IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  digitalpanel

Etiketlenen Kullanıcılar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 04 Ocak 2010, 18:54   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Emperyalizmin Kanlı Tarihi





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

EN BÜYÜK TERÖRİST EMPERYALİZMDİR
“Terör...”

Hemen her gün gazete manşetlerinden, televizyon haberlerine kadar karşımıza çıkar bu tanım. Son yıllarda en çok tartışılan konuların başında gelir.

Nedir Terör?

“Terör” kavramını egemenler kullanır. Ancak tanımlamaya gelince her biri çok değişik biçimlerde açıklarlar terörizmi. Terörizme, “Pellegra (vitamin eksikliği hastalığı) ve benzeri vakalar gibi vitaminin yeterince alınamamasıyla ortaya çıkan ve Güney Amerika’da mısırla beslenen topluluklarda hüküm sürmekte olan bir hastalık” veya “modern dünyayı yavaş yavaş zehirleyerek öldüren kanser” gibi ilginç teşhisler de konulmuştur,

Egemenler için terörizmin ortak tanımı; kendilerine ve çıkarlarına karşı olan her şeydir. Bu kimi zaman en meşru hak istemi, kimi zaman bir söz, kimi zaman da bir halkın yaşama isteğidir.
İşte “terörizm” de emperyalizmin sömürüsünü meşru göstermek için kullandığı bir demagoji malzemesidir.

Ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin doğması, gelişmesi ve dünyanın hemen tüm kıtalarına yayılmasıyla birlikte emperyalizm bu gelişimi durdurmak ve mahkum etmek için “terörizm” suçlamasıyla kurtuluş hareketlerini gayri-meşru duruma düşürüp, kendi terörizmini meşru kılmak istemektedir.

Kuşkusuz, emperyalizm tarihin gelişimini durduramaz. Dolayısıyla kurtuluş hareketlerini ve sınıflar savaşımını engelleyemez. Ama bu yalan ve demagoji ulusların uyanmasında ve halkların kurtuluş savaşlarının gelişmesinde belirli bir oranda etkili olmuş, kurtuluşunu geciktirmiştir.

Emperyalizm ve işbirlikçisi iktidarlar, bu durumu iyi bildiklerinden terörizm demagojisine daha sıkı sarılmıştır. Kurtuluş hareketlerinin önlenemez biçimde gelişmesi nedeniyle emperyalizm pazar sorununu savaşlarla çözemez duruma geldiğinde bu savaşı ekonomik, siyasi ve de yerel-bölgesel savaşlar çerçevesinde sürdürülmesiyle oluşan emperyalist birlikteliklerde “terörizm” kavramına istedikleri anlamları yükleyerek özel baskı tedbirleri oluşturdular.

Bu baskı tedbirleri;

- Her türlü askeri müdahale yapma,

- Yasadışı terör örgütleri oluşturma,

- Başka ülkeleri işgal etme,

- Gerektiğinde diğer halklara da gözdağı verebilmek için yerle bir etme,

- Yüzbinlere varan katliamlar yapma,

- Halkları birbirleriyle savaştırma,

- Provokasyonlar düzenleme,

- İletişim tekelleriyle yalan haberler yayma,

- Ekonomik ve siyasi ambargo uygulama,

- Muhalefeti bastırmak için yasal düzenlemeler oluşturma vb. şeklindedir.

Terörizmin amacı; Amerika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Afrika’ya dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan ve tüm değerlerin gerçek sahibi olan emekçi halkların ürettiklerine el koymak, yeraltı-yerüstü zenginlilerini talan etmek, egemen sınıfların asalak yaşamını devam ettirmektir. Bunun için sömürüye karşı çıkan insanları, grup ve örgütleri, ülkeleri karşı-devrimci zorla baskı altında tutmak, yıldırmak ve tüm dünyada ekonomik, askeri ve siyasal olarak kendi düzenini egemen kılmak ister.

Emperyalizm bu amacına ulaşmak için örgütlenmelerini de oluşturmuştur. En başta NATO gibi bir askeri saldırı örgütüne; IMF, Dünya Bankası gibi ekonomik terör örgütlerine sahiptir. Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütleri ve bölgesel askeri-siyasal paktları da bu doğrultuda kullanmaya çalışır. Bunun yanında tek tek tüm emperyalistlerin ve işbirlikçi ülkelerin “milli” etiketli orduları Polis teşkilatları, istihbarat örgütleri, değişik ülkelerde çok çeşitli adlar alan özel terör grupları vardır. Emperyalist sömürüye yönelen tehdidin niteliği ve boyutuna göre bu terör araçlarından biri ya da hepsi devreye sokulur.

Başta NATO olmak üzere tüm terör araçlarının faaliyetleri gerçekte hiçbir ulusal veya uluslararası antlaşmayla sınırlı değildir. Asıl olan emperyalistlerin ya da işbirlikçi rejimlerin güvenliği ve sömürü düzeninin bekasıdır. Bunun için hiçbir kural, yasa, gelenek, ahlak ölçü tanımaksızın her yola başvururlar.

Emperyalist terörün hiyerarşisi, en tepe noktasında Beyaz Saray ve Pentagon olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin ve işbirlikçi ülkelerin başkentlerini içine alan bir ağ içinde örgütlendirilmiştir. Bu hiyerarşi halklara karşı gerçekleştirilecek terör eyleminin niteliğine göre açık ya da örtülü olarak devletler, hükümetler düzeyinde ordu ve polise gizli servislere, kontrgerilla türü örgütlere ve oradan uygulayıcılarına doğru işler.

Tüm bu örgütlenmelerin finansmanını sağlayan görünürde devletlerdir. Ancak esasta halklara karşı kullanılan bu emperyalist faşist terör örgütlerinin finansmanı tüm dünya emekçilerinden haksız ve adaletsiz olarak alınan vergilerle sağlanmaktadır. Devletin gelirlerini oluşturan bu vergiler açık ya da örtülü ödenekler yoluyla bu saldırı aygıtlarına aktarılır.

Fırtına Taşıyan Bulut Gittiği Yere Kan Götürüyor

Emperyalizm iIk oluşumundan bugüne varlığını sürdürmek için dünya halklarına karşı amansız bir savaş içerisindedir. Halkları sömürmek, katletmek emperyalizmin varlık koşuludur. Bu yüzden de yüzyıldır, dünyanın her karış toprağında emperyalizmin vahşeti, kıyımı, sömürüsü, kısacası işlediği suçlar vardır.
Emperyalizm fırtına taşıyan bir bulut gibidir. Üzerinde dolaştığı her bölgeye, her halka savaştan başka bir şey götürmemiştir.

Emperyalizm geri bıraktırılmış yeni sömürgelerde, ekonomik, politik, kültürel, askeri olarak egemenliğini devam ettirmekle ülkedeki faşist terörden doğrudan sorumludur.
Dünya halklarına karşı suç işleyenlerin başında ABD emperyalizmi gelir. ABD dünyanın baş düşmanı ve bir numaralı terörist devlettir.

ABD, bugün insanlığa karşı işlenen her suçun kaynağı ve odağı haline gelmiş bir terör devletidir. Bu konuda tartışılmaz bir yere sahiptir. Ve her gün suçlarına bir yenisini eklemektedir. Suçlarının özeti bile azımsanmayacak boyuttadır.

ABD’nin kısa suç kronolojisi bunun kanıtıdır.

+ 1898’de Meksika’yı işgal etti.

+ Aynı yıl Küba’ya girdi.

+ 1921 yılında Nikaragua’yı işgal etti. Ulusal Muhafızlar adlı ve başını Somoza’nın çektiği terör örgütünü kurdu. Anti-emperyalist direnişin başını çeken Sandino ve 300 kişiyi katletti. 40 yıldan fazla sürecek bir terör devrini başlattı. Sabotaj ve suikastlar düzenledi.

+ 1945’te Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atarak bir anda 250 bin kişiyi vahşice öldürdü.

+ 1950-53 yılları arasında yüzbinlerce yurtsever Koreliyi katletti.

+ 1954’te binlerce Guetamalalıyı öldürdü.

+ 1955’te Endonezya, Laos ve Kamboçya’da çok sayıda CIA operasyonu düzenledi.

+ 1956-59 yılları arasında Küba’da 60.000 kişiyi, ABD’li danışmanların ve Batista’nın birlikte yürüttüğü operasyonlarda katletti.

+ 1961’de Küba’ya karşı Domuzlar Körfezi çıkartmasını örgütledi.

+ 1965’te işbirlikçi Suharto, 1 milyon komünist ve ilerici Endonezyalıyı katletti.

+ Aynı yıl Dominik’e paraşütçülerini indirdi ve 10 bin Dominikliyi katletti.

+ 1975’te Vietnam’dan kovulduğunda arkasında milyonlarca ölü ve sakat bıraktı. ABD’nin Vietnam’da halkın üzerine attığı 638 bin ton bomba, II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa ve Afrika’ya atılan toplam bombaların yarısıdır. Kişi başına aşağı yukarı 5 bomba atıldığı söylenmektedir. Milyonlarca insan “stratejik köyler”e sürülmüş, onbinlerce kadının ırzına geçilmiş, yüzbinlerce insan sakat bırakılmıştır, Milyonlarca insan işkenceden geçirilmiştir.

+ 1970-75 yılları arasında Kamboçya ve Laos’ta 1 milyon insanı katlettiler.

+ 1973’te Şili’de CIA’nın düzenlediği darbe ile 30 bin kişi katledildi.

+ Arjantin’de faşist generallerle yaptığı işbirliği sonucu 30 bin kişi “kaybedildi”.

+ 1983’te Lübnan’a müdahale etti. 14 bin Deniz Piyadesi’nin katıldığı operasyonda binlerce ilerici yurtsever Lübnanlı katledildi.

+ Aynı yıl Lübnan’a ikinci bir müdahalede bulundu. Akdeniz’de eşkıyalık yapan Amerikan 6, Filosu’na ait savaş gemileri Lübnan’a günlerce bomba yağdırdı.

+ Yine aynı yıl Grenada’yı işgal etti. Yüzlerce ilerici ve yurtsever katledildi.

+ 1986’da uluslararası haydutluk örneği sergileyerek Libya’yı bombaladı, bine yakın sivili katletti. Ülkeye ambargo uygula***** deniz ablukasına başvurdu.

+ 1989’da Panama’ya asker çıkarttı ve 5 bin Panamalıyı öldürdü.

+ 1991’de Irak’ın Kuveyt’e girişini bahane ederek diğer emperyalist güçleri de ardına takarak Irak halkına karşı bomba yağdırdı. 100 binin üzerinde insanı katlettiği bu vahşeti iletişim kanallarıyla tüm dünyaya resmen izlettirdi. ABD uçakları Irak halkının üzerinde 12 bin sorti yaptılar.

+ Somali’deki durumu bahane ederek yine diğer emperyalist güçleri de peşine takarak ülkeyi işgale girişti.

+ İran’a karşı başlattığı ambargoyu yıllardır sürdürüyor.

+ Latin Amerika da ABD’nin bulaşmadığı savaş, katliam, insan hakları ihlali yok gibidir. Nikaragua’dan kaçan işkenceci, halk düşmanı kontraları “Özgürlük Savaşçıları” adı altında Honduras’ta üslendirdi ve silahlandırarak Nikaragua halkının üstüne saldırttı. Birçok Latin Amerika ülkesinde de “Ulusal Muhafızlar” adı altında “Ölüm Mangaları”nı örgütledi, eğitti, finanse etti, silahlandırdı ve halkın üzerine saldırttı.

+ ABD, sadece 1946-1975 yılları arasında amaçlarına ulaşmak için tam 215 kez askeri gücüne başvurmuştur. Aynı yıllarda insanlığa 19 kez “nükleer silah kullanma” tehdidini savurmuştur.

ABD’li emperyalistler, sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte dünyanın birçok yöresinde halklar arasındaki birlik zeminini ortadan kaldırmak için danışmanları ve işbirlikçi hükümetler eliyle komplolar düzenlemekte, milliyetçilik duygusunu istismar etmekte, gerici iç savaşlar yaratmaktadır. Nasıl ki, Truman “Hür Dünya” için Hiroşima ve Nagazaki’yi bombala*****, Eisenhower Kore halkını katlederek, Johnson ve Nixon Vietnam’ı yakıp yıkarak, Bush Ortadoğu’yu ateşe boğarak tröstlere olan diyet borçlarını ödüyorlardı. Clinton da “Yeni Dünya Düzeni”ni halklara dayatmakta, sosyalizme yönelik saldırıların başını çekmekte, Ortadoğu’da Kürt ve Türk halklarına yönelik katliamları ve işkenceleri yönlendirmektedir.

Vietnam halkının katili Johnson, 1966’da “... Gidişimiz kararlı, inancımız kesindir” diyordu. Johnson “Hürriyet” uğruna her şeyi yaptığında, geriye 2 milyon ölü, yanmış ve yıkılmış bir Vietnam kaldı.

İNGİLTERE

Burada ABD’nin suç ortağı İngiltere’yi de ele almak gerekir. İngiltere de dünya halklarına karşı suçludur.
İngiltere ile ABD arasında hiçbir konuda ciddi bir fikir ayrılığı yoktur. İngiltere de halklara yönelik saldırıda tereddütsüzdür. MI 5 adlı teşkilatı tam bir terör odağıdır. Londra’da işkence fuarı düzenlemekte ve faşist rejimlerin işkence teşkilatlarına bu aletleri pazarlamaktadır.

+ Uzun yıllar boyunca “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” sıfatını taşıyan ve tüm dünya halklarını kana ve acıya boğan bir hükümdarlık kuran İngiliz emperyalizmi, bugün bu sıfatını yitirmiş olmasına rağmen, ABD’nin arkasında her türlü kontrgerilla operasyonu ve saldırılara bilfiil katılmaktadır.

+ 2 Mayıs 1857’de Delhi yakınlarında Meerut’taki askerlerin ayaklanmasıyla başlayan ve buradan Hindistan’a yayılan ayaklanma kanlı şekilde bastırıldı. İngiltere ayaklanmayı bir ırk savaşına dönüştürdü. İşgalci İngilizler girdikleri bütün köylerdeki insanları imha ettiler.

+ Aynı yıl İngilizler Delhi’yi ele geçirdiler. İşgale karşı ayaklanma Şubat 1859’a kadar sürdü. Yüzbinlerce Hintli katledildi.

+ İngilizler 1859’de Hindistan’da Morar’ı işgal ettiler.

+ Ekim 1860’da Pekin’i işgal ettiler.

+ 1874’te Sudan’ı işgal ettiler.

+ 1882’de Mısır’ı işgal ettiler,

+ 1881’de Mehdi ayaklanmasıyla kovulduğu Sudan’ı 1896-1898 yılları arasında tekrar ele geçirdiler.

+ 1890’da Kenya ve Uganda’yı işgal etti. Terör aralıksız onyıllarca sürdü. 1950’li yıllarda Kenya tam bir toplama kampına dönüştü. Ekim 1953’te İngiliz emperyalizmi 138 bin Afrikalıyı gözaltına aldı. Aynı yıl 1300 Kenyalı katledildi. İşgalciler 1952’de Mamu Mamu direnişçilerinin gösterisine açtıkları ateşle 17 kişiyi öldürdüler. Kenya’da İngiliz işgali boyunca köyler yakıldı, 39 toplama kampında 70 bin Kenyalı tutsak edildi ve bu süreç zarfında 30 bin Kenyalı vahşice öldürüldü.

+ 1900’de Güney Afrika’da Boer’lere saldırıldı. İngilizlerin yakaladıkları ve toplama kamplarına koydukları çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 20 binden fazla Boer öldürüldü. 1902’de Vereeniging anlaşması sonunda Boerler bağımsızlıklarını yitirdi.

+ 12 Mayıs 1916’da İrlanda kurtuluş mücadelesinin önderlerinden James Conolly gizli bir duruşmayla idam edildi. Kangrene dönüşen yaraları nedeniyle ayakta duramaz halde olan Conolly koltuğa oturtularak kurşuna dizildi.

+ 13 Nisan 1919’da barışçıl bir gösteriye ateş açan İngilizler 379 Hintliyi öldürdü, 1200 kişiyi yaraladı.

+ İngiliz emperyalizmi 1931’de Gandhi’yi tutukladı ve bu arada 60- 90 bin arasında Hintli gözaltına alındı ve terör estirildi. 1 Nisan-14 Temmuz 1931 arasında 103 kişi katledildi, 420 kişi yaralandı.

+ İngiliz işgali altındaki İrlanda’da 1922-23 arasındaki iç savaş boyunca İngiltere hükümeti pek çok IRA önderini yargılamaksızın idam etti. Ayrıca birçok Cumhuriyetçi ele geçirilir geçirilmez kurşuna dizildi.

+ İngiltere 1927’de Shanghay’da onbinlerce Çinli işçiyi katletti.
İşçiler İngiliz egemenliğine başkaldırmışlardı.

+ 1929’da İngiltere işgali yıllarında Siyonist zulme isyan eden Filistinlilerden 200 isyancıyı İngiliz güçleri katletti. Birçok Arap köylü idam edildi, birçoğu hapsedildi. Yine İngiliz emperyalistler 1936 yılı içinde 1000 Filistinli isyancıyı katlettiler.

+ İngiltere, Siyonizmin silahlandırılması ve Ortadoğu’ya yerleştirilmesinde önemli rol aldı. Bu destek nedeniyle İngiliz güçlerinin 1939 yılında Ortadoğu’dan çekilmesiyle 5000 Arap katledildi. 14 bin Arap yaralandı. Ayrıca İngilizler, özel terör örgütü olan “Özel Gece Birlikleri”ni kurdular.

+ 1931 Temmuzu’nda İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri Hindistan’a 500 ton bomba attılar.

+ İngiltere, Ekim 1944’te Yunanistan’ı işgal etti. 40 bin kişilik İngiliz kara ve hava kuvvetleri Yunanlı yurtsever güçleri Atina dışına çıkarttı. Bundan sonra tam bir faşist terör kampanyası başlatıldı.
İngiltere, Yunanistan tarihine de işgalci olarak geçti. Aralık 1945’te 50 bin kişiye soruşturma açılır. 18 bin Yunanlı cezaevine atılır. İngiliz emperyalizmi bu süreçte en ünlü şöhretini Yunanlı devrimcilere karşı kurduğu “Larissa ve Makranissos” toplama kamplarıyla kazanmıştır. Bu kamplarda binlerce komünist ve yurtsever vahşice işkencelerden geçirilmiş ve katledilmiştir. Katledilenle arasında Yunan direnişinin kahramanı Elas komutanı Aris Velovchiotis de vardı.

+ İngiltere, Kore halkına saldıran emperyalist güçler arasında da vardı. Kore’ye saldırı savaşına 12 bin kişilik askeri birlikle katıldı. 1945-50 arasında 100 bin Korelinin öldürülmesinin sorumlularından biri de İngiliz emperyalizmidir.

+ 30 Ocak 1972 günü İrlanda’da “Kanlı Pazar” olarak tarihe geçti. İngiltere polisi 14 İrlandalı sivili katletti. İrlanda’nın işgalinin 25 yılı boyunca çoğu sivil, katledilen İrlandalı sayısı 3 bin civarındadır.

+ İngiltere, işkence aletleri de pazarlıyor. Bir örneği 11 Ocak 1995’te Channel 4’te yayınlandı. Arabistan’a 20 milyon Sterlinlik işkence aletleri satıldığı açıklandı.

+ Endonezya’da Suharto rejiminin 1976 yılında işgal ettiği Doğu Timor’da uyguladığı soykırıma İngiltere tam destek verdi. Bugüne kadar Doğu Timor’da 210 bin kişi katledildi. İngiliz hükümetleri Suharto’nun 30 yıldır süren faşist diktatörlüğünü askeri ve mali projelerle destekliyor.

+ 1982 yılı içinde İngiltere ve Wales’te polis gözetimi sırasında “kötü muamele” nedeniyle 55 kişi öldü.

+ 1991 yılında ise bu sayı 49’dur. Ayrıca 1969-80 yılları arasında İngiltere’de gözaltında ölen insan sayısı 696 kişidir.

+ 1986-1992 yılları arasında İngiltere hükümetlerinin Türkiye’deki faşist rejime yaptıkları silah yardımı 43 milyon dolar değerindedir. Bu silahların Kürt ve Türk halklarına karşı kullanıldığı biliniyor. Bu silahlarla teçhiz edilen faşist güçler, yaklaşık 3000 köyü imha edip 2 milyon insanı topraklarından kovdular. 55 bin kişi katledildi.

VE ALMANYA...

Bugün hala nefretle ve lanetle anılan bir tarihe sahiptir Almanya. Dünya tarihine kara harflerle yazılmış Hitler faşizminin anayurdudur. Bu yüzden de Almanya denilince ilk akla gelen faşizmdir, SS’ler, SA’lar, gaz odaları, yakma fırınları, kısacası yaşanan vahşettir. Ve Almanya tarihi boyunca işlediği suçlarla nefret ve lanetle anılmayı haketmiştir.

Alman emperyalizmi bugün de ırkçılığın hamisi ve en büyük destekçisidir. Tam bir polis devletidir. GSG-9 adlı terör örgütü aracılığıyla gerektiğinde hiçbir hukuk normunu tanımamaktadır.

+ Tüm kara Avrupa’sını Yunanistan’dan Fransa’ya, Bulgaristan’dan Polonya’ya dek işgal etmeye kalkmış, halklara karşı aklın almakta zorlandığı işkenceleri uygulamış ve soykırıma girmiştir.
II. Paylaşım Savaşında 30 milyon insanın ölümünden, 35 milyon insanın sakat kalmasından birinci dereceden suçludur. Sadece Sovyetler Birliği’nde 1718 şehri, 70 bin ilçe ve köyü yıkmış, 20 milyon insanı katletmiştir. 25 milyon insanı evsiz bırakmıştır. Gaz odaları ve krematoryumlarda 6 milyondan fazla Yahudi ve komünisti vahşice öldürmüştür.

+ Ortadoğu’ya yönelik planlar içinde olan Almanya, özellikle Güney Kürdistan’da yer edinebilmek için çeşitli oyunlar peşindedir. Türkiye’deki faşist rejimin destekçisi durumundadır. Kürt, Türk tüm Anadolu halklarının ve proletaryanın sömürülmesi, baskı altında tutulması ve işkencelerin birinci dereceden suç ortağıdır. Faşist rejimlerin işkence teşkilatlarına eğitim, lojistik, silah ve teçhizat sağlamaktadır.

+ Anti-emperyalist RAF örgütüne yönelik yüzlerce kez saldırı düzenlemiş, önder kadrolarını katletmiştir. Bu konularda tam bir pervasızlık sergilemektedir.

+ Alman halkının faşizme karşı sağduyusunu hiçe sa***** özellikle Ortadoğulu anti-faşist kurtuluş örgütlerini yasaklamakta, devrimci avı yapmaktadır.

+ Alman cezaevlerinde yıllardır ağır baskı koşulları hüküm sürmekte , işkence ve infazlar yapılmaktadır. Uluslararası Af Örgütü’nün 1995 yılı raporunda da karakollar ve cezaevlerinde işkence yapıldığı belgelenmiştir.

+ Yabancılara karşı saldırıları örgütleyen Neo-nazi teşkilatının arkasında Alman emperyalistleri vardır.

FRANSA

Fransa kendisini hep en demokratik ülke olarak göstermeye çalışmıştır. Dünyada “tarafsızlığın”, “adaletin”, “insan hakları”nın sembolü olarak bilinir. Daha doğrusu öyle bilinmesi istenir. Ancak Fransa’nın tarihi böyle olmadığını açıkça gösteriyor.

Fransa, özellikle Ortadoğu ve Afrika halklarına yönelik saldırı, işgal, katliam, sabotaj, suikast ve sömürüde önde gelen devletlerdendir. Lejyonerleri, gizli servisleri bu tür işgal ve saldırı faaliyetleri için örgütlenmiştir.

+ İşkence yöntemleri konusunda dünyaya bir dönem rehberlik edecek denli ileri gitmiş bir ülkedir.

+ Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı en fazla gözeten, destek veren ülkelerden biridir.

+ 25 Temmuz 1920’de büyük kısmı Senegal ve Mağrip’ten devşirilmiş Fransa ordusu, 90 bin askerle Şam’ı işgal etti.

+ Aynı yıl Sovyetler Birliği’ne karşı işgalci askerler gönderdi.

+ Anadolu’da Antep-Maraş bölgesini işgal ederek yüzlerce köyü yakmış, binlerce kişiyi öldürmüştür.

+ Ortadoğu’da yönetimi altında bulunan bölgeler 1925 yılına kadar sıkıyönetim alında kaldı. Bölgeye askeri yatırımlar sivil amaçlı yatırımların 10 misliydi.

+ 1946’da çekilmeden önce Şam’ı bombalayan Fransız ordusu 500 kişin ölümüne yol açtı.

+ Lübnan’da uzun yıllar sömürgeci bir güç olarak kaldı. Bu sürece ilişkin tüm sömürü ve katliamlarda pay sahibidir.

+ 1950’lerin ikinci yarısında İsrail ile özel ilişki geliştiren Fransa, İsrail’in Arap halklarına karşı başlıca kaynağı oldu.

+ Madagaskar’da 1947 yılında özgürlük talebiyle ayaklanan halka karşı katliam yaptı. 40 bin Madagaskarlıyı katletti.

+ 1952 yılında başlayan Cezayir Ulusal Kurtuluş hareketinin üzerine bütün vahşetiyle gitti. 10 yıllık savaş sonunda 1.5 milyon Cezayirli yurtseveri katletti. Yüzlere köy ve kasaba yerle bir edildi.

+ II. Paylaşım Savaşı sırasında Alman faşizmiyle işbirliği içine girerek binlerce Fransız devrimcisi ve yurtseverin katledilmesine seyirci kalmıştır.

+ Kongo’nun yurtsever lideri Patricia Lumumba’yı başkanlık sarayında ünlü suç örgütü “Paraşütçü Birlikleri” eliyle kaçırmış, uçakta işkence ile öldürülmüş cesedini Cezayir’e indirmiştir.

+ 1956’da İngiltere ile birlikte Süveyş kanalını işgal etti.

+ 1967-68 yıllarında Fransız işçileri ve öğrencilerine karşı kitle halinde şiddet uyguladı. Yüzlerce kişi yaralandı ve tutuklandı.

+ Vietnam’ı işgal etti. 1975’te savaş sona erdiğinde 2 milyon kişini öldürülmesinde pay sahibi oldu. Gerisinde ünlü “Kaplan Kafesleri” ve yanmış yıkılmış bir ülke bıraktı.

+ Irak’a yönelik 1991 yılında gerçekleştirilen “Çöl Fırtınası” harekatına ABD’li emperyalistlerin peşinden katıldı ve 100 bin Iraklının katledilmesinde suç ortağı oldu.

+ Ruanda’yı işgal ederek kabileler arası savaşı sürüklemiştir. Bu işgal sırasında sadece bir ay içerisinde 500 bin Ruandalı katledildi.

+ Yeni Kaledonya’da Machoro’nun katledilmesi, Green Peace gemisin batırılması ve bir gazetecinin öldürülmesinden sorumludur.

+ Dünya çevre kirliliğinin önde gelen sorumlularından biridir. Pasifik Okyanusu’nda nükleer denemelerini halen sürdürmektedir.

+ Yugoslavya’yı parçalayan ve halen Yugoslavya halklarının katledilmesine yol açan savaşta politik ve askeri olarak rol aldı.

+ Türkiye dahil, dünyadaki devrimci örgütlere karşı operasyonlar düzenledi, tutuklamalara başvurdu. İspanya ile birlikte Bask bölgesinin bağımsızlığı için savaşan ETA’ya ortak operasyonlar düzenledi. Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşçılarına yönelik terör, işkence ve tutuklama kampanyalarını düzenledi.
Ayrıca sayılabilecek başka terörist ülke ve örgütleri vardır. Ancak bu saydığımız devlet ve terör örgütleri halklara karşı uygulanan terörizmin odağındadırlar ve dünya halklarına karşı işlenmiş suçların büyük bölümünü bu suçluların dosyasında toplanmıştır.


----------

Dünyanın En Büyük Suçu; PAYLAŞIM SAVAŞLARI
Suçlu; EMPERYALİZM

Emperyalizmin mayası sömürüdür ve mayanın tutması hep daha çok toprağın, egemenlik altına alınacak yeni ülkelerin olmasına bağlıdır. İşte emperyalistler bunun için bitip tükenmez bir açgözlülükle saldırdılar dünyaya. Onlar için dünya kocaman bir pastaydı ve her biri daha büyük dilimi kapmak için yarıştılar. Kaptıkları pay onlara yetmedi. Hep daha fazlasını istediler. Ve dünyada paylaşılacak toprak kalmayınca birbirlerinin topraklarına göz diktiler.
Her şey kendi çıkarları, dünyanın tek hakimi olmak içindi. Ve amaçlarına ulaşmak için her yolu mubah saydılar.
Emperyalistler için “kar eşittir kan”dı. Bunun için halkların kanını dökmekte, yok etmekte, ülkeleri işgal edip harabeye çevirmekte bir an bile tereddüt etmediler.
İşte dünya tarihinin en kanlı dönemleri olan I. ve II. Paylaşım Savaşları, emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşması uğruna çıkarılmıştır.

I. Paylaşım Savaşı: Bütün 19. yüzyıl boyunca ekonomik değişimin uluslararası ilişkiler üzerinde belirleyici bir etkisi oldu. Yüzyılın başında İngiltere dünya ticaretini denetimi altında tutuyor olmasını, büyük ölçüde Sanayi Devrimi’ne ilk uğrayan ülke olmasına borçluydu. Ancak sanayi devrimi İngiltere ile sınırlı kalmadı. Belçika ve Fransa’nın ardından Almanya da sanayi devriminin etkileri altında biçimlenmeye başladı. 1870’e gelindiğinde Almanya, Fransa’yı nüfus ve sanayi ürünleri üretimi bakımından yakaladı. 1914’e gelindiğinde ise Almanya artık Fransa’yı büyük bir hızla geride bırakmış bulunuyordu.

1900’lere doğru dünyada bütün sömürgelerin paylaşımı tamamlanmıştı. Ancak sanayinin eşitsiz gelişimi, devletler arasındaki güç ve hakimiyet ilişkilerini sarsıyordu.

1914’de I. Paylaşım Savaşı’na doğru Fransa, İngiltere’den sonra silahlanmadaki ikinci olan konumunu yitirerek büyük devletler arasında sonuncu duruma düşmüştü. Almanya ise son sıralardaki yerinden hızla yükselmeye başlamış ve İngiltere’nin egemenliğini doğrudan doğruya tehdit etmeye başlamıştı. Ve Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaki topraklar bu iki büyük emperyalist devlet arasındaki hakimiyet mücadelesinin ilgi merkezlerinden birini oluşturuyordu.

4 yıl süren savaş boyunca işgaller, geri çekilmeler, katliamlar-kıyımlar, yapılan ve bozulan anlaşmalar birbirini izledi. Birbirinin ayağını kaydırıp hakim olma yarışı tüm hızıyla sürdü. Savaştan hiç bir çıkarı olmayan ve savaşa zorla sokulan halklar ise bu yarışın bedelini ödeyen oldu.

Savaş sona erdiğinde, emperyalistler dünyayı paylaşmış, yeni sömürge alanlarının sınırları çizilmişti. Ancak 4 yıllık savaşın en ağır bilançosu halkların yaşadığı vahşet ve kıyımdı.

Bu bilanço bile I. Paylaşım Savaşı’nın sonuçlarını anlatmaya elbette yetmez. Gerçek bilançoyu ise hiçbir zaman çıkarmak mümkün değil. Ancak bu tablolar bile, savaş süresi boyunca, tüm cephelerde günde 5 bin insan öldüğü anlamına geliyor ki bu da yaşanan kıyımı anlatmaya yeterli.

I. Paylaşım Savaşı ile bunalımlara çare arayan emperyalistler aynı zamanda savaş endüstrilerini de geliştiriyorlardı. Özellikle ağır topçu ve hava kuvvetleri büyük oranda gelişti. Yıldırım gibi çarpıcı bir etki yaratabilecek yeni mermiler bulmak için uğraşıldı.

Almanlar 1915’te tutuşkan sıvı ile boğucu gazlar kullanıma soktular. Fransızlarla İngilizler 1916’dan itibaren çelik palet üzerine oturtulan tanklar yaptılar. Böylece savaş git gide endüstriyel bir nitelik de kazanıyordu. Yani savaşla birlikte silah sanayi de gelişiyordu.

En önemlileri Fransa’da Schneider, Almanya’da ise Krupp olan silah satıcıları, savaş üretimini artırarak, sınırın her iki yanındaki üyelerinin servetlerini artırmak olan bir tür uluslararası tröst halinde sıkı bir biçimde birleştirmişlerdi. Bu amaçla iki ülke halkından her birini, ötekinin saldırmaktan başka bir amacı olmadığına ikna etmek için, onlar arasında korku yayacak güçlü araçlar kullanıyorlardı.
Savaşın sürmesinde önemli bir yeri olan Briey-Thionville demir madenlerinin öyküsü savaşın öteki yüzünü görmek açısından çarpıcıdır.

Briey-Thionville demir madenleri Lüksemburg, Fransa ve Almanya sınırlarındaydı. Sahibi Fransız-Alman Wendel ailesiydi.

Bu havzanın savaşın seyrinde çok büyük bir önemi vardı. Fransız milletvekili Engerand savaştan sonra, 31 Ocak 1919’da Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada şöyle diyecekti: “1914’te yalnız Briey bölgesi bizim tüm demir filizi üretimimizin yüzde 90’ını sağlıyordu.”

Aynı yıllarda cumhurbaşkanı olan Poincare’nin kendisi de vaktiyle şöyle yazmıştı: “Brey havzasının Almanlarca ele geçirilmesi en azından bir felaket olur; çünkü bu eşsiz maden ve metal kaynaklarını onların eline bırakmak demektir ki, bu durum bunlara sahip olan savaşan ülkeye çok büyük yararlar sağlayabilir:” (Aktaran Kapitalizmin Kara Kitabı, syf. 94)

Durum böyleyken şaşılacak bir olay meydana geldi. 6 Ağustos 1914’ten itibaren havza hiçbir direniş olmaksızın Almanlarca işgal edildi.

Çok sonradan anlaşılan gerçek şuydu: Bazı kurmay üyeleri ile Fransız savaş gereçleri satıcıları arasında savaşın uzaması ve böylece silah satıcılarının karlarının artması amacıyla havzayı Almanlara bırakmak için bir anlaşma yapılmıştı. Çünkü Almanlar demir cevherleri olmadan savaşı sürdüremezdi. Tüm savaş boyunca Briey’e tek bir Fransız saldırısı olmadı. Ve Almanya 4 yıl boyunca savaşı sürdürme araçlarını Briey havzasından sağladı.

Bu sadece bir örnek. Savaş süresince benzeri örneklere rastlamak mümkün. Emperyalistlerin pazar savaşı olan I. Paylaşım Savaşı’nda milyonlarca insanın kanı dökülürken, emperyalistler dünyayı paylaşmanın yanında yeni hammadde kaynakları olan sömürgelerini de garantiye almışlardı. Yani savaş bitse de halkın kanı üzerinden kar elde etmeye devam edeceklerdi.



Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

II. PAYLAŞIM SAVAŞI: Mussoli’ni Etiyopya ve Arnavutluk’a saldırdı, Hitler Avusturya ve Çekoslovakya’yı egemenliği altına aldı; militarist Japonya Çin’e ve Sovyetler Birliği’ne sataştı. İtalya ve Almanya’dan yardım gören Fransa Cumhuriyete karşı kendi iktidarını kurdu. Son aşamada ise Hitler, Polonya’ya saldırarak paylaşım savaşını başlatmış oldu.
Almanya’nın Polonya’ya saldırdığı tarih olan 1 Eylül 1939 II. Paylaşım Savaşının başlangıç tarihi olarak kabul edilir.
Almanya’nın hedefi Sovyetler’i hızla işgal ettikten sonra Kafkasya, Türkiye ve Mısır üzerinden Ortadoğu’ya yayılarak, Japonya’nın da Hindistan’a yüklenmesiyle emperyalist rekabetteki düşmanı İngiltere’nin işini bitirmekti. Yani yine pazar kavgasıydı savaşın özü.
II. Paylaşım savaşı, tarihin en büyük çaplı savaşı olu. Kesin olarak saptanamamakla beraber, ölenlerin sayısı, Avrupa’dan Asya’ya ve Afrika’ya ELLİ MİLYONA varır. En büyük kaybı 11 milyon asker ve 7 milyon siville Sovyetler Birliği verdi. Polonya yaklaşık 3.5 milyonu soykırım uygulanan Yahudiler olmak üzere, 5.8 milyon vatandaşını kaybetti. Saldırgan faşist ülkelerden Almanya tarafında 3.5 milyon asker, 780 bin sivil; Japonya tarafında 1.3 milyon asker, 670 bin sivil öldü. Japon emperyalizmine karşı silahlı mücadele veren Çin, 1 milyon 300 bin askerin yanısıra, sayısı tam olarak saptanamayan ama milyonları bulan sivil direnişçiyi yitirdi. Savaşın en büyük güçleri arasında olmasına rağmen İngiltere’nin kaybı 264 bin asker ve 92 bin sivil; ABD’nin kaybı ise 292 bin asker ve 6 bin siville sınırlı kaldı.
Emperyalist sömürünün en kaba ve en yok edici anlatımı bu dünya savaşının genel çerçevesi içinde ortaya çıktı. Bu sömürünün nesnesi Nazi kamplarında toplanmış emekti. Hitlerci KZ’lerin başlangıçtaki amacı Alman halkının geri kalanını siyasal hasımlarından ayırmaktı. Bunlara o kadar sert davranılıyordu ki, 1933 ve 1940 arasında çok büyük bir bölümü öldü. Daha sonra kampların bekçileri olan SS’ler mahkumlarını kendilerine ait işletmelerde, özellikle taş ocaklarında çalıştırarak onlarda para kazanmak için yararlandılar.
1942’den itibaren savaş sanayisindeki büyük Alman tröstleri geleneksel iş gücünün aşırı ölçüde seferberliğine, toplama kamplarındaki emeğin yoğun kullanımıyla dengelenmesini istediler. Kampların içerisinde bile çeşitli silah fabrikalarının ortaya çıktığı görüldü. Dışarıda ise yaşam ve ölüm tarzının, bu fabrikaların bağlı bulundukları KZ’lerinkinden hiçbir bakımdan geri kalmadığı (Hatta daha kötüydü) “kommandos”larda büyük endüstrinin bütün dalları, havacılık, kimyevi ürünler, metalurji, maden çıkarma vb. alanlarına bağlı işletmeler vardı. Mahpuslar buralarda gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar, rahatça angaryaya koşulabilir kölelerdi. Onların yaşam sınırlaması kısıtlaması olmaksızın SS’lere aitti.
KZ mahpuslarının sanayide sömürmenin ustası, SS ve tüm polislerin şefi Himmler’in doğrudan doğruya yardımcısı SS Generali Oswald Pohl’dur. Pohl, 1 Şubat 1942’de kurduğu ekonomik yönetimin SS Yüksek Ofisi WVHA’nın şefiydi. Bundan sonra Pohl’un direktifleriyle, Hitlerin Adalet Bakanı Otto Thierak’ın “işle yok etme” adını vereceği kurum örgütlenecekti.
Bu işin ilkesi görece basittir. Toplama kampındaki emek öyle bir artı değer sağlamalıdır ki bu hem onun SS’lere bakım giderlerini karşılasın, hem de en büyüklerinden (Krupp, Siemens, İG Forben Industrie, Messerschmidt, vb.) en küçüklerine, hatta zanaat ölçeğindekilere kadar uzanan sömürgen firmalara mümkün olan en büyük karları sağlamak. Sanayinin taleplerini karşılamak için SS ona özgür emeğinkinden çok daha düşük bir ücretle mahpusları kiralar. Kendisi de kardan almak için mahpusların bakım giderlerini (yiyecek, giyecek, barınma) alabildiğine düşürmesi gerekir. Pohl uzmanlarını işe koşar. Bunlar verimlilik eşiğinin, mahpusların yaklaşık 8 aylık ortalama yaşam süresine denk olduğunu keşfederler. Daha sonra onların yerine çeşitli bahanelerle fethedilen ülkelerde sayısı eksik olmayan canlıları koymak yeterlidir.
Bu kuramsal hesaplamadan gerçekle karşılaştırmak ilginçtir. O zaman fark edilir ki 1942 ile 1945 arasında toplama kamplarındaki mahpusların ortalama yaşam süresi aşağı yukarı 8-9 aydır.


----------

EMPERYALİZMİN HALKA KARŞI SAVAŞ YÖNTEMLERİ

Yeni sömürge ülkelerdeki sistemin “istikrarı” demek, emperyalizmin çıkar ilişkilerinin de sürdürülmesi ve garanti altına alınması demek olduğundan, bu ülkelerdeki devrimci halk muhalefetine karşı saptanan ve yürütülen politikalar doğal olarak yeni sömürge ülkelerin gerçek efendisi olan emperyalist merkezlerin damgasını taşımaktadır.

Özellikle II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra emperyalist sistemin jandarmalığına soyunan ABD, CIA kanalıyla sosyalizmin prestijinin artmasına bağlı olarak gelişen halk muhalefetini bastırmak amacıyla Avrupa ülkelerindeki adıyla Gladio, biz de ise bilinen adıyla Kontrgerilla örgütlenmelerini oluşturdu.
Yeni sömürge ülkelerdeki ordunun iç savaşa göre yeniden örgütlenmesinin bir parçası olarak, kontrgerilla faaliyetleri başlatıldığı süreçten bu yana sürekli koşullara göre biçimlenerek geldi.
Sistemin jandarması ABD, dünya çapındaki gelişmelere göre politikalar geliştirerek, bunları “Güvenlik Doktrinleri” adı altında piyasaya sürdü ve uygulamaya koydu.

1960’lı yıllarda bütün yeni sömürgelerde mücadelenin Küba ve Vietnam’dan esinlenerek gelişmesi ve iktidarları sarsması karşısında bir yandan faşist cuntalar devreye sokuldu, diğer yandan “Ulusal Güvenlik Doktrini” adı altında toplumu terörize etmeye yönelik adımlar atıldı.

“Ulusal Güvenlik Doktrini”, toplumsal muhalefetin her türlü yöntem ve aracının devreye sokulması yoluyla bastırılmasını kapsıyordu. Her türlü işkencenin, baskının, insan hakları ihlallerinin ve anti-demokratik faşist uygulamaların sıradanlaştırıldığı bu doktrin, rejim muhaliflerinin sindirilmesine yönelik eylemler yürütecek para-militer (sivil faşist) çetelerin örgütlendirilmesi ve kullanılmasını da içeriyordu. (Ülkemizde 1970’lere doğru sivil faşist çetelerin eğitildiği komando kamplarının kuruluşu bu emperyalist programın ürünüydü.)

1960’lı yıllardaki yükselişi, “uluslararası komünist hareketin ülkeleri içten çökertmesi” olarak tanıtan emperyalizm; uluslararası komünizme karşı emperyalist kampın ortak karşı koyuşunu sağlamaya çalıştı. Faşist cuntalara destek verildi, devletin militarizasyonu için gerekenler yapıldı ve “Ulusal Güvenlik Doktrini” uygulayacak üst kadroların ABD askeri akademilerinde (Panama vb. yerlerdeki kontrgerilla okulları) eğitilmesine hız verildi.

1960’lı yılların sonunda gerilla hareketlerinin hemen bütün yeni sömürgelerde -özellikle de Latin Amerika’da- çıkışı üzerine “Ulusal Güvenlik Doktrini” kendi içinde geliştirildi. Gerillaya karşı kontrgerillayla (Ayaklanmaya Karşı Mücadele-Counter Insurgency) cevap verilmesini içeren “Ayaklanmaya Karşı Mücadele”, baskı yöntemlerini hem geliştiriyor, hem de daha inceltiyordu. Bunun yanı sıra kitlelerin düzene kazanılması, depolitizasyonu için yeni etkinlikler oluşturulmasına önem veriliyordu.

Kennedy, amacı şöyle açıklıyordu; “Nükleer savaşın zararları ya da korkusu yaşanmadan komünizmi yenmek için ve (komünist) başkaldırıların başladığı yerde söndürülmesi ve -daha da önemlisi- bu ilk adımı da atmasına fırsat vermeden yok edilmesini amaçlayan bir plan hazırlamak...” (Terör Ne? Terörist Kim? Cilt I, syf. 52)

İletişim araçlarının, aydınların, sanatçıların, yöntem ve araçları ne olursa olsun “satın alması”nı sağlamakla kitlelerin “ikna” araçları büyük ölçüde denetlenmiş olacaktır. İletişim araçlarının denetimi, inceltilmiş baskı ile birleştiğinde kitlelerin gözüne atgözlüğü takan ve başkaldırı cesaretini kıran bir etki yaratacaktı.

Kitleleri etkileme faaliyetleri yükselen gerilla mücadelesinin kitlelerden yalıtılması için yeterli olamazdı. Nitekim devletin gizli servislerinin yürüttüğü kontrgerilla faaliyetleri ile koordineli bir şekilde sivil faşist çeteler toplumsal muhalefetin sindirilmesi, bastırılmasında önemli roller oynamaya başladılar.
Gerillanın “suda balık” olması esprisine karşılık “Ayaklanmaya Karşı Mücadele Doktrini”, “balığın suyunu zehirleme” olarak formüle edilmişti.

“Ayaklanmaya Karşı Mücadele” 1970’li yıllarda Latin Amerika’da askeri diktatörlüklere açıldı. ‘70’li yıllar dünya devrimci hareketinin en ileri olduğu yıllardır. II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra peş peşe devrimler ‘70’li yıllarda gelmiştir. Vietnam, Laos, Kamboçya, Gine, Mozambik, Angola devrimleri bu yıllara sığdı. Sadece Latin Amerika için başarısızlıktan söz edilebilir ki 1979’da da Nikaragua devrimi geldi.

İşkencelerin, insan hakları ihlallerinin -özellikle Latin Amerika’da ayyuka çıktığı, binlerce insanın gözaltında kaybolduğu, diktatörlüklerin “insan avı” yürüttüğü bir dönem oldu bu yıllar.

1979 Nikaragua Devrimi, yıpranan askeri faşist diktatörlüklerin “demokratikleşme” manevralarıyla yer değiştirme zorunluluğunu dayattı. 1980’in ilk yıllarında Reagan yönetiminin “Demokrasi Projesi” olarak tanıttığı proje, askeri faşist cuntalardan, sivil cuntalara geçişi içeriyordu.

Düşük Şiddette Çarpışmalar Doktrini

1980’li yıllarda faşist cuntaların “demokrasi” ile maskelendirilmesi, “Düşük Şiddette Çarpışmalar Doktrini”nde ifadesini buldu. Bu proje ABD’li Albay Wagheistein tarafından: “1- Zorun sınırlı kullanılması, 2- Bir toplumu belli bir davranışa zorlayabilme ve kontrol edebilme yeteneği, 3- Barışın korunması için operasyonlar, saldırılar ve kurtarma eylemleri düzenleme yeteneği” şeklinde tanımlanıyordu.

“Düşük Şiddette Çarpışmalar Doktrini” bütün halkı düşman kabul eden ve ordular arasındaki çatışmayı ya da ordu ve gerilla ile sınırlı bir çatışmayı değil, egemen sınıfların bütün toplumsal muhalefete açtığı bir savaşı (iç savaş durumu) içeriyor. Bu doktrin çerçevesinde Nikaragua’da Contralar’a, El Salvador’daki faşist iktidara destek verilmiş, Grenada operasyonu gerçekleştirilmiştir.

“Düşük Şiddette Çarpışmalar Doktrini” toplumsal çatışmaların kökten çözümlenebileceğini değil, bu çatışmanın sınırlandırılarak kontrolünü (ve uzun sürede yok edilmesini) esas almaktadır. Bu doktrin, yeni sömürge ordularının iç savaşa göre örgütlendirilmesi olgusunu üst düzeye çıkarır. Devletin iç savaşa göre örgütlenmesi, uzun süreli bir çatışmaya hazırlanması birçok değişikliği beraberinde getirmektedir. Toplumsal muhalefete yönelik “demokratikleşme” mesajları ile kontrgerillanın iç içe kullanılması, öte yandan gerillaya karşı küçük, hareketli ve iyi silahlandırılarak savaş gücü artırılmış profesyonel ordu oluşturulup bu orduyu komandolaştırmak bunlardan bazılarıdır.

Bu doktrinin diğer bir yönü ise hiçbir ülkenin ABD saldırılarına karşı kendini koruma hakkı olmadığıdır.
Bu doktrinin bir örneği olarak; Reagan yönetiminin periyodik olarak Nikaragua’nın jet uçaksavar peşinde olduğu şeklinde provokatif hikayeler ortaya atıldı. Hikayeye göre eğer Nikaragua bu uçakları elde ederse ABD’ye saldırabilecek konuma gelecekti. Bu da ABD güvenliğine karşı bir tehdit demekti. Yüzlerce insanı katleden ABD’li kontralara karşı Nikaragua’nın kendini savunması “suç” sayılıyordu.
“Düşük Şiddette Çarpışmalar Doktrini”nin bir sonucu olarak emperyalizmin güdümünde halklara karşı yürütülen savaşın bir ayağını kontrgerilla oluşturmaktadır.

Kontrgerilla örgütlenmesi yaşanan siyasal sürece, konjonktürel duruma göre çeşitli sabotajlardan cinayetlere, provokasyonlardan faşist darbelere kadar birçok yasadışı faaliyeti örgütler ve yürütür. Ancak kontrgerilla örgütlenmesinin asıl amacı, adından da anlaşılacağı üzere ülkede bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm amacı taşıyan devrimcilerin yürüttüğü savaşı, alışılmış askeri harekatın dışındaki taktik ve teknikler kullanarak engelleyebilmek ve ortadan kaldırabilmektir. Bu anlamda da kontrgerilla örgütlenmesi iç savaşa yönelik olarak düşünülmüş özel bir örgütlenmedir. Faaliyet ve taktikleri esas olarak gerilla savaşının özelliklerine göre şekillenmektedir.

Yasal statüye sahip devlet örgütlenmesi olmadığı halde, kimi faaliyet ve taktiklerini ya devletin resmi örgütlenmeleri içinde bizzat yer alarak ya da onlar aracılığıyla gerçekleştiren kontrgerillanın eğitimi, bizzat CIA tarafından düzenlenmiş eğitim programlarına göre yürütülmektedir. Kontrgerilla faaliyetleri sadece üç beş kişinin yürüttüğü eylemler olarak anlamamak, bununla sınırlamamak gerekiyor. Aslında gerillaya karşı klasik savaş dışında yürütülen kuralsız kirli savaşın faaliyetlerinin tümü kontrgerilla faaliyetleri içindedir, ya da onunla doğrudan bağlantılıdır. Burada kavranması gereken halka yapılan eylemliliklerin kontrgerillanın hedefleri doğrultusunda yapılmasıdır. Bu yanıyla kimin yaptığı çok önemli değildir. Örneğin ülkemizde geçmişteki sivil faşist çetelerin faaliyetleri kontrgerilla faaliyetlerinin bir parçası, bir bütünleyicisiydi.

Ayrıca kontrgerilla ülke içi ile sınırlı bir olgu değildir ve devrimci örgütlerin yurtdışı, cephe gerisi örgütlenmelerinin varlığı nedeniyle faaliyetlerini bu durumu dikkate alarak sürdürmektedir. Diğer ülkelerdeki gizli servisler ve kontrgerilla birimleriyle irtibatlı olarak çalışır. Gerektiğinde operasyonlar düzenler ya da düzenletir.

Kontrgerillanın vatanı olan ABD, Reagan döneminde uluslararası terörizm operasyonlarını finanse edecek ve uygulayacak bir yandan ve işbirlikçi ülkeler (Tayvan, Güney Kore, İsrail, Suudi Arabistan vd.) paktı da oluşturdu.

Nikaragua’ya saldıran ABD güçleri CIA ve Pentagon tarafından yönlendiriliyordu ve “yumuşak hedefler”e saldırmaları emredilmişti.

Buradaki “yumuşak hedefler” fazla savunması olmayan sivil bölgelerdi. Özellikle tarım kooperatiflerine saldırmaları emredilmişti.

21 Kasım 1987’de 150 kontrgerilla Nikaragua’nın güney eyaletlerinden biri olan Rio San Juan’daki iki köye saldırdı. Sonuç; 6’sı çocuk toplam 12 sivil ölü ve 30 sivil yaralı idi.

El Salvador’da da kooperatiflere saldıran ABD’li gruplar, kooperatif üyelerini kaçırdı, öldürdü ve kadınlara tecavüz etti.

1960 sonrasında yazılmış olan doktrinlerde “karşı terörizm”den bahsedilirken hem kurgulanmış başkaldırı durumlarında hem de Vietnam ve Filipinler’de yaşanmış özel tecrübelere yer verilmektedir. Örneğin ABD Savunma Bakanlığı’nın 1966 yılında yayımladığı broşürde Güney Vietnam’daki bir karşı terör kampanyası olan “Siyah Göz Operasyonu”nun ana hatlarından bahsedilmektedir. Seçilmiş Vietnam birlikleri terör müfrezeleri haline getirildi. Kısa süre içinde gizli örgütün anahtar üyeleri haline getirildi. Vietkong liderleri gizlenmiş ve vahşi bir biçimde yataklarında ölmeye başladılar. Her birinin vücudunun üzerinde garip bir göz resmi olan bir kağıt bırakılıyordu. Ordu talimatnamesinde anlatılan bu operasyonların kaynağı bir terör kampanyasında “belirsiz tehdit”in kullanılmasının bir örneğiydi.

ABD İstihbarat Servisi tarafından bastırılmış olan gözler sadece ölülere değil, kampın diğer tarafındaki potansiyel kurbanlara dönüktü.

El Salvador’da ya da Guatemala’da “Ölüm Müfrezeleri”nin potansiyel kurbanlarının kapısına “‘Beyaz El” resmi asılması da aynı amaca yönelikti.

1961 yılında kontrgerillanın eğitilmesi istendiğinde sadece CIA ve Özel Kuvvetler bu işe istekli ve hazırlıklıydı. Özel kuvvetler çıkması muhtemel bir III. Dünya Savaşı sırasında Sovyetler hatları gerisine sızıp Doğu Avrupa’da bir gerilla savaşı başlatılması için eğitilen soğuk savaş savaşçılarıydı ve bu birlikler, CIA’nın gizli operasyonlarının ihtiyaç duyduğu asker kaynağıydı. Kennedy yönetimi bu gizli savaşçıların gün ışığına çıkardı ve bu birliklere deniz aşırı ülkelerde güvenliği sağlama görevi verdi. Ancak böyle bir görevi ABD sınırları içinde yapmaları hayal bile edilemezdi. Amerika’nın kontrgerilla uzmanları, daha sonraları yabancı personele hem gerilla hem de kontrgerilla eğitimi vermeye başladı.
Fort Bragg’daki Özel Savaş Merkezi, 1961 sonbaharında programını kontrgerilla savaşına uyarla***** en önemli kontrgerilla eğitim merkezi haline geldi.


ABD’nin kontrgerillaya yaptığı en büyük yardım kontrgerillaya bir akademi tahsis etmesi oldu? “Scholl of Americos” ya da “Amerikanın Okulu”... ABD son 50 yıldır SOA’da Latin Amerikalı subayları eğitmekte, dünyanın görmüş olduğu en kanlı diktatörler, cellatlar ve işkenceciler hep bu okulun mezunları arasında yer almaktadır. Birkaç sene öncesine kadar varlığı hep reddedilen bu okul, artık gizlenemeyecek bir noktaya gelince ABD bu okulu kapattığını açıklamak zorunda kaldı.

Okul, 1946’da Panama’da komünizme karşı mücadele için kuruldu. 1984’te ise, 1977 Panama Kanalı Anlaşmasına göre ABD Askeri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’nca okul ABD’nin Georgia eyaletindeki Fort Benning’e taşındı.

1993 yılında, BM Gerçek Komisyonu’nun SOA mezunlarının Latin Amerika’da terör yönetimi kurduklarını açıklamasıyla BM tarafından da kabul edilmiş oldu. Komisyonun yayımladığı rapora göre okulun en ünlü mezunları şunlar:

GENERAL LEOPOLDO GALTİER: Arjantin’in cuntacı eski başkanı, sürdürdüğü savaş sırasında 30 bin kişi kaybedildi.

GENERAL HUGO BANZER: Sistematik baskının en etkilisi sayılan ve bütün Latin Amerika’da uygulanan “Banzer Planı”nı hazırlayan Bolivyalı Diktatör.

ROBERT D’AUBUİSSON: El Salvador’daki Ölüm Birliklerinin kurucusu.

GENERAL HECTOR GRAMAJO: Guetamala Savunma Bakanı, binlerce kişinin ölümünden sorumlu.

GENERAL MANUEL NORİEGA: Panama’nın devrik başkanı. Uyuşturucu kaçakçılığında uyuşmazlığa düştüğü ABD tarafından yakalanarak, ABD’de bir hapishaneye kapatıldı.

Pentagon SOA’yı bu ülkelerin diktatörlükten demokrasiye geçebilmeleri için desteklediklerini iddia ediyor. SOA’nın demokrasiye mi, yoksa faşizme mi hizmet ettiğini anlamak için sadece El Salvador’u hatırlamak yetecektir. Piskopos Oscar Romero’nun öldürülmesi, Maryknoll rahibelerinin tecavüz edilip öldürülmesi,

Cizvit rahiplerin, hizmetçilerin ve çocukların idamı, El Mozate’de 900 köylünün katledilmesi... Bu vahşetin tamamı ölüm birlikleri ya da ABD tarafından askeri olarak desteklenen El Salvador ordusu tarafından yapıldı.

Özel kuvvetlerin asli görevi “düşman bölgesi” içinde gizli operasyonlar yürütmekti ve bu görev 1990’lara dek hiç değişmedi.

1980’ler boyunca uluslararası terörizmin odak noktası orta Amerika idi. Nikaragua’daki ABD kontra güçleri arkalarında bir yığın cinayet, işkence, tecavüz, adam kaçırma ve yakıp yıkma bıraktı.

ABD kuklası yönetimlerin yer aldığı ülkelerde kontra sorunu yoktu. Oralardaki terörizm devletin ordu ve polis güçleri tarafından yürütülüyordu. Sadece El Salvador’da ABD’nin desteklediği devlet güçleri, onbinlerce sivil öldürdü. Ekim 1980’de operasyonların hızlanmasıyla birlikte katliamlar savunmasız sivillere yönelik yok etme ve jenosite dönüştü.

Hükümetin amacı “sivil halkı korkutmak, sindirmek ve baskı altında tutmak” (bu ABD yönetmeliklerindeki terörizm tanımıyla aynıdır) olduğu için, sadece öldürmek yetmiyordu. Öldürülen insanların bedenleri ağır işkence izleri taşır bir biçimde yol kenarlarına atılıyordu. Kadınlar saçlarından ağaca asılıyor, göğüsleri kesiliyor ve öylece bırakılıyordu.

1980’lerin en önemli kontra isimlerinden birisi Ana Kontra Gücü (FDN)’nün (Kod adı Mercenario) istihbarat şefi Horacio Arce kontra faaliyetlerinin amacını kendi ifadesiyle, “bizler çoğunlukla okul, sağlık merkezi ve benzeri binalara saldırıyorduk. Amaç Nikaragua yönetiminin köylülere sosyal hizmet göstermesini ve benzer projeleri gerçekleştirmesini engellemekti” şeklinde açıklıyordu. (Terör Ne? Terörist Kim? C.1, syf. 23) Emperyalizmin cuntaları, kontrgerilla operasyonları sadece Latin Amerika ülkeleriyle sınırlı kalmadı. Dünyanın hemen her ülkesinde emperyalizmin kanlı saldırılarına rastlamak mümkün.

İşte emperyalizmin suçlarına dünya ülkelerinden birkaç örnek:

GUATEMALA: Orta Amerika binlerce yıldır kıstırıldığı sömürgeci zorbalık ve yoksulluk kapanından kurtulmak için mücadele ediyor. ABD patentli zulüm Guatemala’yı yıllarca sarstı. ABD, sadece Latin Amerika’da değil, Vietnam’da da uyguladığı yöntemlerin çoğunu ilk kez Orta Amerika’nın bu en geniş ve kalabalık ülkesinde denedi. Daha sonra Küba, Şili ve Nikaragua’lılara karşı kullanılan CIA destekli darbelerin ilki Guatemala’da denendi. Guatemala ordusu Amerikalılar tarafından “profesyonel” bir tarzda eğitildi. ABD’li uzmanların gözetiminde 1960’larda gerillalara karşı napalm bombaları atıldı. ürünlerinin yok edilmesi gibi askeri önlemlerin yanı sıra kontrgerilla taktikleri de uygulandı. Daha sonra dünya kamuoyunun gündemine Arjantin’le giren kayıplar da ilk kez burada uygulandı.

1980’lerde 800 bin köylüyü kapsayan köy koruculuğu sistemine geçildi. ABD, saldırılarını meşrulaştırmak için, Guatemala hükümetinin komünizmden etkilenebileceğini iddia ediyordu. Çok geçmeden CIA, orduyla birlikte Guatemala’da askeri darbe yaptı. Başa gelen kukla hükümet, CIA’nın bütün isteklerini kabul edip, ülkeyi ABD’ye peşkeş çekti.

1954 Temmuzu’nda ülkede korkunç bir kıyım başladı. Köylülere dağıtılan bütün topraklar geri alındı. Sendikaların, köylü birliklerinin merkezleri basıldı. Önder ve militanlar toplu olarak kurşuna dizilerek toplu mezarlara gömüldü.

1966 Ekimi’nden sonraki 6 ay içinde sadece iki eyalette katledilenlerin sayısı 8 bini buldu.

1980’de hükümet gerillaya karşı amansız bir savaş yürütmeye başladı. Hükümet ayaklanmaları toplu katliamlarla önlememeye çalışıyordu. Ve bu saldırılarda 100 binden fazla insan katledildi, 45 bin kişi kaybedildi, 50 bin kişi ise Meksika’ya göç ettirildi.

1982’de dört gerilla grubunun “Guatemala Ulusal Devrim Birliğini (URNG) oluşturması karşısında General Efraim Rios Mantt darbe yaptı.

Montt, ABD’nin yetiştirdiği en iyi kontrgerilla uzmanlarından biriydi. Yönetimi sırasında köyler basılmaya, bombalanmaya ve toplu katliamlara devam edildi.

1983’de faşist General Oscar Mejia yeni bir darbe yaptı. Halka karşı uygulamalar aynıydı.
Guatemala’nın 36 Yıllık Kronolojisi:

1954: Demokratik seçimlerle iktidara gelen ve bir dizi toprak reformu yapan Devlet Başkanı Jacoba Arbenz, ABD destekli bir darbeyle devrildi. Ardından 3 ayrı askeri cuntanın hükümet dönemi geldi.

1966: ABD özel birliklerinin içinde bulunduğu askeri cuntanın kontrgerilla faaliyetlerinde 8 bin kişi öldürüldü. Son 7 yıl içinde bu sayı 30 bine çıktı.

1978: Kongre, devlet başkanı olarak Lucas Garcia’yı seçti. Garcia daha sonra sendika yöneticilerine karşı yönelttiği sistematik saldırı ve suikastlarla ünlendi.

1980: İspanya Büyük Elçiliği işgalinde polisin binayı yakması sonucu onlarca insan öldü.

1981: Hükümet ülke çapında başlattığı korkunç kontrgerilla hareketlerinde, gerillalarla ilişkisi olduğu gerekçesiyle yüzlerce insanı katletti, onlarca köy yakıldı.

1983: Oscar Meija’nın darbeyle iktidara gelmesinin ardından “Model Köyler” adı altında zorunlu göç programı başlatıldı.

1988: Başarısız iki askeri darbe yapıldı.

1993: Serrano, bireysel bir darbe ile bütün yetkileri elinde toplamaya çalıştı ama başarısız oldu. Yerine Ramiro de Leon Carpio başkanlığa seçildi.

KOLOMBİYA: 1930’ların başında “Kızı1 Viota” adında bir komün kuran komünistler, burada edindikleri tecrübeleri ülke geneline yaymak için harekete geçmeleri, egemenlerin kabusu oldu. Var olan kaostan ve yaklaşmakta olan Kızıl tehlikeden rahatsız olan General Rojas Pinilla, 1953 yılında askeri bir darbeyle iktidara geldi ve 1957’ye kadar sürecek olan diktatörlüğüne başladı.

Pinilla, burjuva egemenlik ilişkilerini yeniden düzenleyerek ortak düşman yoksul halka karşı mücadeleye başlaması için gerekli zemini yarattı. Daha sonra Pinilla’yı da başından atan burjuvazi kurduğu Ulusal Cephe ile birlikte ülke istikrarını yeniden tesis etmeye koyuldu; bunun yolu da “kızıl şeytanlar”ın yok edilmesinden geçiyordu.

1980’lere gelindiğinde, her gün biraz daha büyüyen ve güçlenen devrimci hareket karşısında çaresiz kalan devlet, çıkış yol olarak savaşı CIA reçeteleriyle sistematize etmede buldu. Devlet Başkanı -Liberal Partili- Turbay Ayale bir taraftan devrimci güçlere silah bırakma ve barış çağrısında bulunurken bir taraftan da para-militer kontrgerillaları örgütlüyordu. CIA tarafından kurulan “Amerika’nın Okulu” (School of Americas-SOA) tarafından eğitilen askerler ve polisler ülkelerinde kontrgerilla faaliyetlerine giriştiler. Devlet kontrgerilla faaliyetlerini uyuşturucu ticareti ile finanse ediyordu. Kolombiya 1990’lı yıllarda uyuşturucu kartelleriyle ünlendi.

Devrimci dalganın önünü bu politikalarla kesemeyeceğini anlayan ABD, Latin Amerikalı diktatörlere “Ulusal Güvenlik Doktrini”ni sundu. Diktatörler için özel olarak hazırlanan bu doktrinle Latin Amerika’da işkence, kayıplar ve faili meçhuller CIA eliyle yeniden düzenlendi ve sistematik hale getirildi. Bu işleri yapmak içinse para-militer birlikler işte bu dönemde kuruldu, Toplumsal baskının artarak sürdürüldüğü bu dönemde, devrimci hareket marjinalleştirilerek yalnızlığa itilmeye çalışıldı.

Var olan baskıların yanında psikolojik savaşa hız verildi. Basın yoluyla insanlara gerillalara karşı “kin ve nefret” aşılanmaya çalışıldı. Kontrgerilla tam da en uygun politika bulundu diye düşünürken, doktrin Nikaragua’da tepe taklak oldu.

Nikaragua’da başarıya ulaşan devrimin kıtaya yayılmasından korkan ABD “demokrasi projesi” adını verdiği yeni bir reçete hazırladı. Bu yeni proje ile yaratılmak istenen kitlelerin yılgınlığa ve boş vermişliğe itilmesiydi, Devrimden umudunu kesmiş insanlar yaratmak, emperyalizm için daha uygun olacaktı. Ancak her türlü baskıya rağmen gerilla hareketinin önü kesilemedi.

Kolombiya ABD’nin kontra faaliyetleri için yıllardır tam bir deneme laboratuvarı oldu. Doğrudan askeri müdahaleden çekinen ABD, “uyuşturucuyla mücadele” adı altında Kolombiyalı maşaları ve CIA ajanlarıyla ülkeyi kana buladı.

Ülkede üst boyutlarda yaşanan insan hakları ihlalleri, kayıplar, infazlar dünya gündeminden hiç düşmedi. 1980-90 yılları arasında 107 insan işkence yapılarak kaybedildi. 1997 yılı içerisinde yüzlerce sivil katledildi. 1998 Şubatı’nda 10 gün içerisinde faşist ölüm mangalarının saldırıları sonucu 48 silahsız köylü öldürüldü.

ARJANTİN: Dünyada kayıplar ülkesi olarak tanınan Arjantin’de 1976-1983 cunta döneminde 30 bin insan kaybedildi.

Kayıpların birinci dereceden sorumlusu Amiral Emillio Massera’dır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda görevli iken gözaltına alınan cunta karşıtı insanların işkenceyle öldürdükten sonra okyanusa atılması talimatını veren Massera’dır.

Massera’nın Deniz Kuvvetleri Akademisi’nde olduğu dönem içinde Yaklaşık 5 bin kişi gözaltına alındı. Bunlardan yalnızca 20 tanesi kurtulabildi. Diğerleri işkenceyle öldürüldükten sonra uçaklarla okyanusa atıldı ya da ölü bedenleri ocaklarda yakıldı.

Ayrıca “Sarışın Ölüm Meleği” lakaplı emekli Yüzbaşı Afredo Astiz, , cunta döneminde bebeklerin kaçırılıp işkenceyle öldürüldüğünü itiraf etti.

KÜBA: Latin Amerika’da küçük bir ada... Önce İspanya ardından ABD’nin hakimiyet kavgalarına sahne olan bu küçük ada, kendisini dünyanın efendisi zanneden ABD emperyalizmine karşı hala direnişini sürdürüyor.

1925 de Küba başkanlık seçimlerinde ABD’nin desteklediği aday Machado idi. Machado New York’ta verdiği bir demeçte “Eğer başkan seçilirsem Küba’da başlayabilecek hiçbir grev, 15 dakikadan fazla sürmeyecektir” diyordu.

Ağustos 1933’te Machado diktatörlüğünün devrilmesine yol açan genel grev patlak verdi. 7 Ağustos’ta Machado Havana’da binlerce kişiyi, makineli tüfeklerle tara***** katletti. Genel grev ulusal bir ayaklanmaya dönüştü ve 12 Ağustos’ta diktatör devrildi.

Ardından gelen Batista diktatörlüğü de halkı katletmeye devam etti. Batista diktatörlüğü döneminde 3 bin devrimci katledildi.

Küba Devrimi’nin başlangıcı olarak kabul edilen 26 Temmuz Hareketi’nin Moncada kışlası baskınından sonra iyice panikleyen diktatörlük, bir yandan Fidel ve arkadaşlarının nöbetçilerin kafalarını kestiklerini, yaralıların karınlarını deştikleri gibi yalanları yayarken, diğer yandan da saldırılarını artırdı. Komünist Partisi yasadışı ilan edildi. Partinin günlük gazetesinin büroları işgal edildi, yöneticileri tutuklandı. Küba’nın her yanında askerler şüpheli görülen herkesi tutuklamaya başladı. Santiago’daki birçok Havanalı da baskınla ilgileri olmadığı halde öldürüldü ve bunlar Kışla Baskını’nda öldü diye gösterildi.

Küba Devrimi’ne kadar Batista diktatörlüğü devrimi önlemek için katliamlarını sürdürdü. 3 yıl gibi kısa süre içinde binlerce insan katledildi.

NİKARAGUA: Nikaragua, 16. yüzyıl başlarında İspanyolların fethinden sonra Kızılderililerin yok edilişini yaşamış, 19. yüzyıl ise ülkenin jeopolitik öneminden dolayı İngilizlerin, Fransızların ve ABD’nin egemenlik için birbirleriyle rekabetine sahne olmuştu.

İlk olarak 1936’da iktidara gelen I. Anastasio Somoza ile Nikaragua’da Somoza hanedanlık dönemi başladı. “Tacho” (kurutucu) lakabıyla anılan I. Anastasio, yirmi yıl sonra tüm Orta Amerika’nın en zengin adamı olacak, ulusal zenginliği sistemli biçimde yağmalayacaktı. Fuhuş, kumar ve içki satışından haraç, yabancı şirketlerden komisyon alma, suni darlıklarla spekülasyon yapma, devlet hazinesinden açıktan para çekme, tehditle mülk ve arazileri ucuza kapatma uyguladığı zenginleşme yöntemleri idi.

Tabi Somoza iktidarının tek faaliyeti kendini zenginleştirmek değil, aynı zamanda zenginliklerinin kaynağını elinden kaçırmamak ve korumaktı. Bunu da iktidarı boyunca baskı ve terörle yaptı.
1933’te Amerikan askerleri çekilirken, çok güvendikleri Somoza’yı Ulusal Mııhafızlar’ın başına getirerek gittiler.

Ulusal Muhafızlar’ın gerçekleştirdiği katliamlar sonucu çıkan tablo korkunçtu. 50 bin ölünün (nüfusun yüzde 2’si) çoğu makineli tüfek atışı altında ölen sivillerdi.

ŞİLİ: 4 Eylül 1970’te seçimlerle iktidara gelen Allende ülkeyi ancak 3 yıl yönetebildi.
11 Eylül 1973 sabahı gerçekleştirilen ABD darbesiyle Pinochet’in kanlı diktatörlük dönemi başladı. Darbe günü aralarında Salvador Allende’nin de olduğu, en az 350 bin Şilili katledildi.

20. yüzyılın en kanlı darbelerinden biriyle iktidara gelen Pinochet Parlamentoyu kapattıktan sonra “Marksist kanseri kazımak” için askeri rejimle halka karşı açık bir savaş başlattı.

Ülkede tam anlamıyla bir “insan avı” başlatıldı. Öldürülen, kaçırılan, işkenceden geçen, stadyumlara doldurulup katledilen binlerce insan; emperyalizmin istediği bir toplumu yaratmanın kurbanı oldular.

Santiago’daki Ulusal Stat, darbenin ilk yılı içinde, tribünlerine seyirci yerine siyasi tutsakların doldurulduğu devasa bir hapishane olarak kullanıldı.


Nüfusu 10 milyon olan ülkede sadece darbe sırasında 350 bini aşkın insan katledilmişti. İleriki yıllarda toplumsal muhalefetin her öne çıkışında, aynı devlet terörü; sıkıyönetimler, toplu tutuklamalar katliamlarla biten mahalle baskınları ve sürgünler eşliğinde gündeme geldi.

MEKSİKA: Yüzyılların soykırımını yaşamış olan Meksika’da çok yaygın bir atasözü vardır: “Zavallı Meksika, Tanrı’ya o kadar uzak, ABD’ye o kadar yakın ki;”

Gerçekten de ABD patentli neo-liberal reçetelerin kopyacısı Meksika burjuvazisi devasa bir dolandırıcılık ve talanın mimarıdır. 92 milyonluk nüfusun yüzde 10’unun ulusal gelirin yüzde 70’ine el koyduğu Meksika’da, çalışan nüfusu oluşturan 37 milyon kişinin 21.5 milyonunun sabit bir işi yok. Düzenli bir işe sahip olan 15.2 milyon kişinin büyük çoğunluğu ise günde 3 dolar (ayda 90 dolar) kazanabiliyor.

Meksika’da kontrgerilla saldırıları ile yüzlerce insan katledildi. Bu saldırılardan biri de kayıp politikasıydı. Yarlığını baskı politikalarıyla ayakta tutan Kurumsal Devrimci Parti’nin (PRI) 1960’lı yıllarda devreye koyduğu kayıp politikasıyla 1970’e kadar Meksika’da 386 kişi kayboldu. Kayıp politikası 1970-94 arası sümenaltı edildi. Ancak 1994-97 arasında yeniden hortlatılan kayıp politikasıyla 500 kişi daha kaybedildi.

Katliamlar o kadar yaygınlaşmıştı ki, Zedilla Hükümeti işleteceği cinayetler için kiralık katillerden bile yararlanmıştı. Örneğin çevresinde meyve satıcısı olarak tanınan 43 yaşındaki Virgila Avilo Lopez, toprak sahiplerinden aldığı para karşılığında 200 devrimciyi öldürdü. 1985’e kadar toprak sahipleri için çalışan ve Michoacan eyaletine yerleşen Lopez, yakalanmasından sonra, “Toprak sahipleri ödüyor, ben de öldürüyordum. Öldürdüğüm kişinin önemi oranında, ama en az 2500 dolar para alıyordum. Ama öldürülen kişinin etkili bir devrimci olması durumunda rakamım 12.500 dolara kadar yükseliyordu” diyordu.

EZLN’nin kalesi olan Chipas eyaletinde, para-militer bir gurubun düzenlediği saldırıda 39’u kadın ve çocuk olmak üzere 45 yerli insan katledildi.

1997’ye kadar son üç yıl içinde yaklaşık 500 köylü Kuzey bölgelerindeki Tila, Sabanilla, Salto de Agua ve Tumbala’da öldürüldü. Las Casas’daki “Huzur ve Adalet Grubu” tarafından taciz edilen en az 2 bin Kızılderili şiddetli saldırıların korkusuyla bölgeyi terk etti.


İSPANYA: İspanya dendi mi akla hemen İç Savaş (1936-1939) gelir... 1934’te Asturiaslı maden işçilerin önderlik ettiği birlikler tarafından vahşice bastırıldı. Faşist ordu birlikleri, Francisco Franco, Asturias katliamlarını Faslı sömürge birlikleriyle gerçekleşirdi. Resmi kayıtlara göre sonuç; 1.300 ölü, 3 bin yaralı, 30-40 bin siyasi tutsak ve tecavüz edilen kadınlardı.

28 Mart 1939 Salı Günü Franco birlikleri Madrid’e girdiler. 200-250 kişi kurşuna dizildi. İdamlar 1942’ye kadar sürdü.

İspanya İç savaşında bir milyonu aşkın sivil öldü. Cephede ölenler ise 500 bin civarındaydı. 1939’da General Franco başkanlığında faşist diktatörlük kuruldu.

İç savaşın sonuçları ağırdı. 3 yıl içinde 1 milyon ölü, 500 bin insan sürgünde, 2 milyon insan hapishanelerde, 300 bin ev yakılmış, 113 yerle bir edilmiş şehir...

Katliamlar savaşın sonrasında da devam etti. 1984-1987 yılları arasında 30 ETA yandaşı, Fransızlarla işbirliği halindeki Anti-Terörist Kurtuluş Grupları (GAL) tarafından öldürüldü.

GAL, 1983-85 yılları arasında ETA’ya karşı giriştiği terör eylemleri, faili meçhul cinayetler ve işkence uygulamalarıyla adından söz ettirdi. Franco diktasının son günlerinde faşizme karşı savaşan 35 ETA üyesi, sivil faşist bir örgüt olan BVE tarafından katledilmişti. Daha sonra ETA’ya karşı yürütülen kaybetme ve işkence harekatları Guardia Civil (Sivil Jandarma Örgütü) tarafından yürütüldü. Sonuç yine aynıydı; binlerce ölü ve sakat...

VİETNAM: Vietnam... Dünya tarihine, bir halka yaşatılan korkunç katliamlar ve uygulanan kanlı yöntemlerin yaşandığı ülke...

1963’te Eisenhower tarafından desteklenen Thieu askeri hükümet darbesinden sonra Güney Vietnam’ın başında Diem’in yerini alır. Birleşik Devletler önce Kennedy, sonra Johnson ile ülkelerini yoğun olarak savaşa sokarlar. Sonunda Thieu, 1968’de Birleşik Devletler başkanlığına seçilen Nixon tarafından desteklenir. 1969 başında onun erini Johnson alacaktır.

Güney Vietnam’a bombardımanlar Tayland ve Guam havaalanlarından hareketle yoğun bir biçimde 1965’te başlar. 1965 Şubatı’ndan 1968 Nisanı’na kadar 3 yıllık bombardımanda Amerikalılar Kuzeye 500 bin ton, Güneye ise 200 bin ton bomba attılar. 1972 yılında 6 ayda atılan bomba 400 bin tonluk bir toplama ulaştı.

1969’da Paris Konferansı’nın açılışından sonra ülke içerisinde güçlü bir muhalefetle karşılaşan Nixon hava operasyonlarını yoğunlaştırdı ve en tehlikeli operasyonları, Güney Vietnam birliklerine devretmek amacıyla onları araç-gereç, lojistik ve polisiye yardım bakımından güçlendirdi. Ve Amerika Kara Kuvvetlerini geri çekmekten ibaret olan “Vietnamlılaştırma” politikasını başlattı.

1971’de MyLai’de 500 köylünün öldürülmesi gibi son derece kanlı olaylarla “temizleme” operasyonları, 20 Haziran 1944’te, Das Reich tümeninin Oradour-Sur-Glone’da yaptıklarından daha az kanlı olmamış, bu katliamda Sam Amca’nın çıkarını kollayan Teğmen Laley’in takımı o tümenden daha az ünlenmemiştir.

Nixon’un desteğiyle kurulan Güney Vietnam Ordusu, 1972’de 120 bin nizami asker ve genellikle baskıyla devşirilen 600 binden çok milis erine sahipti. Hava Kuvvetleri ise 2 binden fazla uçakla donatılmıştı.


FNL’nin tedarik yollarını denetim altına almak bahanesiyle Amerikalılar ile Güney Vietnamlılar 1970’te Kamboçya’ya müdahale ettiler. Kuzeye yapılan bombardımanlar ise 1972’den itibaren özellikle Haiphong’a (Çin ve SSCB’den gelen gemilerin varış limanı) yoğun bir biçimde başladı.

1964-1973 arası Viet-Kong saflarında ve Kuzey Vietnam’da öldürülen insan sayısı en az 725 bindir. Amerikan ikmali ile desteklenen Thieu’nün sert yönetimi döneminde baskı son derece vahşi ve kanlıdır. Bu durumda bombalara, napalma, fosfora bir de hapishaneler, işkenceler, eziyetler ve psikolojik baskı önlemlerine ilişkin tüm öldürücü silahları da eklemek gerekiyor.

Başkan Thieu’nün kişisel danışmanı Hoang Due Nha, 9 Kasım 1972’de iki haftada 40 binden çok insanı tutuklayabilen bu olağanüstü yasalarla donatılmış bir polisin etkinliğini gururla övebiliyordu. Tutuklanan kişilerin yüzde 90’ından fazlası sopalama, elektrik verme, tırnak sökme, sabunlu su yutturmayı içeren sorgulamalardan geçiyordu.

Güney Vietnam’da Thieu ile Amerikalıların cezaevi rejimi sonucu ölenlerin ulaştığı sayıyı tam olarak tahmin etmek güçtür.

1971’de Phu Quac kampında işkenceden 147 mahpus öldü. 1972 Ocak ve Mayıs ayları arasında da bakımsızlıktan 125 mahpus öldü. 15 Eylül 1971’den itibaren özel emirler askeri polise mahpuslara ihbar süresi vermeksizin ateş açma yetkisi veriyordu. Bunun sonucu hemen hemen 200 ölü ve yaralı vardır.

Yıllarca Kuzey Vietnam’ı bombalamaktan, Güney Vietnam’ın çoğunluğunu kan ve ateşe atmaktan, onbinlerce suçsuz insanı napalm ile kavurmaktan, ülkenin tarımını tahrip edip savaş boyunca milyonlarca köylüyü açlığa terk etmekten tatmin olmayan Amerika yeni sömürgelerdeki bütün mazlum halkın ulusal ve siyasal direnişine karşı kanlı bir savaş yürüttü.

1965’te Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin verdiği rakamlar ABD emperyalizminin terör, katliam ve işkencelerini gözler önüne seriyor.

- Öldürülen sivil sayısı yaklaşık 170 bin

- İşkence sonucu yaralanan ya da sakat kalan insan sayısı yaklaşık 80 bin.

- Irzına geçilen onbinlerce kadın.


- Stratejik köylere sürülen yaklaşık 5 milyon insan.

- ABD’nin Vietnam’da savaşı tırmandırarak askerlerini 500 bine çıkarmasından, defolup gitmek zorunda kaldığı 1975’e kadar 2 milyona yakın sivil yaşamını kaybetti.
[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

----------

PERU: 1990’da Japon ve ABD sermayedarları tarafından iktidara getirilen Fujimori, Peru’daki uygulamalarını para-militer ölüm mangalarının gücüne dayanarak sürdürmek istediyse de evdeki hesap çarşıya uymadı. Bunun üzerine 1992’de ordu, Japon ve ABD emperyalizmi destekli bir “sivil’ darbeyle parlamentoyu dağıtıp kartlarını açıktan oynamaya başladı. Darbeyle birlikte kontrgerilla güçleri, halk güçlerine karşı cepheden saldırı başlattı. Yüzlerce insan sokak ortalarında, dağlarda ya da çatışmada “terörist” diye katledildi, zindanlara dolduruldu.

17 Aralık 1996’da MRTA gerillaları Japon Büyükelçiliği’ni bastı. MRTA’lılar eylemi hapishanede bulunan liderleri Victor Polay Campos ve 500 arkadaşlarının serbest bırakılması için gerçekleştirmişlerdi.

Eylemin ilk günü gerillalar “Ya Özgür Vatan Ya Ölüm, Kazanacağız” diye haykırmıştı.

17 Aralık’ta Büyükelçilikteki kokteyle katılanları rehin alıp, daha sonra da rehinelerin çoğunu bırakmışlardı. 72 kişi ellerindeydi.

Eylem tam 126 gün sürdü. Ve dünyada büyük yankılar yarattı. 22 Nisan 1997’de düzenlenen operasyonla ikisi kadın 14 MRTA gerillası katledildi.

Savunma Bakanı William Cohen, “ABD operasyonda hiçbir rol oynamadı” dese de, katliamı gerçekleştiren 140 kişilik özel tim Amerika’da eğitilmişti.

Fujimori, MRTA’lıların katledildiği operasyonu CNN’den canlı olarak yayınlattı. Katliamın ardından açıklamalar yayınlayan emperyalistler “iyi bir dayanışma” örneği sergileyip Fujimori’yi kutladılar ve “terörizme” taviz verilmeyeceğini belirttiler.

Peru’da Yaşanan Gerçekler; -

1985’te Accomora 60 köylü dinamitle katledildi.

- 1986’da cezaevinde 300 siyasi tutuklu katledildi; kırsal alanlarda sayısız toplu mezar ortaya çıkarıldı.

- 1988’de pusuya düşürülen bir grup asker, öfkelerini bir köy düğününden çıkardı. Cayara’daki düğünü basan askerler davetlilerden 40 tanesini kiliseye kapatıp katlettiler.

- Avrupa basını Alto Hullago Ormanları ve Ayacuco Dağları başta olmak üzere ülkenin birçok kırsalını “serbest atış bölgesi’” olarak niteledi. Burada helikopterler ve uçakların sivilleri bombaladığı ortaya çıktı.

- Zorunlu göç ve koruculuk politikası resmileştirildi.

- Fujimori iktidarının ilk yılında askerler, Canto Grande hapishanesini basarak ellerindeki listeye kayıtlı 40 Komünist Parti üyesini katlettiler.

-996’da toplam 500 bin kişi gözaltına alındı.

- 1992’de General Garcia’nın uyuşturucu trafiğini yönettiği ABD tarafından açıklandı. Yine Fujimori’nin silahlı Kuvvetler Başkanlığı’na getirdiği önemli adamlarından Vladimiro Mantesinos’un uyuşturucu trafiği yöneticilerinden olduğu ortaya çıktı.

- Fujimori’nin karısının hükümeti rüşvetle suçlaması üzerine ortaya çıkan “Fujigate” skandalı 1992 darbesiyle engellendi. Darbeyle tüm gazeteler kapatıldı, aydın ve yazarlar tutuklandı, işkence gördü, kaybedildi, cezaevlerinde katledildi.

- Peru ekonomisini ayakta tutan uyuşturucu geliri. Bu para “günlük 14 milyon dolar” civarında.
- Peru üzerinde ABD-Japonya hegemonya savaşı sürüyor. ABD, uyuşturucuyla mücadele adına El Salvador, Kolombiya, Şili ve Bolivya’da olduğu gibi Peru’da da askeri etkinliğini artırıyor. Öte yandan da uyuşturucu trafiğini CIA eliyle örgütleyip, elde edilen parayı da dikta ekonomisine ve kontrgerilla gruplarına aktarıyor.

- Halkının yüzde 50’sinin mutlak yoksulluk sınırında yaşadığı Peru’da işsizlik yaygın. İşsiz ve yoksulların çoğunluğunu yerliler ve melezler oluşturuyor. Sağlık hizmetleri ise neredeyse yok gibi.

ORTADOĞU: Emperyalizm yüzyıldır Ortadoğu’da. Ortadoğu’nun bugünkü sınırları emperyalistler tarafından çizilmiş, pek çok ülkedeki yönetimler emperyalistler tarafından işbaşına getirilmiş veya desteklenmiştir.

Yalnızca emperyalizmin Ortadoğu’daki bu yüzyıllık tarihine bakıldığında bile emperyalizmin Ortadoğu’ya ayak basmasının tek bir defaya mahsus bile olsa, halklar yararına olmadığı görülecektir. Emperyalizmin her ayak basışında, her müdahalesinde geriye Ortadoğu halklarına kan, acı, gözyaşı ve yoksulluk kalmıştır.

Bu saldırganlığı Ortadoğu halkları tarihleri boyunca yaşamışlardır. Ortadoğu’nun yeraltı zenginlikleri emperyalizmin hep iştahını kabartmış ve yüzyıl boyunca emperyalizmin saldırılarına hedef olmuştur.
Ortadoğu, emperyalizm açısından sıradan bir pazar değildir. Bu kadar özel önem verilmesinin nedeni dünya üzerinde bulunduğu jeo-politik ve stratejik konumu ve zengin petrol kaynaklarına sahip olmasıdır.

Coğrafi olarak üç kıtanın birleştiği bir merkez üzerinde bulunmaktadır. Dünyanın en önemli ulaşım yolları bu bölgeden geçmektedir. Jeo-stratejik önemini artıran bu avantajlar başta petrol olmak üzere zengin yeraltı kaynakları, ekonomik potansiyel ve çeşitli olanaklarla da birleşince emperyalizmin asla vazgeçemeyeceği önemde bir bölge haline gelmektedir.

Bunun içindir ki, Doğu Akdeniz tarihteki en önemli uygarlıkların beşiği olmuş, belli başlı dinler bu bölgede ortaya çıkmıştır. İpek Yolu ve Hindistan-Avrupa Yolu, buraları denetlemek isteyen imparatorluklar arasında savaşlara sebep olmuştur.

Tüm emperyalistler için hayati önem taşıyan dünyadaki petrol rezervlerinin büyük bir kısmı bu topraklardadır. Japonya petrol tüketiminin yüzde 75’ini, Avrupa yarısına yakınını, ABD ise yüzde 20’sini Ortadoğu’dan karşılamaktadır. Yine önemli bir su kanalı olan ve Uzakdoğu ile Avrupa arasındaki deniz ulaşımında önemli bir kolaylık sağlayan stratejik önemdeki Süveyş Kanalı buradadır.

Ortadoğu, emperyalist silah tekellerinin at oynattığı, vazgeçilmez bir silah pazarıdır da aynı zamanda. Halkları birbirine karşı düşman ederek silahlandıranlar, böylelikle bu pazarı da canlı tutmaktadırlar.
Sosyalimin prestijinin yüksek olduğu dönemlerde Ortadoğu’daki bir çok kurtuluş hareketi ve ilerici Arap yönetimleri bundan etkilenerek Sovyetler Birliği ile dostluk kurmuşlardır. Bu durum emperyalistleri telaşlandırmış, “Sovyetlerin sıcak denizlere inmesini önleme” politikası adı altında Ortadoğu’daki gerici Arap rejimlerini besleyerek onları güçlendirmişlerdir.

Kısacası, tüm bu özellikleriyle Ortadoğu, geri bıraktırılmış yapısıyla, yeni sömürge ülkeleriyle emperyalist tekellerin yağmadan pay kapmak için birbirleriyle kavga ettikleri önemli bir pazardır.
I. Paylaşım Savaşı sonrasında yeni güç dengeleri oluşurken Ortadoğu halkları açısından değişen bir şey olmamıştı. Değişen sadece dünyada ve Ortadoğu’da ABD etkinliğinin artmasıydı.

İngiltere, BM kararı uyarınca, 15 Mayıs 1948’de Filistin’den çekileceğini ilan etti. Bu açıklamayla siyonist çetelerin faaliyetleri yoğunlaştı. 9 Nisan’da köyü basan çeteler çoğunluğu kadın ve çocuk 254 kişiyi öldürdü. Nisan sonunda Yaffa’ya düzenlenen saldırı sonucu 70 bin kişilik Arap nüfusunun 67 bini kentten kaçtı.

BM tarafından Filistin’in taksim edildiği 29 Kasım 1947 ile İsrail devletinin resmen kurulduğu 15 Mayıs 1948 arasında siyonist ordu, Filistin’in dörtte üçünü ele geçirmişti. Bunları izleyen Deir Yasin, Dueima, Gazze, Kimya ve Kafr Kasim gibi bizzat siyonistlerin kabul ettiği, belgelenmiş katliamlar ve sürgün politikaları meyvelerini vermişti. Taksimden sonra İsrail işgali altına giren bölgelerde 500 kadar kent, kasaba ve köyde yaşayan 950 bin Filistinli’nin sayısı altı aydan az bir süre içinde 138 bine indirilmişti.
Daha sonra sistemli bir şekilde Filistinlilerin evleri ve malları yok edilmeye başlanmış, 1948-49 yılları arasında en az 400 köy ve kasaba haritadan silinmişti.

ABD’nin II. Paylaşım Savaşı’nda kazançlı çıkmasının ve dünyanın jandarması olmasının yanında Ortadoğu’da egemenlik kurmasında ve bunu pekiştirmesinde Siyonist İsrail devleti ayrıca önemli bir rol oynamıştır.

Kuruluş çalışmaları İngiliz emperyalizmi tarafından yürütülen ve yine yoğun desteği ile 1948 Mayısı’nda kurulan Siyonist İsrail devleti Ortadoğu halklarına karşı ABD’nin vurucu gücü ve önemli üssü olacaktı.
İsrail, emperyalizmin desteğiyle sağladığı varlığını kabul ettirmek için işgaller dahil her yolu denedi. Emperyalizmin bölgede halkların temel dayanağı da İsrail olmuştur. Bunun karşılığı olarak da emperyalistlerden en büyük askeri ve ekonomik yardımı alan ülkelerin birisi İsrail olmuştur.
II. Paylaşım Savaşı sonrası sosyalizmin bir güç odağı olması, dünyanın yaklaşık üçte birinin emperyalizmin yönetim ve sömürü ağı dışına çıkması, III. Bunalım dönemi ile birlikte ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarının gelişmesi, bu dönemde emperyalizmi tehdit eden başlıca gelişmeler olarak öne çıktı.

Bu korkuyla başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler “Soğuk Savaş” diye niteledikleri anti-komünist, anti-Sovyetik kampanyayı başlattılar. Güya halkları “Komünizmden korumak” adına olmadık saldırılar ve katliamlar yaptılar.

Eisenhower Doktrini, Ortadoğu’da çeşitli ülkelerde özel anlaşmalar, askeri üs ve karakol noktalarının artırılması başlıca adımlardı. CENTO adını alan Bağdat Paktı’nın kurulması da bu politikanın bir sonucudur.

Emperyalizm Ortadoğu’daki tüm saldırılarını, darbelerini, işgallerini “Komünizme Karşı Savaş”mak adına yaptı. Yağma, talan ve sömürüsünü bununla gizleme yoluna gitti.

İran’da 1950’li yılların başlarında iktidara gelen Musaddık ilk iş olarak emperyalistlerce yağmalanan İran petrollerini millileştirdi. İran’ın ulusal çıkarlarını ön planda tutan Musaddık bu nedenle CIA patentli bir darbe ile iktidardan devrildi.

Bu kez bir başka örnek 1956 yılında Mısır’da yaşandı. Küçük burjuva Arap milliyetçisi bir çizgi izleyen ve anti-emperyalist radikal tavırlar alan Nasır da emperyalizmin hoşuna gitmedi. 1955 yılında Nasır’ın İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin denetiminde olan Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi üzerine bunu bahane eden emperyalistler devreye İsrail’i de sokarak saldırdılar.

Artık emperyalizm Ortadoğu’da açık bir saldırganlık politikası izliyordu. Mısır’dan sonra hedefte Lübnan vardı. ABD emperyalizmi Lübnan’da ilericilere karşı işbirlikçi Falanjistleri desteklemek için deniz piyadeleri ile Lübnan’ı işgal etti. Lübnan’a yapılan bu saldırıda ABD’yi desteleyenlerden biri de işbirlikçi Menderes hükümeti olmuştur, Aynı sıralarda İngilizler de Kıbrıs üzerinden paraşütçülerini Ürdün’e indirdi.


1960-70 döneminde emperyalizm açısından başlıca tehlikeler Mısır’da Nasır, Irak’ta BAAS yönetimlerinde odaklanan radikal, küçük burjuva milliyetçi akımlardı. Ve yine 1965 yılında ilk silahlı eylemini örgütlü tarzda gerçekleştirerek ortaya çıkan silahlı Filistin Kurtuluş Hareketi idi.
Nitekim bu kesitte de ABD, Arap halklarına ve anti-emperyalist ilerici güçlere karşı İsrail saldırısı için yeşil ışık yaktı. 1967 yılında İsrail, Suriye ve Mısır’a ait bazı bölgeleri işgal etti.


Ürdün, Mısır gibi “kararsız” yönetimleri AB dünyasından koparıp İsrail ile anlaşmalar yaptırarak Arap dünyasını zayıflatmak için ittifak oluşturdu. 1970 sonrasında ABD ve İsrail saldırıları Ortadoğu’da devam etti. 1991 yılına gelindiğinde ABD, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini gerekçe göstererek Irak’a saldırdı. Binlerce askerini, dev savaş aygıtını Ortadoğu’ya yığarak binlerce Iraklıyı katletti. ABD, bu saldırıyla birlikte dünya ve Ortadoğu halklarına gözdağı veriyor, onları sindirmeyi amaçlıyordu. Bu nedenle saldırı sadece Irak’a yönelik değildi. Arap’ı, Acem’i, Kürt’ü, Türk’üyle tüm Ortadoğu halkları hedefti.

Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde Ortadoğu’ya yeniden bir şekil vermeye çalışan ABD, bölgede bulunan ileri ülkeleri ve örgütleri tehdit ediyordu.

Gerçekten de emperyalizm bu saldırısında ne kadar vahşi olabileceğini, ne kadar yıkıcı, öldürücü silahlara sahip olduğunu gösterdi dünyaya. Irak’ı Kuveyt’ten çıkarıp, Irak’ın da önemli bir bölgesin kendi denetimine aldı. Ama bu kadarla kaldı. Ortadoğu’ya ilişki bunun dışındaki amaçlarına ulaşamadı emperyalizm. Çeşitli milliyetçi güçleri şu veya bu ölçüde etkiledi ama, ne Irak yönetimini, ne de Irak halkını, ne de Ortadoğu halklarını teslim alamadı. 1991’deki saldırı, emperyalizmin Ortadoğu’daki suç dosyasına eklenen en kalın sayfalardan biri olarak tarihteki yerini aldı.

-İşte BM raporlarındaki kimi veriler:

- Irak’a uygulanan ambargo nedeniyle 1995 itibariyle yarısı 5 yaşından küçük olmak üzere 1 milyon sivil öldü. 1991’den bu yana her gün 250 Iraklı ölüme yenik düşüyor. Bir başka ifadeyle yılda 90 bin Iraklı.

- Irak’ta her ay açlık ve hastalık nedeniyle 5 yaşından küçük 4500 çocuk hayata gözlerini yumuyor.

- 1995 itibariyle Iraklının yüzde 20’si (yaklaşık 4 milyonu) yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum edildi.

- 1997 sonu itibariyle 5 yaşından küçük Iraklı çocukların yüzde 32’si (yaklaşık 1 milyonu) yeterince beslenemiyor.

- 1989’da Irak hükümeti sağlık hizmetleri ve İlaçlara 500 milyon dolar harcamıştı. Bu rakam 1998’de yüzde 90-95 arasında azaldı.

- Savaş sırasında Irak’a 350 ton hafifletilmiş Uranyum atıldı. Ülkenin üst yapısını mahvetmesi bir yana bu madde uzun vadeli sağlık ve çevre sorunlarına yol açıyor.

- ABD’nin 1991’de Irak’a yaptığı saldırıdan sonra ambargo, tehdit, gözdağı uygulamalarına devam etti. Körfez krizinden sonra Irak 7 defa bombalandı. Yaktılar, yıktılar, katlettiler. Ambargolarıyla halkı açlığa, hastalığa mahkum ettiler.

17 Aralık 1998’de Irak’a yeni saldırı başlatıldı. Günlerce televizyonlardan birbiri ardına fırlatılan füzeler ve harabeye dönen kentlerin görüntüleri verildi. Üç gecede Irak halkının üzerine 600-700 civarında füze, tonlarca bomba yağdırıldı. Hastane, okul, tahıl depoları, postaneler, fabrikalar, yollar, limanlar... kısacası her yer bombalandı ve katledilen yine halk oldu.

Emperyalizm, Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için yine saldıracaktır. Çünkü yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla her zaman emperyalizmin gözünün üzerinde olduğu bir bölgedir Ortadoğu.
Emperyalizmin çıkarları uğruna saldırdığı bölgelerden biri de Kosova’dır.

24 Mart 1999’da Kosova bombalanmaya başladı. “Sırp vahşeti”, “insan hakları” masallarıyla başlatılan saldırının asıl amacı, Kosova’nın işgalle birlikte, Yugoslavya’dan koparılması ve emperyalizm tarafından sömürgeleştirilmesiydi.

Kosova’ya saldırılar ilk başladığında, sık sık sivil halka zarar verilmeyeceği açıklamaları yapıldı. Ancak emperyalizm planladığı şekilde amacına ulaşamayıp, Yugoslavya halkının direnişiyle karşılaşınca gerçek yüzünü açığa vurmakta gecikmedi. Kamu binaları, yollar, köprüler, depolar, fabrikalar, havaalanları, hastaneler, petrol rafinerileri peş peşe bombalanmaya başlandı. Gerekçe de Sırp ordusunun bunları kullanmasını engellemek, gücünü zayıflatmak, lojistik destekten mahrum bırakmaktı. Peşinden elektrik santralları bombalanıp halk karanlığa mahkum edildi. Sırp yönetimine destek veriyorlar, halkı direniş için motive ediyorlar diye televizyon, radyo istasyonları bombalanmaya başlandı.

Direniş sürdükçe hedefler genişledi. Sivil yerleşim yerleri, kentler bombalandı. Buna paralel olarak da katledilenlerin sayısı giderek arttı. Tren, otobüs, mülteci konvoyu, hastane, Çin Büyükelçiliği’nin bombalanmasında toplu ölümler oldu. Gerekçeler hazırdı ve hemen açıklamalar yapılıyordu, “İstihbarat hatası oldu” “teknik hata, füze hedeften saptı.” “yanlışlık oldu”... Tabi gerçeğin bu olmadığını herkes biliyordu.

NATO’nun Vurduğu Sivil Hedefler:

4 Aleksinaç ve Priştine’de evler vuruldu. Ölü sayısı belirsiz.

4 Grdelicka Klisura’da bir tren füzeyle vuruldu. Onlarca ölü...

4 Djacovica’da sığınmak için Makedonya’ya giden Kosovalı Arnavutların konvoyu bombalandı, Onlarca ölü...

4 Surdulica’da sivil yerleşim yeri bombalandı. Ölü sayısı belirsiz.

4 Priştine de köprü üzerinden geçen otobüs vuruldu. Onlarca ölü”.

4 Bulgaristan’da, Yugoslavya sınırına yakın bir kent bombalandı. Niş’te havaalanı bombalandı, siviller katledildi,

4 Çin Büyükelçiliği vuruldu. 3 ölü.

4 Kosova’da Arnavutların yaşadığı Korisa köyü bombalandı. 100’e yakın Arnavut öldü...

4 Belgrad’daki Dragisa Misoviç Hastanesi bombalandı. Onlarca ölü...

4 Mayıs ayında İsveç, İsviçre, Norveç, İspanya, Libya, Irak ve Pakistan büyükelçilik binaları ya doğrudan isabet aldılar ya da yakınlarına düşen bombalardan zarar gördüler.

4 23 Mayıs gecesi de İran Maslahatgüzarlığı bombalandı.

Bunlar sadece NATO’nun “yanlışlıkla oldu” deyip “özür dileyerek” geçiştirdiği bombalamalar, Bunların dışında her gün sivil hedefler bombalanıyordu.

Yugoslavya halkı 2,5 ay boyunca başına yağdırılan füze ve bombalarla yaşadı. Saldırılar sonunda Yugoslavya harabeye dönmüş, 2 binin üzerinde insan katledilmişti.

Emperyalizmin suçları elbette sıralamakla bitmez. Ortaya çıktığından bugüne her gün, hatta her dakika sayısız suç işliyor. Ve emperyalizm dünya üzerinden kalkana dek suç işlemeye devam edecektir.

DÜNYA HALKLARININ YAŞADIĞI AÇLIK VE YOKSULLUĞUN SORUMLUSU EMPERYALİZMDİR

Dünyanın emperyalistler tarafından paylaşılmasının sonucu olarak dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’si, toplam üretimin yüzde 84,7’sine sahipken, en yoksul yüzde 20’sinin payına toplam üretimin sadece yüzde 1.4’ü düşüyor. 2020 yılında 8 milyar olması beklenen dünya nüfusunun 3 milyarı mutlak yoksulluk içinde olacak. 2.5 milyarın barınacak evi, 2 milyarının da içecek suyu olmayacak.
UNİCEF’in 1998 Dünya Çocuklarının Durumu Raporu’na göre dünyada 7 milyonu aşkın çocuk kötü beslenmeden dolayı ölüyor. Hindistan’da yüzde 34, Haiti’de yüzde 21, Burundi’de yüzde 19, Nepal’de yüzde 9...

Afganistan’da doğan bebeklerin dörtte biri, Nijer’de üçte biri henüz 5 yaşına gelmeden ölüyorlar. Güney illerindeki her 10 çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyor,

Kuzey ülkelerinde ortalama yaşam süresi 75 yıl iken, bu süre Güney ülkelerinden Uganda’da 41, Gine’de 46, Mozambik’te 47 ve Bangladeş’te 57, Afrika Sahrası nüfusunun yüzde 36’sı ve Güney Asya’nın yüzde 47’si günde 1 dolardan az parayla yaşıyor. Aynı şekilde Zambiyalıların Yüzde 85 i, Madagaskarlıların yüzde 72’si, Brezilyalı ve Çinlilerin üçte biri ile Meksika ve Endonezyalıların yüzde 15’i günde 1 dolardan az harcama yapabiliyorlar.

Bangladeş’te yeni doğan bebeklerin yarısı, Pakistan ve Sri Lanka’da dörtte biri, Hindistan’da üçte biri yetersiz beslenmeden ötürü normal kilosunun altında doğuyor. Bu rakam bir çok Afrika ülkesinde beşte bir, Irak ve Orta Amerika ülkelerinden Guatemala’da yüzde 15’e varıyor.

Orta Amerika’yla ilgili yayımlanan raporlara göre 1980-90 yılları arasında yoksulluk inanılamayacak derecede arttı. BM Geliştirme Programı verilerine göre yoksulluk Guatemala’da yüzde 60, Nikaragu’da 59, Honduras’ta 56, Panama’da 30, El Salvador’da 26 ve Kosta Rika’da 20 oranında arttı.

Guatemala’da nüfusun en yoksul yüzde 20’si gelirin 1.2’sini alırken ülkenin en zengin yüzde 20’lik bölümü bu gelirin yüzde 54’ünü elinde bulunduruyor,

El Salvador’da en yoksul yüzde 5’lik kesim milli gelirin yüzde 2’sini alırken, en zengin yüzde 5’lik kesim milli gelirin yüzde 60’ını elinde bulunduruyor. Nikaragua’da bu sorun yüzde 3’e 58, Kosta Rika’da ise yüzde 4’e 49, 3 milyar insan -dünya nüfusunun yarısı, günde 10 Fransız frangından az bir parayla yaşamak zorunda.

Her yıl 30 milyon insan açlıktan ölüyor. Avrupa ile ABD’nin kozmetik ürünlerine harcadığı para dünya halkları için kullanılsa dünyada açlık diye bir sorun kalmayacak.

Dünya nüfusunun yaşadığı zengin Kuzey ülkeleri toplam dünya gelirinin yüzde 80’ine el koyuyor. Dünya nüfusunun yüzde 56’sına denk düşen yoksul Güney ülkelerinin payına, toplam dünya gelirinin yüzde 5’i ancak düşüyor.

Dünyanın 225 büyük zengini 1000 milyar Euro’yu ellerinde tutuyor. Bu servet, 2,5 milyar insanın yaşadığı en yoksul 47 Güney ülkesinin bir yıllık gelirine eşit.

General Motors’un cirosu Danimarka’yı, Toyota’nınki Portekiz’in toplam gelirini aşıyor. Excon-Mobil’in cirosu da Avusturya’nın ulusal gelirini geçmiş durumda.

23 en büyük Çokuluslu Şirket’in (ÇUŞ) satışları 120 yoksul Güney ülkesinin dışsatımını aşıyor. Dünya ticaretinin yüzde 70’ini ÇUŞ’lar denetliyor.


Milyonlar açlıktan kırılırken malların fiyatları korunsun diye her yıl binlerce ton tahıl, domates ya da balık imha ediliyor.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet sohbet
Cevapla

Etiketler
emperyalizmin, kanli, kanlı, tarihi


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Petrolün Kanlı Tarihi Sevda Tarih 0 06 Nisan 2013 04:45
Emperyalizmin Cilalı Sözcükleri N999 Haber Arşivi 0 13 Ocak 2012 16:47
Küreselleşme Emperyalizmin En Yüksek Aşamasıdır N999 Haber Arşivi 0 31 Aralık 2011 16:25