04 Ocak 2010, 18:25 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Kemalizm'in Bilimsel Ve Kültürel Temelleri Sözlerime, sık tekrarlanan bir gerçeği dile getirerek başlayacağım. 20. yüzyılı tanımlarken, ülkelerinde toplumsal düzeni değiştirme savıyla ortaya çıkan liderlerin çağı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Birçok ülke, bir lider etrafında büyük dönüşümler geçirdi, ancak bugün haklı bir gururla söyleyebiliyoruz ki, tüm bu liderler içinde kurduğu sistem tamamıyla ayakta olan, ülkesinin insanları tarafından hala sevgi ve hayranlıkla anılan tek isim Mustafa Kemal. 10 Kasımlarda, alışık olduğumuz için fark etmiyoruz belki, eşi olmayan bir ulusal mutabakatla ve içtenlikle günlük yaşantımıza bir dakika ara veriyoruz ve onu hatırlıyoruz. Defalarca gitmiş olsak bile, Anıtkabir’i her ziyaretimizde etkileniyoruz. Modern zamanlarda başka kimseye nasip olmayan bu bağlılığın, unutulmaz olmanın sırrı nerededir? Tabii böylesine kitlelere mal olmuş bir insan için bu soruya herkes kendi yanıtını verecektir. Ben bugün, çok boyutlu bir yanıtı olduğuna inandığım bu soruya, iki açıdan cevap vermeye çalışacağım. Birincisi, Kemalizm’in içine oturduğu bilimsel çerçeve, ikincisi de üzerinde biçimlendiği kültürel birikim. Niçin bilimsel gelişmelere koşutluğundan bahsetmek istiyorum? Çünkü, onun görüşlerinin modasının geçtiği, artık geride kaldığı sıkça dile getirilir oldu, oysa Kemalizm’in, çağının bilimsel gelişme hızından destek alan çok güçlü bir iç dinamiği var, bunu vurgulamak gerek. Niçin kültürel kökenlerinden söz açıyorum? Çünkü bugün her yerde karşımıza medeniyetler çatışmasına dair tezler çıkıyor, etnik milliyetçilik ve mezhep ayrımları ön planda, birçok bölgede ortak kültürel birikim üzerinde barış içinde yaşama umudu neredeyse yok gibi gözüküyor; Mustafa Kemal’in bundan 80 yıl önce neyi başardığını unutmamak, unutturmamak gerek. Birincisiyle başlarsak, bilimsel ve teknolojik gelişme, tarih boyunca, insanlığın düşünce evriminin yeni ufuklara yol almasında büyük pay sahibi oldu. 17. yüzyıldan itibaren patlama yapan bilimsel atılımlarla Fransız Devriminin ve aydınlanmanın eş zamanlı olması rastlantı değildi. Rönesans’la birlikte insana olan güven geri geldi, aklın doğayı açıklayabileceği inancı yerleşti, dogmalar bir kenara bırakılarak gerçeğe ulaşmak amaçlandı. Bu ortamda düşünsel çeşitliliğin yolu açıldı. Pozitif bilimler de üzerlerine düşeni yerine getirdiler; bilim adamlarının doğa olaylarını açıklamaktaki başarısı, insanlığın özgüvenini, iyimserliğini ve evrensel doğruları bulma iddiasını zirveye taşıdı. Çok doğal olarak, kapsamlı, iddialı ve evrensellik iddiasındaki ideolojileri bu dönemde görüyoruz. Dönemin düşünce akımları keskin bir belirlenimcilik içeriyordu, nasıl ki Newton fiziğinde bir nesnenin konumunu ve hızını bildiğimizde başka bir andaki yerini de bilebiliyorsak, toplumsal çözümlemeler de her zaman, her durumda geçerli olma savındaydı, toplumsal aşamalar kalın çizgilerle çizilmişti. Burada, bilim ve ideoloji arasındaki ilişkiyi biraz daha netleştirmekte yarar var. Tarihte tüm büyük bilimsel gelişmeler, kendi paradigmalarını yaratarak egemen oldukları dönemin düşünce kalıplarını belirlediler. Somut örnek vermek gerekirse, klasik fizikte sürtünme hesaba katılmaz, aynı dönemde ekonomide farklı birimler ya da bölgeler arasındaki alışverişlerden doğan işlem/devir maliyetleri de hesaba katılmadı. Ama bugün hesaba katılıyor, sürtünmenin katıldığı gibi. Bunun için iktisatçının fizikteki gelişmeleri birebir takip etmesi gerekmiyor tabii, kastedilen, bilimsel gelişmelerin, dönemlerinin düşünsel ufkunu belirlediğidir. Tekrar tarihsel akışa dönersek, 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyıl, devrim niteliğinde gelişmelerle bilimde yeni bir paradigmanın kapılarını açtı. Var olan kuramların tüm olayları açıklamaya yetmediği anlaşıldı, uzam ve zamanın mutlaklığı sorgulanmaya başlandı. Kuantum mekaniği ve görelilik teorileri ortaya çıktı, belirsizlik, olasılıklar ve kaosun doğanın bir parçası olduğu, doğanın sanıldığı kadar kesin kurallarla devinmediği görüldü. Tüm bu gelişmeler ışığında, Kemalizm’in biçimlenmesinde, sözünü ettiğim bu yeni bilim anlayışının da etkili olduğunu düşünüyorum. Mustafa Kemal –her ne kadar kimilerince bir düşün adamı olarak kabul edilmese ve yaptıkları yalnızca eylemsel boyuta indirgense de-, bilimin evrim sürecini en iyi anlamış devlet adamlarından biridir ve bunu ülkesinin koşullarına başarıyla uygulamıştır. En başta, kendisinden önceki ideolojilerin dogmatikliğine karşı çıkmış, esnek ve uygulanabilir bir model yaratmıştır. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın farklı yollarının da olabileceğini göstermiş, ekinsel ve ekonomik devrimi bir arada yürütmesiyle deyim yerindeyse ezberi bozmuştur. Kitabınız, programınız yok diyenlere “biz yapalım siz yazarsınız” ya da “ulusumuzun maddi ve manevi gereksinimleri doğrultusundaki işlem ve eylemlerimizle sözlerin ve kuramların önünde gitmeyi tercih ettik” demesi, bir eylem adamının pratikliğinin ötesinde, bilinçli bir seçimdir ve toplumsal değişme kuramına ciddi bir katkıdır. Yine, ezberi bozan bir başka yönü, tüm bu dönüşümü gerçekleştirirken demokrasi idealinden asla vazgeçmemesi, onu yalnızca daha sonra sırası gelecek bir aşama olarak düşünmemesi, ilk günden itibaren demokratik bilinci oluşturmaya çalışmasıdır. İlk meclisi kurması, tüm zorluklara karşın tüm kararları meclisle alması ve parlamenter geleneği yerleştirme çabası, çok partili yaşam girişimleri, yazdığı yurttaşlık bilgileri kitabı, sivil bir toplum kurma çabaları vb. onun demokrasi idealini gözler önüne serer. Önemli bir başka nokta; hayatta en hakiki mürşit ilimdir sözünde gerçek yerine yol gösterici anlamında mürşidi seçmesi de rastlantı değildir. Bilimi bir fetiş ya da ulaşılacak bir amaç olarak değil, çağdaş uygarlık yolunda bir araç olarak tanımla***** çağını bir kez daha aşmıştır. Seçkinci bir tavır sergilememiş, doğru bildiklerini kitlelere dayatmamıştır. Komplekssizdir. Evrensel çözümler getirdiğini iddia etmemiştir. Yine modernitenin yıkıcı ve yayılmacılığa yol açan yönünü onda görmeyiz. Bir politikacıdan beklenmeyecek bir içtenlikle dünya barışının olabilirliğine inanıyordu. Çevre ve kadın hakları bilinci, döneminin çok ötesindedir. Yine, her şeyin sahibinin devlet olması gerektiğine inanılan bir dönemde, yeni kurumları elden geldiğince özel ya da özerk biçimde kurmaya çalışması sıra dışıdır. İş Bankası, Anadolu Ajansı ve Türk Dil ve Tarih Kurumları örneklerden birkaçı. Sonuçta Kemalizm bir modernite ideolojisidir, kuşkusuz ki asıl kaynağı aydınlanma çağıdır, ancak hem düşünsel gelişmelerin etkisi hem de önceki deneyimlerin bilgisiyle, özellikle yönteme getirdiği yeniliklerle, modernitenin en olgunlaşmış hallerinden biri olduğunu söylemek, sanırım yanlış olmaz. Kemalizm’in bilimsel çerçevesinden böylece bahsettikten sonra, üzerinde biçimlendiği kültürel birikime geçmek istiyorum. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Mustafa Kemal’in en büyük başarılarından biri, bin yıllık bir birlikte yaşama iradesini modern bir ulus devlete dönüştürmesidir. İlk tarımın yapıldığı, ilk kentin kurulduğu, tarihin ilk düşünürlerinin yetiştiği, yüzyıllar boyunca sayısız uygarlığın kavşak noktası olmuş, hemen her kentinde farklı bir medeniyetin izlerine rastlayabileceğimiz bu topraklara 11. yüzyıldan itibaren Türkler’in yerleştiğini görüyoruz. Devraldığımız mirası bin yıl boyunca zenginleştirdik, beraberimizde getirdiğimiz özelliklerimizle harmanladık ve ortaya hoşgörüyle yoğrulmuş göz kamaştırıcı bir kültürel birikim çıktı. İşte Mustafa Kemal, bu mirası yayılmacı ve ırkçı bir hırsa kurban etmemiştir. Ne var bunda, normali bu değil mi diyebilirsiniz, hayır, o zamanlar değildi. 1920’lerde normal olan, kendi doğrularının ve ırkının üstünlüğü sonucuna varıp yayılmacı bir politika izlemekti. Barışçı, demokratik bir sivil toplum kurmaya çalışmak değil. Mustafa Kemal, ulus anlayışını ortak iradeye ve kültürel geçmişe dayandırdı. Türk kavramını da, Anadolu toprakları üzerinde “kederde, kıvançta” dayanışma içinde olan insanların ortak adı olarak kabul etti. 1924 Anayasası’ndaki “Türkiye halkına, din ve ırk ayırt edilmeksizin, vatandaşlık bakımından Türk denir” ifadesi, sanırım durumu özetliyor. Bunu yaparken, hem sözünü ettiğimiz kültürel birikimi gün yüzüne çıkarmayı, hem dil ve tarih çalışmalarıyla öz benliğimizi bizlere tekrar hatırlatmayı, hem de çağdaş ve aydın bir toplum yaratmayı amaçladı. Arkeolojik kazılara çok büyük önem verildi, amaç bu toprakların her şeyiyle bizim evimiz olduğunu, henüz vatan kavramını içselleştirme şansı bulamamış ev sahiplerine anlatmaktı. Tarih kitaplarına ilk çağlar girdi. Bir örnek olarak, Mustafa Kemal’in Dumlupınar’da Troyalıların intikamını aldık dediği söylenir. Bunu doğrulayamasak da, bu zarif göndermenin Mustafa Kemal’in düşüncesine uygun olduğunu söyleyebiliriz. Yine dönemin ders kitaplarından da anlaşılacağı gibi, artık başka topraklar, ulaşılmaz hayaller peşinde koşmayacak, dünyanın geri kalanıyla barış içinde, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürecektik, gerçekten yerleşik olmaya karar vermiştik. Burada bir yabancının, Benoist-Mechin’in görüşünü sizlerle paylaşmak isterim: “Türk Halkı, Batılı ülkelerin hayatını uzun zamandan beri koşullandıran şeye ilk defa Gazi'yle sahip oldu: üzerinde kök salacağı bir toprak, kendisine ait bir vatan. Bunlar Türkler için tümüyle yeni bir şey, bugüne kadar hissetmediği bir heyecan kaynağı idi. Vaktiyle sultan için topraklar fethetmişti; sonra onları yönetmiş, savunmuş, işletmişti, yine sultan için. Ama asla Boğdan'da ya da Bosna'da, Suriye'de ya da Filistin'de oturduğu topraklarla içtenlikli bağlar kurmamıştı. Şimdi, çok zamandır kendisinden esirgenen şeye sahipti: üzerinde ocağını kurabileceği dünyanın küçük bir parçası.” Takdir edersiniz ki, bu, modern bir ulus devlet olmanın da ön koşuludur. Yine, atılan bu temeller sayesinde dünyanın en sorunlu bölgesinde 80 yıldır topraklarımızda herhangi bir savaş görmeden yaşıyoruz. Ek olarak, Türk Dil ve Tarih kurumlarının kurulması da ulus bilinci yaratmanın kilometre taşlarındandır. Bu kurumlar üç önemli özellikleriyle Türk Devrimi’nin en seçkin yapıtları arasına girdiler: halka ulusal özgüven vermeleriyle ulus bilincine yaptıkları katkı, akademik bir araştırma merkezi olarak düşün dünyasına yaptıkları katkı ve kuruluş biçimleriyle sivil toplumculuğa yaptıkları katkı. Ayrıca, söylemeye gerek yok belki ama, günümüz dünyasındaki çatışmaların çözümünde pek kimsenin aklına gelmiyor, o yüzden belirtelim, bu birliktelik için laiklik ilkesi de olmazsa olmaz bir önkoşuldu. Üzerinde çokça durduğum kültürel zenginlikten bahsederken, günümüzdeki tartışmalarla ilgili çok önemli bir noktayı belirtmek isterim. Dikkat ederseniz, Türkiye medeniyetler çatışmasına çözüm olabilir gibi bir tümce kurmuyorum. Böyle bir şey söylemeye ihtiyacımız yok, tam tersine böyle söyleyerek oyuna geliyoruz. Bugün dünyada yaratılmaya çalışılan ortamda, farklılıkların ulus temelinde biraraya gelmesinin olanaksız olduğu gösterilmek isteniyor, çatışmayı önlemekten bahsederken kullanılan dil, bizzat çatışmaların altyapısını hazırlıyor. Yeni yüzyıldaki paylaşım savaşı bu çatışmaların üzerine oturtulmak isteniyor. Oysa biz, Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti, zaten 20. yüzyıldaki deneyimimizle asıl kavganın medeniyetler ya da dinler arasında olmadığının kanıtıyız. Ancak ne yapıyoruz, sürekli köprü olduğumuzdan, doğuyla batıyı bir araya getirebileceğimizden, medeniyetleri buluşturabileceğimizden bahsediyoruz, böyle yaparak esasen medeniyetler çatışmasına hizmet ediyoruz, belki diğer doğu ülkelerini incitiyoruz, 80 yıllık eserimize sırt çeviriyoruz, ılımlı İslam ülkesi imajını kabul ediyoruz. Halbuki yapmamız gereken, ısrarla laik yönümüzü öne çıkarmaktır, bu çatışmanın yapaylığını, arkasındaki planları anlatmaktır, dünya barışı için gelinen en ileri noktanın ulus devletler düzeyinde olduğunu, bundan geriye, daha küçük parçalara dönüşün, daha çok savaş ve kandan başka bir şey getirmeyeceğini vurgulamaktır. 21. yüzyılda, çağın sorunlarıyla baş edebilmek için, dünyanın birçok bölgesindeki sıkıntıların benzerleriyle karşılaşmamak için çağdaş, sürekli devrimci, yeniliklere açık, binlerce yıllık bir kültürel birikimin üzerine oturmuş ulus-devletimizi güçlü ve sağlıklı bir biçimde ayakta tutmamız gerekiyor. Geçen yüzyılın başında çözdüğümüz sorunlara geri dönmek bize bir şey kazandırmayacak. Uygarlık tarihine 20. yüzyıldaki katkımız, modernite süreçlerinin dışında kalmış bir ülkenin de treni yakalayabileceğini göstermek ve tüm sömürge dünyasının özgürlüğe giden yolunu açmaktı. 21. yüzyıldaki katkımız ise, her yönüyle gelişmiş bir ülke olarak, treni ekonomik olarak da yakalamak ve toplumların yapay ayrımların pençesinde acı çekmediği bir dünya yaratmanın yolunu açmak olabilir. Yeter ki bugüne kadar başardıklarımızın farkında olalım ve kendimize güvenelim. Evren ARIK 15.12.2006 Ankara | |
|
17 Ocak 2010, 20:27 | #2 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Kemalizm'in Bilimsel Ve Kültürel Temelleri PayLaşım için TeşekkürLer.
__________________ Her$eyimi saf dı$ı ßıraktım korkularımı ßiLe sancıLarım ipi kopan ßir Oltanın ucunda kaLdı ßeLki'de ßir ßaLığın ßoğazında sakLı.. |
|
Etiketler |
bilimsel, kemalizmin, kulturel, kültürel, temelleri, ve |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Yeni Çağ Felsefesi: Bilim Felsefesi Açısından Bilimsel Olan Bilimsel Bilgi Nedir? | Kalemzede | Felsefe | 0 | 29 Aralık 2021 21:39 |
Mehmet Altan : Dindar Kemalizm İstemiyoruz | N999 | Haber Arşivi | 0 | 07 Nisan 2012 14:12 |
Altan: İktidar Kemalizm'den rövanş alma çabasında | PassioN | Haber Arşivi | 0 | 05 Şubat 2012 11:57 |
Kemalizm ve Kadin | Ecrin | Tarih | 0 | 30 Nisan 2011 00:17 |