IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  reklamver

Etiketlenen Kullanıcılar

1Beğeni(ler)
  • 1 Post By EmekTar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 24 Nisan 2022, 16:39   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
MÜSLÜMANLAR MUSİBETLER KARŞISINDA NASIL DAVRANMALI?




İnsanın akıllı ve özgür bir varlık olarak yaratılması imtihan olacağının delilidir. İman ettik demekle imtihandan kurtuluş olmadığı bilinir.2 Bir şeyin varlığı da yokluğu da imtihanın sebeplerindendir. Çünkü İslâm dininde imtihan insanın kaderi icabıdır. Hayat devam ettiği sürece imtihanın da devam edeceği malumdur. Şu an içinde yaşadığımız dünyamızı etkisi altına alan Koronavirüs salgını ilk imtihan, ilk delil ve ilk musibet olmadığı gibi son da değildir. Kıyametin ilmi Allah katında olup gayb âleminin anahtarları da ondadır.3 Onun için insanların bu tür hadiseleri hemen kıyametle denkleştirmesi makul değildir. Zaten İslâm düşüncesinde, aklını kullanan insan için önemli olan kıyametin ne zaman kopacağı ile meşgul olmak değil, varlık gayesine uygun hareket ederek kendisini hesaba çekip ölümden sonrası için hazırlanmasıdır.”4

Çalışmamızı ilgilendiren Kur’ân’daki bazı kevni hadiseler ve kıssalarda genelde “âyet” ifadesi kullanıldığı gibi onlardan “ibret” almamız da istenmiştir. İşin ilginç yanı birçok yerde kıssaların akabinde “Bunda şüphesiz bir âyet (ibret, delil) vardır ama pek çokları iman etmiş değillerdi.” (Şu’arâ, 26/8, 67, 103, 121, 128, 139, 158, 174, 190.) buyrularak “âyet”lerden ibret alınması gerektiğini ancak bunun pek de kolay olmadığını anlıyoruz. Dolayısıyla bizler bu Koronavirüs hadisesini nasıl okuyup hangi sonuçları çıkaracağımız üzerinde durmalıyız. Yine Rabbimiz pek çok âyette iman eden, düşünen, tefekkür eden ve akleden insan için âyetler sevk ettiğini5 ve geride kalanlara ibret için diğer kavimlerden “âyet”ler bıraktığını6 beyan etmektedir.

Bir de bu tür hadiselerin hikmet boyutuna atıfta bulunmanın da faydalı olacağını düşünüyoruz. Zira mümin kâinatta olup bitenlerin sadece zahiri sebeplerini tespitle yetinmemelidir. Sebeplerin muharrik sebeplerini, teselsül batıl olduğundan onların ötesinde bir halk edenin olduğunu ve bir hikmete binaen tahakkuk ettiğini de hesaba katmalıdır.

İnsanoğlu bu âlemde sadece kendisi varmış gibi bencil davrandığından kâinatın dengesine dokunmuştur. Bütün âlemlerin rabbi Allah’tır. Bu ister maddi/fiziki âlem, ister manevi âlem olsun değişmez. Kulların kurguladığı sanal âlem de Allah’ın ilmi dâhilindedir. Allah kâinatta bir nizam, denge kurduğunu ve buna dokunulmamasını7 emrederken insanlar kendilerine verilen akıl nimetini heva ve hevesleri, aşırı arzu ve hırsları doğrultusunda kullanmak suretiyle her şeyi zapturapt altına almaya kalkıştı. Şimdi ise acziyetini biraz da olsa hissettiğinden evinden dışarı çıkmaktan imtina eder hale geldi. Kâinattaki ekolojik dengeyi bozmaya kalkışmanın bir anlamda Hududullahı/Allah’ın sınırlarını aşmaya cesaret anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Kaldı ki Müslümanlar dahi, “Allah’ın hududuna yaklaşmayın.”(Bakara, 2/187) “Bunlar Allah’ın hudududur, sakın o hududu tecavüz etmeyin.” (Bakara, 2/229; Nisa, 4/13,14) emirlerini zaman zaman göz ardı etmeyi sözüm ona bilimsellik adı altında rahatça tartışıp bugün böyle olmalıdır diye hüküm verme cesaretini gösterdiler. Yetmemiş gibi bir de kelam-ı ilahinin tarihsel olduğunu söyleyerek ahkâmın zaman aşımına uğradığını ima ettiler. Bu bağlamda bir adım daha ileri giderek usûlü fıkıhta ve dünyadaki diğer metodolojilerde tartışmasız kabul edilen “Has ifade kat’i olduğu için beyana muhtemel değildir.”8 gibi ana kuralları bile görmezden gelip kitabın getirdiği dengeyi ve düzeni bozmaya çalıştılar.

Oysa Kur’ân’da iman edenlerin Allah’ı anmaktan ve inen “hak”tan dolayı kalplerinin haşyetten ürperme zamanlarının çoktan gelmiş olması gereğini Rabbimiz beyan etmektedir. Devamında ise daha önce kendilerine kitap verilip de üzerinden uzun zaman geçmesinden ötürü kalpleri katılaşanlar gibi olmamamız gerektiği, çünkü onların birçoğunun fâsık kimseler olduğu9 vurgusu bizlere birer ikaz değil midir? Evet, zamanın geçmesi pek çok şeyi değiştirebilir. İslâm toplumu da bir değişime uğramış olabilir. Mezkûr âyet, Allah’ı anmayı yani O’nu zikretmeyi, hatırda tutmayı ve bunun yanında indirilen “hak”kı düşünmemizi ve ona göre bir “havf” değil, bir “haşyet” içinde olmamızın gereğini vurgulamaktadır. Çünkü havf azaptan korkmaya, haşyet ise azametten korkmaya denir. Onun için Allah’a karşı kulları içinde hakkıyla haşyet edenlerin âlimler olduğunun10 beyanı belki de günümüzde tam karşılığını bulamadığından Müslümanlar bu keşmekeşi yaşıyorlar. Hatamız, ya toplum ile dünyaya bakıp nasları, metinleri, icma-ı ümmeti, örf ü âdeti ve vaki hayatı pek dikkate almadan modernist bir düşüncenin izinden giderek ya da elimizdeki bir iki metne bakıp yine nasları, toplumu ve hayatı görmeden tutucu bir saikle konuşmamızdır. Sonuçta hayata pek bir katma değeri olmayan bu tür konuşmalar israfın ve hakikati çarpıtmanın bir çeşidi olarak ortaya çıkıyor. İşte ifrat ve tefrite düşmeden nasları, metinleri, icma-ı ümmeti, toplumun örf ve âdetini ve vaki hayatı dikkate alıp amme vicdanında da makes bulan dengeyi oluşturacak bir akla, kısaca itidalli ve içtihadî bir yaklaşıma ihtiyaç izahtan varestedir.

1. Üslup ve Kavramsal Tahlil

Böylesi durumlarda her zamankinden daha çok ifrat ve tefritten sakınmak gerekir. Yapılması gereken; naslardan, geleneğimizden ve ilmi verilerden hareketle bu hadiseyi nasıl anlamamız gerektiği üzerinde durup aşırılıklara kaçmadan değerlendirmektir. Zira genelde medya aracılığıyla konuşup yazanlar iki uçta durduklarından ve salgının nereye varacağı henüz kestirilemediğinden halkta ciddi bir kafa karışıklığı oluşmuştur. Sevindirici olan şudur ki, bu süreçte de dengeleyici ve mutedil açıklamalar Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından yapılmıştır. Bu bağlamda biz de çalışmamızda kimseyi hedef almadan aşırılıkları içeren konuşmaları ve yazıları iki kısımda mütalaa etmeye çalışacağız.

Birincisi: Yaşanan salgın durumunu sadece bir delil görüp sonra da hep Allah’ın rahmetinden bahsederek dünyada hiçbir şey olmamış gibi davranmak makul olamaz. Peki delil ne demektir? Sadece İslâm tarihinden cımbızla seçilen bir iki misale bakınca delil rahmet midir, yoksa delilde kudret, rahmet, hikmet, gazap ve musibet boyutlarının hepsi mi gizlidir? Bunları düşünmemiz gerekir. İslâm tarihinden bir hadiseyle ilgili işte orada çok kıymetli sahâbîler vardı. Onların başına gelen musibet olamaz dersek bu, sahabenin de insan olduğunu unuttuğumuzu gösterir ve yine çok büyük sahâbîlerin olduğu Sıffîn ve Cemel vakalarını izah edemeyiz. Ya bunları da rahmet görür ya da tarihî olayları düşüncemize araçsallaştırmaya devam ederiz. O zaman Kur’ân’ın üçte birinin geçmiş kavimlerin kıssaları ve helakleriyle ilgili beyanları hakkında da hiçbir söz söyleyemeyiz. Belki kâinatta olan hadiseleri hemen rahmete veya gazaba yorumlama aceleciliğinden kurtulup bizim onlarla olan ilişkimiz açısından bakmamız daha isabetli tespitler yapmamızı sağlayabilir. Onun için virüsün hemen rahmet olduğunu iddia etmek yerine biraz da fiili duruma bakmak faydalı olacaktır.

Hâlbuki ekonomik olarak devletimizi ve milletimizi ciddi sıkıntılara sokan, binlerce insanımızı hasta edip onların ölümüne sebep olan, işyerlerini kapatan, eğitimi sekteye uğratan, kısa bir süre olsa da Kâbe’de tavafı durduran, cuma namazının kılınmasını dahi engelleyen bir salgını basit görüp rahmetle geçiştirmek makul görülemez. Bu tavrı takınanlar, evini bir makasla geçindiren berberden, borçludan, maaşı kesilenden haberi olmayan, Allah’ın rahmeti yanında gazabının da varlığını görmezden gelenlerdir. Böylesi tavrın ve konuşmanın Müslüman davranışlarına uygun olmadığı düşüncesindeyiz. Şurası da bir gerçek ki, biz insanlar yaratılış icabı genelde mesuliyet ve sorumluluktan uzaklaşır, faydamıza olan şeyleri tercih ederiz.11 Bu tavrın yanlışlığı kadar, birilerine hoş görünmek için yapılan konuşmaların da yanlışlığı ve bizlere yakışmadığı muhakkaktır. Her halde ümmet-i vasat olmanın gereği olarak itidali seçmemiz gerekir. Sonra ortada var olup herkesçe malum olan bir şeyi yok saymak insanların aklını hafife almak ve yalan söylemektir. Yalan ise küçüğe karşı söylenmesi günah, büyüğe/amire karşı ise hem günah hem de hıyanettir. Hatta zaman ilerledikçe bu salgının bir musibet olduğu ve neler yapılması gereği üzerine çalışmalar da yapılacaktır. Şunu da söyleyelim ki, günde beş vakit namazda okuduğumuz Fatiha’da kırk kez “Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil.” (Fâtiha, 1/7) derken bizler nimetle gazabın varlığını, madalyonun iki yüzünün olduğunu anlamış oluyoruz. Bizim asli vazifemiz, bize bırakılan alanda halkımızı doğru bilgilendirmek bu musibetten, bu âyetten ibretler çıkarıp biran evvel rahmete çevirmenin projelerini kıymetli halkımızla paylaşmak olmalıdır. Zaten İslâm dininin en önemli özelliklerinden biri, fıtrata ve akl-ı selime istinat ederek insana ifrat ve tefriti yasaklamasıdır.12

İkincisi: Koronavirüs salgınını hemen insanların günahlarıyla örtüştürüp hızlıca bela, musibet, azap, gazap yorumlarıyla sert ve katı bir tutum sergilemek dahi aceleciliktir. Salgının başladığı andan itibaren genellikle medya aracılığıyla yapılan yorumların halkımızı rahatsız ettiği malumdur. Dini korumadığımızdan bunların başımıza geldiğini ve hak ettiğimizi iddia etmek biraz toptancı ve aceleci davranıp kendi nefsimizle yüzleşmeden kaçışımızın ifadesidir. Dinin ve mülkün sahibi Allah’tır. İnsan dini korumakla değil esasen evvelemirde kendini korumakla mükelleftir.13 İnsan emirlere imtisal edip nehiylerden içtinap ederse dinin toplumda yaşanmasına katkı sağlamış ve toplumda müşterek hayrın yayılmasına vesile olmuş olur.

Birinci bölümde bahsettiklerimizin aksine aşırı sert tutum takınanların tavrını da makul kabul edemeyiz. Çünkü Resûlullah (s.a.s.) döneminde bazı kimselerin davranışlarında ölçüyü kaçırmalarından dolayı Resûlullah’ın (s.a.s.) yine de yumuşak davranmasının Allah’ın bir rahmeti olduğunu, çünkü sert davranınca dağılıp gitme durumlarının olacağını Rabbimizin haber vermesi ve hatalıların affedilip istişare yapılmasını, karar aldıktan sonra da artık Allah’a dayanıp güvenmeyi emretmesi bizler için yine birer ölçüdür. “Sen onlara sırf Allah’ın lütfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer katı kalpli olsaydın şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven. Doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever” (Âl-i İmrân, 3/159).

Bu ikinci zümreden konuşup yazanlar, geçmiş kavimlerin helak sebeplerini hemen her noktaya teşmil edip insanımızla birebir denkleştirip nasları insanlara karşı bir tehdit aracı olarak kullanmaktan çekinmezler. Oysa dünyada olduğu gibi ülkemizde de hukuksuzluk, ahlâksızlık ve sapkın itikatlara sapanlar olabilir. Belki de geçmiş kavimlerin helak sebeplerinin örnekleri dünyada yaygın hale geldiği gibi bizim toplumumuzda da görülebilir. İnsanların hatalarını ve günahlarını ne inkâra ne de doğrudan bu salgına sebep olarak görüp halkı tamamen töhmet altında bırakmak gerekir. Bu iki durumla birlikte başka sebepler de olabilir. Ülkemiz bazında itikadi, hukuki ve ahlâki olumsuzluklarda herkesin sorumluluğu olmakla birlikte ilahiyat ve Diyanet mensuplarının da bu konuda muhasebe yapması daha iyi sonuçlar doğurabilir.

Belki dengeli olarak geçmiş toplumların helak sebeplerini görüp “ibret” almalı, bizim hatalı, kusurlu yönlerimizi ortaya koyup bunlardan çıkış projeleri üretmeliyiz. Geçmiş kavimlerin kıssaları anlatılırken hem peygamberlere verilen mucizeler hem de yaşanan hadiseler “âyet” kelimesiyle de ifade edilmiştir. Dolayısıyla şu anda yaşadığımız bu salgını bir âyet olarak nasıl yorumlamalıyız? Doğurduğu sonuçları telafi için neler yapabiliriz. Mesela eğitim hayatımızda şikâyet yerine, eskiden beri çocuklarımıza onlarca bilgi yüklemek ve ahlâklı olmaları için yüzlerce tavsiye ve nasihat vermek yerine öncelikle güzel örnek olmamızı düşünebiliriz. İlaveten geçmiş kavimlerin helak sebeplerini ve onların ibret almamız gereken birer âyet olduklarını anlatabiliriz. Yine bunlara ilaveten sıkça Allah’ın rahmetini hatırlayıp tevbeye ve duaya yönelmenin faydalarını anlatmamız, devletin aldığı kararlara ve hekimlerin tavsiyelerine harfiyen uymanın vücûbiyeti üzerinde durmamız halkımızda müspet tesir uyandıracaktır. Yalnız şuna dikkat etmeliyiz. Her ortamda farz, vacip, haram, mekruh, mendûb, müstahab ve sünnet gibi efal-i mükelleften olan kavramları gelişigüzel kullanırsak hükümlerin içleri kısmen boşaltılmış olur. Bu da şer’i hükümlerin toplumdaki tesirini azaltır.

Konuşmada üslup konusuyla ilgili bir parantez açarak Kur’ân’da 24 yerde mîzân kelimesi geçtiğine dikkat çekmek isteriz. Hayatın her alanında dengeli olmanın gereğini söylememiz abartı olmasa gerektir. Hukukta terazi simgesinin de mizanı, dengeyi ve adaleti gösterdiğini biliyoruz. Ama sadece hukukta değil konuşmamızda da adil olmalıyız yani her halimizle fıkhu’l-mizan’a yönelmeliyiz. Gazzâlî (ö. 505/1111), Mîzânu’l-amel isimli eserinde insan saadetinin yöntemini ilim ve amele dayandırmıştır. Bunlarda ve bunların ilgili olduğu pek çok alanlardaki ölçülerden, usul ve kaidelerden bahsederek her hususta itidalli davranmanın ehemmiyetine de dikkat çekmiştir.14 Günümüzde fıkhu’l-mizan adlı çalışmalara yönelmenin gerekçesi acaba bizlerdeki adaletsizlikler ve dengesizlikler olabilir mi diye düşünüyoruz. Zaten fıkıh, itidali, dengeyi oluşturmak için va’z edilmiş bir ilimdir. Toplumlar kelam ve fıkıh metinleri üzerinden yürümelidir. Aksi halde İslâm ülkelerinde nevzuhur şiddet hareketleri dengesizliğin bir sonucu olarak bizleri de etkisine alabilir. Bu hareketlerin birkaç âyet veya birkaç hadis okuyanlar tarafından arkalarındaki güçlerle beraber idare edildiği malumdur. Yalnız Ebû Hanîfe’nin (ö. 150/767) inşa ettiği fıkhın içerisinden itikadı ve ahlâkı çıkararak15 onu hukuka dönüştürdüğümüzden bir kuraklık yaşadığımızı söylemeden geçemeyeceğiz.

Tarihte dengenin bozulduğu durumlarda ne tür hadiseler cereyan ettiğine bakabiliriz. Mahmud Akkad (ö. 1964), Yahudi şeriatının ve Roma kanunlarının donukluğu ve zahire sıkı sıkıya bağlanıp şeklileşmesi üzerine insanlar, müsamahayı, ihlası ve sevgiyi öne alan bir dine ihtiyaç hissedince Mesih insanları bununla müjdeledi demiştir. Akkad, Hz. Îsâ (a.s.) zat-ı ilâhiye’nin Cemîl sıfatını tebliğ ettiği için Mesihliğin genelde “hub/sevgi” ile özetleneceğini, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ise akıl ve şuurun tam suretini tebliğ ettiğinden genelde İslâmiyet’i “hak” kelimesiyle özetlemenin mümkün olacağını savundu. O, Mesihliğin yeni bir teşri getirmediğinden “dinu’l-hub” olduğunu belirtmiştir. İslâmiyet ise teşriden geri durmamasından hareketle gelir gelmez Roma meliklerini davet edip İsrail şeriatının yetkisini kaybettiğini beyan etmiş ve fıtrata uygun olması sebebiyle din ve dünya umurunu düzenlerken bütün kabilelerin ve dine giren diğer milletlerin ihtiyaçlarını giderecek genel ilkeleri vaz etmiştir. Dolayısıyla İslâm’ın “din’ul-hak” olarak isimlendirileceğini ileri süren Akkad, “Muhakkak ki biz seni hak ile desteklenmiş bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Bakara, 2/119) âyetini ve benzerlerini delil olarak getirmiştir. Neticede o, “iman ‘hak’ ile bâki kalırsa şeriatın esası da her nesilde ve her halde bâki kalır” demiştir.16

Anlaşıldığı üzere “hak” olanı yaşamak ve konuşmak bizim asli vazifemizdir. Bunu derken her şeyiyle “hak” olmasını kastediyoruz. Yani zamanı, mekânı ve miktarı da hak olmalıdır. Malum sahabe-i kiram konuşmasının sonunda Hz. Abdullah İbn Mes’ud’ dan (ö. 32/652-53) itibaren “Eğer söylediklerim doğru ve hak ise Allah’tan, hata ise benden ve şeytandandır.”17 ifadesi bir eser olmuştur. Bizim kadim ulemamız ise genelde konuların sonunda Allah’u a’lemü bi’s-savab/en doğrusunu Allah bilir diyerek ilmî nezaketlerini ve disiplin anlayışlarını ortaya koymuşlardır.

Kur’ân’da mizandan/ölçüden bahsedildiğine ve ona dokunulmaması gerektiğine değinmiştik. Kısaca Müslüman ümmet-i vasat mensubu olduğu için her konuda ölçülü ve dengeli olmak durumundadır. İtikaden “havf ve reca” arasında, hukuken hakkaniyetli, ahlâken insaniyetli yaşamalıdır. Müslüman, dengesizliği çağrıştıran ahlâkî zaaflardan uzak durduğu gibi insana pek az ilim verildiğini18 bildiğinden bilgisiyle, unvanıyla ve imkânıyla tahakküm etmekten de imtina eder.

Aynı şekilde Müslüman, yemesinde içmesinde temiz ve helal olana, Kur’ân’ın ifadesiyle “helâlen tayyiben”e19 dikkat eder. Burada kullanılan “tayyiben” ifadesi sadece bir temizlik ifade etmez. Öyle olsaydı tuhûr ve nezâfet gibi kelimelerden biri kullanılabilirdi. Tayyib kelimesi şer’an temiz olmasının yanında sağlığa zararlı ve fıtrata aykırı olmayan gibi çok geniş anlamları içermektedir. Yaşadığımız salgının yayılma hızını azaltacak en önemli unsur da temizlik kurallarına riayet etmektir. Bu konuda sorumluluk bilinciyle hareket etmek Müslümanın görevleri arasında yer almaktadır.

Kavramsal Tahlil: Musibet, “sabe” fiilinden gelir. Yağmur yağmak, semadan inmek, doğru olmak, isabetli olmak manalarına geldiği gibi “esabe” kalıbına nakledilince hedefe isabet ettirmek, ulaşmak, kazanmak, başına gelmek, hastalanmak ve kaza anlamlarına gelir. Kur’ân’da yetmiş altı yerde esabe’den musibet (مصيبة) manasında kullanılır.20 “Yeryüzünden ve nefislerinizden sizin başınıza gelecek herhangi bir musibet yoktur ki, biz sizi yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre daha kolaydır” (Hadîd, 57/22).21 Tavır, طَوَّرَ – تطَوَّرَ fiilleri şeklinde kullanılır. Geliştirmek, hal, durum, devre, kademe, derece anlamlarına gelir. Bir yerde yaratılışın tavırları, evreleri anlatılır. 10 yerde ise طور dağ anlamında kullanılır. Çalışmamızın başlığında bu kavrama kasıtlı olarak yer verdik. Çünkü Müslümanı musibetler karşısında -imanın ve alınan tedbirlerin sonucunda- dağ gibi duran ve hadiseleri doğru okuyup ibret alan vakarlı insan olarak düşünüyoruz. Bu vesileyle şunu da ifade edelim ki, her Müslüman, genel hatları itibariyle gelen şu iki hususun da kendisine vacip olduğunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıdır.

Birincisi: Müslüman, temel iman esasları yanında mutlak anlamda her şeyin Allah’ın belirlediği ölçüler ve yasalar çerçevesinde gerçekleştiğine inanandır. Çünkü kâinatın yegâne sahibinin Allah olduğu, mülkün O’nun elinde olduğu, göklerin ve yerin ordularının O’na ait olduğu,22 dilediğini yaratıp seçenin de O olduğu âyet ve hadislerde beyan edilmiştir. Şu an yaşadığımız Koronavirüs salgını gibi hastalıklar ve kâinattaki diğer hadiseler O’nun birer kevnî âyetidir. Yani bunların hepsi Allah’ın koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde cereyan etmektedir. Bu hâdiselerin bir imtihan aracı olması veya musibetlerde insanların hatasının olması bizlere Allah’ın mutlak güç ve irade sahibi olduğunu unutturmamalıdır. İlgili âyet yaşadığımız bu durumu bütün delalet şekilleriyle ifade etmektedir. “De ki, bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse mü’minler Allah’a güvensinler” (Tevbe, 9/51). Yukarıda zikrettiğimiz duruma bağlı olarak bizler, hikmet anlayışımızı yeniden kontrol etmeliyiz. Çünkü değerlendirmelerimizdeki dengesizliğimizin bir diğer sebebi, Allah’ın hakîm sıfatından zühul etmemizdir. Kur’ân’da Allah’ın “hakîm” sıfatı 96 yerde geçmektedir. İmam Mâtürîdî (ö. 333/944), hikmetin; isabet eden, Kur’ân’daki helal, haram ve sünnet anlamlarına geldiğini söylemiştir. Ayrıca o, Hakîm’in ise fiilinde isabet eden, emir ve nehyinde hikmeti olan, her şeyi muhkem yapıp öyle kılan anlamında, Allah’ın vahdaniyetinin bir delili olduğunu beyan etmiştir. Yine Mâtürîdî, hikmetin İbn Abbas’a (ö. 68/687-88) göre fıkıh, Hasan Basri’ye (ö. 110/728) göre Kur’ân olduğunu da nakletmiştir.23 Hakîm sıfatı, genelde iki sıfatla birlikte kullanılmıştır. Birincisi; “azîz” sıfatı yani her şeye gücü yeten ve galip olup mağlubiyeti düşünülmeyen, ikincisi; “alîm” sıfatı yani her şeyi ezelden ebede bütün künhüyle bihakkın bilendir. Bu tür kullanımlar ayrı bir izahı gerektirse de çalışmamızın kapsamını aşmaktadır. Hikmet konusu kelam metinlerine de girmiştir. Mesela İbrahim Hakkı (ö. 1194/1780) manzum kelam metninde şöyle der:24

O’na hâdis hulûl etmez ve bir şey’ vacib olmaz ki,

Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.”

Müslümanın itikadında Allah’ın emirlerinde bizim bildiğimiz illetlerin dışında bir takım hikmetler de vardır. Dolayısıyla hayır ve şer telakkisinde esas bilgi, gaybı ve hikmeti bilen Allah’a aittir. Bazen bizim nazarımızda hayır addettiğimiz şeyde şer, şer addettiğimiz şeyde hayrın olacağı beyan edilmiştir. “Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara, 2/216). Bir de bizim kültürümüzde naslardan mülhem olarak insanın bu dünyada daima bir imtihan halinde olduğu fikri yer etmiş25 ve edebiyatımıza bile büyük ölçüde yansımıştır.26

İkincisi: Sebeplere tutunmak, tehlikeden uzak durmak, hastalık halinde tedavi olmak ve onun gereklerine riayet etmektir. Sağlık kurullarının ve hekimlerin tavsiyelerine uymaktır. Nitekim fıkıhta hazık/uzman doktorun tavsiyesine riayet etmek vaciptir. Hatta sağlıkla ilgili fetvanın dayanağı hekimin emir ve tavsiyeleridir.

Yine buna bağlı olarak devletimizin almış olduğu tedbirlere riayet etmek de vaciptir. Çünkü “Nizâm-ı memleket için olan emr-i âliye itaat vaciptir.”27 Bu kuralın dayanağı Fatih devrinin idare adamı ve tarihçisi Tursun Beğ’e (ö.896/1491) göre “nizam-ı âlem” için akla dayanarak hükümdarın koyduğu nizama “siyaset-i sultani ve yasag-i padişahi” derler ki, urefamızca ona örf denir. Osmanlılar doğrudan doğruya devletin icra kuvvetini ve otoritesini temsil edenleri genel olarak ehl-i örf ismi altında toplamışlardır. Kadı’nın kararları da ehl-i örfün icra mevkiinden sayılırdı. Buradaki örf tabiri siyasi otorite ve icra fikrini içerir.28 Esasen Türk devlet geleneğine göre hakanın yani devlet başkanının en önemli görevi millet ve tebaalarına karşı adalet, şefkat ve himaye göstermektir.29 Dolayısıyla aldığı kararlarda bu esasların varlığı kabul edilir ve saygı duyulur. Bir diğer husus ise Osmanlı döneminde Şeyhülislâm, Cuma ve bayram namazlarının idaresi, mescitler, naib tayinleri cami inşası, kilise inşaları, vakıf mallarının işletilmesi gibi yetkilerini emr-i sultaniye atıfta bulunarak fetva vermişlerdir. Nikâh, ganimetlerin taksimi, cinayetler, zina cezası ve idam cezaları gibi konularda padişah (imam) iznine bağlı konulardandır. Yine Ebussuûd (ö. 982/1574) tarafından “Kânûn-i padişahî kadim ise icra olunmak gerek” denilerek kanunların bağlayıcılığında kadim olmanın önemine işaret edilmiştir.30 Türklerde töreye uyma geleneği Yusuf Has Hacib’in, (V./XI. yüzyıl) “Hükümdarlık iyidir, fakat törü daha iyidir.”31 şeklinde kodifike edilen kural “Beylik iyidir ama daha iyisi yasadır, onu doğru uygulamalı.”32 sözüyle hakanın yetkilerinin kadimden geldiğini yani töreye kanuna/yasaya dayandığını ifade eder. Daha sonra Ebussuûd’un padişahın yasama yetkileri hakkında “Nâ meşrû nesnede emr-i sultani olamaz.” hükmünü getirmesi33 Yusuf Has Hacib’in vurguladığı töreye karşılık bir de nassa aykırı olmaması şekline dönüşmüştür diyebiliriz. Yukarıda zikrettiğimiz gibi örf-i sultani kabul edilerek hem sultanın yetkisi hem de dinin kabul ettiği delil bir araya getirilerek orta bir yol bulunmuş ve fıkhi bir temele oturmuştur.

Kaldı ki “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturunu kendisine şiar edinip bu mefkûreyle hareket eden devletimizin bu salgın sürecinde yurt içi ve yurt dışındaki kendi halkına ve soydaşlarına karşı gösterdiği gayret, bütün dünya tarafından takdir edilmektedir. Bir de şu ana kadar Amerika, İngiltere, İtalya ve İspanya dâhil onlarca devlete ve Müslümanlara yardım etmesi aldığı tedbirlerdeki hassasiyetini, başarısını ve haklılığını göstermektedir. “Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, yaptığınızı güzel yapın Allah güzel yapanları sever.” (Bakara, 2/195), “Hastalarınızı tedavi edin.”34, “Her derdin bir ilacı vardır…”35 şeklindeki benzer âyet ve hadisler mezkûr hükme delalet etmektedir. Hele âyette geçen “ihsan” kelimesinin her şeyi güzel yapan ve yaparken Allah’ın rızasını gözeten müminin en güzel vasıflarından olduğu malumdur. İlmin gösterdiklerine riayet edip tedavi olmak, ilmî verilere göre hareket etmek şer’an ve aklen vaciptir. Hayal ile birilerinin rüyasıyla uğraşmak akıl ve izan kârı değildir.36

Küresel salgının varlığı insanın, hem kendi hem de halkın sağlığını daima korumakla mükellef olduğunu bizlere tekrar hatırlatır. Zarûrât-ı hamse açısından konuya bakarsak hayatı korumanın önceliği ve zaruret-i diniyyeden olduğu malumdur.37 Başkalarının hayatı da aynı şekilde muhteremdir ve kul hakkıdır. Hak kelimesi, Kur’ân’da 276 yerde geçmektedir. Hak, muhterem ve himayesi vaciptir. Hakların himaye ve ihkâkı devlete aittir. Onun için kaza müessesesi mühimdir. Cemiyet hayatında matlup olan emniyet, huzur ve güven ancak bu yolla sağlanır.38 Izdırar gayrın hakkını iptal etmez.39 İster semavi ister gayri semavi olsun ızdırar ile gayrın hakkı iptal edilemez. Binaenaleyh kişi, ızdırar sebebiyle gayrın hakkına girerse tazminle mükellef olur.40 Konunun ehemmiyetine binaen Osmanlı döneminde veba hastalığını başkalarına bulaştıranların diyet ödemesi gerektiği hükmünü Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi şöyle ifade etmiştir: “Zeyd Amr’ı sağiri izinsiz eyyam-ı vebada İstanbul’a getirip Amr tâundan fevt olsa, veresesi Zeyd’den diyet almaya kadir olur mu? El-Cevab: Olurlar.”41 Günümüzde kastî olarak böyle bir salgını bulaştıran kişiye nasıl bir cezanın verileceğinin belirlenmesi gerekir. Hz. Peygamberimiz’in Müslümanı başkalarına zarar vermeyen kişi olarak tanımlaması unutulmamalıdır.42 Ayrıca kötü koku saçan (soğan ve sarımsak yiyen) kişi için bizden ve mescitten uzak dursun43 şeklinde beyanı olan Peygamberimiz, salgın halinde bitariki’l-evla sosyal mesafeye dikkat çekmiş ve cemaatle namazın ertelenebileceğine işaret etmiş olabilir. Bu salgın sürecinde Cuma ve bayram namazlarının kılınmamasını istismar edenler de oldu. Oysa yukarıda değindiğimiz gibi öncelik insan hayatının korunmasıdır. Bir de Cuma namazı bedeli öğle namazı olan bir farzdır. Eğer cumanın şartları düşmüş ise o zaman öğle namazı kılınır. Kaza ala sıfâti’l-eda olduğundan vakit çıkınca kazası da olmaz. Zaten Hanefî mezhebinde farzın aslı, herkese teker teker farz olan öğle namazıdır. Çünkü herkes teker teker ancak öğle namazını kılabilir. Cuma namazı ise kişinin elinde olmayan bir takım şartları vardır. Kişi ancak gücünün yettiği kadar ibadetlerle mükelleftir.44 Mesela devlet başkanı (imam) bir şehir ehlini cuma için toplanmalarından men ederse halkın bu emre riayeten toplanmaması gerekir tıpkı bir yeri şehir yapma yetkisi olduğu gibi nehyetme yetkisi de vardır. Fakih Ebû Cafer, devlet başkanının cumaya mani olabilmesi için ya içtihaden makul bir sebebinin olması gerekir ya da o yerleşim yerini şehir olmaktan çıkarması gerekir… görüşünü ileri sürmüştür.45 Koronavirüs salgını sebebiyle insanların bir araya gelmelerinin sağlık açısından büyük tehlikeler içerdiğini sağlık kurulundaki sahanın uzman doktorları ve diğer bilim adamları ısrarla ilmi verilerle ortaya koyunca sadece Cuma-bayram namazı değil insanların toplanmasını gerektirecek her faaliyet bir süreliğine yasaklandı. Şimdi bu fiili durumu görmezden gelip Cuma/bayram namazını etrafta ve ekranlarda istismar edenlerin, insan hayatının ehemmiyetinden, fıkıh ilminden ve dinin mahiyetinden uzak kaldıkları söylenebilir.46 İstismarın en önemli sebebi ise ya Kur’ân’dan bir iki âyet ya da bir iki hadis alarak hüküm vermeye kalkışılmasıdır. Zaten marjinal gurupların yaptığı da budur. Oysa usûlü fıkıhta şeri deliller sayılırken Kitap ve Sünnet deniyor ki konuşulacak veya yazılacak konuyla ilgili tüm âyetler ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti dikkate alınsın. Yani Resûlullah’ın kavli, fiili ve takriri bütün uygulamaları hatta sîretinin de dikkate alınması gerekir ki sünnet olsun. Bir âyet tam olarak kitabı ifade etmediği gibi bir hadis de sünneti tam olarak ifade etmez. Diğer taraftan baştan tedbir almayan İtalya ve İspanya gibi bazı batı ülkelerinde salgının hangi boyutlara ulaştığı da görülmektedir. Tedbir almada geç kalan bu ülkelerin şimdi daha sıkı tedbirlere başvurduğuna hepimiz şahidiz.

Koronavirüs ile ilgili laboratuvar üretimi, biyolojik savaş gibi hususlar bizim alanımızın dışında olduğundan bu tartışmalara girmeyi uygun bulmuyor konuyu sahanın ehline bırakıyoruz. Eğer böyle bir durum söz konusu ise âyette belirtildiği üzere ellerinin kazandıkları sebebiyle karada ve denizde fesat çıkaranlara Allah amellerinin bir kısmını mutlaka tattırır.47 Yalnız şu kadarını söyleyelim ki artık bu salgın umumi bir musibet olarak bütün insanlığı tehdit etmektedir. Bundan kurtulmak için bütün devletlerin birlikte çalışıp tez elden sonuca ulaşması gerekmektedir. Bunun yanında musibetin sadece fiziki sebeplerini tartışma yerine dünyada yapılan zulüm, haksızlık, adaletsizlik, insan hakları ihlalleri gibi hususların yeniden gündeme alınıp maddi çıkarlar uğruna özellikle İslâm ülkelerinin üzerindeki bu vekâlet savaşlarına son verilmesinin ciddi şekilde konuşulup neticelenmesi için çalışılmalıdır. İslâm İşbirliği Teşkilatının, bu durumu, dünya gündemine yüksek sesle duyurması ve gerekli atılımları yapması belki de bu süreçte daha etkili olabilir.

2. Musibetlerin Mahiyeti ve Nasıl Okunacağı

Hayatımızda imkân, ihsan ve ikram varsa, imtihanın da varlığını kabul etmeliyiz. Mecelle’de “Külfet nimete ve nimet külfete göredir.48 Mazarrat menfaat mukabelesindedir.49 Yani bir şeyin menfaatine nail olan onun mazarratına mütehammil olur. Dolayısıyla kâinatta olan her şeyin bir bedeli vardır ve dengenin gereği böyledir. Bu konular sadece İslâm itikadında, fıkhında veya ahlâkında değil bizim edebiyat kültürümüzde bile işlenmiştir.

“Feleğin cevrine tahammül gerek

Değil mi ki safa ile cefa müşterek.”

2.1. Mülk Allah’ındır

İnsan muvakkat bir ömre sahip olsa da hayatı boyunca bitmeyecek arzulara sahip olduğundan dünyanın nimetleri ona kifâyet etmemektedir. Eğer insandaki bu duygu terbiye edilmez ise kendisini mülkün sahibi görmeye başlar ve âlemi fesada doğru sürükleyecek şeyler ile iştigal eder. Oysa mülkü, şerefi, izzeti, zilleti, nimeti, nikmeti gerçekte veren O’dur. Her şey O’nun kudretindedir. “Hükümranlık elinde olan Allah yücedir ve O’nun her şeye gücü yeter. O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir. Çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/1-2). “ De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. (Hikmetine ve ilmine uygun olarak)Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır, senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Âl-i İmrân, 3/26). Mülk O’nun olduğu için hesabi değil, hasbî olmak esastır. Mantıken de malumdur ki başkasının mülkünde olanın kendi mülkündeymiş gibi hareket etmesi uygun değildir. Verilen vazifeleri mülk sahibinin emri doğrultusunda yapmalıdır. Yoksa fayda gördüğünde yapıp zarar gördüğünde hemen sıyrılıp kurtulmak ne hukuki ne de ahlâkidir. Bu tıpkı bir nimetin içine girip nimet arttıkça ona ram olup fakat nimetin yanında biraz da külfet olunca hemen feveran edip mesuliyetten kurtulmaya çalışan kimse gibidir. “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, gönlü onunla hoş olur. Şâyet başına bir kötülük gelirse, gerisingeri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir.” (Hac, 22/11). Dilediğini yaratmada ve seçmede Allah fail-i muhtardır, sinelerde olanı bilir. Kul, kuldur. Allah da Allah’tır. İslâm düşüncesinde sadece zatta değil, sıfatta ve fiilde de tevhidin yani Allah’ın tek olduğuna şeksiz şüphesiz iman etmek ve bunun gereği olarak davranmak, amel etmek gerekir.50 “Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların ise seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır ve yücedir. Rabbin, onların sinelerinin gizlediğini de açığa vurduklarını da bilir.” (Kasas, 28/68-69). Sonuç itibariyle hayatımızı etkileyen Koronavirüs de onun kendi yasaları ve koyduğu ölçüler uyarınca ortaya çıkan bir durumdur. Bize düşen Allah’a karşı bütün vazifemizi yaparken virüse karşı da gerekli bütün tedbirleri almaktır.

2.2. Nimet ve Azabın Yeri ve Zamanı

Mademki insan nimet ve azap ile herhalde mülaki olacaktır, öyleyse bunların yerini ve zamanını tespit etmemiz gerekmektedir. Bunların yeri ve zamanı dünya hayatı, kabir hayatı ve âhiret hayatı olmak üzere üçtür.

2.2.1. Dünya Hayatındaki Nimetler ve Azaplar

Dünya nimetinin en büyüğü iman ve sıhhat nimetidir. Diğerleri bunların mütemmimidir. İnsanın nimetleri sayması ihtimal dâhilinde değildir. Nimetler genelde insanlara müşterek olarak verildiği gibi müminlere mahsus olanlar da özellikle beyan edilmiştir. Mesela “O size istediğiniz her şeyi verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız. Şu bir gerçek ki insanoğlu çok zalim ve çok nankördür” (İbrâhîm, 14/34). “De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için âyetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz” (A’raf,7/32).

Bunca maddi nimet yanında peygamberimizin bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmesi51 insanlık için en şümullü bir nimettir. Zira peygamberimizden önce genelde peygamberlerini yalanlayanlar çeşitli şekillerde helak olmuşken peygamberimizin gelişiyle bu nevi helakler kalkmıştır. Çünkü başka bir âyet-i kerimede “Sen onların içinde iken, Allah onlara azap edecek değildir. İstiğfar ederken de (bağışlanma dilerken de) Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfâl, 8/33) buyurulmuştur. Onun sadece bizler için değil bütün insanlık için rahmet olduğunda ihtilaf yoktur.52 Görüldüğü üzere bugün peygamberimiz aramızda olmasa da tevbe etmemiz bile azaptan kurtulacağımıza delildir. Tevbe etmemiz yanında tıpkı aramızdaymış gibi onun getirdiği itikat, ibadet, muamelat ve ahlâkî değerlere sahip çıkar ve eksikliklerimizi idrak edip giderirsek sadece biz Müslümanların değil bütün insanlığın kurtuluşuna vesile olmuş oluruz.

Azab; beden ve ruh üzerinde etkisi olan elem ve ceza demektir. İkab ve nikal kelimelerinin azabın bir derece ilerisini ifade ettiği malumdur. Dünyevî azab; dünya hayatında semavî, arzî ve enfüsî musibetler olmak üzere insana elem veren ıstırap çektiren şeylerin hepsidir. Geçmiş kavimlerin başlarına gelenler -ki bunlara ilerde değinilecektir- ve bizim başımıza gelenler ve gelecekler. Bir de azap bazen ferdi bazen de umumi olarak gelir.

Yaşadığımız Koronavirüs salgını sebebiyle birçok insanımız hastalık geçiriyor veya ölüyor. Bunların her birinin hukuk nazarında bir takım sonuçları vardır. Onlara burada değinmeyeceğiz. Ancak usûlü fıkıhta konunun ele alınış şeklini, Allah hakkı ve kul hakkı açısından bir münasebetle vermenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Usûlü fıkıhta insanın ehliyetine zarar veren arızalar semavi ve müktesep olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Semavi arızalar; delilik, küçüklük, bunaklık, unutma, uyku, bayılma, kölelik, hayız ve nifas, hastalık ve ölüm olarak on tane olup dokuzuncu sıradaki hastalıktır. Müktesep arızalar ise cehalet, sarhoşluk, şaka, sefeh (harcamalarında tedbirsiz) yolculuk, hata ve zorlama (ikrah) olarak yedi tanedir. Usulü fıkıhtaki bu taksimatta kulun haklardaki mesuliyet durumu ve mükellefiyet ile ilgili diğer hükümler ele alınmıştır.53 Delilik ve bayılmanın dışında insan hasta da olsa bu durum başkalarının hakkının zayi olmasını gerektirmez. Kendi ibadetlerinde ruhsatlarla amel edebilir. Çünkü hastalık aklı ihlal etmediğinden ister kul hakkı ister Allah hakkı olsun ehliyete engel değildir.54

Çalışmamızın hacmini aşmaması için kabir hayatındaki nimetler ve azaplar ile âhiret hayatındaki nimetler ve azapların konu bütünlüğü açısından önemine binaen dipnotta değinmek istiyoruz.55

2.3. Maddi ve Manevi Musibetler/Âfetler

Maddi ve manevi musibetlere değinmeden önce anlatacaklarımıza temel olmak üzere dört esası/kriteri konunun anlaşılması için açıklamak durumundayız.

Birincisi: Allah Teâlâ’nın rahmeti56 yanında gazabı57 da vardır. İkisini birlikte mütalaa etmeliyiz.58 Yalnız rahmetinin daha önde olduğu kabul edilmiştir. Zaten her gün okuduğumuz Fatiha sûresinde nimet gazaptan önce gelmiştir. Allah’ın ihsan ettiği nimetler rahmettir, din rahmettir; iman, sıhhat, rızık rahmettir, Hz. Peygamber rahmettir, Kitap rahmettir.

“De ki: “Bana ancak, ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık Müslüman oluyor musunuz?” (Enbiyâ, 21/108). “Biz Kur’ân’dan, müminler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’ân, ancak zararını artırır.” (İsrâ, 17/82). “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhrûf, 43/32).

İkincisi: Sünnetullah, âdetullah veya âdet-i ilâhiye, kısacası Allah Teâlâ’nın koyduğu kanun ve nizam. “İnsanı önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11). “Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, oranın şımarık yöneticilerine (iyiye yönlendirici) emirler veririz, onlar ise orada günah işlemeye devam ederler, sonuçta o ülke helaka müstehâk olur, biz de oranın altını üstüne getiririz.” (İsrâ, 17/16).

Sünnetullah; sürekli, düzenli ve özgün (nev’i şahsına münhasır) uygulamalar için kullanılır. Kur’ânî bir ifade olup on altı yerde geçen sünnetullah dokuz yerde Allah’a veya onun yerine kullanılan zamirine nispet edilerek kullanılmıştır. Diğer yerlerde ise Allah’ın geçmiş ümmetlere uyguladığı nizam anlamında kullanılmıştır.59 Sünnetullah tabii ki sadece geçmiş ümmetlere ait değildir, bizleri de doğrudan ilgilendirmektedir. Zaten sünnetullah herkesi ilgilendiren değişmez kanunlar için kullanılır. “Önceki milletlerin helakine dair Allah’ın kanunu geçmiş iken onlar Kur’ân’a inanmazlar.” (Hicr, 15/13; Ahzab, 33/22; Fâtır, 35/43). “Allah’ın öteden beri işleyip duran sünnetullahı (kanunu) budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.” (Fetih, 48/23).

Üçüncüsü: Suç ve cezada denkliktir. İlkel hukuk sistemlerinde ve cahiliye devri uygulamalarında suç ve cezada denklik korunmamıştır. Diyet konusunda denklik olmamıştır. Halk arasında tanınmış olanlara farklı davranılmıştır. “Kötü işler yapmış olanlara gelince, bir kötülüğün cezası misliyledir.” (Yûnus, 12/27). “Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın.” (Nahl, 16/126). “Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezadır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zâlimleri sevmez.” (Şûrâ, 42/40).

İslâm fıkhında bazı cezaların kat kat olduğu âyetine istinaden bu durum sorumluluklarla ilgilidir. Suçun mahiyeti ve suçlunun hali aynı ise farklılık olamaz. Tazir suçlarının cezası ise aynı hukuki yararı ihlal eden “had” suçuna göre belirlenir.60

Suça muadil olan cezayı, yaratan, cennet ve cehennemi olan bilir. Aslî suçlarda hadler, kısas, diyet ve kefaretleri ancak insanın mahiyetini bilen doğru belirler. Hayatta kötülüğe meyleden insanlar her zaman olacaktır. Onun için suça muadil ceza verilirse suç oranlarının azalacağı kanaatindeyiz. Çünkü ceza az ya da çok olsa denklik olmadığı sürece zulüm olur. Zulmün olduğu yerde ise emniyet ve huzurun temini zordur. Günümüz dünyasında ceza hukuku alanında yapılan çalışmalar iyi bir istikamete doğru gitse de toplumsal hayattaki sıkıntılar, hapishanelerin doluluğu suçlara muadil cezanın henüz tespit edilemediği hakkında fikir verebilir. Şurası da unutulmamalı ki, asrımızın getirdiği yeni şartların ve yeni imkânların insanların suça meyillerini artırdığı da bir gerçektir. Sadece cezaî müeyyidelerle konunun çözülemeyeceği diğer hayat şartları yanında toplumlarda değerler eğitiminin yeteri kadar gündeme alınmaması da sebepler arasında sayılabilir.

Dördüncüsü: Ceza amel cinsinden olmalıdır. Kur’ân’da helak olan kavimlerde ceza genelde amel cinsinden olmuştur. “İş, ne sizin kuruntunuza, ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim kötü bir iş yaparsa, onunla cezalandırılır. O, kendisine Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir.” (Nisâ, 4/123). “Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nundur. (Bu) kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, iyilik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması için böyledir.” (Necm, 53/31).

Bütün bunları, yani rahmet ve gazapta rahmetin önde oluşunu, sünnetullah, suç ve cezada denklik ile ceza amel cinsinden olmalıdır gibi temel usûlleri konuşsak da bu bizim anlayabildiklerimizdir. Yoksa kesinlikle böyle olacaktır diye bir şeyi iddia edemeyiz. Zira Allah Allah’tır, hikmetine uygun olarak dilediğini yapar, çünkü mülkünde dilediği gibi tasarruf eder ve o sorgulanamaz. Çünkü o mutlak adalet sahibidir. Zulümden mübalağa ile münezzehtir.61 İnsanlara gelince yaptıkları hatalar kadar sorgulanacaktır. “O, yaptığından dolayı sorgulanamaz fakat onlar sorgulanırlar.” (Enbiyâ, 21/23).

Dünya hayatında insanoğluna tarihte isabet eden çeşitli nimetler yanında çeşitli musibetler de gelmiştir. Bu musibetleri genel olarak dört kısımda ele alınır.

1. Üstten (semadan) gelenler

2. Alttan (yerden) gelenler

3. İnsanların birbirine düşmesi (tefrika)

4. Hastalıklar ve diğerleri

“De ki: “O, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe, ya da sizi (Hikmetine ve adil olan yasalarına uygun olarak) grup grup birbirinize düşürmeğe ve kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya gücü yetendir.” Bak, anlasınlar diye, âyetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz.” (En’âm, 6/65).

Üstten gelen azap ile Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Salih ve Hz. Lût (a.s.)’ın kavimleri helak olmuştur.

Alttan gelen azap ile Hz. Mûsâ (a.s.) döneminde Firavun ve Kârûn’a tabi olanlarla, diğer bazı kavimler deprem, kıtlık vb. şeylerle helak olmuşlardır. Bunlara benzer tarihte yaşamış çeşitli kavimler ve şahısların akıbeti Kur’ân’da anlatılmaktadır.62

İnsanların grup grup olup tefrikaya düşmesi ile tarihte nice milletler bu nevi düşmanlıklar yüzünden perişan olmuşlardır. Tefrika milletler için en büyük yıkımdır. Maalesef tefrika, fitne, hıyanet ve terörden belki de bizim milletimiz kadar tarihte ve günümüzde sıkıntı çeken başka bir millet yoktur.

Hastalıklara gelince yine çeşitli milletler veba ve çiçek gibi hastalıklardan büyük imtihanlar vermişlerdir. Son olarak XX. asrın başındaki gribal enfeksiyon ile şimdi yaşadığımız Koronavirüs insanları ağır bir imtihanla karşı karşıya bırakmıştır. Salgın hastalıkların temelinde temizlik anlayışının etkili olduğu görülmüştür. Bu salgınlarda Anadolu halkı daha az ölümle tarihe geçmiştir.

Kur’ân’ın haber verdiği kavimlerin helaklarından ve musibetlerden, suç-ceza dengesi hakkında belki ceza amel cinsinden ve sünnetullah nev’inden bir-iki misal verebiliriz.

Kavimler, tevhitten saparak bolluk içerisinde Allah’ı unutup tuğyana, azgınlığa, zulme, şımarıklığa, adaletsizliğe ve ahlâksızlığa düşünce Allah’ın değişmez kanunu sünnetullah devreye girer ve çeşitli şekillerde azaba uğrarlar. “Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilemeyecekleri bir yerden yavaş yavaş felakete götüreceğiz. Ben onlara mühlet veririm. Şüphesiz benim tuzağım çetindir.” (A’râf, 7/182, 183). “Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tevbe etselerdi ya.. Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti. Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada, onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar.” (En’am, 6/43- 44). 63

Zikri geçen âyetlerden azabın yavaştan geldiğini, ancak insanların tevbeye yanaşmadığını ve şeytanın onlara yaptıklarını güzel gösterdiğini ve bir anda yakalandıklarını anlıyoruz. Böyle iken Kur’ân’da sadece tek bir kavmin kurtulduğu geçmektedir. O da Yûnus’un (a.s.) kavmidir ki, onlar, peygamber azabın geleceğini haber verip uzaklaşınca durumun ciddiyetini anlamış, peygamberin peşine düşüp tevbeye yönelmişler, feryad-u figan etmişlerdir. Tevbeleri kabul edildiğinden helakten kurtulmuşlardır. “Yûnus’un kavminden başka keşke (azabı görmeden) iman edip imanı kendisine fayda veren bir tek memleket halkı olsaydı. Yûnus’un kavmi iman edince, dünya hayatında rezillik azabını onlardan uzaklaştırmış ve onları belli bir zamana kadar yararlandırmıştık.” (Yûnus, 10/98).

Aynı sûrede Firavun’un da iman ettiğini ancak onun imanının, azabın başlamasını müteakip olduğu için kabul edilmediğini görüyoruz. “… Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.” (Yûnus, 10/90,91). Kur’ân’ın 1/3’ü kıssalarla alakalıdır. Bunların sonunda genelde ibret almaya işaret edilir. Fe’tebirû ifadesi bilinenlerden bilinmeyenleri çıkarmakta kullanılır. Yoksa aynı suçları işleyen hiçbir topluluğun diğerinden üstünlüğünün ve beraatının olmadığı yine sünnetullah olarak şöyle beyan edilmiştir. “Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı hayırlı? Yoksa sizin için kitaplarda bir beraat mı var?” (Kamer, 54/43).

Meselâ şeytan kibirlendi ve kendisinin Hz. Âdem’den daha hayırlı olduğunu söyledi. “Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara, 2/34). “Allah, dedi ki: “Yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun, onlardan sana kim uyarsa sizin, hepinizi cehenneme doldururum.” (A’râf, 7/13-18; Sâd, 38/73-78).

Şeytanın kibrine karşılık makamından indirilmesi ceza amel cinsindendir, prensibinin misalidir. Bu süreçte Hz. Âdem ve eşi yasaklanan ağaçtan tadınca önce elbiseleri çıkarıldı sonra cennetten çıktılar. Fakat onlar hemen durumu anladı ve tevbe edip tekrar yükseldiler. Hatta Hz. Âdem peygamber oldu.64 Burada dikkati çeken önemli bir husus ise yasaklanan şeyden yiyince önce elbiselerinin çıkarıldığı ki zaten şeytanın ilk hedefi onlara kaba avret mahallerini göstermekti. Dolayısıyla haramın mukaddimesi elbiselerin çıkarılması, hatimesi ise cennetten çıkarılmalarıdır. Yalnız tevbe edip hatalardan dönülünce yine makamın yükseleceğine de işaret edilmiştir. Öyleyse insanın vazifesi Hz. Âdem ve eşi Havva annemiz gibi birlikte suçu idrak edip te’vil etme yerine hemen tevbe etmektir. Şeytan ise tevbe yerine te’vile yöneldi ve orada da hata etti. Çünkü ateş yok eden, toprak ise büyütüp geliştirendir. Dolayısıyla kıyas yaparken vech-i şebehte/benzetme unsurunda hata etti ve hatalı sonuca ulaşıp ısrar da edince cezası ameli cinsinden olarak aşağılandı ve kovuldu.

Nûh (a.s.) ve kavmi Fırat-Dicle vadisinde yaşarken çok az kişi iman etti. Eskiden beri devam eden itirazların benzerlerini onlar da dile getirdiler;65 “Sana düşük insanlar inanıyor” (Hûd, 11/27). “O da Rabbine, “Ey Rabbim! Ben yenilgiye uğradım, yardım et” diye dua etti.” (Kamer, 54/10). Kavminin Nûh’a (a.s.) karşı haddi aşmada kullanılan “tuğyan” ifadesi “Daha önce de Nûh’un kavmini helâk etmişti. Şüphesiz onlar daha zalim ve daha azgın (etga çok tuğyan eden) kimselerdi.” (Necm, 53/52) âyetinde böyle gelirken Hâkka sûresinde aynı ifadeyle (taga) gelip cezanın amel cinsinden olduğunu göstermiştir. Ayrıca Allah’ın onlara uyarı olduğunu beyan etmesi gibi geride kalıp âyetleri dinleyenlere ibret olduğunu da buyurması ne kadar manidardır. “Şüphesiz, su bastığı (taga’l-ma= su tuğyan ettiği, azdığı) vakit sizi gemide biz taşıdık ki bu olayı sizin için bir uyarı yapalım ve belleyecek kulaklar da onu bellesin.” (Hâkka, 69/11,12). Bu son ifade sünnetullaha da işaret etmektedir. Nihâyet tufan başladığında Hz. Nûh’un (a.s.) oğlu dağa doğru kaçarken beni dağ korur diyordu. Oysa o gün Allah’ın merhamet ettiğinden başkası korunmazdı. “O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nûh (a.s.), “Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.” (Hûd, 11/43). Onun için karantina tedbirlerine uyulmalıdır. Dolayısıyla günümüzde salgın başladıktan sonra köylere veya saklı yerlere kaçmak değil, vazifemiz tedbirlere uyup tevbe etmektir.

Âd kavmi Umman devletinin Ahkâf bölgesinde yaşamış Yemen’deki İrem bağlarını yapmış, çok güçlü kuvvetli bir topluluktur. Bunlar, Hz. Hûd (a.ss) peygamberi ve getirdiği emirleri yalanlamış, güçleriyle kibirlenmiş ve atalarının bâtıl inançlarına yani köklerine aşırı bağlı kalmışlardır.66 “Âd kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, “Bizden daha güçlü kim var?” demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı. Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o mutsuz kara günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Âhiret azâbı elbette daha rezil edicidir. Onlara yardım da edilmez.” (Fussilet, 41/15, 16). “ Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve dondurucu şiddetli bir rüzgârla helâk edildi. Allah, onu kesintisiz olarak yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın), o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş hâlde görürdün. Şimdi onlardan geri kalan bir şey görüyor musun?” (Hâkka, 69/6-8). Evet, güçleriyle övünen kavim hurma kütükleri gibi hem de içi boş kütük gibi yere seriliyor ve geride bir şey kalmıyor. Zorba, herkesi ezen, gücünü insanlarda ve diğer mahlûkatta tatbike kalkanları Allah ibret için ceza amel babından olarak helak ettiğini beyan ediyor. İşin ilginç yanı o kadar güçlü ve iş bilen bir topluluk olmalarına rağmen kendilerine gelen azabı bile anlayamadılar. O azabı vadilerine doğru yayılan bir bulut olarak gördüklerinde, “Bu, bize yağmur getiren bir buluttur” dediler. Hûd, “Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde elem dolu azabın bulunduğu bir rüzgârdır dedi.” (Ahkâf, 46/24). “Âd kavminde de ibretler vardır. Hani onların üzerine köklerini kesen rüzgârı göndermiştik. Üzerine uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül ediyordu.” (Zariyât, 51/41, 42).

Semûd kavmi, Âd kavminin helakinden ibret almamışlar ve kumluk arazide ev yaptıkları için musibete dayanamadıklarını zannetmişlerdi. Onun için Semûd kavmi kayalıklarda daha kuvvetli evler yaparak kendilerini koruma altına aldıklarını düşünmüşlerdi. Fakat bir ses ve sarsıntı ile azap gelince dizüstü çöke kalmışlardı.67 Allah Hz. Salih (a.s.) peygamberi Semûd kavmine gönderince mucize olarak bir de deve gönderdi ve ona dokunulmamasını istedi. Fakat kavmi onu dinlemeyip deveyi kestiler. Devenin ayaklarından keserken çıkardığı sese benzer bir ses ile helak olup adeta ağılda ürken hayvanların altında kalan çer-çöp gibi olmuşlardı.68 “…Deveyi kestiler Salih (a.s.) dedi ki yurdunuzda üç gün daha yaşayın, işte bu yalanlanamayacak bir tehdittir. Helak emrimiz geldiğinde Salih’i ve beraberindeki iman etmiş olanları tarafımızdan bir rahmetle helaktan ve o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin mutlak güç sahibidir. Hüküm ve hikmet sahibidir. Zulmedenleri o korkunç uğultulu ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi Rablerini inkâr etti. Yine biliniz ki Semûd kavmi Allah’ın rahmetinden uzaklaştı.” (Hûd, 11/65-68). Görüldüğü üzere Semûd kavminde de el-ceza min cinsi’l-amel kuralının işletildiğini görüyoruz. İnsan doğru ibret almalı. Evet, çok güzel evler yaptılar ama sanki orada hiç yaşamamış gibi mahvolup gittiler. Evleri onları tahmin edemedikleri azaptan koruyamadı.

Esasen geçmiş kavimlerin kıssalarının Kur’ân’da ayrı ayrı anlatılması bizleri ikaz içindir. Yoksa hikâye değildir ve her birinin azabı farklıdır.69 Pek tabii olarak her kavmin işlediği günahlar ve ahlâksızlıklar da farklıdır. İnsan kul olduğunu idrak ederse anlaması da kolaylaşır. Eğer kulluk yerine Allah’ın emirlerini sorgulayıp basit gerekçelerle imansızlığına ve amelsizliğine kılıf arayıp kolay olan tevbe etmek yerine günahlarını ve ahlâksızlıklarını te’ville uğraşırsa, o zaman ihtarları da anlamayıp gaflete70 düşeceğinden hidâyete çok uzak kalmış olacaktır. İnsan her şeyden ibret almaya gayret etmelidir.71 Neticede Allah katında her topluluk farklı mükâfatlar ve farklı azaplar görmüştür. Bu her iki durum Sâd suresinde anlatıldıktan sonra O’nun nimetlerinin de azaplarının da çok çeşitli olduğu anlaşılmaktadır. “O azaba benzer çeşit çeşit azaplar da var.” (Sâd, 38/58). Kısaca mülk Allah’ındır, bütün âlemler onundur. Dolayısıyla O’nun mülkünde hiç kimsenin kulluktan başka bir rüçhaniyeti yoktur. Mesela geçmiş kavimlerin helak sebepleri anlatılırken dört yerde Kur’ân’ı düşünmemiz için kolaylaştırdığını buyurmuş ve akabinde -daha önce de zikretmiştik- “Şimdi söyleyin bakalım sizin inkârcılarınız şu anılanlardan daha mı iyi; yoksa sizin için kitaplarda bir kurtuluş hükmü mü var?” (Kamer, 54/43) fermanıyla bizlere ciddi bir uyarı vermektedir. Dolayısıyla sünnetullah değişmez, insanın esas vazifesi de kulluktur. Kim kulluğunu idrak ederek hareket ederse kurtulmuştur, kim de kulluğun aksini yaparsa ceza ile karşılaşacaktır. Neticede cezanın şahıslara veya kavimlere mahsus olmayıp suça mahsus olduğunu anlamış oluyoruz.

3. Musibetler Karşısında Müslüman Tavrı

Musibetler karşısında Müslümanların birinci başlıkta ifade etmeye çalıştığımız tedbirlere riayet ile teslimiyet hususunda dengeyi korumak en önemli tavırdır. Bu bölümdeki konulara değinmemiz cüz’ün külle delaleti babından olacaktır. Dolayısıyla dört başlık altında özetlemeyi düşünüyoruz.

3. 1. Meşru Olan Emirlere Riayet ve Tedbir

Fıkıh açısından “Nizam-i memleket için olan emr-i âliye itaat vaciptir.” hükmünü açıklamıştık. Biz, günümüzdeki salgınla ilgili Resûlullah’ın (s.a.s.) “Bir yerde salgın haberini alırsanız oraya girmeyin, eğer siz zaten orada iseniz oradan ayrılıp kaçmayın.”72 hadisine kulak vermeliyiz. Zira asırlar önce karantina hususunu net ve açık bir şekilde beyan etmiştir. Hz. Ömer’in Şam’a girecekken orada veba olduğu haberini alınca girmemesi, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun,” itirazında bulunan sahabeye, “Evet, Allah’ın bir kaderinden diğer kaderine kaçıyorum.”73 cevabı meşhurdur.

3. 2. Düşünerek Hareket Edip Duygusal Hareket Etmemeli

İnsanın en önemli özelliği akletmesidir. Dünya görünmez bir musibetle uğraşırken bunu hafife almak, dikkatsiz davranmak makul değildir. Bilim kurulunun çalışmaları neticesinde alınan kararlar ve doktorların gayretleri bizler içindir. Öyleyse gereksiz tepkilerden, fitnecilerin fitnesinden, yalan haberlerden uzak durulmalıdır. Çünkü dijitalizm fitnenin yayılmasında hayal edemeyeceğimiz bir hıza ulaşmış durumdadır. Fitne umumidir. Bunun için gençliğimizi de iyi hazırlamalıyız. “Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir azaptan sakının ve bilin ki Allah, azabı çetin olandır.” (Enfâl, 8/25). “Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurât, 49/6).

Duyulan her habere hemen inanılmamalı, durup düşünüp araştırıp istişare ettikten sonra eğer yapılması gereken bir vazife varsa ona göre hareket edilmelidir. Asrımızda dijitalizmin müspet yönleri ve güzel imkânları olmakla birlikte sakıncalı tarafları da vardır. Şöyle ki toplumları herhangi bir konuda harekete geçirmek artık çok kolay olduğundan ağır mesuliyetlere sebep olacak mesaj ve bildirilerden uzak durulmalıdır. Toplum mühendislerinin bu alanı etkin kullanarak sübliminal mesaj vermede ve insanları istekleri doğrultusunda yönlendirmede ciddi mesafe kat edildiği söylemleri ağırlık kazanmıştır.

3.3. Şükretmeli, Sabretmeli, Şefkatli, Merhametli ve Nezaketli Olmalı

Allah’a böylesi güzel bir ülkede ve dünyaya örnek olan tedbirleri alan bir devlette yaşattığından ve bizi Müslüman yarattığından dolayı şükretmeliyiz. “Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrâhîm, 14/7).

Şükretmeli, gereksiz yere şikâyet edilmemelidir. Şükretmemenin en önemli sebebi tamahkârlıktır.74 Dünyevileşen insan hep kendisinden üste olanlara baktığı için aşırı derecede şikâyetçi olmaya başladı. Oysa bu davranış, İslâm düşüncesinde ve ahlâkında makbul değildir”75 kula kul gibi hareket edip kendi haliyle hemhal olması yakışır. Bizim kültürümüzde seven sevdiğinden gelen şeylerden şikâyetçi olmaz. Çünkü kulun şikâyet hakkı yoktur. Bu düşünce edebiyatımızda bile yerini almıştır.76 Mesela biraz hastalanmada ve gereksiz hareketlerin kısıtlanmasında hemen şikâyet edilir mi? Bu süreçte en çok enfekte olanların hastanelere basit rahatsızlıklarda gidenler ve sosyal mesafeye dikkat etmeyenlerin olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla sebepleri belli olan konularda teenni esastır. Ancak yanlışlar olabilir, onlara da usulünce itiraz yapılabilir. İnsanın bir zulme maruz kalması veya haksızlığa uğraması halinde hakkını fitne ve fesada kaçmadan araması yine en tabii hakkıdır. Çünkü insan eşref-i mahlûk olduğundan lekelenmeme hakkı da vardır.

Sabretmeli, acele etmemeli. “Acele şeytandan, teenni Rahman’dandır.”77 Dolayısıyla insana yakışan bu pandemi âyetini teenni ve tefekkürle iyi okumak ve ibretler çıkarıp hayra çevirmenin yöntemlerini tespit etmektir.

Hastalıklar esasen İslâm kültüründe istenmeyen bir şey olmakla birlikte başa gelince sabır ve metanetle karşılamanın yanında onu bir misafir gibi telakki etme düşüncesi de yaygındır. Bunu Ketencizâde (1834-1916) “Bu can da senin mihman da senin” diyerek özetlemiştir. Diğer taraftan Yunus Emre’nin (ö.720/1320), Niyazi Mısrî’nin (ö.1105/1694) bu anlamdaki beyitleri ve şiirleri ne güzeldir. Şunu da ifade edelim ki bu ne bir hüzün edebiyatı ne de bir melankolik durumdur. Bu Müslümanın tedbirleri aldıktan sonraki tevekkülü ve teslimiyetidir. Yerinde ve zamanında gösterilmesi gereken sabırdır.78 “Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer, 39/10).

“Enes İbn Mâlik (r.a.) şöyle demiştir: Peygamber (s.a.s.), bir kabir yanında ağlamakta olan bir kadının yanından geçti de, o kadına: “Allah’a ittika et ve sabreyle” buyurdu. Kadın: Benden uzaklaş, sen benim musibetimle musîbetlenmedin, dedi. Kadın Hz. Peygamber’i tanımıyordu. Kadına: Bu zât Peygamber’dir, denildi. Bunun üzerine kadın Hz. Peygamber’in kapısına geldi. Kadın, Hz. Peygamber’in kapısı yanında kapıcılar (bekçiler) bulmadı. (Peygamber’in yanına girdi de
Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Ben seni bilemedim, dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Sabır ancak musibetin birinci darbesi sırasındadır” buyurdu.79

Allah’ın şimdiye kadar verdiği nimetleri düşünelim. Mesela hekimlerin ifadesine göre bu hastalığın seyri sırasında akciğerler tahrip olduğu için hasta nefes almakta zorlanmakta ve çırpınmaktadır. Evet, her gün hiçbir ödemede bulunmadan bunca nefesi rahatça alıp vermenin ve bunca nimetin şükrü nasıl eda edilebilir. Bu durumu Alvarlı Efe ne güzel ifade etmiştir.

“Kurban olayım ben sana ey kâdir-i kayyûm

İsyanıma bakmaz bana ihsanlar edersin.”

Böylesi zamanlarda Müslümanın hiç eksik etmemesi gereken ihtiyat akçesi olan şefkat ve merhameti iyice gündeme almamız gerekmektedir. Ailede birlikte vakit geçirirken eşlerimize, büyüklerimize, çocuklarımıza, hastalarımıza ve bütün canlılara şefkat ve merhametin tam zamanıdır. Malum, “Yerdekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin”80 düsturuna sahip bir milletin torunlarıyız. Şefkat ve merhamet bizim ihtiyat akçemizdir dedik. Eğer şükreder, sabreder, birbirimize şefkat ve merhamet gösterip dostluklarımızı pekiştirirsek İbrahim Hakkı’nın dediği gibi neticede bu musibeti rahmete dönüştürerek daha kazançlı hale getirmiş olur ve âyetin sonunu seyrederiz.81

3.4. Tevbe ve Duaya Devam Edip Sadaka Vermeli

Sağlık açısından tavsiye edilen bütün tedbirleri aldıktan sonra anlatacağımız üç hususun her müminde bulunması gereken vasıflardan olduğu kanaatindeyiz.

Tevbe etmeli: Çünkü gördük ki, geçmiş milletlerden sadece tevbe eden Yûnus’un (as) kavmi kurtulmuştur. Öyleyse bizlere düşen de hatalarımızı düşünüp onlardan derin pişmanlık duyup af dilemektir. “Ey iman edenler! Allah’a içtenlikle tevbe edin. Umulur ki, Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların nurları önlerinden ve sağlarından aydınlatır, gider. ‘Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü senin her şeye hakkıyla gücün yeter’ derler.” (Tahrîm, 66/8). “Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin ki, üzerinize bol bol yağmur göndersin ve gücünüze güç katsın. Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.” (Hûd, 11, 52).

İstiğfar, bağışlanmayı istemek, tevbe ise istikamet üzere olup bağışlanmak istediği günaha bir daha dönmemektir. Nasuh tevbeden maksat da budur. Allah Resûlü (s.a.s.) “Günahtan pişmanlık tevbedir.”82 buyurmuştur. Neticede pişman olup bir daha geriye, eski günaha dönmemek tevbedir. İnsan hata işlediğinde te’vil değil, tevbe etmesi gerekir.

Dua etmeli: Çünkü dua kulluğun alamet-i farikasıdır. “… Dua edin ki icabet edeyim.” (Mü’min, 40/60).

Evet, mutlak emir vücubiyet ifade eder, öyleyse emre icabet vaciptir. İşte dua bu ve benzeri âyetlerdeki emre ittiba etmek demektir.

Dua, Allah’ın izzeti önünde kulluk acziyetini idraktir.

Dua, niyaz penceresini aralamaktır.

Dua, icabet kapısını çalmaktır.

Dua, Allah’ın takdirini değil, kulun kendini değiştirme fırsatını yakalamasıdır.

Dua, ruhların dilidir.

Dua, tevhidin ve teslimiyetin zirvesidir.

Dua, çocuğun anasının eteğine yapışıp yalvarması gibi kulun Rabbine sığınmasıdır.

Hülasa dua; önce yapılması gerekenleri yapmak sonra sığınmaktır. Onun için fiilî ve kavlî dua diye ikiye ayrılır. Mesela nişan alacak bir kişinin öncelikle elinde iyi bir silahı olmalı, sonra nişan alma ile ilgili bütün teknik bilgilere ve atış eğitimine vakıf olmalıdır. Bundan sonra ateş ederse isabet ettirmesi daha muhtemeldir. Bu tedbirlerin hiçbiri olmadan isabet ettir diye dua etmek isabetli değildir. Zaten genelde insanın özelde müminin duası olmasa kulluğu nasıl anlaşılır.? “(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.” (Furkân, 25/77).

Sadaka vermeli: Sadaka kulun Rabbine sıdkını, samimiyetini gösterdiği için bu isimle anılmıştır. Hatta Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde bazen zekât bile bu isimle anılmıştır. İslâm kültüründe bütün iyiliklerin sadaka anlamında değerlendirilmesi konunun ne kadar geniş bir yelpaze çizdiğinin delilidir. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyururlar: “Her iyilik sadakadır.”83 İslâm’da ma’ruf ve şer’an meşru her şey sadakadır. Sadaka, belaları ve kötü ölümü defeder. “Şüphesiz sadaka, Allah’ın gazabını söndürür ve kötü ölümden korur.”84 Diğer taraftan İslâm dinindeki paylaşma kültürü safi bir verip alma meselesi değildir. Sadaka, hastalığın tedavisinde kullanılır. Tabii ki herkes kendi durumuna göre sadaka verecektir. Yalnız şurası da unutulmamalıdır ki eğer sadaka bir keffaret gibi düşünülürse her hastalığın bir nisabı vardır. Tıpkı her azanın/organın şer’an bir nisabı ve bedeli olduğu gibi.“Davû merdaküm bissadakati/Hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz.”85 İhtiyaç sahiplerinin tespitinde devlet kurumlarından bilgi alınarak daha sağlıklı yardım yapılabilir. Aslında bu sahada fıkhî açıdan yeni çalışmalara ihtiyaç olduğu da anlaşılmıştır.

Sonuç Yerine

Sürecin nasıl değerlendirileceği ve bu durumun nasıl okunacağı hususunu, iki ana başlık altında projelerle birlikte vermenin uygun olacağı kanaatindeyiz. Çünkü özellikle XIV. asırda yaşanan veba/kara ölüm salgınından86 sonra eski dünyadaki pek çok şey değişmeye başlamış Rönesans ve reform süreci de bu hadiseye bağlı olarak gelişmiştir. Çünkü Avrupa, nüfusunun üçte birini kaybetmişti. Sağ kalan halk kiliseyi, onun bünyesindeki sağlık hizmetlerini ve idare şekillerini sorgulamaya başlamıştı. Neticede halkın inancında değişmeler yanında modern tıbbın ve yeni idare şekillerinin tartışılıp doğması büyük bir değişimi tetiklemiştir. Bakteriyel hastalıklara karşı antibiyotiklerin keşfi ile o tür hastalıkların tedavileri mümkün olmuştur. Ancak virüslere karşı henüz tam bir çözüm bulunamamıştır. Belki yaşadığımız bu süreç virüslere karşı da yeni keşifleri doğuracaktır. Artık insan sağlığı bütün dünyayı ilgilendiren bir hadise haline geldiğinden küreselleşen dünyamızda bundan böyle herkes istediği gibi çok rahat hareket edemeyebilir. Ayrıca bu salgının akabinde bir takım farklı değişimlerin olacağında da şüphe yoktur. Zira devlet başkanımızın ve diğer devlet başkanlarının bu konuya dikkat çekmeleri önemli bir uyarıdır. Bu yüzden yeni duruma intibak için çalışmalar ve projeler üretmemiz kaçınılmazdır.

1. Korkmamalı, Panikle Değil Teenniyle ve Tefekkürle Hareket Etmeli

O halde insan niçin korkuyor, ya da neden korkuyoruz? Eskiden hayatın merkezinde Allah’ın emirleri, mahallenin merkezinde kabirler vardı. İnsan ölümü hatırlardı. Caminin haziresinde yatanlar da mahalle efradından sayılırdı. Şimdi hayatın merkezine insanın ihtirasları alındı, mahallenin merkezine gökdelenler dikildi, kabristanlar imkân nispetince şehrin en uzağına ya da kuytu yerlerine götürülerek ölümle aramızdaki mesafenin uzatılması istendi.

Kul hakkı bilinci azalınca güven azaldı ve ticari hayat aşırı bencilliği ve dünyevileşmeyi o da sekülerleşmeyi tetikledi. O da insanların benliklerini sıvazlayarak lüksü, israfı ve şımarıklıkları artırdı. Kur’ân’da azgınlığa düşenlerin durumu şöyle ifade edilmiştir: “Çünkü onlar bundan önce lükse dalmış azgın kimselerdi. Büyük günah üzerinde ısrar ediyorlardı. Diyorlardı ki, biz öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra mı, biz mi bir daha diriltilecekmişiz? Evvelki atalarımız da mı? Deki: şüphesiz öncekiler ve sonrakiler, mutlaka belli bir günün belli bir vaktinde toplanacaklardır.” (Vâkıa, 56/45-50). Dünyevileşmenin bir diğer misali, Tâlût’un ordusunda nehirden bir avuçla iktifa etmeleri gerekirken çoğunluğu nehirden doyana kadar içip sonra da “Bugün bizim Câlût’a ve onun ordusuna karşı koyacak gücümüz yoktur.” (Bakara, 2/249) diyenlerin hali gibidir. Dünyevileşme aynı zamanda şekilciliğin öne çıkıp özün ihmal edildiği en önemli bir ahlâk problemidir. İslâm dünyasının ihsan ve îsâr ahlâkını öne çıkarma vaktidir. İslâm dünyasında genelde nimetler içerisinde yüzenler kendi din kardeşleri açlık, perişanlık ve zulüm altında iken onlar bizim gücümüz yok deyip paralarını, din kardeşlerine karşı kullanmak için ellerine silah veren efendilerine ikram ediyorlar. Dolayısıyla bunların korkmaları tabiidir. Korkumuzun bir diğer sebebi ise âhireti epey harap ettiğimizdendir ki kimse harabe bir yere gitmek istemez.

Kadim medeniyetimizde durum farklıdır. Ölüm dünyadaki dostlarla muvakkat ayrılık, âhiretteki dostlarla ise buluşma olduğundan pek korkulur bir şey olmamıştır. İstanbul’u ziyaret eden bir yabancı Yahya Kemal’e (1884-1958) İstanbul’un nüfusunu sorar. Öyle bir rakam söyler ki, adam bu dediğin ancak kabirdekilerle birlikte olur deyince, o meşhur sözünü söyler: “Evet, biz ölülerimizle birlikte yaşarız.”87

Korkuyu etkileyen en önemli amillerden birisinin de rızık endişesi olduğu kanaatindeyiz. Oysa bütün mahlûkatın rızkı Allah’a aittir ve rızık verenlerin en hayırlısı odur.88 Bela ve musibetler gibi rızkın da göklerden geldiği beyan edilmiştir. Ancak insan, rızkı yerden ve başkalarının elinden beklediği için bir takım desise ve oyunlarla rızkının artacağını düşünerek yanılır. Oysa ehlisünnet itikadına göre rızık artıp eksilmese de O’nun katında kulların gayretlerine, tercihlerine ve ilahi hikmete bağlı olarak taksim edilmiştir. Ancak hiçbir kulun Allah katında olanları bilmesi mümkün değildir. Kula düşen çalışması ve güzel tercihte bulunması, emeğe saygı duyup kazanılmış hakların korunması ve tüm helal rızıkların adilce paylaşılması için gayret etmesidir.89 Yoksa yığdığımız malların hepsi rızık değildir, esasen insanın hayatını idame ettiren rızık, insanın boğazından geçendir. “Gökte rızkınız ve size vaad olunan şeyler vardır.” (Zariyât, 51/22). Bizim geleneğimizde rızkın Allah’tan olduğu inancı ve teslimiyeti hâkimdi. Ne yazık ki bu durum yanlış anlaşılıp istismar edildi. O yüzden İslâm coğrafyası üzerine düşen görevi ifa etmediğinden sömürülmeye ve fakirliğe adeta mahkûm edilmiş oldu. Neticede rızkın Allah’tan olduğuna olan bağlılığımız ve bu güzel hasletimiz biraz zayıfladı. Sokağa çıkma yasağı uygulanınca bunu da anlamış olduk. Fakat evde kalınarak tekrar komşuluk hukukunun hatırlanması da sevindirici olmuştur. Sanki Allah, biz kullarına kusurlarımızı telafi imkânı vermiş gibi de telakki edersek bu musibetten nispeten karla çıkabiliriz. Yalnız, işaret ettiğimiz gibi rızık imkânları semadan indiğinden eğer kıtlık varsa Allah’tandır, açlık varsa kullardandır. Çünkü dünyamızda sömürgecilik ve tekelcilik malın normal sirkülasyonuna ciddi şekilde mani olmaktadır. Açlık çeken insanların ihmalkârlık ve tembellik yaparak mesuliyetlerinin olduğunu da unutmamalıyız. Kanaatimizce bugüne kadar açlık çeken insanların açlık sebebiyle, zulme uğrayanların zulme uğrama sebeplerinin sorgulanması insanlığın ortak mesuliyetindedir. Çünkü Suriye’de, Irak’ta, Keşmir’de, Arakan’ da, Miyanmar’da, Yemen’de, Libya’da öncesinde Bosna’da ve diğer İslâm ülkelerinde yapılan zulmün ve Afrika’daki açlığın elbet bir zahiri sebebi olmalıdır. Onun için Müslümanın Allah’ın ihsan ettiği imkânları en iyi şekilde kullanması gerekir. Buna ilaveten emeği ve alın teri sömürülüyorsa buna karşı da vazifelerinin olduğunu bilmelidir. Belki de bunun için İslâm fıkhında stokçunun malına el konulup satılması caizdir. Zulme karşı gücü nispetince ve stratejiye uygun olarak hakkı savunmak vaciptir. Batının, İslâm dünyasını müstemleke olarak kullanmasına ve sömürmesine artık Müslümanların güçlü bir şekilde karşı koymasının zarureti, müstağn-i izahtır.

2. Süreci Lehe Çevirmenin ve Rahmete Dönüştürmenin Projeleri Neler Olabilir?

1. Büyük eserlerin ve buluşların genelde zor zamanlarda ortaya çıktığı malumdur. Bu sebeple her alanda daha çok çalışmalıyız.

2. Dijitalleşmenin etkisiyle eğitim hayatımızda yaşanan değişiklikler üst kurullar maharetiyle ele alınıp eğitim zihniyetimiz ve felsefemiz mütalaa edilmelidir. Önceden sınıfta biz okuyorduk talebeler dinliyorlardı, şimdi de ekrandan okuyoruz onlar yine dinliyorlar. Eğitim bu mu? Yoksa eğitimde geleneğimizdeki ifadesiyle tefeyyüz etmek mi? Bunu şimdi nasıl başaracağız? Ya da soruyu şöyle soralım: Şimdiye kadar, ne kadar başardık? Bütün bu meselelerin masaya yatırılması için sağlık alanında olduğu gibi işin ehli olan hocalarımızdan eğitim alanında da bir üst kurula ihtiyaç vardır.

3. Şimdi ülkemizde İlâhiyat ve Diyanet alanında çok değerli çalışmalar ve hizmetler yapılmaktadır. Kıymetli akademisyen hocalarımızın sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Çıkarılan Diyanet İslâm Ansiklopedisi yüz akı ve güzel bir çalışmadır. İslâm düşüncesinde âlim, ilmiyle amil, neyi, nerede, ne zaman ve ne kadar konuşacağını bilen haşyet ehli insandır. İşte böyle vasıflı olan kişi toplumun menfaatini gözetir, itikadî, amelî ve ahlâkî meseleleri çözmenin gayreti içinde olur.

Günümüzde yapılan tartışmalardan bir kaçına dikkat çekmek istiyoruz. Yalnız şunu belirtelim ki, tartışmaların akademik ortamda veya ilmi mahfillerde olmasını yadırgamıyor tam aksine destekliyoruz. Bizim karşı çıktığımız husus; bu tür netameli konuların her ortamda düzensiz bir şekilde tartışılması ve toplumu ayrıştırmaya sevk etmesidir.90

4. Ekonomik durumlar değişime doğru gidiyor. Dijital para tartışılıyor. Bunun fıkhını, hukukunu nasıl oluşturacağız? Bu konuları da çalışmalıyız. Yine bu konuları değerlendirip yeni oluşumlara hazırlık için bir üst kurul oluşturmanın ihtiyacı da açıktır.

5. Ailede vakit geçirmeyi nasıl becereceğiz? Eskiden köy odalarında siyer ve ilmihal okunurdu. Orta Asya’da özellikle Özbekistan’da Nesefî Tefsiri okunuyormuş. Erzurum’da anneleri kızlarına Feridüddin Attâr’ın (ö. 618/1221) Aşk Name’sini okurlarmış. Sadece filim izleyerek değil kendi kendimize nasıl yeterli olabiliriz konusunda kadim sanatsal etkinlikleri canlandırmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Mesela evimizde el sanatları bakımından kadınlarımıza erkeklerimize yeni meşgaleler yeni işler üretebiliriz. Sanatsal olarak bir ney üfleme gibi etkinliklerle kendi ailemizi dinlendirebiliriz.

Geç kalmış olsak da gençlerimizi dijitalizmden hangi sanatsal faaliyetlerle ve sosyal etkinliklerle kurtaracağımızın projelerini yapmalıyız veya insanlığın maslahatı için nasıl kullanacağımızı düşünmeliyiz. Kısaca birlikte nasıl yalnızlıktan kurtulacağımızı düşünüp yeni sanatsal ve sosyal alanları oluşturup sadece gençliği okumaya değil onun dışında yeni alanlara yönlendirmeye ihtiyaç olduğu anlaşıldı. Ya da yalnızlığı nasıl mayalayıp vakti geçirmek için değil, vakti değerlendirmek için yaşayacağız ki, huzur bulup sıkıntılardan azami derecede kurtulalım. Çünkü vakti değerlendirmek için yaşayan yalnız da olsa sıkılmaz, fakat vakit geçirmek için yaşayan nerede olursa olsun bir süre sonra sıkılmaya çevresine sıkıntı vermeye başlayacaktır.

6. Köylerimizi tekrar nasıl canlandıracağız? Tarlaları ne zaman ekip biçip kendi ürünümüzü, kendi ekmeğimizi, kendi hayvanımızı üreteceğiz? Ne zaman gençlerimiz köylerdeki dedelerinden kalan tarlaları işleterek kendi işinin efendisi olmayı öğrenecekler? İlim ve irfan tekrar köylerimize ulaştırılmalıdır. Maalesef “Köyler ilmi keser bitirir.” ifadesi köylerden ilmin ve kültürün kaçışının bir delili mesabesindedir. Bunu değiştirmek için köylerde büyük liselerin kurulup yatılı imkânının sağlanması belki köyden şehre göçü nispeten azaltabilir. Bazı yatırımların köylerin ürettikleri mallara göre zorunlu olarak köylerimizde ve ilçelerimizde olması yine bir katkı sağlayabilir. Unutulmamalıdır ki dünyada değişmeyen asli ihtiyaç su ve buğdaydır.

7. İnsan, içindeki muhabbeti artırıp nefreti gidermeli. İnsanın içindeki kötülük hissi atom bombasını, kimyasal silahları icat etti. Bu tür salgınları da icat edebilir. Bunlara karşı vazifelerimizden biri, daha üstün bir teknolojiyi inşa ederek dünyanın fesada gitmesini önleyecek projeler üretmektir. Unutmayalım ki fesada sebep olan mutlaka kendi fesadıyla helak da olur. Bize düşen insanımızın insan sevgisini, aile sevgisini, din ve devlet sevgisini artıracak faaliyetlerde bulunmaktır. “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm, 30/41).

8. Resûlullah’ın müminlerin hali ve mü’minin dünya hayatındaki konumu hakkında beyanlarından birkaçına bakabiliriz. “Mü’minin durumu ne ilginçtir. Her hali kendine hayırdır. Bu durum yalnız mü’mine mahsustur. Başına sevinecek bir hal gelince şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı gelince sabreder, bu onun için hayır olur.”91 “Sizden kim, huzuru yerinde, bedeni sağlıklı ve günlük yiyeceği de yanında olarak güne başlarsa sanki dünya nimetleri ona verilmiş gibidir.”92 “Mü’minin başına gelen sızı, meşakkat, hüzün, sıkıntı ve keder kişinin günahları için kefaret olur.”93 “Allah’u Teâlâ kulunun kendisinden afiyet dilemesinden razı olur.”94

İfrat ve tefritten uzak durmalıyız. Düğünde, cenazede, davette, her konuda ifrat ve tefritlerimizi kısaca aşırılıklarımızı dengelemeliyiz. Lüzumsuz işlerimizi terk etmeliyiz. Meşru olmayan şey ile meşgul olmak mekruhtur. Tabii ki haram olanı da vardır. Bazı alışkanlıkların ilerledikçe nelere mal olduğu malumdur. Mezkûr fıkhî hüküm Müslümanların vakitlerini güzel şekilde değerlendirmelerinin ne derece ehemmiyetli olduğunu beyan etmiştir.

9. Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) müminin musibetler karşısındaki tavrını şöyle belirlemiştir. Hz. Peygamber, iman edenleri dert ve sıkıntılar karşısında yıkılıp kırılmayan yeşil ekine, inkâr edenleri ise sert bir rüzgâr ile devrilen ağaçlara benzetmiştir.

“Mü’min kişinin benzeri, bir sap üzerinde biten taze ekin gibidir. Rüzgâr ona hangi taraftan gelirse onu eğer de yaprağı diğer tarafa döner meyleder (fakat o yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mü’min kişi de böyledir. O da belâ sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Haktan yüz çeviren kâfir kişinin benzeri ise sert ve dümdüz duran çam ve dağ selvisi gibidir. Nihâyet Allah onu dilediği zaman (bir seferde) kırar devirir.”95

Resûlullah (s.a.s.) müminin Kur’ân karşısında nasıl davranması gerektiğini de beyan etmiştir. Hâkim’in Müstedrek’inde -isnadının sahih olup şeyhaynın tahrîc etmediği bir hadisi- İbn Abbas’dan gelen bir rivayet şöyledir. “Kur’ân’da emir, nehiy, helal, haram, muhkem, müteşabih ve emsalin geldiğini dolayısıyla Kitab’ın helalını helal, haramını haram kabul edin, emrettiklerini yapın nehyettiklerinden uzak durun, misallerinden ibret alın muhkemiyle amel edin müteşabihe gelince hepsi rabbimizin katındandır deyip iman edin.”96

Netice itibariyle Kur’ân’da Peygamberlerin kıssalarına baktığımızda özetle şöyle bir durumla karşılaşırız. Peygamberler de -insan olmaları itibariyle- bazen hilm bazen gazap sıfatının baskınlığını görürüz. Mesela Hz. Nûh (a.s.), “Rabbim, yeryüzünde inkârcılardan hiç kimseyi bırakma, dedi.” (Nûh, 71/26). Hz. Musa (a.s.) “… Şimdi içerimizdeki bir takım beyinsizlerin işledikleri günah sebebiyle bizi helak mi edeceksin?” (A’râf, 7/155) diye yakarırken Hz. İbrahim’de (a.s.) hilm sıfatı daha baskın olmuş ve Hz. İbrahim (a.s.) “...Rabbim şimdi kim bana uyarsa bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen çok bağışlayan ve esirgeyensin.” (İbrahim, 14/36). Hz. İsa (a.s.) da hilm sıfatının önde olduğu bir durum Kur’ân’da şu şekilde beyan edilmiştir. “Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Mâide, 5/118). Devamında ise “Allah, şöyle diyecek: “Bugün, doğrulara, doğruluklarının yarar sağlayacağı gündür.” Onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu büyük başarıdır. Göklerin, yerin ve bunlardaki her şeyin hükümranlığı yalnızca Allah’ındır. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mâide, 5/ 118-120). Görüldüğü üzere Allah kıyamette doğruluğun, dürüstlüğün fayda vereceğini ve böylesi sadık kullardan razı olup cennet ile mükâfatlandıracağını haber veriyor. Öyleyse bizler muvakkat olduğumuz bu âlemde eğilip bükülmeden dosdoğru yaşamalıyız. Zaten toplumumuz da bu tür özü sözü bir olan insanı takdir eder ve saygı duyar. Sonuçta göklerin yerin ve bunların içerisinde olan her şeyin O’nun hükümranlığı altında olduğunu beyan ederek kula haddini bilmesi gerektiğini hatırlatıyor.

Hz. Peygamberimize (s.a.s.) gelince, kendisi ve kitabı bütün insanlara uyarmak için gönderilirken97 de onun beşir/müjdeleyici ve nezir/uyarıcı, korkutucu sıfatlarına dikkat çekilmiştir.98 Onun âlemlere rahmet olması -ki buna değindik- yanında ona hitaben “Ey Peygamber biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (Ahzâb, 33/45,46) şeklinde buyrulması, diğer peygamberlerde olduğu gibi onun dengeleyici vasfına işarettir. Onun, müjdeleyici ve uyarıcı/korkutucu olması yanında kandile benzetilmesi ise nurunun Allah’tan olduğunu gösterir. Yollardaki işaretlere araçların lambası vurunca onlar nasıl yoldaki istikameti gösteriyorsa işte Resûlullah da öyledir. O bizim yol göstericimiz ve rehberimizdir. Kur’ân’da ona genelde sıfat ismiyle (Ya Eyyühe’n-Nebiyyü, Ya Eyyühe’r-Resûlü gibi) hitap edilmesi, zat ismiyle zikredildiği yerlerde yine resûl sıfatıyla gelmesi (Muhammedü’r-Resûlullah gibi) onun âli mertebesine işaret olduğu gibi bizim ona tabi olmada ne derece hassas olmamız gerektiğini de gösterir. Kur’ân’da bazı peygamberlerin Allah ile tekellümü ve istekleri yer alırken peygamberimizin ise Necm sûresindeki miraç hadisesinde “gözünün gördüğünü kalbinin yalanlamadığı” (Necm, 53/11) âyeti yer almaktadır. Bunu ve bunun ötesini de bazı hadislerde geçenler hariç bilemiyoruz.99

Geleneğimizde “Takdir tedbire güler.” derler, hakikatte durum böyle olsa da gaybı bilemediğimizden bizler tedbirimizi alıp tevbemizi edip Allah’a sığınıp eman dileyeceğiz, sonra da tefviz-i umur eyleyip tevekkül edeceğiz. Elimizdeki imkânları kudretimiz nispetince kullanıp kedere düşmeyeceğiz. Çünkü neticede kadere iman kedere manidir. “Ne gam o insana ki deryada kaptanı Hz. Nûh aleyhisselamdır. Ve yine ne gam o insana ki peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’dır.”

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet reklamver
Cevapla

Etiketler
âyet., denge, hak, koronavirüs, musibet, sağlık


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Hastalik ölüm ve musİbetler Kaf_Dağı İslamiyet 0 25 Şubat 2016 12:52
OSMANLILAR KARŞISINDA Desmont Tarih 0 14 Kasım 2014 18:56
Küreselleşen Sorunlar Karşisinda Kant Etiği Kalemzede Felsefe 0 10 Ağustos 2011 14:50