IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  digitalpanel

Etiketlenen Kullanıcılar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 01 Haziran 2012, 00:50   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Yugoslavya'nın Parçalanma Süreci





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.




Tarihsel miras “etnik” çekişme ve “kültürel” çeşitlilik tarafından karakterize edilen Balkanlar’da, Yugo-Slav (Güney-Slav) nüfuslarının birlik hareketi, 19. yüzyıl başlarında ortaya çıktı. İlkin, Osmanlı’ya isyan niteliğinde beliren hareket, zamanla güçlendi ve I. Dünya Savaşı’ndan (1914-18) sonra zaferini kesinleştirdi. Yugo-Slav devleti; Karadağ’ın SIRBİSTAN’a katılmasıyla oluşan “ilk” birliğe, Avusturya-Macaristan egemenliğinden kurtulan Hırvatistan, Slovenya ve Bosna-Hersek’in eklenmesiyle gerçek oldu.

I. Dünya Savaşı başladığında, Sırbistan Krallığı ve Karadağ Prensliği, Avrupa’nın siyasi coğrafyasında yerlerini almışlardı. Bu savaş öncesinde Sırbistan’ın kuzey sınırını Tuna ve Sava nehirleri, Batı sınırını ise Drina nehri oluşturmaktaydı. Savaş sonrasında Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek ve Voyvodina bölgeleri ise Avusturya-Macaristan’ın toprakları içinde idi. Şaşırtıcı olan şudur ki, Yugoslav birliğine giden yol, Sırbistan’ın işgalinden sonra açıldı. İşgal edilen Sırbistan kralı, hükümeti ve ordusu, 1916’da Adiryatik Denizi’ndeki Korfu (Corfu) adasına sığındı. Burada yeniden düzenlenen Sırp ordusu, 1917’de Selanik cephesine sevkedildi. Yine Korfu’da, imzalanan bir “deklerasyon”la (20 Temmuz 1917) “Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya’nın kurtuluşu ve bağımsız bir devlette (Sırbistan’ın krallığı altında) birleştirilmesi için mücadele” kararı alındı. Bu karara uygun olarak, I. Dünya Savaşı sona erdiğinde, Ekim 1918’de Zagrep’te “YUGOSLAV MİLLİ KONSEYİ” oluşturuldu. Kasım ayında da Karadağ Milli Meclisi, Kral Nikola’yı tahtından indirerek Karadağ’ın SIRBİSTAN’a katıldığını duyurdu. Bu oluşturulan “ilk” Yugo-Slav birliğidir. Bundan kısa bir süre sonra da “SIRP-HIRVAT-SLOVEN KRALLIĞI”nın kuruluşu (4 Aralık 1918) gerçekleşti. Krallık, 1921 Anayasası’nda resmen yerini aldı ve Sırbistan Kralı Aleksandr’a “Sırp-Hırvat-Sloven Kralı” ünvanı verildi. (1)

Krallığın egemen olduğu coğrafya; Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Voyvodina, Dalmaçya, Bosna-Hersek ve Karadağ topraklarını kapsamaktaydı. Ancak, ülke sınırlarının bu denli genişliğine rağmen, erken beliren “yönetime ilişkin anlaşmazlık”, genç Krallık’ta iç çekişmeyi beraberinde getirdi. Açıkça Hırvatlar, (Habsburg egemenliği döneminde olduğu gibi), bu yeni devlet içinde de “tam özerklik” talebinde bulunmaya başladılar. Sırbistan ise böyle bir şeye yanaşmıyor, Güney-Slav birliğinin kendi etrafında oluşmasını istiyordu. Anlaşmazlık, ülke nüfusunun yarısına sahip Ortodoks Sırplar ile 1/3’ine sahip Katolik Hırvatlar arasında; II. Dünya Savaşı’na dek sürekli artarak gelişen bir “geçimsizliğin ve gerginliğin başlangıcını” oluşturdu. Bu çerçevede Haziran 1928’de Hırvat lider Radiç, Meclis’te (Skupçina) Karadağlılar tarafından öldürüldü. Bunun üzerine, tüm Hırvat milletvekilleri Meclis’ten çekildiler ve Zagrep’te kendilerine özgü bir Hırvat Meclisi kurdular. Uzlaşma çabaları karşısında, Hırvatlar’ın “federal bir sistem kurulması” talebiyle karşılaşan Kral Aleksandr, 1929’da Meclis’i feshetti. Aynı yılın Ekim ayında da ülkenin adını “YUGOSLAVYA” olarak değiştirdi ve yönetim mekanizmasında Sırplar’ın ağırlıkta olduğu “sert” bir rejimi uygulamaya koydu. Ülkede 1931’de hazırlanan yeni Anayasa ile tek parti sistemine geçildi ve ülkenin yeni adı (Yugoslavya) burada da yerini aldı. (2)

Ülkedeki Sırp-Hırvat çekişmesi ve gerginliği giderek tırmandı ve Ekim 1934’te Kral Aleksandr, Fransa’yı ziyareti sırasında Marsilya’da Hırvat tedhişçiler tarafından öldürüldü. Bu cinayet üzerine, Aleksandr’ın (oğlu henüz reşit olmadığından) kardeşi Paul, Kral Naibi olarak ülkenin başına geçti. Kral Paul Peter II’nin rejimi, gücünü; silahlı kuvvetlerin desteği ile özellikle Hırvatistan’da genişletti. Özetle Yugoslavya; Mayıs 1935-Şubat 1939 dönemini, Sırplar’ın, Slovenler’in ve Bosna Müslümanları’nın desteklediği Dr. Milan Stoyadinoviç liderliğindeki “Yugoslav Radikal Birliği Partisi”nin “sert” rejimi altında geçirdi. Muhalefet görevini ise Dr. Vlasko Maçek’in “Hırvat Köylü Partisi” yerine getirdi. Bunun yanısıra, hükümete muhalif gruplar arasında, 1921’de resmen yasaklanmış olan fakat faaliyetini gizlice yürüten “Yugoslavya Komünist Partisi” de vardı. YKP, 1937’de Josip Broz Tito’yu Genel Sekreter görevine getirmişti. Ancak bunlardan çok, özellikle Hırvat muhalefetinin oldukça güçlenmesi, Stoyadinoviç’i, 1939’da istifa etmek zorunda bıraktı. Ve çok geçmeden Hırvatlar, “kültürel ve ekonomik alanda geniş iç özerklik” (Ağustos 1939) kazandılar. Dış politika açısından baktığımızda, bu kısa dönemde önemli farklılıklar dikkati çekmektedir. Kısaca, Kral Aleksandr zamanında Yugoslavya, özellikle Macaristan’ın izlediği revizyonist politika karşısında Fransa ile yakın ilişkiler kurmuş ve “Küçük Antant”ın bir üyesi olmuştu. Ayrıca; Türkiye, Yunanistan ve Romanya ile birlikte, Bulgaristan’ın revizyonist politikasına ve beliren İtalya tehlikesine karşı, “Balkan Antantı”nı imzalamıştı. Ancak Stoyadinoviç zamanında, Nazi Almanyası ve Faşist İtalya ile ilişkilerini sıklaştırmış, hatta Ocak 1937’de Bulgaristan’la bir “daimi dostluk anlaşması” imzalamak suretiyle “Balkan Antantı”nın temel anlamını ve amacını yetirmesine sebep olmuştur. (3)

II. Dünya Savaşı’nda (6 Nisan 1941’de Belgrad’ı bombalamak suretiyle) Yugoslavya’nın işgalini başlatan Almanya karşısında direnemeyen Kral Petro ve hükümet, Londra’ya kaçtılar. Yugoslavya 17 Nisan’da teslim oldu. Almanya, Pavelic’in Başbakanlığı altında ülkede bir işbirlikçi “hükümet” ve bir “Hırvat-Sloven devleti” kurdu ve bunlarla arasında “ittifak anlaşması” imzaladı. Bunun ardından, ülkede Almanlar’a karşı ortaya çıkan çeşitli örgütler tarafından çete savaşları başlatıldı. Bunlar arasında, özellikle Mihailoviç’in ve Tito’nun çeteleri oldukça güçlü ve etkili idi. Mücadele sonuç verdi ve Yugoslavya, 1944 Sonbaharı’nda işgalden kurtarıldı. Kurtuluş, Polonya’da olduğu gibi Sovyet askerlerinin desteği ile değil, “tamamen Yugoslavya’nın kendi çabası ve kayıpları sayesinde” gerçekleşti. Buna rağmen, Sovyet ordusu yine de Yugoslavya’ya girdi. Ancak Tito, ülkesinin kendi-kendini kurtaran muharip ülkelerden biri olması nedeniyle, bölgede ve uluslararası alanda büyük itibara sahip oldu ve dönemin Stalin’le eşit düzeyde konuşabilen “tek komünist lideri” haline geldi. (4)

Yugoslavya’da Kasım 1945’te yapılan genel seçimler, 800 bin kişilik orduyu ve bütün yönetimi fiilen elinde tutan “Halk Cephesi”nin zaferiyle sonuçlandı. “Halk Cephesi”, oyların yaklaşık %90’ını aldı. Ardından, Sovyet modeline uygun “federal” bir Anayasa hazırlanmak suretiyle, 6 “federe” devletten oluşan “YUGOSLAVYA FEDERAL HALK CUMHURİYETİ” kuruldu. Federe devletler, sırasıyla; Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya idi. Bu arada, 1948’de, “sosyalist” Doğu Bloku’nun ekonomik örgütü “Comecon” ve “Sovyet ajanları” ile ilgili anlaşmazlık, Yugoslavya ile Sovyetler Birliği’nin arasının açılmasıyla sonuçlandı. Stalin, Yugoslavya’nın “Comecon’a tam bağlılık göstermesini” ve “Sovyet ajanlarına, ülke topraklarında serbest dolaşım ve faaliyet hakkı tanımasını” istiyor, Tito ise buna yanaşmıyordu. Stalin, “Parmağımı oynatırım ortada Tito kalmaz” türünden tehditlerle, Tito’yu bir iç darbe ile devirme teşebbüsünde bulunduysa da sonuç alamadı. Sovyet lider, çareyi Kominform’un Haziran 1948’deki toplantısında “milliyetçilik yolunu tuttuğu” gerekçesiyle Yugoslavya’nın, Doğu Bloku’ndan uzaklaştırılmasında buldu. Server Tanilli’ye göre de, Yugoslavya; 1948’de başta “öğretisel” ve “ulusal” nedenlerle, Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerine son vermek suretiyle, “sosyalizmin kuruluşunda liberal bir yol” izledi. Nitekim, Doğu-Batı ilişkilerinde “yansız” bir politikadan esinlenen Yugoslavya’daki rejim de tek partilidir, 1952’den itibaren de ülkedeki Komünist Partisi, “Komünistler Birliği” adını taşımaktadır. (5)

Doğan Avcıoğlu’na göre ise, 1948’de Sovyetler Birliği ile bozuşarak Kominform’dan ayrılan Yugoslavya; Amerikan yardımı almaya başladı. Başka çaresi yoktu, çünkü “Sovyetler Birliği’nin ve diğer komşu sosyalist ülkelerin ağır baskısı altında” bulunmaktaydı. Bunlara ek olarak, bir rejim kavgası olarak patlak veren “iç savaştaki desteği” yüzünden Yunanistan ile ve “Triyeste” bölgesi yüzünden İtalya ile de ilişkileri kötü idi. Böyle bir ortamda, özellikle de ünlü “yüzdeler anlaşması”ndan sonra Yugoslavya, Türkiye ve Yunanistan’la işbirliğine ilgi göstermeye başladı. Bu çerçevede isabetli bir görüşe göre, Yugoslavya’yı bu iki Nato üyesi ülkeye ve bu ülkeler aracılığıyla da Batı’ya yakınlaştırma çabası, temelde ABD’nin bölgeye ilişkin politikaları ışığında ve yine bu ülkenin planları çerçevesinde belirdi. ABD; Sovyetler Birliği ile ilişkileri oldukça gerilen Yugoslavya’nın üzerinde önemle durmakta ve bu ülkenin güvenliğini sağlayacak bir çözüm aramaktaydı. Buna en uygun formül olarak da Yugoslavya ile Türkiye ve Yunanistan arasında bir “Balkan Paktı” kurulmasını gördü ve bu doğrultuda Ankara ve Atina’yı, Belgrad ile yakınlaşmaya teşvik etti. Nitekim, kendisi de Yugoslavya ile bir yakınlaşma çabası içine girdi ve Mart 1951’de bu ülkeye 30 milyon dolarlık askeri kredi açtı. Bunu, Temmuz 1951’de diğer Batılı devletlerle birlikte açtığı 120 milyon dolarlık kredi izledi. Tüm bunların ardından da, Yugoslavya, Türkiye ve Yunanistan arasında, Ankara’da Dışişleri Bakanları (Popoviç, Köprülü, Stefanopulos) tarafından bir “Dostluk ve İşbirliği Andlaşması” (28 Şubat 1953) imzalandı. Çok geçmeden, Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun, Ankara ve Atina’yı ziyaretlerinde varılan görüşbirliği üzerine, bu andlaşmanın bir “ittifaka dönüştürülmesi” öngörüldü ve bu, üç ülke arasında (Popoviç, Köprülü, Stefanopulos) imzalanan “Bled Andlaşması”yla (9 Ağustos 1954) gerçekleştirildi. Fakat, yine herne olduysa bundan sonra oldu. Yugoslavya; Stalin’in ölümünden (1953) sonra yumuşayan Sovyet dış politikasına da bağlı olarak bu ülke ile tekrar yakınlaşma çabası içine girdi ve böylece sözkonusu ittifak andlaşmasını, “ölü bir belge” konumuna düşürmekten kurtaramadı. Tüm bunlara rağmen, gelişen süreçte Yugoslavya, Doğu-Batı arasında “dengeli bir ilişki” kurmaya önem verdi ve “Tarafsızlar” (Bağlantısızlar) Bloğu’na katılmayı (1956 Bandung Konferansı) tercih ederek, burada “lider ülke” konumuna yükseldi. Bu gelişmeler çerçevesinde, 1960 yılına kadar pek kimsenin varlığından haberdar olmadığı II. Balkan Paktı, bu yıl “resmen” sona erdirildi. (6)

Yugoslavya’da 1963 yılına gelindiğinde (1963 Anayasası ile) ülkenin, 1946’dan itibaren geçerli olan “Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti” adı, “YUGOSLAVYA FEDERAL SOSYALİST CUMHURİYETİ” olarak değiştirildi. Yugoslavya’nın 1946, 1953 ve (1968’de ve 1971’de bazı değişikliklere uğrayan) 1963 Anayasaları ile 1974 Anayasası’nda, kısaca birbirini izleyen tüm anayasalarda, “Yugoslavya ulusları”ndan her birinin, “ayrılma hakkı da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkı”ndan söz edilmiştir. Bununla birlikte, çok dikkatli bir dil kullanılmak suretiyle, bu “uluslar”ın II. Dünya Savaşı sırasında “özgürce ifade edilmiş iradeleri temelinde” birleşmiş oldukları vurgulanmıştır. Poulton’a göre “bunun anlamı, ulusların aldıkları kararın, anayasal olarak bağlayıcı olması ve ayrılma hakkının artık kullanılmamasıdır”. (7)

Hatırlatmak gerekirse, “uluslar” (nations), kendilerine atfen veya kendileri tarafından “cumhuriyet” kurulan 6 “etnik” gruptur (Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, 1971’den sonra Müslümanlar [Boşnaklar], Makedonlar ve Karadağlılar). Ülkede, sayıları 20 civarında olan irili-ufaklı diğer “etnik” gruplar (Arnavutlar, Türkler, Romlar, Macarlar, Bulgarlar, Çekler, İtalyanlar, Romenler, Rutenler, Slovaklar, Ulahlar, Almanlar, Yugoslavlar, Avusturyalılar, Yahudiler, Lehler, Ukraynalılar, Grekler v.d.) ise “ulusallıklar” (nationals)’dır. Daha açık ifade etmek gerekirse, yukarıdaki 6 “etnik” grup anayasal açıdan “uluslar” (nations) olarak, diğerleri ise “ulusallıklar” (nationals) olarak tanınmıştır. (8)

Yugoslavya’nın, arzu edilmemekle birlikte, dağılma sürecine gireceğine ilişkin ilk olumsuz işaret, 1989’da alındı. Bu, Sırbistan’ın zorlamasıyla, 1974 Anayasası’na, “Kosova” ile ilgili getirilen “yeni düzenleme” idi. Sırbistan, bu düzenleme sayesinde, Kosova Arnavutları’nın öteden beri devam eden “cumhuriyet olma” taleplerine karşı, Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerinin özerkliklerini sınırlandırmayı başardı ve Sırbistan içinde “de facto” (fiili) cumhuriyetler haline getirdi. Bununla birlikte, alınan bu olumsuz işaret, diğer cumhuriyetlerde çoktan olgunlaşan “tepki” faktörünün ortaya vurulması için yeterli oldu. Açıkça, gereğinden fazla öne çıkan “Sırp egemenliğine” ve ülkedeki “siyasi krize” bir tepki olarak Hırvatistan’da ve Slovenya’da, “milliyetçilik” harekete geçti. Ve niteliğine uygun olarak bu hareket, “birlik’ten ayrılma, bağımsız olma” taleplerini kamçıladı. Denebilir ki, milliyetçilik, ayrılma, bağımsız olma taleplerini, bunlar da milliyetçiliği teşvik etti, güçlendirdi, adeta azdırdı. Aradan hiç fazla zaman geçmedi. II. Dünya Savaşı’nda Tito’ya büyük destek vermiş olan Slovenler’in meclisi (Slovenya Meclisi), 27 Eylül 1989 tarihinde Cumhuriyet Anayasası’nda yapılan ve özellikle Cumhuriyet’in ayrılmasına izin veren değişikliği oyçokluğuyla onayladı, 2 Temmuz 1990’da da cumhuriyetler arasında bağımsızlık ilan eden ilk cumhuriyet meclisi oldu. Meclis’in 23 Aralık 1990’da halkoylamasına sunduğu karar, %88.5 gibi ezici bir çoğunlukla halk tarafından da kabul edildi. (9)

Bilindiği gibi Slovenya’nın bu hareketini, çok geçmeden diğer cumhuriyetler de izledi ve birliği oluşturan cumhuriyetler, uluslararası sahnede “bağımsız birer devlet” olarak ortaya çıktı. Sonuçta, Yugo-slavya (Güney-Slav) birliği ortadan kalktı. Başka bir makale konusu oluşturmakla birlikte, dağılmanın temelindeki başlıca faktör, elbette ki “milliyetçilik”ti.

Nitekim, Tito da, daha 1972’de bu tehlikeye işaret etmişti. Büyük devlet adamı, 10 Mayıs 1972’de, Hırvatistan Komünistler Birlik Merkez Kurulu Yürütme Komitesi üyelerine hitaben yaptığı konuşmada, üzerine titrediği eserine kastedilen her “eser sahibi” gibi ve teşhisi doğru koyan her “bilimadamı” gibi gerçeği/hastalığı görmüş ve oldukça sert bir üslupla adeta ‘herkes aklını başına toplasın’ dercesine, “tüm cumhuriyetlerde kuduran milliyetçiliğe” dikkat çekmiştir :

“…Bu kez ben [önce] konuşacağım. Çok kızgın olduğumu görüyorsunuz. Sizi çağırdım ve toplantımız uzun sürmeyecek. Hırvatistan’da durum iyi değildir. Milliyetçiliğin kudurması bakımından Hırvatistan ana sorunu oluşturmaktadır. Bu tüm cumhuriyetlerde vardır, ancak şimdi en kötüsü sizdedir…sizde de öte yandan Sırbistan’da da bana karşı dahi akım başlamıştır. Benim için bu kadar yöneticilik yeter, ancak bugünkü durumda gitmeyeceğim. Sizlerden en sert savaşı ve en kararlı eylemi bekliyorum. Herhangi bir nedenle buna karar vermeyecek olan bulunduğu görevden ayrılsın. Sizde burada Sırplar ile Hırvatlar arasındaki ilişkiler iyi değildir. Kimi köylerde, tedirginlik yüzünden, Sırplar nöbet tutup silahlanıyorlar…Yeniden mi 1941 yılını yaşayacağız? Bu gerçekten bir yıkım olabilir. Başkaları bunu seyrediyor. Yurdumuzda bir tedirginlik olursa buna başkalarının karışacağının bilincinde misiniz? Ben bunu başkaları yapmadan ordumuzla yapacağım…Gerçekten de burada sorunlarınız vardır, ücretler az, bunu düzeltmeliyiz…Savaşçılar Birliği yekvücut olarak, gerekirse yeniden silaha sarılacak…Komünistler Birliği ideolojik açıdan yekvücut değildir. İdeolojik çizgide olmayanlardan temizlenmelidir…Komünistler Birliğinde demokratik merkezciliğe sert bir biçimde uyulmak zorundadır…Bizde, fabrikalarda, işçi sınıfı arasında, Sırplar ile Hırvatlar’ın saptanmasına başlandı. Buna asla izin vermeyeceğim…Önceleri Kosova’da yapıldıydı bu…Siz burada bütün bunların seyircisi oluyorsunuz. Bugün ne yapacağınızı dinlemek isterim. Ben Matiça ile Prosviyeta’nın siyasi etkinliğinin yasaklanmasından yanayım. Sosyalist bir toplumda, sosyalist kültürü ile eğitimi, sosyalizme karşı olanlar değil, sosyalist örgütleri geliştirmelidir. Yoksa komünizmin ve sosyalizmin savaşının ne olduğunu unuttuk mu? Bununla dışta kendimizi çok lekeledik. Onurumuzu çok yitirdik, bunu da zor düzelteceğiz. “Tito gidince herşey yıkılacak” gibisinden söylentiler var, kimileri de bunu ciddiye alıyor. Böyle olması utanç vericidir…” (10)

Tito’nun 1980’de ölümünden sonra, ciddiye alınmasını “utanç verici” nitelediği söylentiler, ne yazık ki gerçek oldu. Ancak eserinin, kimlerin ve kimlerin müdahaleleriyle nasıl can çektire-çektire öldürüldüğünü, birliği oluşturan “etnik” unsurların birbirleriyle nasıl kapıştığını, başvurdukları katliam, vahşet ve tecavüzün boyutlarını iyi ki görmedi. Kısaca, ne mutlu ki, sadece bir defa öldü. Sağlığında, onun demir pençe yönetimi altında “etnik” çekişmeler denetim altında tutulabilmişti. Ancak, ölümünden sonra, cumhuriyetler arasındaki ve içindeki “ekonomik ve etnik tabakalaşma” (doğru söyleyeni dokuz köyden kovmamak gerekir), Sırplar’ın gücü tamamen ele geçirmeleri ve tekellerine almalarıyla günyüzüne çıktı. Sırplar, büyük bir kıskançlıkla federal hükümeti ve orduyu tek başlarına kontrol eder hale geldiler. Ve sonuçta beklenmeyen değil, tüm taraflarca beklenen oldu. Katliam, vahşet ve tecavüz içerikli silahlı çatışmalar, 1990 yılını takiben patladı. Bu çatışmaları, (“birlik” döneminde az-çok ara verilen) “etnik” gruplar arasında, kökleri/nedenleri uzak ve yakın geçmişte bulunan çekişmelerin bir devamı olarak görmek de olanaklıdır. Gelles ve Levin’e göre, örneğin Bosna-Hersek’te Müslümanlar’ın (Boşnaklar’ın) egemenliğinde bir devlet fikri bile, geçmişte kalan Türk egemenliğinin hatıralarını canlandırmak için yeterli olmuştur. Öte yandan kökleri/nedenleri yakın geçmişte bulunan çekişmeye bir örnek olarak, II. Dünya Savaşı yıllarında Hırvatlar’ın, Naziler’in yanında yeralarak yüzlerce Sırp, Yahudi ve Çingene’nin toplama kamplarına gönderilmesine yardımcı olmaları gösterilebilir. Bu arada, yenilgiyi kabul etmeyerek karşı saldırıya geçen Sırplar’ın bir milyondan fazla Yugoslavyalının ölümüyle sonuçlanan iç savaşa (1941-1945) yolaçmış olmaları da, çekişmenin köklerine/nedenlerine ilişkin başka bir örnektir. Kısaca, Yugoslavya’nın dağılması, birliği oluşturan “etnik” gruplar bakımından eski düşmanlıkların tarihe gömülen değil, ne yazık ki yaşayan ve yaşatılan canlı tarih olduğunu kanıtlamıştır. Kaldı ki, Yugoslavya’nın dağılması demek, bu demektir. Bu arada, Doğu Avrupa’da “sosyalizmin çöküşü”ne paralel olarak ortaya çıkan “ekonomik ve siyasi kaos”un da, Yugoslavya’nın dağılmasına giden yolda eski “etnik” çekişmelerin ve düşmanlıkların şiddetlenmesine katkıda bulunduğunu gözardı etmemek gerekmektedir. (11)

Sonuç olarak diyebiliriz ki; geçmişten aktarılan ve Yugo-Slav birliğinde pasifize edilemeyen “ETNİK” çekişme, II. Dünya Savaşı’nda diğer “etnik” gruplar tarafından “ihanet” nitelenebilecek farklı tutumlarla gelişmiş, cumhuriyetler arasında ve içinde set çekilemeyen “EKONOMİK VE ETNİK TABAKALAŞMA”, tüm cumhuriyetlerde ve “etnik” unsurlarda okşanagelen “milliyetçiliklerin kudurması”nı beraberinde getirmiş ve bunların tümü hep birlikte, ısırmaya koyuldukları kendi bedenlerini, oldurdukları Yugo-Slav (Güney-Slav) birliğini, bu defa bile-bile ve göz göre-göre öldürmüşlerdir.



Saygılarımla,
Dr. Halim ÇAVUŞOĞLU

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet sohbet
Cevapla

Etiketler
parcalanma


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Standart Parçalanma - Chinua Achebe Zen Kitap Tanıtımları 0 13 Aralık 2012 20:22
Yugoslavya Sır Tarih 0 24 Eylül 2011 23:53
Nükleer Parçalanma - Fisyon YapraK Ödev ve Tezler 0 29 Nisan 2009 23:57