IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  digitalpanel

Etiketlenen Kullanıcılar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 29 Haziran 2011, 19:22   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Blue -Mavi - Derek Jarman




BİYOGRAFİ

Sahne tasarımcısı, ressam ve yönetmen Michael Derek Jarman 31 Ocak 1942’de Middle***’de dünyaya geldi. Annesi Harrow Art School’da öğrenim görmüş bir moda tasarımcısıydı. Babası, Royal Air Force’da (RAF) subaydı.
Derek Jarman’ın sinemayla ilk ilişkisi 1947’de gördüğü ‘The Wizard of Oz’ (Oz Büyücüsü) filmiyle olmuştur. Film, çocukluğunda en etkilendiği film olup yetişkinliğinde de en sevdiği film olmayı sürdürmüş.
50’li yıllarda Jarman Air Force garnizonlarında ve yatılı okullarda büyüdü.
Derek Jarman 1960-63 yılları arasında Kings College’de İngiliz edebiyatı, tarih ve sanat tarihi eğitimi, oradan mezun olduktan sonra da 1963-67 arası Slade School of Fine Arts’da resim eğitimi gördü. 1964’de babaevini terk edip Londra’da yaşamaya başladı. Aynı yıl bir A.B.D. seyahati yaptı.
1967’de Peter Stuyvesant resim ödülünü kazandı, resimleri Çağdaş Genç Ressamlar sergisine alındı. Kostüm ve sahne tasarımına olan ilgisi onu Royal Balet prodüksiyonları ve diğer tiyatro, opera ve bale temsilleri için tasarımlar yapmaya götürdü.
Jarman sinema kariyerine 1970’de Ken Russell’ın ‘The Devils’ (Şeytanlar) filmi için çevre düzeni yaparak başladı.
İlk uzun metrajlı filmi ‘Sebastiane’ı 1975’de yaptı. Bunu izleyen uzun metrajlı filmleri ‘Jubilee’ ve ‘The Tempest’ (Fırtına) Cannes’da gösterildi.
Jarman sahne tasarımcılığını da bırakmadı. Çalışmalarını London Contemporary Dance Company ile sürdürerek Floransa’da gerçekleştirilen bir ‘The Rakers Progress’ (Stravinsky) prodüksiyonunun dekorlarını yaptı.
1980’den itibaren sinema üzerinde yoğunlaştı. Aynı yıl birçok kısa metrajlı film çekti ve şarkıcı Marianne Faithful’ın ‘Broken English’ şarkısı için ilk video kliplerden birini gerçekleştirdi. Bunları Marc Almond, The Smiths, Bob Geldof ve Pet Shop Boys için yaptığı klipler izledi.
1984’de Institute of Contemporary Arts’da bir Jarman retrospektif sergisi açıldı. Jarman, aynı yıl o zamanki S.S.C.B.’ye yapılan ortak bir gezinin esinlendirdiği ‘Imagining October’ (Ekimi Hayal Etmek) filmini çekti.
1986’da üzerinde yedi yıl boyunca çalıştığı ‘Caravaggio’ filmini gerçekleştirdi ve film Berlin Film Festivalindeki prömiyerinde büyük ilgiyle karşılandı.
1985’de ‘en zor, aynı zamanda da en gönlüme yakın filmim’, dediği ‘The Angelic Conversation’ (Melek Konuşmaları) ortaya çıktı.
1987’de ‘Last of England’ film ve kitap olarak ortaya çıktı. Film Thatcher İngilteresine yöneltilmiş ağır bir eleştiriydi ve tepkilerle karşılandı.
1988’de Benjamin Britten’in ‘War Requiem’ini (Savaş Requiemi) sinemaya aktardı. Filmde Laurence Olivier yaşamının son rolünü canlandırdı.
1990’da Jarman’ın güncelerinden oluşan ve aynı zamanda AIDS’e karşı verdiği kişisel savaşımın da belgesi niteliğindeki kitabı ‘Modern Nature’ (Modern Doğa) yayınlandı. Kitap bir anlamda ‘The Garden’ (Bahçe) filmine de kaynaklık etti.
1991’de parlak ve kuraldışı bir Christopher Marlowe uyarlaması olan ‘Edward II’de (II. Edward) gene çağdaş sorunları konu etti. Baştan bir televizyon filmi olarak planlanan ‘Wittgenstein’ ise bir sinema filmi olarak 1992’de perdeye yansıdı.
1993 Venedik Bienalinde Jarman son filmi ‘Blue’yu sunar ve film büyük ilgiyle karşılanır. Edinburgh, New York ve Rotterdam festivalleri bunu izler.
Derek Jarman 1994’de öldü.
BLUE
Derek Jarman
Türkçesi: Meltem Ahıska
Klavye zahmeti: Aylin Şapma
Çocuğa, aç gözlerini dersin
Gözlerini açınca ve ışığı görünce
Bağırtırsın. Dersin ki
Ey Mavi çık dışarı
Ey Mavi doğ
Ey Mavi yüksel
Ey Mavi gel içeri
Genç Boşnak mültecilerin servis yaptığı bu kahvede birkaç arkadaşımla oturmuş kahve içiyorum. Savaş gazetelerin üzerinden ve Saray Bosna’nın harap sokaklarının içinden geçerek bütün şiddetiyle kasıp kavuruyor.
Tanya, ‘Giysilerinin önünü arkasına, içini dışına giymişsin,’ dedi. Orada sadece ikimiz olduğu için hemen oracıkta çıkartıp düzgün olarak yeniden giydim. Henüz kapılar açılmadan burada olurum hep.
Ölümü ya da yaşamı ilgilendiren her ne varsa içimde işleyip durmaktayken ve faaliyetteyken dış dünyadan bunca habere ne gerek var?
Kaldırımdan aşağı adım atıyorum ve bir bisikletli neredeyse beni yere deviriyor. Karanlığın içinden uçup gelerek neredeyse beni ikiye biçecekti.
Mavi bir dehşete adım atıyorum.
St. Bartholomew Hastanesi’ndeki doktor retinamda –gözbebekleri güzelavratotu damlaları ile büyütülmüşken- yaralar gördüğünü sandı, fener gözlerimin içinde iğrenç, kör edici bir ışıkla parladı.
Sola bak
Aşağıya bak
Yukarıya bak
Sağa bak
Gözlerimde mavi çakımlar.
Mavi sinek vızlıyor
Tembel günler
Gökmavi kelebek
İki yana sallanıyor peygamberçiçeğinin üstünde
Yükselen mavi sıcaklığın
İçinden kendinde geçmiş
Blues söylüyor
Pes perdeden, ağır ağır
Kalbimin mavisi
Düşlerimin mavisi
Ağır aksak mavi aşk
Hezaren günlerinden
Mavi insanın içinde yıkandığı evrensel aşktır – yeryüzü cennetidir.
Plaj boyunca uluyan bir fırtınanın içinde yürüyorum-
Bir yıl daha geçmekte
Gürüldeyen sularda
Ölmüş arkadaşlarımın sesini duyuyorum
Aşk sonsuza dek süren hayattır.
Kalbimin anıları size dönüyor
David. Howard. Graham. Terry. Paul…
Ama ya bu şimdi
Dünyanın son gecesiyse
Batan güneşte aşkın soluyor
Ayışığında ölüyor
Doğamıyor yeniden
Şafağın ilk ışıklarında
Horozun ötüşüyle üç kere inkâr ediliyor
Sola bak
Aşağı bak
Yukarı bak
Sağa bak
Kamera flaşı
Atom parlaklığında
Fotoğraflar
CMV – yeşil bir ay sonra dünya mecentaya dönüyor
Retinam
Uzak bir gezegen
Oğlan Çocukları İçin Resimli Roman’dan
Kırmızı bir Merih
Sarı bir enfeksiyon
Kaynıyor köşesinde
Gezegene benziyor bu, dedim
Doktor da – ‘Aa.. bence
bir pizzayı andırıyor’, dedi.
Hastalığın en kötü yanı belirsizlik. Son altı yıldır bu senaryoyu her gün her dakika ileri geri oynadım durdum.
Mavi, insani sınırların ağırbaşlı coğrafyasını aşıyor.
Evdeyim ve kepenkler kapalı
H.B. Newcastle’dan döndü
Ama dışarı çıktı şimdi – çamaşır
Makinesi homurdanıp duruyor
Buzdolabı buzlarını eritiyor
Bunlar onun en sevdiği sesler.
Hastanede kalmak ya da iki günde bir gelip bir seruma takılmak seçenekleri sunuldu bana. Bir daha eskisi gibi göremeyeceğim.
Retina tahrip olmuş, ama eğer kanama durursa, görüşümden geriye ne kaldıysa o biraz daha iyileşebilirmiş. Görememe fikrini kabullenmem gerekiyor.
Eğer görüşümün yarısını kaybedersem görebildiklerimin de mi yarıya inecek?
Virus amansızca kol geziyor. Artık hiçbir arkadaşım yok ki, ölmüş ya da ölmekte olmasın. Mavi bir ayaz gibi yakaladı onları. İşteyken, sinemadayken, yürüyüşlerde ve de plajlarda. Kilisede diz çökmüşken, koşarken, uçarken, susarken ya da slogan atarken.
Gece terlemeleri ve şiş bezelerle başladı. Sonra yüzlerine siyah yaralar yayıldı – tüberküloz ve zatürreenin ciğerlerine, toksoplazmanın beyinlerine indirdiği balyoza karşı nefes almak için mücadele verirken. Refleksler karşıtı – tropikal ormanlardaki sarmaşıklar gibi başa yapışmış saçlardan ter boşandı. Sesler kaymaya başladı – ve sonra tamamen kayboldular. Kalemim fırtınada bir o yana bir bu yana savrularak kâğıdın üzerinde bu hikâyeyi kovaladı.
Duyarlılığın kanı mavidir
En mükemmel ifadesini bulmaya
Adıyorum kendimi
Gece, görüşüm biraz daha kötüleşti.
H.B. bana kan vermeyi önerdi
Ne varsa hepsini öldürür bu, diyor
DHPG’nin damlayışı
Ses titremesi gibi kanaryanın.
İçinde H.B.’nin belirip kaybolduğu bir gölgeyle birlikte dolaşıyorum. Sağ gözümün çevresindeki görüntüyü tümüyle kaybettim.
Ellerimi önüme doğru uzatıyorum ve yavaşça birbirinden ayırıyorum. Bir an geliyor ki gözlerimin köşesinden kayboluyorlar. Eskiden böyle görürdüm. Şimdi hareketi tekrarlıyorum, bütün görebildiğim hareket.
Virüse karşı savaşı kazanamayacağım –‘AIDS’le yaşamak’ gibi sloganlara rağmen. Virüse sağlıklılar el koydular- böylece onlar şarap rengi deniz üzerinde ki Ithaka’ya ulaştırmak için larvalarına yorgan sererlerken, bizim AIDS’le birlikte yaşamamız gerek.
Bu duyuları keskinleştiriyor ama başka bir şey kayboluyor. Teatrallikte boğulan bir gerçeklik duygusu.
Kör düşünmek, kör olmak.
Hastanenin içi bir mezar kadar sessiz. Hemşire sağ kolumda bir damar bulma uğraşı içinde. Beş kereden sonra vazgeçiyoruz. Kolunuza birisi bir iğne batırsa bayılır mıydınız? Ben alıştım – ama hala gözlerimi kapatıyorum.
Guatama Buda bana kalkıp hastalıktan uzaklaşmamı öğütlüyor. Ama o bir seruma bağlı değildi.
Kader en güçlüsü
Kader Mukadderat Mukadder
Kendimi Kadere teslim ediyorum
Kör Kadere
Serum canımı yakıyor
Kolumda bir şişkinlik oluşuyor
Serum çıkıveriyor
Bir elektrik şoku ateşliyor kolumu
Nasıl yürüyüp gidebilirim bir serum takılmışken bana?
Nasıl uzaklaşıp gidebilirim?
Bu odayı birçok sesin yankısıyla dolduruyorum
Burada zaman geçirmiş sesler
Çoktan kurumuş boyanın mavisinden kopmuş sesler
Güneş çıkıyor ve bu boş odaya doluyor
Benim odam diyorum buraya
Odam nice yazı karşıladı
Gülüşü ve gözyaşlarını kucakladı
Senin kahkahanla doldurabilir mi kendini
Her sözcük bir güneş ışını
Aydınlıkta parlayan
Bu, Benim Odamın Şarkısı
Mavi geriniyor, esniyor ve uyandı.
Bu sabah gazetede Bosna’yı terk eden mültecilerin fotoğrafı var. Zaman dışıymış gibi duruyorlar. Başörtülü ve siyah elbiseli köylü kadınlar daha eski bir Avrupa’nın sayfalarından fırlamış gibiler. Biri üç çocuğunu kaybetmiş.
Şimşek hastane penceresinin içinden yanıp sönüyor –kapıda yaşlıca bir kadın yağmurun dinmesini bekliyor. Onu bir yere bırakabileceğimi söylüyorum, bir taksi çevirdim. ‘Beni Holborn istasyonuna bırakır mısınız?’ Yolda gözyaşlarına boğuluyor. Edinburgh’tan gelmiş. Oğlu hastane koğuşundaymış –menenjiti varmış ve artık bacakları tutmuyormuş – yaşlar akarken ben çaresizim. Onu göremiyorum. Sadece hıçkırıklarını duyuyorum.
Bir insan bütün dünyayı bilebilir
Hiç yerinden kıpırdamadan
Pencereden bakmadan
Cennetin yolunu görebilir
Ne kadar uzağa giderse kişi
O kadar az şey bilir
İmgenin keşmekeşinde
Sana Evrensel Mavi’yi sunuyorum
Mavi, ruha açık bir kapı
Elle tutulur olan
Sonsuz bir ihtimal
İşte gene bekleme odasındayım. Bekleme odası dünya yüzündeki cehennem. Burada bilirsin ki denetim senin elinde değil, adının okunmasını beklersin: ‘712213’ Burada bir adın yoktur, gizlilik isimsizdir. 666 nerede? O kadının/adamın karşısında mı oturuyorum? Belki 666 televizyonda kanal değiştirip duran o kaçık kadındır.
Ne görmekteyim
Bilincin kapılarını geçince
Pazar ayinini basan militanlar
Katedralde
Epik bir Çar İvan
Moskova patriğini itham ediyor
Aydede yüzlü bir oğlan tüküren ve habire
Haç çıkaran – o diz çökerken
Cennetin kapıları çarpılarak kapanacak mı
İman edenlerin suratına
Kaçık kadın iğne konusunu tartışıyor – burada her zaman iğnelerle ilgili bir tartışma var. Boynuna bir tüp geçirilmiş.
Nasıl algılanıyoruz, eğer algılanıyorsak? Çoğunlukla görünmez kalıyoruz
Eğer Algının kapıları arındırılsaydı o zaman her şey olduğu gibi görünürdü.
İt ürür, kervan yürür.
Marco Polo Mavi Dağ’ı katediyor, bata çıka.
Marco Polo duruyor ve Oxus Nehri’nin kenarında lapis lazuliden bir tahta oturuyor, Bu arada Büyük İskender’in torunları ona hizmet ediyorlar. Kervan yaklaşıyor, mavi çadır bezleri rüzgârda çırpınarak. Denizin ötesinden gelen mavi insanlar –ultramarin- altın benekli lapisi almaya gelmişler.
Hayat Suyu şehrine giden yol kristal ve aynalardan yapılmış ve güneş ışığında korkunç bir körlük yaratan bir labirentle korunuyor. Aynalar ihanetlerini tek tek yansıtıp büyüterek seni çılgına çeviriyorlar.
Mavi, labirente giriyor. Ziyaretçilerden mutlak bir sessizlik talep ediliyor ki varlıkları oradaki kazıları yöneten şairleri rahatsız etmesin. Yağmur ve rüzgâr buluntulara zarar verdiğinden kazı işlemi sadece çok sakin günlerde yürütülebiliyor.
Sesin arkeolojisi ancak yakın zamanda mükemmelleştirildi ve sözcüklerin sistematik olarak tasnif edilmesi düne kadar gelişigüzel bir biçimde yapılıyordu. Mavi, sözcüklerin ışıldayan kıvılcımlar saçarak cisimleşmesini, yansımalarının parlaklığıyla her şeyi karanlığa gömen ateş şiirini izledi.
İlk gençliğimde Körlere hizmet veren Royal National Institute’da Noel zamanı radyolar için hazırlanan yardım kampanyalarında çalışırdım, her sabah Harley Davidson’uyla gelen yetmişlik sevgili Miss Punch’la birlikte.
Bize göz açtırmazdı. Bahçıvanlık yaptığı için Ocak ayında boş vakti olurdu. Derili Kadın Miss Punch karşılaştığım kendini gizlemeyen ilk harbi lezbiyendi. Cinselliğim yüzünden gizlendiğim ve ürktüğüm için o benim umudumdu. ‘Atla hadi, dolaşmaya gidelim’. Edith Piaf’a benzerdi, bir serçeye ve çapkınca yana yatırılmış bir bere takardı. Her yıl her yıl onunla ahbaplık etmek için gelen bütün diğer ihtiyar kızlara patronluk taslardı.
Bugünkü gazete. AIDS örgütlerinin dörtte üçü daha güvenli seks için bilgi sağlamıyor. Bir bölge onların bulunduğu yerde ibne olmadığını söylemiş, ama X bölgesini deneyebilirsiniz – orası tam bir cümbüş.
Görüşüm iyice sınırlanmış gibi. Hastane bu sabah daha da sessiz. Susturulmuş. Karnımın dibinde sevimsiz bir duygu var. Yenik hissediyorum. Zihnim zehir gibi ama bedenim dökülüyor – karanlık ve harap bir odada çıplak bir ampul. Buranın havasında ölüm var ancak bundan söz etmiyoruz. Ama biliyorum ki bu sessizlik ‘Hemşire koş! Hemşire yardım!’ diye bağıran çılgına dönmüş ziyaretçilerin çığlıklarıyla her an bozulabilir, arkasından koridor boyunca koşuşturan ayak sesleri. Sonra sessizlik.
Mavi, beyazı masumluktan korur
Mavi, yanı sıra siyahı sürükler
Mavi, görünür kılınmış karanlıktır
Mavi, beyazı masumluktan korur
Mavi, yanı sıra siyahı sürükler
Mavi, görünür kılınmış karanlıktır
Dağların ardında Rita’ya adanmış bir sunak var, zamanını doldurulmuş herkes orayı ziyaret ediyor. Rita, Yitik Dava’nın Azizesi. Yolunu şaşırmışların, dünyanın gerçekleri tarafından kuşatılmış, tuzağa düşürülmüşlerin. Davadan kopuk bu gerçekler Mavi Gözlü Oğlanı bir gerçekdışılık sistemine hapsetti. Bütün bu bulanık, aldatan gerçekler onun son nefesiyle dağılıp gidecek mi? İmgeye, bir mutlak değer fikrine inanmaya alışkın olduğu için onun dünyasına öze hâkim olmak unutulmuştu: Kendine Hiçbir Suret Yapmayacaksın, oysa biliyorsun ki görevin boş sayfayı doldurmak. Kalbinin derinliklerinde dua et ki imgeden kurtulabilesin.
Zaman, ışığı bize ulaşmaktan alıkoyandır.
İmge, ruhun hapishanesi, senin kalıtımın, eğitimin, kötülüklerin, heveslerin, niteliklerin, psikolojik dünyan.
Yürüdüğüm göğün ardına geçtim
Bulmaya çabaladığın nedir?
Mutluluğun sırrına erilmez mavisi.
Boşluğun astronotu olmak için, sana güven vererek hapseden rahat evini terk et. Unutma,
Gidiyor olmak ve sahip olmak sonsuz değil – Giriş, gelişme ve sonu doğuran korkuyla savaş.
Mavi için sınırlar ve çözümler yoktur.
Arkadaşlarım o kobalt mavisi nehri nasıl geçtiler, sandalcının parasını neyle ödediler? Bu kuzgun karası göğün altında, çivit mavisi kıyıya doğru yola çıktıklarında – kimileri gözleri geride kalarak ayakta öldü. Siyah arabayı çeken cehennem tazılarıyla Ölümü gördüler mi, mavi-siyah berelenmiş, ışığın yokluğunda giderek kararırken, borazanların kulak paralayan sesini duydular mı?
David panikledi, Waterloo’dan trene binip eve kaçtı, aynı gece bitkin ve bilinçsiz bir halde getirildi, o gece de öldü. Terry’nin anlaşılmaz mırıldanmaları tutamadığı gözyaşlarına karıştı. Ötekiler Mavi Sakallı Azrail’in tırpanıyla kesilmiş çiçekler gibi soldular, yaşam suyu azaldıkça kurudular. Howard ağır ağır bir taşa dönüştü, gün be gün taşlaştı, zihni beton bir kaleye hapsedildi, sonunda duyabildiğimiz tek ses yerküreyi çepçevre saran telefondaki iniltileriydi.
Deli Vincent dizlerini göğsüne çekmiş sarı sandalyesinde oturuyor – Kaçık. Boş kapta ayçiçekleri solmakta, kupkuru, iskelet gibi, siyah çekirdekler cadılar bayramındaki balkabağının boş bakan yüzüne dönüşüyor. Köşede ayakta duran Mavi’nin farkında değil. Hummalı gözler sararmış mısıra takılmış, sarıda helezonlar çizen kapkara kargaların gaklamaları… Köşeye atılmış istenmeyen tuvallerin içinden limoni bir cin bakıyor. Mızmız bir intihar kötülük çığlıkları atıyor – korkakça yakalıyor Ödlekliği, gözleri birer çizgi.
Mavi, kokmuş nefesiyle ağaçları, keskin bir ateşle kavurup sarartan hastalıklı Ödleklikle dövüşüyor. Şeytaniliğinin oksijeni ihanet. Seni arkadan vurur. Ödleklik havaya sararmış bir öpücük konduruyor, irin kokusu Mavi’nin gözlerini kör ediyor. Kötülük sarı ödde yüzüyor. Ödlekliğin yılan gözleri zehir saçıyor. Havva’nın çürüyen elmasının üzerine tırmanıyor eşek arısı gibi. Yıldırım hızıyla Mavi’yi ağzından sokuyor –‘AAAGGHH!’- cehennemi taburları hardal gazı içinde vızıldayıp kıkırdıyor. Üstüne başına işer bunlar. Nikotinden sararmış sivri dişleri oraya çıkmış. Mavi halesi düşmanları yakıp kavuruyor.
Hepimiz intiharı düşündük
Kendi isteğimizle hayatımıza son vermeyi
Uyutulduk, inandırıldık
Morfinin acıları defedeceğine
Acıyı elle tutulur yapmakta oysa
Çılgın bir Disney çizgi romanı gibi
Kendini akla gelebilecek
Her türlü kâbusa dönüştürerek
Karl kendini öldürdü – nasıl yaptı bunu? Hiç sormadım. Öylesine oluvermiş gibiydi. Asit prusiği kafaya dikmiş ya da kendini gözünden vurmuş, ne fark eder. Belki de bulutların yaladığı gökdelenlerin ta tepesinden kendini sokaklara bırakmıştır.
Hemşire bedenine bağlayacağın düzeneği açıklıyor. İlaçları karıştırıp günde bir kere yavaş yavaş zerkedeceksin. İlaçlar sana verdikleri küçük bir buzdolabında saklanıyor.
Bununla yolculuk ettiğini düşünebiliyor musun? Metal bağlantı havaalanındaki bomba detektörünü alarma geçirecek… kendimi görebiliyorum, Berlin’e giderken koltuğumun altında bir buzdolabı.
Güneşin sabırsız gençleri
Sayısız renkle yanan
Taraklar geçiriveriyorlar saçlarından
Banyo aynalarının karşısında
Birbirilerinin içinde eriyerek ve modaya uygun düzüşüyorlar
Zümrüt yeşili lazer ışınlarının içinde dans edip
Nükleer üreticilerden fışkıran spermlerle
Sayfiye çarşaflarının üstünde çiftleşiyorlar
Ne günlerdi onlar.
Serumun damlaları saniyeleri sayıyor, bu kaynaktan çıkan dereyle birlikte dakikalar saatlerin nehrine, yılların denizine ve zamansızlığın okyanusuna kavuşmak için akıyor.
Vücuduma zerkedilmesi için iki günde bir hastaneye geldiğim ilacın, DPHG’nin yan etkileri şunlar: Akyuvarların azalması, artan enfeksiyon riski, trombosit sayısında azalma sonucu kanama riskinde artış, alyuvarların azalması (anemi), ateş, döküntü, karaciğer fonksiyon bozukluğu, titreme, vücutta şişme (ödem), enfeksiyonlar, kırıklık, kalp atışında düzensizlik, yüksek tansiyon (hipertansiyon), tansiyon düşüklüğü (hipotansiyon), tuhaf düşünceler ve rüyalar, denge bozukluğu (ataksi), koma, bilinç bulanıklığı, baş dönmesi, başağrısı, sinirlilik, sinirlerin tahrip olması (parestezi), psikoz, uyku hali (somnolans), titreme, bulantı, kusma, iştah kaybı (anoreksi), ishal, mide ya da bağırsak kanaması (intestinal hemoraji), karın ağrısı, akyuvarların bir türünde artış, kan şekeri düşüklüğü, nefes alma güçlüğü, saç dökülmesi (alopesi), kaşıntı (prürit), ürtiker, idrarda kan, böbrek fonksiyon bozukluğu, kanda üre artışı, iltihaplar (enflamasyon), ağrı ya da tahriş (filibit).
Hem tedavinin öncesinde hem de sonrasında hastalarda retina ayrılması gözlemlenmiş. İlaç hayvanlarda sperm üretiminde azalmaya yol açmış, insanlarda kısırlığa, hayvanlarda sakat doğumlara neden olabilir.
İnsan bilimlerinde bu konuda hiçbir veri yok ama potansiyel olarak kansere neden olabileceği düşünülebilir çünkü hayvanlarda tümörler oluşturuyor.
Eğer yukarıdaki yan etkiler sizi kaygılandırıyorsa ya da daha fazla bilgi edinmek istiyorsanız, lütfen doktorunuza danışınız.
Bu ilaç tedavisine başlamak için bir kâğıt imzalamanız ve tüm bu hastalıkların ihtimal dâhilinde olduğunu kabul ettiğinizi belirtmeniz gerek.
Ne yapmam gerekiyor, gerçekten bilemiyorum. İmzalayacağım.
Med cezirle birlikte karanlık çöküyor
Yıl takvimden kayıyor
Öpüşünün alevi yükseliyor
Gecede çakılmış bir kibritin
Alevi yükseliyor ve sönüyor
Uyuklamam bölündü
Bir daha öp beni
Öp beni
Bir daha öp beni
Bir daha
Yetmiyor hiç
Obur dudaklar
Veronika mavisi gözler
Mavi gökler
Tekerlekli sandalyesinde oturmuş bir adam, saçları darmadağınık, bir paket kuru bisküviyi tıkınıp duruyor, bir peygamberdevesi gibi, ağır ağır ve telaşsız. Hararetli hararetli, bazen de anlaşılmaz bir biçimde düşkünlerevinden söz ediyor. Diyor ki, ‘Orada kimlerle ahbap olduğuna ne kadar dikkat etsen de azdır, ziyaretçilerle, hastaları ve personeli birbirinden ayırt etmenin imkânı yok. Personeli belli edecek tek özellik , sadece hepsinin deri giymeye düşkün olması. Burası bir Sado-Mazo Kulübü gibi.’ Bu kurum hayırseverler tarafından kurulmuş, bağış yapanların isimleri herkes görsün diye sergileniyor.
Hayırseverlik, ilgisizlerin ilgi gösteriyormuş gibi görünmesine yarıyor ve bu, ona mecbur olanlar için berbat bir durum. Hükümet bu ilgisizlik günlerinde kendi sorumluluklarını başından attıkça, bu iş büyük bir ticaret haline geliyor. Buna izin veriyoruz böylece bizi düzmüş olan zenginler ve güçlüler bizi bir kez daha düzüyor ve her bakımdan kazançlı çıkıyorlar. Her zaman o kadar kötü davranıldı ki bize, birileri birazcık yakınlık gösterse hemen abartıp teşekkürlere boğuyoruz.
Bir erkeğimsiyim
Göte dalan
Büyük çük düşkünü
Pek menfi davranışlı
Kıç yalayan bir
Psikoibne
Mahremiyet sineklerini taciz eden
Lezbiyen oğlanları düzen
Sapkın bir heterocin
Ölümle sidik yarıştıran
Ağzına alan
Normalmiş gibi davranan
Taşak sızlatan kötü tavırları
Delikanlıca nemfoman bir politikası
Akrabalarla cinsi münasebet ve
Yakışıksız terminoloji kabilinden
Cüretkâr cinsiyetçi arzuları olan
Lezbiyen bir erkeğim
Ben bir Gay Değil’im
H.B. mutfakta
Briyantin sürüyor saçlarına
Mekânı koruyor
Bana karşı
İşyerim diyor buraya
Dokuzda hastaneye doğru yola çıkıyoruz
H.B. göz bölümünden dönüyor
Benimle ilgili raporlar karmakarışık edilmiş
Diyor ki
Romanya gibi içerisi
İki ampul
Gaddarca aydınlatıyor
Dökülen duvarları
Bir kutu dolusu oyuncak bebek var
Bir köşede
İnanılmaz kirliler
Doktor da diyor ki
Elbette
Çocuklar görmüyor onları
Burayı adam edecek
Kaynaklarımız yok ki
Damlalar gözümü acıtıyor
Enfeksiyonun ilerlemesi durmuş
Işık çekiliyor
Gözlerimdeki kan damarlarının
Kızıl yansımaları kalıyor.
Diş takırdatan Şubat
Ölüm kadar soğuk
Yatak çarşaflarına saldırıyor
Sızlatan bir soğuk
Mermer kadar amansız
Zihnim
İlaçlarla buz tutmuş, donduruveriyor
Düşen boş kar tanelerini
Hafızayı siliyor
Körleşmiş bir kar fırtınası
Sarmal çemberler çiziyor
Her şeye burnunu sokan şaşı bir bilinç
..cak mıyım? …cek miyim?
Sarsakça bir ölüm nöbeti
Adımına dikkat et
Ağızdan alınan DHPG karaciğer tarafından emildiği için sistemi kandıracak bir molekül hilesi yapmışlar. Bunun riski ne? Eğer kırk yıl kör yaşayacak olsaydım, bir daha düşünebilirdim. Hastalığımı çarpışan otomobiller gibi tedavi edin: müzik, parlak ışıklar, tokuşmalar sonra kendini yeniden hayata at.
Haplar en zoru, bazısının tadı acı, bazıları çok büyük. Günde aşağı yukarı otuz tane alıyorum, ayaklı bir kimya laboratuarı gibiyim. Yutarken öğürüyorum ve yarısı erimiş bir şekilde öksürükle ve püskürtülerek dışarı çıkıyorlar.
Derim üzerimde Nessus’un gömleği gibi duruyor. Geceleri sırtım ve bacaklarım gibi yüzüm de kaşınıyor. Kaşına kaşına dönüp duruyorum, uyuyamıyorum. Kalkıp ışığı yakıyorum. Sendeleyerek banyoya gidiyorum. Belki çok yorulursam uyuyabilirim. Kafamdan birbiri ardınca filmler geçiyor. Kırk yılda bir, Taj Mahal kadar büyüleyici rüyalar görüyorum. Genç bir guru olan rehberimle Güney Hindistan’a gidiyorum –çocukluğumun düşler ülkesi Hindistan’a. Moselle’in pembe-gri oturma odasındaki armağanlar. Moselle diye, ‘Girly’ diye, May diye çağırılan büyükannem. Adını kaybetmiş bir yetim, Ruben’miş adı. Yeşimden maymunlar, fildişi minyatürler, mah-jongg. Çin’in rüzgârlarıyla bambuları.
Bütün eski tabular
Kan bağlarıyla ve kan bankalarıyla ilgili
Mavi kan ve kötü kan
Bizim kanımız ve sizin kanımız
Ben buraya oturacağım – siz oraya.
Uyurken bir jet uçağı yüksek bir binaya çarptı. Jet hemen hemen boştu ama iki yüz kişi uykusunda yanıp kavruldu.
Dünya ölüyor ve biz fark etmiyoruz.
Belsen’li bir esir kadar çelimsiz genç bir adam
Koridordan aşağı doğru ağır ağır yürüyor
Soluk yeşil hastane pijamaları
Üzerinden dökülüyor
Ortalık çok sessiz
Sadece uzaktan gelen öksürük sesleri
Sakat gözüm şekilsizleştiriyor
Görüş alanımdan çıkıp
Yürüyüp giden genç adamı
Fena alaşağı ediyor insanı bu hastalık
Tam unutmaya başladığın anda
Ensene bir kurşun
Daha kolay olabilirdi
Biliyor musun, ikinci dünya savaşından
Daha da uzun sürebilir mezara giden yol.
Çağlar ve Asırlar terk ediyor odayı
İnfilak edip zamansızlığa karışarak
Girişler ya da çıkışlar yok şimdi
Ölüm ilanlarına ya da ilahi yargılara gerek yok
Zamanın biteceğini biliyorduk
Yarından sonra gündoğumunda
Yerleri ovduk
Bulaşıkları yıkadık
Habersiz yakalayamazdı bizi
Retina tahrip olduğunda gözde beyaz çakımlar görülmesi olağan bir şey.
Tahrip olmuş retina geride alacakaranlıkta dönenip duran bir sığırcık sürüsü gibi sayısız kara leke bırakarak dökülmeye başladı.
Gözlerimi uzmana muayene ettirmek için St. Mary’ye döndüm. Yer aynı ama çalışanlar değişmiş. Göğsüme bir tüp sokacakları ameliyatı bu sabah olmayacağımı öğrendiğimde ne kadar rahatladığımı anlatamam. H.B.’yi biraz neşelendirmeye çalışmalıyım, feci bir on beş gün geçirdi. Bekleme odasında hayli kötü durumda kır saçlı küçük bir adam Sus***’e gitmesi gerektiği için söylenip duruyor. ‘Kör oluyorum, artık hiç okuyamıyorum’ diyor. Bir süre sonra eline bir gazete alıyor, biraz onunla cebelleşiyor sonra masanın üstüne fırlatıyor. Gözümü acıtan gözdamlaları okumama engel, bu yüzden bir güzelavratotu damlası sisinin gerisinden yazıyorum bu satırları. Küçük kır saçlı adamın yüzü bir trajediye dönüşmüş. Jean Cocteau’ya benziyor, yalnız şairin incelikli küstahlığı yok onda. Oda, hastalığın değişik aşamalarında, gözlerini kısarak karanlığa bakan erkek ve kadınlarla dolu. Bazıları güçlükle yürüyor, her suratta keder ve öfke ve ardından da korkunç bir kadere katlanış.
Jean Cocteau gözlüklerini çıkarıyor, etrafına tarifsiz bir hainlikle bakıyor. Ayağında siyah mesler, mavi çoraplar, üzerinde gri bir pantolon, bir Fairisle kazak, balıksırtı bir ceket var. Arkasındaki duvara yapıştırılmış afişler bitmez tükenmez soru işaretleriyle dolu, HIV/AIDS?, AIDS?, HIV? HIV/AIDS’Lİ MİSİNİZ? AIDS?, ARC?, HIV? Zor bir bekleyiş bu. Göz uzmanının kamerasından gelen şiddetli parlak ışık, o boş gök mavisi rengini bırakıyor ardında. İlk kez yeşil mi gördüm gerçekten? Yansılanan görüntü saniyede yok oluyor. Fotoğraflar birbirini izledikçe, renkler pembeye, ışık turuncuya dönüyor. Bu süreç bir işkence ama eğer sonuçta doğru dürüst görebileceksem, o zaman ödediğim bedele ve her gün almak zorunda olduğum on iki hapa değer. Bazen o haplara bakmak bile midemi bulandırıyor ve almayıvereyim diyorum. Herhalde bilgisayar aşığı, klavye kralı H.B ile ilişkim yüzünden şans bana güldü de bu ilaç denemesi için bilgisayar benim ismimi seçti. Az kalsın unutuyordum: St. Mary’yi terk ederken Jean Cocteau’ya gülümsedim. O da bana tatlı bir gülümsemeyle karşılık verdi.
Kendimi bir vitrindeki ayakkabılara bakarken yakaladım. İçeri girip bir çift ayakkabı almayı düşündüm, ama sonra kendime engel oldum. Şu anda giydiğim ayakkabılar beni öteki dünyaya götürmeye yeter herhalde.
Gökmavisi denizlerde
İnci avcıları
Ölüler adasını yalayan
Derin sular
Mercan limanlarda
Amfora
Altın
Döküyor
Kıpırtısız denizdibinin üzerine
Orada yatıyoruz
Unutulmuş gemilerin kabaran
Yelkenleriyle yelpazelenerek
Derinlerden gelen
Hazin rüzgârlarla savrularak
Yitik Oğlanlar
Sonsuza kadar uyuyorlar
Candan bir kucaklaşmada
Tuzlu dudaklar değiyor birbirine
Denizaltı bahçelerinde
Serin mermer parmaklar
Antik bir gülümseyişe dokunuyor
Denizkabuğu sesleri
Fısıldaşıyor
Derin aşk med cezirle sonsuza kadar sürükleniyor
Onun kokusu
Ölümüne yakışıklı
Güzelliğinin yazında
Blue jean’i
Ayak bileklerinde
Hortlaksı gözümde mutluluk
Öp beni
Dudaklarımdan
Gözlerimden
Adımız unutulacak
Zamanla
Kimse işlerimizi hatırlamayacak
Hayatımız bir bulutun son izleri gibi kaybolacak
Ve güneşin ışınlarıyla
Kovalanan bir sis gibi
Dağılıp gidecek
Çünkü bir gölgenin geçişidir zamanımız
Ve hayatlarımız, kıvılcımlar gibi,
Ekin saplarının arasından çakıp gidecek.
Mezarının üstüne bir hezaren bırakıyorum, Mavi.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet sohbet
Cevapla

Etiketler
blue, derek, jarman


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
James Blunt - Blue On Blue PySSyCaT Yabancı Şarkı Sözleri 0 26 Şubat 2016 16:03
Mavi Duvar Kağıtı (Blue Wallpaper) Sevda Fotoğraf Kulübü 1 10 Ağustos 2012 09:22