15 Ağustos 2008, 12:36 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | ASHAB-I KiRAM Katiline Can Veren Şehit-Amir b. Füheyre (2) Ahh Mekke, Seni terk etmek ne büyük bir acı! Sadece birkaç gün seni ve Kabeyi ziyaret edenlerin yürekleri, senden ayrıldıklarında nasıl da burkulur. Peki ya senin bağrında doğup büyüyenler, onlar seni bırakıp da nasıl gidebilir? Senden ayrılmak zorunda kalan Efendimiz(s.a.s) bu acıyı bize şöyle anlatır: ‘’Senden daha güzel ve bana senden daha sevgili bir yer yoktur. Eğer insanlar beni çıkarmamış olsalardı, seni terk etmezdim.’’[1] Allah yolunda eziyete uğrayan, canını hiçe sayan ve yurtlarını terk etmek zorunda kalan muhacirler ne kadar da yücedir. Yerini, yurdunu ve sevdiklerini terk ederek Allahın dini için gurbete, meçhule gitmek ne kadar zordur. Medineye göç eden sahabiler ilk zamanlar çok büyük sıkıntılar çekmiştir. Hz. Aişe’nin anlattığına göre hicret sonrasında Medine, havası çok kötü olan hastalıklı bir yerdi. Mekkeli Müslümanlar bu havaya alışamamış ve pek çoğu hasta düşmüştü. Hz. Ebu Bekir hastalanmış, halini soranlara , derdini şöyle anlatıyordu: ‘’Ailesinin yanında sabahlayanlar, ölüm kendilerine takunyalarının kayışından daha yakın olsa bile ne kadar mutludur.’’ Hz. Bilal, Mekkeye olan hasretini şiirlerle anlatıyor, onları Mekke’den hicret etmeye zorlayanlara beddualar ediyordu: ‘’Ah bir gece olsun, etrafımda izhir ve celil otları varken Mekke’de geceleyebilir miyim? Bir gün olsun Mecenne suyuna inebilir miyim? Şame ve Tufeyl tepelerini görür müyüm bir daha? Allahım! Şeybe’ye, Utbe’ye ve Ümeyye’ye lanet eyle. Onlar bizi yurdumuzdan çıkardılar ve bu vebalı yere attılar.’’ Amir b. Füheyre de onlarla birlikte hasta yatıyor, Mekke’ye olan özlemini anlatırken şunu söylüyordu: ‘’Ölmeden önce ölümü tattım.’’ Sevgili Peygamberimiz onların bu haline üzülmüş ve Allah Celle’ye bu durumun düzelmesi için dua etmişti: ‘’Allahım! Mekkeyi bize sevdirdiğin gibi Medineyi de sevdir. Hatta ondan daha çok sevdir.’’[2] Allah Rasulü, Ensar ve muhacir arasındaki samimiyeti artırmak, onları birbirine ısındırmak ve muhacirlerin ihtiyaçlarını gidermek maksadıyla onları birbirine kardeş etti. Amir b. Füheyre de Ensardan Haris b. Evs b. Muaz’ın kardeşi oldu.[3] Mekkeli müşrikler, İslamı yok etmek amacıyla Bedir ve Uhud’a geldiklerinde, Amir de Allah Rasulünün yanında İslamı müdafaa ediyordu. Hicretin dördüncü yılıydı. Necid bölgesinde oturan Amiroğullarının lideri Ebu Bera Medineye gelmiş, Peygamberimizle görüşmüştü. Ebu Bera Müslüman olmadıysa da Peygamberimizden Necide muallimler göndermesini ve bölge halkına İslamı anlatmalarını teklif etti. Efendimiz, Necid halkının, ashabına zarar vermesinden endişe ediyor, onları tehlikeye atmak istemiyordu. Ebu Bera, Müslümanları koruyacağına dair söz vermiş ve onları himayesine almıştı. Efendimiz Suffe ashabından yetmiş sahabiyi seçerek Necide gönderdi. Bu sahabiler mescidde yaşıyor, bütün vakitlerini Efendimizle geçiriyorlardı. Hz Peygamber hergün onlara ders veriyor ve onların durumuyla bizzat ilgileniyordu. Kafile, Bi’ru Maune denilen yere geldiğinde içlerinden Haram b. Milhan, Efendimizin mektubunu Ebu Beranın yeğeni Amir b Tufeyle götürdü. Haram, Amir’i İslama davet edip Efendimizin mektubunu uzattığında Amir ve adamları onu hunharca şehit ettiler. Sonra da kendilerini destekleyen kuvvetlerle Müslümanları muhasara ettiler. İslam davetçileri kendilerinin savaşma niyetinde olmadıklarını, Rasulullahın elçileri olduklarını söyledilerse de dinletemediler. Kılıçtan başka silahı olmayan müminler, kendilerinden kat kat fazla olan düşmanlarıyla kanlarının son damlasına varıncaya kadar savaştılar ve şehit oldular. Amir b. Füheyre de bu şehitlerin arasındaydı. O, kendini öldürmek isteyen Cebbar b. Sülmayı İslama davet etmiş, Cebbar ise mızrağıyla ona saldırmıştı. Cebbarın mızrağı Amirin sırtından girip göğsünden çıktı. Amir son nefesini verirken: ‘’Kabenin Rabbine andolsun ki kazandım’’ dedi. Cebbar bunu anlayamadı. Adamı öldüren kendisiydi ve o kazanmıştı. Bu adam neyi kazandığını söylüyordu. Ölen kazanır mıydı? Kafası karıştı, günler ve geceler boyu Amirin sözlerini düşündü. Araştırdı, sordu ve Cennetin var olduğunu, Amirin de Cennete gittiğini öğrendi. Cebbar Müslüman oldu. İslam davetçisi son nefesinde dahi bir kimsenin hidayetine vesile olmuş, şehid, bir aleme daha can vermişti. [4] Amir b Füheyreyi şehit eden Cebbar ve Müslümanları katleden ordunun komutanı Amir b Tufeyl, Amirin cesedinin göklere yükseldiğini ve daha sonra yeniden yere indirildiğini bizzat gördüklerini ifade etmişlerdir. [5] Allah Rasülünün hicret arkadaşı, katibi, talebesi, cihad meydanlarındaki mücahidi Amir b Füheyre şehit olduğunda henüz kırk yaşındaydı. Efendimiz, O ve arkadaşlarının şehadetine üzüldüğü kadar hiçbir şey için üzülmedi.[6]Amir b. Füheyre ve kahraman arkadaşlarının uğrunda şehid düştüğü Rabbimizin rızası için yaşamak ümidiyle. Allah tüm şehitlerimizden razı olsun ve onların makamını yüce eylesin. Amin. Mutlu BİNİCİ | |
|
15 Ağustos 2008, 12:36 | #2 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: ASHAB-I KiRAM Kabe’nin Rabbine And Olsun ki Kazandım (Amir b. Füheyre) 1 İnsanlık tarihinde kapkara bir lekedir kölelik. En güzel bir surette yaratılıp, yeryüzünün halifesi olmakla şereflenen insanın her şeyiyle bir başkasının malı olması… Hiçbir hakları olmayan, en ağır şartlarda, omuzlarına tahammülü imkansız yükler konulan ve insan dahi sayılmayan ‘’şey’’lerdir köleler. Duyguları, düşünceleri, istekleri olmayan, sadece ve sadece efendilerine hizmet etmek için yaratıldıklarını zanneden, hayvanlar kadar dahi değer görmeyen varlıklar. Sırtında şaklayan kırbaçlar, günlerce süren açlıklar, içi fare dolu karanlık zindanlar ve ellerine, ayaklarına, duygularına vurulmuş prangalarla köleler. Acımasızca dövülen, en ağır hakaretlere uğrayan, iğrenç işlere koşturulan, ama yine de itaat eden, isyan etmeyi, haklarını aramayı akıllarından dahi geçirmeyen zavallı insanlar. Yeryüzünün her köşesinde sahte tanrılar ve o sahte tanrılara sunulmuş çaresiz kurbanlar… Cebi şişkin, ensesi kalın efendiler ve efendilerinin vahşi zevklerini yerine getirmeye hazır; hizmetçiler, cariyeler, köleler… Amir b. Füheyre bu kölelerden sadece birisiydi. Efendisinin sürüleri arasında ömrünü tüketmeye mahkum edilen, bugünün de hakkı yarının da ümidi olmayan, ölümüyle yok olacak, adı sanı kalmayacak sıradan bir köleydi. O hürriyetin tadını alamamış, ne olduğunu bilmediği, hissedemediği özgürlük onun için ya şarkılarda duyduğu bir kelime ya da masallarda anlatılan kuru bir hayal olmuştu. Amir b. Füheyre, hayatının anlamını yitirdiği, umutlarının çürümeye yüz tuttuğu bir sırada İslamın yüce peygamberiyle karşılaştı. İslam davetinin henüz ilk günleriydi. Efendimiz güvendiği kimseleri İslama çağırıyor, tebliğini gizli bir şekilde yürütüyordu. Mekke’nin her evinde İslam konuşuluyor, Kureyşliler bu yeni dinden kin ve nefretle söz ediyorlardı. Zira bu din, atalarından miras kalan ve zulüm üzerine inşa edilen hayat anlayışlarını, Kabe’nin içine ve çevresine doldurulan sahte tanrılarını tehdit ediyordu. İnsanları bir tarağın dişleri gibi eşit gören, köleyle efendiye aynı safta namaz kıldırmak isteyen bu din yok edilmeli, kimse müslüman olmamalı, Allah resulü yapayalnız kalmalıydı. O günlerde yapılacak en tehlikeli şey herhalde müslüman olmaktı. Bırakın Müslüman olmayı, İslam peygamberiyle konuşmak, onunla birlikte görülmek dahi büyük cesaret gerektiriyordu. Bütün tehlikeleri göze alarak Müslüman olan ve Efendimize destek olan yalnızca bir avuç yiğit vardı. es-Sabikun el-Evvelun[FONT='Calibri','sans-serif'][1][/font]denilen bu ilk Müslümanlar yeryüzünün en cesur insanları, en yüce kahramanlarıydı. Bu kahramanlardan birisi olan Amir b. Füheyre Müslüman olduğunda henüz yirmi üç yaşındaydı. Yirmi üç yaşındaki genç bir kölenin Müslüman olması, Kureyşin ilahlarını hiçe sayması, efendisine isyan etmesi; göz ardı edilemeyecek, affedilemez bir suçtu. Hani firavun kendisinden izin almadan Müslüman olan sihirbazları nasıl işkencelerle öldürdüyse, Amir de cezalandırılmalı, yaşadığına bin pişman olmalıydı. Onun bedenine sahip olanlar ruhuna da, duygularına da hakim olduklarını düşünüyorlardı. Amir, efendisi gibi düşünmeli, efendisi gibi inanmalı, efendisinin doğrularını sorgulamadan kabul etmeliydi. Şayet bir köle efendisine itiraz ediyorsa ya da efendisinden izinsiz bir şeyler yapıyorsa derhal terbiye edilmeliydi. Genç Amir, Müslüman olmakla dünyalara meydan okumuş, acılar içinde öldürülmeyi göze almıştı. Batha vadisi işkence altındaki Müslümanların feryatları ve onlara zulmeden müşriklerin tehditleriyle doluyordu. Güneşin tepeye çıktığı bir saatte, ateş gibi yanan taşların üzerinde yirmi üç yaşında bir genç elleri ayakları bağlanmış kırbaçlanıyor, sıcaktan yanmış bir zırhın içerisinde vücudu yakılıyor ya da gece gündüz aç susuz bir halde çölde bırakılıyordu. Kim daha güçlüydü? Amir’in efendileri mi yoksa bir olduğuna iman ettiği Rabbi mi? Amir Allah diyor, dedikçe dayak yiyordu. Efendileri onu bayıltıncaya, ne söylediğini bilemeyinceye kadar dövüyorlardı. Kureyş liderleri, Amir ve Bilalin boynuna ipler takıyor, ipin ucunu çocukların ve serserilerin eline veriyorlardı. Amir ve Bilal Mekke sokaklarında sürükleniyor, vücutları kanlara boyanıyordu. Fakat tüm bu yapılanlar onları davalarından vazgeçiremiyor; onlar suratlarına tükürenlere, kendilerini taşlayanlara son güçleriyle şunu haykırıyorlardı: ‘’ Biz, Lat ve Uzza’yı reddediyoruz. Buvane’yi reddediyoruz.’’Hakaretler, tehditler ve işkenceler Amir’i dininden döndüremedi. Seyredenleri dahi dehşete düşüren ezalar, onun imanını güçlendirdi sadece. Düne kadar kayıtsız şartsız bütün emirlerini yerine getirdiği sahipleri, onun bu durumunu bir türlü anlayamadı. Bir insan bunca eziyete nasıl katlanır, neye ve kime güvenerek kazanamayacağı bir savaşa girerdi? Kureyşin önde gelenleri her ne olursa olsun bu savaşı kazanacaklarını düşünüyorlardı. Ancak bu kölelerin dinlerinden dönmeyişleri onları çılgına çeviriyordu. Şayet onları öldürseler; onlar kahraman, kendileri ise kaybetmiş olacaklardı. İşte bu düşünceyle işkencenin dozunu her gün biraz daha arttırıyorlardı. Amir ve arkadaşları Allah yolunda türlü eza ve cefaya maruz kalırken, İslamın yüce kahramanı Hz. Ebu Bekir onları kurtarabilmek için çareler arıyordu. Ömrü boyunca bin bir zahmetle, gurbet diyarlardaki panayırlarda, elde ettiği tüm servetini, onları kurtarmak için harcamaya karar verdi. Amir’in efendisi Tufeyl b Abdullah’a gitti ve Amiri satın aldı. Ayrıca Hz Bilal’i, Ebu Fükeyhe’yi ,işkence altındaki hanım sahabilerden Hz Lübeyneyi, Hz Nehdiyye ve kızını, Hz Zinnire ve kızı Ümmü Ubeysi de zalim efendilerinden satın alarak hürriyetlerine kavuşturdu.Büyük bir servet harcayarak müminleri baskıdan kurtaran ve onları azad eden Hz Ebu Bekir’i, ailesi dahil kimse anlayamadı. Akrabası dahi olmayan bu zayıf köleleri, derilerinin rengi sebebiyle değersiz görülen zavallı insanları kurtarmakla eline ne geçecekti? Hz.Ebu Bekir bu soruyu soran babasına şöyle cevap verdi:’’Ben sadece Rabbimin rızasını kazanmak istiyorum.’’ Kur’an-ı Kerim, Rabbinin, Ebu Bekirden razı olduğunu ve Ebu Bekiri de razı edeceğini müjdeledi. Cennete gitmek için sarp bir yokuşun tırmanılması gerekiyordu. O yokuşun tırmanılması ise kula kul edilmiş insanların özgürlüğü için mücadele vermekle mümkündü.Hz Ebu Bekir bu mücadelenin önderi Efendimizin en yakın dostu ve en büyük yardımcısıydı. Artık Amir, Bilal ve diğerleri, Ebu Bekir ailesinin saygıdeğer birer ferdi olmuşlardı. Alemlerin Rabbi, Rasulüne omuz veren, rızasını kazanmak için dünyasından vazgeçen kullarını yalnız bırakmıyor, onlara hayal dahi edemeyecekleri eşsiz mükafatlar sunuyordu. İşte Amir b. Füheyre, Efendimiz aleyhisselamla birlikte hicretin planlarını yapıyor, tarihin en muhteşem seyahatinde Peygambere yoldaş oluyordu. Allah Rasulü ve Hz Ebu Bekir hicret için yola çıkmış ve Sevr mağarasına gelmişlerdi. Mekkeliler her yerde onları arıyor, evlere baskın düzenliyor, onları canlı ya da ölü getirenlere servetler vaad ediyorlardı. Efendimiz Sevr mağarasında üç gün kaldı. Bu süre içerisinde, Hz Ebu Bekirin oğlu Abdullah Mekkede olup bitenleri, akşam olduğunda Peygamberimize haber veriyor, gece yarısı olduğunda mağarayı terk ediyordu. Amir b Füheyre ise koyunlarını o çevrede otlatıyor, gece Efendimiz ve Ebu Bekire yemek hazırlıyor, sonrada sürüsüyle, Abdulahın ayak izlerini yok ediyordu. Üç gün bitip, ortalık bir nebze yatıştığında Peygamber Efendimiz, Hz Ebu Bekir ve kılavuzları Abdullah b Ureykıt Medineye doğru mukaddes yolculuğa çıktılar. Amir b Füheyre ne mi oldu? Rasulullah onu yalnız bırakır mı hiç? Amiri , dostu Ebu Bekirle aynı deveye bindirerek Medineye götürdü. Siz hiç Peygamberimizi gördünüz mü? Onunla bir saat baş başa sohbet ettiniz mi? Onunla birlikteyken ölümle burun buruna geldiniz mi? Peki siz Peygamberin elinden süt içtiniz mi, mucize gördünüz mü hiç? Peygamber seksen kişiyi İslama davet ederken siz orada mıydınız? Amir b. Füheyre hicret yollarında tam bir hafta boyunca Rasulün hemen yanıbaşındaydı. Süraka b. Malik yüz develik ödülü hak etmek için Efendimizin peşine düştüğünde Amir b Füheyre, Nebiyi korumak için onu gözetliyor, Süraka ile savaşmak için emir bekliyordu. Sürakanın atının ayakları kumlara saplandığında, Süraka, Nebiyi öldüremeyeceğini, Onun Allahın rasulü olduğunu anlayıp da özür dilediğinde, Amir olanları sevinçle izliyordu. Süraka az evvel öldürmek istediği Peygamberden, ileride kullanmak üzere bir himaye yazısı istediğinde, Efendimiz onu kırmıyor, Amir bir deri parçasına Sürakanın istediği yazıyı yazıyordu. Hicret yolcuları şiddetli sıcak altında yorulup mola vermek istediklerinde, Ümmü Mabed adlı bir kadının çadırına misafir oldular. Yiyecek hiçbir şey bulamadıklarında sütü kesilmiş bir koyun gördüler. Efendimizin sağdığı koyunun sütünü Efendimizin eliyle içtiler.Büreyde b Husayb ve seksen arkadaşı Peygamberimizin karşısına çıktığında Amir de oradaydı. Akşam vakti olup namaz kılınırken o seksen kişide namaza duruyordu. Bir adım ötede karşılarına neyin çıkacağını bilemedikleri, ölümün hemen yanı başlarında kol gezdiği, sıkıntı ve eziyetlerle dolu ama Amir için bir o kadar da zevkli olan yolculuk sona eriyor, karşıdan Medinenin Kuba kasabası gözüküyor, Amir b Füheyre için yepyeni bir hayat başlıyordu. Mutlu Binici |
|
15 Ağustos 2008, 12:39 | #3 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: ASHAB-I KiRAM Ebu Süfyan b. Haris el-Haşimi 2 Mekkeliler, Müslümanlarla yaptıkları Hudeybiye Antlaşmasını bozmuşlar, Peygamberimizin müttefiki olan Huzaa kabilesinden pek çok kişiyi acımasızca öldürmüşlerdi. Müslümanların bu vahşete seyirci kalmayacakları biliniyor, İslam ordularının pek yakında Mekke’yi fethedeceği kulaktan kulağa yayılıyordu. Ebu Süfyan yolun sonuna geldiğini görüyor, ama ne yapacağını bilemiyordu. Lat, Uzza ve diğer putlar eski büyüsünü kaybetmiş, sıradan bir taştan farksız hale gelmişlerdi. En sevdiği insanları terk etmesinin ve onlarla yaptığı amansız mücadelenin sebebi, bu taşlar mıydı? Sürekli peşinden gittiği büyükleri, hiç düşünmeden kayıtsız şartsız itaat ettiği önderleri neredeydi? Ebu Cehil, Utbe, Velid, Ümeyye ve diğerleri, hepsi toprak olmuştu. Bir sözünü iki etmediği fikir babası, Haşimoğullarının bedbaht efendisi olan amcası Ebu Leheb ne kadar da feci bir şekilde can vermişti. Amcasının kokmuş cesedine günlerce yaklaşamamış, en sonunda uzun sırıklarla bir çukura yuvarlamışlardı.[1] Atalarından ve ilahlarından hayır görmeyen Ebu Süfyan, İslamın hak din, Hz. Muhammedin(s.a.s) de gerçek bir peygamber olduğunu nihayet anlamıştı. Keşke yirmi sene evvel müslüman olsaydı, ama çok geçti. Artık müslüman olamazdı. Hz. Muhammed(s.a.s), şehri ele geçirdiğinde onu yakalatacak ve yirmi yıllık düşmanlığına karşı idam edecekti. Evine gitti, ailesini toplayarak verdiği kararı açıkladı: ‘’Hazırlanın, yola çıkıyoruz. Müslümanlar gelmek üzere. Eğer beni yakalarlarsa kesinlikle öldürürler.’’ Kocasının çaresizliğini gören hanımı yalvarmaya başladı: ‘’Canım sana feda olsun. Tüm insanların müslüman olduğunu görüyor, hala Muhammed’e(s.a.s) düşmanlık mı etmeye çalışıyorsun? Oysa ki Ona yardım etmek herkesten çok sana düşerdi. Ona ilk inanan ve ilk yardım eden sen olmalıydın.’’ Hanımının bu sözleri, Ebu Süfyanın içindeki karmaşayı, dinmeyen fırtınayı sona erdirdi. Yüreğindeki putları, yıkılmaz duvarları yerle bir etti. Ebu Süfyan, oğluyla birlikte Medineye, müslüman olmaya gidiyordu. O, Medineye giderken, Medine Mekkeye, Mekkeyi teslim almaya geliyordu. İslam ordusunun öncü birliklerini gördü. Duyduklarından dehşete kapıldı. Yakalandığı yerde idam edileceği söyleniyordu. Tanınmamak için kılığını değiştirdi. Yüzünü gözünü örttü. Saklanmaya başladı. Askerler onu görmeden o, Rasulullaha (s.a.s)ulaşmalı ve kendisini affettirmeliydi. Oğlu Cafer’in elinden tutup bir mil kadar yürüdü. Sabah olduğunda Peygamberimizin(s.a.s) ordugahına ulaştı. Karargahı izlemeye başladı. Nihayet Efendimizi(s.a.s) gördü. Derhal koşup karşısına çıktı ve yüzündeki örtüyü açtı. Allah Rasulü(s.a.s ) ona baktı ve yüzünü çevirdi. Ebu Süfyan hemen Rasulün baktığı tarafa geçti, ama Efendimiz yine yüzünü çevirdi. Ne kadar uğraştıysa da, peygamber onun yüzüne bakmadı. Bir anda hayat durdu, dünya daraldı. Ebu Süfyan o an ölmek istedi. Keşke yıllar önce ölseydi de bunları yaşamasaydı. Allah Rasulünün iyiliğini, merhametini ve kendisine olan yakınlığını düşünmüş, bağışlanacağını ummuştu. Onun müslüman oluşu, hem peygamberi hem de müminleri sevindirecekti. Bir zamanlar kardeşiyle yaşadıklarını, aralarındaki sevgiyi düşünüyor, şu an düştüğü duruma eyvah ediyordu. Efendimizin yüz çevirdiği bir kimseye, Ashabı Kiramın kucak açması beklenemezdi. Hz. Ebu Bekir, onun yüzüne dahi bakmadı. Ömer b. Hattab’ın yanına gitti. Hz. Ömer onu görünce:’’ Ey Allahın düşmanı! Rasulullaha ve arkadaşlarına işkence eden adam. Sen Allah Rasulüne olan düşmanlığını doğudan batıya, bütün dünyaya ulaştıran kişi değil misin.’’diye bağırdı.2][FONT='Times New Roman','serif'] Amcası Abbas’ı gördü. Ümitleri yeniden filizlendi: ‘’Amcacığım! Rasulullahla olan akrabalığım ve asaletim sebebiyle, müslüman oluşumun herkesi sevindireceğini sanmıştım. Ancak kimse yüzüme bakmıyor. Ne olur, Onunla konuş da beni affetsin.’’dedi. Hz. Abbas’ın cevabı, üzüntüsünü bir kat daha artırdı: ‘’Hayır,Vallahi Onun senden yüz çevirdiğini gördükten sonra, bir tek kelime dahi konuşamam. Rasulullahı öfkelendirmekten korkarım.’’ Son çare olarak Hz. Ali’nin yanına gitti. Ama onun sözleri de yarasına merhem olmadı. Yüreği Allah ve Rasulünün sevgisiyle dopdolu Medineli Müslümanlar, yüzüne nefretle bakıyor, bazıları ise hakaretler yağdırıyordu. Allahım! Bu ne zorlu bir gündü. Ebu Süfyan bu haldeyken, Abdullah b. Ebi Ümeyye de ona yetişmiş, Efendimizle görüşmek için birlikte fırsat kollamaya başlamışlardı. Hani gökten dört melek inse ve Hz. Muhammedin(s.a.s) peygamber olduğuna şahitlik etse, o yine de inanmayacaktı, ne olmuştu?[3]Ebu Süfyan ve Abdullah İslam ordusuyla birlikte hareket ediyorlar, Nebinin affına mazhar olmayı ümit ediyor ama kimseden yüz bulamıyorlardı. Onlar bu durumdayken Müminlerin annesi Ümmü Seleme, Efendimiz aleyhisselama ricada bulundu: ‘’Ya Rasulallah! Bunlardan biri amcanın oğlu ve sütkardeşindir. Diğeri de halanın oğludur. Onlar Müslüman olmak üzere geldiler. Sen onlardan daha ağır suçlar işleyenleri affetmiştin, onları da bağışla. ‘’ Efendimiz: ‘’Amcamın oğlu benim haysiyet ve şerefimi sözleriyle lekelemek istedi. Halamın oğlu da Mekke’de bana söylenmemesi gereken ağır sözler söyledi. Bana onların ikisi de gerekmez.’’dedi.[4] Bu sözleri duyunca, dünyalar Ebu Süfyanın başına yıkıldı. Bütün ümidini kaybetti. Gözleri yaşlı bir şekilde konuştu: ‘‘Ben de oğlumla birlikte şu çöle gider, açlık ve susuzluktan ölünceye kadar orada kalırım.’’ Sonra belki de oğlunun elinden tutup göz yaşları içerisinde uçsuz bucaksız çöle doğru yürümeye başladı. Ama hani insan gidiyorum der ve kapıya yönelir de ardından bir ses duymak isterdi ya, işte o da öylece yürüdü. Sonra bir ses duydu: Dur gitme, diye. Durdu. Geri döndü. Alemlere rahmet olan sevgilinin ay gibi parlayan nurlu yüzünü gördü. Koştu ve müslüman oldu.[5][FONT='Times New Roman','serif'] Allah ona rahmet etsin. Ebu Süfyan yirmi yıl boyunca okuduğu hakaret dolu şiirler ve yaptığı zulümlerin utancıyla başını kaldırıp da bir kez bile Efendimizin yüzüne bakamadı.[6]Uzun yıllar boyu pek çok hayırdan mahrum kalmış; Bedir’in, Uhud’un ve diğer seferlerin sevabını alamamıştı. Ama ilk fırsatta kendisini gösterecek, imanındaki samimiyeti herkese ispat edecekti. Yüce Rabbimiz ona bu fırsatı Huneyn savaşında nasib etti. Huneyn vadisinde müslümanlar ani bir saldırıya maruz kalmış ve bozguna uğramışlardı. Binlerce müslüman panik içerisinde kaçıyor, savaş alanını terk etmeye çalışıyordu. Allah Rasulü, askerlerini toparlamak istiyor, ancak dağılmalarına mani olamıyordu. Bu haldeyken dahi katırını ileriye doğru sürüyor: ‘’Ey Allahın kulları nereye gidiyorsunuz, bana geliniz. Ben Allahın Rasulüyüm. Ben Abdullahın oğlu Muhammedim. Ey muhacirler, ey ensar! Bana doğru gelin’’ diyor, sahabiler ise onu duymuyordu. Efendimizin yanında bir avuç müslüman kalmıştı. Rasulullah düşmanın ortasına korkusuzca dalıyor, Ebu Süfyan hayvanın üzengisini tutup ilerlemesini engellemeye, Rasulün, düşmanın ortasında yalnız kalmasına engel olmaya çabalıyordu. Efendimiz, bir ara yanındakilere: -Kim bu, diye sorduğunda, Ebu Süfyan:- Ben senin kardeşinim Ya Rasulallah, dedi.[7][FONT='Times New Roman','serif'] Allah Rasulü ordusunu toplamaya çalışıyor, Hz Abbas, sahabileri Rasulün yanında savaşmaya davet ediyor, müslümanlar akın akın Efendimizin yanına koşuyorlardı. Ebu Süfyan atından inmiş Rasulullahın önünde savaşıyor, kılıcının kınını kırmış düşmana saldırıyor, şehit olmayı; Allah yolunda can vermeyi ve bu şekilde acı geçmişinden kurtulmayı istiyordu. Allah Rasulü savaşın ortasında ona baktı. Hz Abbas : Ya Rasulallah! Kardeşin ve amcanın oğlu Ebu Süfyanı bağişla, dedi. Sevgili Peygamberimiz: Allah onun bütün düşmanlıklarını bağışlasın, buyurdu. Ebu Süfyan, Efendimizin üzengideki ayağını öptü. Peygamberimiz ona baktı ve: -Kardeşim, dedi.[8]Kardeşinin amcası Hz. Hamzanın yerine geçtiğini[9]ve cennet gençlerinin efendisi olduğunu söyledi.[10]Ebu Süfyan, bu sözlerle yeryüzünün en bahtiyar insanı oldu. Sahabiler savaş meydanına dönüyor, Peygamberlerini yalnız bırakmıyorlardı. Ordunun en önündeki en cesur asker; yani yüce peygamber:’’ Ben Abdülmuttalibin oğluyum. Ben Allahın Rasulüyüm. Şimdi tandır tutuştu, şimdi savaş kızıştı’’, diye haykırıyordu.[11][FONT='Times New Roman','serif'] O gün Müslümanlar büyük bir zafer kazandı. Ama en büyük kazanç Ebu Süfyana ait oldu. O sevgili kardeşine yeniden kavuşmuştu. Allah Rasulü vefat ettiğinde, Ashabı Kiram tarifi mümkün olmayan bir acıyı yaşadı. Ancak Ebu Süfyanın duyduğu ızdırap bambaşka oldu. Müslüman olduktan sonra kısa bir süre birlikte olduğu kardeşini kaybettiğinde, hayatta bir tek yavrusu olan, onu da gözlerinin önünde kaybeden bir kimse gibi acı çekti. Kureyşin meşhur şairi okuduğu şiir ve mersiyelerle, yaşadığı büyük acıyı anlattı. Hz. Ömer’in halife olduğu günlerdi. Ebu Süfyan rahatsızlandı. Vefat edeceğini hissetti ve mezarını kendisi kazdı.[12]Ruhunu teslim etmeden önce ailesini topladı ve onlara: ‘’Arkamdan ağlamayın. Ben müslüman olduktan sonra hiç günah işlemedim’’, dedi.[13]Haşimoğullarının Ebu Süfyanı tertemiz bir şekilde sevdiklerine ve Rabbine kavuştu. Allah, Ebu Süfyan b. Haris’ten razı olsun ve bizleri onu örnek alan kimselerden eylesin. [/FONT][/FONT][/FONT][/FONT] |
|
15 Ağustos 2008, 12:39 | #4 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: ASHAB-I KiRAM Ebu Süfyan b. Haris el-Haşimi Allah Rasulüyle akraba olmak, onunla arkadaşlık etmek, çocukluk ve gençlik yıllarını onunla yaşamak Rasulullah’a kardeş olmak; müminlerin hayal dahi edemeyecekleri ne güzel nimetlerdir. Efendimiz(s.a.s)'i rüyasında görmeyi büyük bir lütuf olarak düşünen, en güzel günlerini onun yaşadığı yerlerde geçirdiğini ifade eden, onun mezarının başında gözyaşı döken bir müslüman için yukarıda zikrettiğimiz nimetlerden sadece bir tanesine bile sahip olmak; saadetlerin en büyüğüdür. Ebu Süfyan b.Haris bu nimetlerin tamamına sahip olmuş çok bahtiyar bir kimsedir. O, Efendimiz(s.a.s)'in en büyük amcası Haris’in oğluydu[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]. Peygamberimiz ile aynı yıl doğmuş, Efendimiz(s.a.s)'le birlikte Hz.Halime onu da emzirmişti. O, Rasulullah’ın süt kardeşiydi. [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]Çocukluğunu, gençliğini ve olgunluk yıllarını Efendimiz(s.a.s)'le birlikte yaşamıştı. Kardeşi Muhammed(s.a.s)'i; arkadaşı, dostu ve can yoldaşı edinmişti. Peygamberimiz(s.a.s), insanları İslam’a davet ettiğinde, ona ilk iman etmesi gereken ve ona destek olması beklenen Ebu Süfyan b. Haris’di. Hani Musa(a.s)'nın yanında Harun(a.s) nasılsa Muhammed(s.a.s)’in yanında o da öyle olmalı, firavunlara karşı onu yalnız bırakmamalıydı. Ne var ki Ebu Süfyan vefalı bir kardeş olmayı değil, Yusuf(a.s)’ı kuyuya atıp ondan kurtulmaya çalışan hayırsız kardeşlerden biri olmayı tercih etti. Yirmi yıl, evet tam yirmi yıl Peygamberimizle ve onun davasıyla mücadele etti. Kureyş’in kudretli şairi Kur’an’a, İslam’a, kardeşi Muhammed (a.s)’a amansızca saldırıyor, okuduğu şiirlerle nebiye ve ashabına hakaretler yağdırıyordu. Her gece ama her gece bıkmadan usanmadan peygamberin semtine gidiyor, onu rahatsız edecek bir şeyler yapmadıkça gözüne uyku girmiyordu.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Ebu Süfyan bu kin ve nefretinde yalnız değildi. Halasının oğlu Abdullah b.Ebu Ümeyye de en az onun kadar İslam’ın ve onun muazzez peygemberinin düşmanıydı. Bir akşamüstü bütün Mekkelilerin ortasında ayağa kalkmış ve Peygamberimize şunları söylemişti: “Gökyüzüne bir merdiven kursan, o merdivenle gözümün önünde göğe yükselsen, sonra dört melekle geri gelsen ve o melekler senin peygamberliğine şahitlik etseler, ben yine de sana inanmayacağım.”[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Allah Rasulünün en yakın akrabaları nasıl ona bu kadar düşman olabilirlerdi? Onlar bir Ebu Bekir(r.a) ya da bir Ali(r.a) olmalıydılar. Amcaları Hamza(r.a) müslüman olduğunda, bundan etkilenmeleri, durup düşünmeleri gerekmez miydi? Ama onlar için ne Hamza(r.a) ne de yeğenini her halükarda koruyan yaşlı Ebu Talib hiçbir şey ifade etmiyordu. Onların örneği, önderi ve fikir babası Ebu Leheb’den başkası değildi. Yıllar geçti Ebu Süfyan’ın görmek istemediği insanlar Mekke’den Medine’ye hicret ettiler. Onların doğup büyüdükleri yerleri, evlerini, ailelerini ve Allah’ın evini terk etmek zorunda kalmaları Ebu Süfyan’ın yüreğindeki nefreti yok edemedi. Adı konmamış bir kan davası vardı onun için. Yeryüzündeki son müslüman ölmeden o rahat edemezdi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te; müslümanlara zarar verilmesi mümkün olan her yerde ve en önde Rasulullah’a karşı savaştı. Kardeşi Ubeyde b. Haris(r.a), Bedir’de müslümanların safındaydı. Amcası Hamza(r.a) ve amcaoğlu Ali(r.a) ile birlikte olması gereken yerde; Rasulullah’ın yanındaydı. O, Bedr’in ilk şehidi, Haşimoğullarının cennete giden ilk yiğidiydi.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Hz.Ubeyde’nin şehadeti Ebu Süfyan’ı hiç ilgilendirmedi. Amcası Ebu Leheb’in huzurunda Bedir yenilgisini anlatırken; kır atlı, ak benizli adamlardan bahsetti:”Onları müslümanlar değil, bu adamlar mağlup etmişti.”[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Kır atlı ve ak benizlilerin melekler olduğunu pekâlâ biliyor, meleklerin desteklediği bir insanı yenemeyeceklerini bir türlü anlayamıyordu. Mekkeliler Bedir’de ölen liderlerinin, atalarının ve akrabalarının intikamını almak üzere Uhud’a geldiklerinde aralarında Ebu Süfyan b. Haris de vardı. O, kimin kanını kimden istiyor, kimleri hangi sebeple öldürmesi gerektiğini biliyor muydu? Savaş bitip de insanlar Hz. Hamza’nın vücudunu parçalayıp, ciğerini çıkarttıklarında, parmaklarını burnunu ve kulaklarını doğradıklarında Ebu Süfyan ne yapıyordu? Ne yapıyorsunuz, amcamın cesedini rahat bırakın, demesi gerekmiyor muydu? Sıradan bir kimsenin değil, öz amcasının cesedine reva görülen bu vahşi muameleye neden itiraz etmiyordu? Hendek’in öte yanında Medine vardı. Medine’de onun kardeşi vardı. Kardeşini, kardeşinin çocuklarını, torunlarını yok etmek için koca bir dünyayı toplayıp getirmenin, o bedbaht ordunun bir parçası olmanın ne anlamı vardı? Mekkelilerin ve onların işbirlikçilerinin yaptıkları tüm saldırılardan müslümanlar zaferle çıkıyor, İslam her geçen gün yayılıyor, Kureyş’in gücü giderek azalıyordu. Artık sadece Mekke ve Medine’de değil, Arap yarımadasının dışında, Bizans saraylarında dahi Hz. Muhammed(s.a.s) konuşuluyordu. Ebu Süfyan olup bitenleri görüyor, korkuyor, ne yapacağını bilemiyordu. Yakın bir zamanda Mekke müslümanların olacaktı. Belki de rüyalarında güçlü tanrısı Hübel’in yıkıldığını görüyor, dehşete kapılıyor, gözüne uyku girmiyordu. Bir şeyler yapmalıydı. İslam Mekke’ye girmeden, o, Mekke’yi terk etmeli ve peygamberin gelemeyeceği bir yere gitmeliydi… Devami gelicek.. |
|
Etiketler |
ashabi, kiram |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Rüyada Ashab-ı Kiram Görmek | CyBeR | Rüya Tabirleri | 1 | 24 Şubat 2022 19:05 |
Ashab-ı Kiram'ın (Sahabelerin) Namazı | Amelia | İslamiyet | 0 | 03 Haziran 2014 19:03 |
Eshab-i Kiram İsimleri.(Ashab-i Kiram) Sahabeler... | Sevda | İslamiyet | 0 | 28 Nisan 2013 01:24 |
Ashab-ı Kiram fikirlerini çekinmeden söylerdi... | Kalemzede | İslam Alimleri | 0 | 06 Ağustos 2011 02:24 |
Bir Cümle Ile Ashab-i Kiram... | Kalemzede | İslam Alimleri | 0 | 03 Ağustos 2011 01:44 |