyor otuzbeş! Gerçekten yarısı mıdır yolun? Belki de yarısından da yakın. Geriye bakma sakın ey küheylan!

Kopuverir zincirleri yaşamın, bir iplik gibi ansızın; "Hele bir borçlarımızı ödeyelim, sonra daha iyi yaşarız. Şimdilik biraz sabır" diyor karım Nazife! Eee doğru da söylüyor hani... “Hele bir başımızı sokacak yuva olsun da gerisi kolay” diyor. Eee bu da doğru hani...

İşte böyle yitiyor hep on seneler, eriyen buzlar misali. Karım, çocuklarım, kooperatif başkanım, yardımcım, tek tük arkadaşlarım... Ve Tv' deki haber spikeri! Bu kadar çevremdekiler. Bunlara bakıyor yıllardır gözlerim. İşte bu yüzdendir ki, “miyopsun!” diyor doktorum. “Tak ......'ne iki numara. “

Ellinci yaşgünümü, kimse fark etmiyor bile. Ufaklığın diploma töreni var. Ne biçim alış veriş bu? Anlayamadım gitti! Yapmak istediğim bir çok şey, özlem kapısında yitti...

Hırs ile mutfağa, ne varsa atıştırmak için, sıcacık bir el tutuyor elimi “perhiz yapmalısın artık!” diyor karım Nazife. Eee foğru da söylüyor hani. Kalan on yılımın birkaç yılı hastalıkla geçiyor. Gerisi de torunların peşinde...

Eee "ulan hani yaşayacaktık!" diye bağrınıyorum. "sakin ol! tansiyonun düşecek" diyor karım Nazife. Eee doğru da söylüyor hani. Nedir yaşamın kısır döngüsü anlayamadım gitti. Elimdeki tek sermayem de bir gün gibi bitti. ”İyi yaşadık, hoş yaşadık” diyor karım Nazife. “Patronların da pek severlerdi çok da çalışırdın hani. Bak herşeyimiz var, büyüdü sayılır çocuklar da, daralacak ne derdin var? Haydi neşelen artık.” Eee doğru da söylüyor hani. Bir karı, birkaç çocuk, bir ev ve araba. İşte yaşamın bilançosu...

Hayır! Hayır! Korkuyorum ölümden! Boşa geçen bir yaşamın ardından nasıl gidilir ki “oraya”? Özgürce çizmeliydim yaşamımı zorda olsa, özgürce ulaşmalıydım sona, yalnızlıkla bile yaşansa… Kanaviçe gibi dokumalıydım, güzellikleri, gizemleri. Ter basıyor fırlıyorum yataktan. “Dönüp durma” diyor, karım Nazife, yarı uykulu. "sıkıca örtün de uyu" Eee doğru da söylüyor hani.

Tüketmek için bunca acele ettiğiniz takvim yapraklarına, onca hızla çevirdiğiniz akreplere yelkovanlara, içine gönüllü daldığıniz o insafsız rutin çarkına şöyle bir uzaktan baktığınızda ne hissediyorsunuz? "Ne kadarı benim hayatım," diye soruyor musunuz? Ne kadarını başkaları yaşamış benim yerime ya da ben başkalarının? "Aynadakinin ne kadarı benim, ne kadarı oynadıklarım?

Sevgiyi koydum kum saatinin dolu dizgin akıp giden kumlarının her bir zerresine. Çünkü bir tek sevgi var elimizde; bunca yıldan damıtılıp gelen... Yine bir tek o kalacak, yaşanacak yıllarından geriye... Bir tek sevgi olacak bunca telaştan artakalan... Ötesi yalan...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

__________________________

Aceleye Gerek Yok ki...

Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.

Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.

Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi?

Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.

Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz...

Gerçekte hız çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük.

Sevmeye bile vaktimiz yok bizim.

Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor.
İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!
Bence doğanın kara bir laneti. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor.

Milan Kundera "yavaşlık" adlı kitabında; "yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur" diyor. Telefon hızlılık mesela, konuşulanları,söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok.
Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.

Aceleye ne gerek var?

Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş...

Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...
Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

___________________________

Aç Gözlerini

En sevdiğin elbiseni giydim
Bu gece kokunu sürdüm
Solgun yüzünü okşadım
Sessizce saçlarından öptüm
Yazdığın mektupları okudum
Kana kana su içer gibi
Plaklarını çaldım ah!
En çok o şarkıda özledim seni.

Issızlık kapıyı çaldı, açmaya korktum
gece yarısı
Şehir uykuya daldı, baktım dışarıya
katran karası
Rüzgar telaşla kokunu getirdi bana
aldım koynuma
Buseni hafızamdan koparıp
iliştirdim dudaklarıma
Üşüdüm karanlıkta
Tenine dokundum hissetsin diye
Aç gözlerini

Erguvanlarına su verdim
İçerken benimle konuştular
Yastığını okşadım, kokladım
Anılar uçuştular
Soluğun saçlarımı yaladı sanki yine
bir meltem gibi
Teninin kokusu karıştı kokuma
Yakıştılar

Boğuldum karanlıkta
Yanı başımdasın benden çok
uzaklarda
Ellerimi tut dokun bana
Aç gözlerini.

Attım kendimi caddelere
Yeşil ceketin sardı beni
Yürüdüm üstüne karanlığın korkusuz
Tuttum ellerini...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)
____________________

Kadın Dediğin...

Her gün kim bilir kaç kadın görüyorum...
Sokakta, vapurda,okulda, kuaförde, orda, burda...
Ama olmuyor hanımlar, olmuyor!
Kadınlar kadınlığı unutalı daha kaç on yıl oldu ki?
Solaryuma girmeye, çıplak gezmeye, kariyer hırsıyla
yüzlerini buruşturmaya başlayalı kaç on yıl oldu?
Çevremde gördüğüm kadınlardan bazılarının bir takım özelliklerini seçtim.
Bunlara, dizilerdeki, filmlerdeki, romanlardaki kadınların
hoşuma giden özelliklerini ekledim.
Gözlerimi kapadım, Osmanlı zamanından kalma,hani şu afet-i devran
denen kadınları düşündüm.
O nasıl bir cazibedir ki, peçelerin ardından bile erkekleri aşık eder.
Bir Fransız kadınının zarafetini düşündüm.
Sonra bir İspanyol kadınının ateşini ve
bir Türk köylü kızının tazeliğini. Kadının güle benzemesi gerektiğine
karar verdim sonunda.
Kadının hası güle benzer.
Rengiyle, kokusuyla, dikeniyle.
Açın televizyonu,
bir tane gül görüyor musunuz?
Kadının hası...
Kadının hası yumuşak başlı olmaz, ama ağırbaşlı ve sıcak olur.
Ağırbaşlılıktan kastım, sıkıcılık değil elbet.
Şımarıklığın da hakkını verir.
Ağırbaşlı tebessümleri olur bir de.
Kadın yüzü dediğin mahkeme duvarına benzemeyecek.
Bu tebessümler sevgidir.
Yumuşacık bir sevgi olur kadın yüreğinde.
Kim olursa olsun, ne yaşamış olursa olsun.
Erkeğini dizine yatırıp saçlarını okşamayı bilir gerçek bir kadın.
Kadının hası nerede, nasıl davranacağını bilir…
İnsanların içinde kapris yapmaz, hır çıkarmaz; ama gerçek bir
Osmanlı kadını gibi,adabıyla, raconuyla istediğini alır.
Dırdır etmez.
Çok konuşup, baskı yapıp erkeği bezdirmez.
Yüz göz olmaz kadının hası.
Bazen öyle bir bakar ki, hele bir de bazen öyle bir susar ki,
bin tümceye bedeldir bu bakmalarla susmalar.
Bu kadın üzülmeyi de bilir, ağlamayı da,kızmayı da.
Ama üzmemek lazım, ayrıca kızdırmaya da gelmez.
Gerçek bir kadın ezik durmaz.
Kambur yürümez, dimdik durur.
Kendine saygısı, güveni vardır.
Erkeğine can yoldaşı olur,destek olur, onu dinlemeyi bilir.
Bazen utangaç olur, bazen ürkek.
Soğuktan ya da yalnızlıktan korkabilir kadın.
Aptal olmaz gerçek bir kadın.
Bön bön bakmaz adamların suratına.
Hülyalı bakışları da olsa, zihni uyanık olur.
Hüznü, gökten deli deli yağan yağmur gibi olur, saçlarından akar.
Neşesi ise öyle renkli, öyle dağınık; saçları savrulur.
Kahkahaları vardır bu kadının, çın çın eder odaların duvarlarında.
Sesi güzel olur kadının, biraz buğulu...
Arada bir pencereye yaslar başını,sokağa dalıp gider, bir şarkı söyler.
Olgunluğuyla şaşırtır erkeği.
Bazen de öyle çocuk olur, öyle sağlam saçmalar ki,
yine, yine şaşırtır onu.
Sıkmaz kadın,
bunaltmaz, yaşa yaşa bitmez.
Huzur verir varlığıyla.
İçmesini de bilir kadının hası.
Bazı akşamlar anason kokulu tüter sofrasının sıcağı.
İçli bir türkü dinler bazen, üşür, sırtına hırkasını alır.
Konuşurken insanın yüzüne bakar kadın.
Kibirli olmaz.
Kültürsüz olmaz. Bomboş olmaz kafası.
Dünyanın, ülkenin olaylarını bilir,anlar,
söyleyecek sözü vardır.
Kişiliklidir. Beceriklidir.
Tırnağı kırılınca üzülür, üzülür işte,
profesör de olsa, sultan da olsa,
boksör de olsa üzülür.
Gerçek bir kadın hiçbir zaman reklam panolarındaki kızlara benzemez.
Etini teşhir etmez. Fosforlu bir taş gibiliği yoktur onun, loş bir cazibesi vardır.
Albenisi metrelerce öteden çarpar adamı.
Ne kadar örtüneceğini, ne kadar açılacağını, yerine ve zamanına görebilir.
Gerçek bir kadın Paris podyumlarında yürüyen,
17. yüzyılın vebalı kadınları gibi mankenlere benzemez.
Uzun saçları vardır kadının.
Yumuşak olur, güzel kokar.
Kadının hası saçlarını ne zaman toplayacağını, ne zaman salacağını bilir.
Kadına yaraşmaz soğukluk.
Gerçek bir kadın göbek atmayı, gerdan kırmayı, iyi becerir;
ama öyle her yerde masaların üstüne çıkıp oynamaz.
Havasında oldu mu, bir oynadı mı, herkes onu izler.
Kadın korunmayı sever, ama korunmaya muhtaç olmaz.
Erkekler korumayı severler, ama yine de güçsüz, zavallı kadınlardan hoşlanmazlar.
Güçlü kadından ise çekinirler, ona yanaşamazlar.
Kadının hası bu dengeyi kurmayı bilir;
gücünü erkeğin gözüne gözüne sokmaz.
Has kadına naz da yakışır, kapris de.
Öyle tatlı, öyle kıvamlı naz eder ki,
onun nazını erkek zevkle çeker.
Gerçek bir kadın şiir gibi olur,
mey gibi olur,
ömür gibi olur...

Can Dündar (Şiir Gibi Yazılar)

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet reklamver
Cevapla

Etiketler
gibi, Şiir


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Var
Mesaj Yazma Yetkiniz Var
Eklenti Yükleme Yetkiniz Var
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Şiir gibi sev Şair gibi özle ...!! 💞aZze aZze Serbest Kürsü 0 19 Eylül 2023 11:13
Kimin Kalbinde Hangi Şiir Saklı - Can Dündar Liaaa Şairler ve Şiirleri 1 10 Mart 2022 09:25
Şiir Gibi Sözler FuLLname Aşk ve Sevgi Köşesi 0 23 Mayıs 2014 12:51
||| Can Dündar 'a bir genç kızın tokat gibi mektubu ||| aLKoLiK Serbest Kürsü 1 21 Şubat 2008 04:02