IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  reklamver

Etiketlenen Kullanıcılar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Konuyu Değerlendir Stil
Alt 15 Ekim 2006, 23:22   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Ya$am Hikayeleri.




Mor Menek$e


Güneş ufuk çizgisinde; temmuz ayının son cumartesi günü, güne vedaya hazırlanıyordu. İki balıkçı sandalı; günün yorgunluğu içinde kıyıya dönmeye çalışıyordu. Altın sarısı rengindeki ışık huzmeleri arasında martılar günün son uçuşlarını yapıyorlardı. Vedia hanım, evinin balkonundan sahilde ki yüzmekte olanları seyrediyordu. Üzerinde tarifi yapılamamış bir yorgunluk hissediyordu. Kalabalıklar arasında tamamen yalnızdı. Sahipsizdi. Korumasızdı. Yüreğinde her günkünden daha farklı bir şeyler olduğunu hissediyor, bir anlam da veremiyordu. Evliydi ama hem yalınız hem de mutsuzdu. Yaşadıkları kaderi miydi? Kaderse bu kader, ne kadar sürecekti? Daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacaktı? Çocukluğundan beri umudun yokluğunu yaşıyordu. Yüreğinde taşıdığı umutlar bitmek üzereydi. Bilmiyordu. Bilemiyordu artık. Ne, nasıl olacak! diye Arada bir öylesine teselli verecek, umutlarını tazeleyecek insanın bir sevdiği, bir dostunun olmayışı ne kadar da acıydı. “Dünyanın en fakiri parası dışında hiç bir şeyi olmayandır” derler, ne kadar da doğruymuş meğer. Akşam olacaktı ama canının sıkkınlığından yemek bile hazırlamak içinden gelmiyordu.
Kocası yanlarında yoktu. Tek başına iki çocuğun terbiyesine yetişemiyordu. Oğlunu rahat okuması için yurda vermiş, sonra da yaz kapına gitmişti. Yanında tamamen yalnızlığını unutturacak Hollanda hatırası sarı saçlı bir kanaryası vardı. O da olmasaydı hayatın ve yaşamanın hiçbir anlam ve ifadesi olmayacaktı. Kalkıp mutfağa gitmek üzereyken telefon çaldı. Arayacak birini de beklemiyordu aslında. Merakla ahizeyi kaldırdı. “Alo buyurun!” dedi. Telefondaki “Ben” kelimesinin ardından ismini söylemeden sesin sahibini tanımıştı. Kanı hızlanmış, kalp atışları birden bire elinde olmadan artmıştı. Duygularını bastırmaya çalıştı. Yüreğinde belirleyemediği yoğunlaşmanın karşılığını şimdi daha iyi anlıyordu. Yıllardır bir araya gelip dertleşmeye o kadar ihtiyacı vardı ki, Hayati Bey’in eşinden çekindiğinden bu düşüncelerini Hayati Bey’e söyleme cesaretini kendinde bulamamıştı. Onun konuşmaları karşısında rahatlıyordu. Duyguları duruluyordu. Fırtınadan sonra sakinliğe eren denizlerin sükunu kadar.
“Nasılsınız Hayati Bey?”
“Teşekkür ederim.”
“Sesiniz çok yakında gibi...”
“Seslensem duya bilirsin. Evet. Size çok yakındayım.”
“Ne geziyorsun buralarda...”
“Öylesine bir hafta sonu kaçamağı sayabilirsin.”
“Peki! Misafirim olmaz mısın?”
“Bir şartla, misafiriniz olurum. Önce sizi bir yemeğe götürmek istiyorum.”
“Zahmet etmesen olmaz mı?”
“Asla mazeret kabul etmiyorum.”
Genç kadının içi içine sığmaz olmuştu. Çok uzun zaman olmuştu. Kocası ile uzun yıllar maziye dayanan dostlukları vardı. Kocasının yaptıkları için kendi utanıyordu. Kavgalı değillerdi. Eften püften sebepler bardağı taşırmıştı. Hiç aramamıştı. Birkaç defa aramış ise de; hep eşi ile görüşmüştü. Hayati Bey, yıllar öncesinde Akdeniz’e nazır şirin bir beldede simetrik sırt sırta, bahçeli iki ev yapmış ve orada uzun sürmeyen ama çok tatlı komşulukları olmuştu. Hayati Bey’in eşi; Nevin hanımın mutluluğunu bile zaman zaman kıskandığı olmuştu. Ona inanıyordu. İyilik sever ve güvenilir biriydi. Cana yakın, olgun, hoş sohbet, duygulu ve hassas bir insandı. Yalnızlığını pekala paylaşabilirdi. Bir an şaşırdı. Ne yapacağına karar veremedi. “Sizi bir akşam yemeğine götürmek istiyorum” demişti ya!
Vedia hanımın kocası yurt dışında çalışıyordu. Beyinin ailesinden de tamamen uzaktaydı. Çevrede pek tanıyanı da yoktu. Kendi öz ailesi ise çocukluğunda dağılmıştı. Kocası, yılda bir defa olsa bile eve gelmiyordu. Ev almıştı. Evi dayamış, döşemişti. Geçimliklerini de şöyle veya böyle gönderiyordu. Yeter miydi? Yetmiyordu. Kocalık vazifesini bile yerine getirmiyordu.
En güzel elbisesini giydi. Kocasına karşı bu kadar özen gösterememişti. Kocası geleceğini asla önceden haber vermezdi. Hep aniden gelirdi. En güzel elbiselerini giyse ne fark ederdi ki evlendi evleneli gün mü göstermişti. Hayatı heba olup gitmişti. Sıkıntı, çile ve yalnızlık hayatının en vazgeçilmezleriydi.
Hayati Bey, akşamın ilk alaca karanlığında bir buket çiçekle merdivenleri ağır ağır çıktı. Kapının zilini çaldı. Bekletilmeden kapı açıldı. Koşarak, kapıyı açan sarı kanarya olmuştu. Anne! bir amca” dedi.
Vedia hanım, hazırdı. Kapıya geldi. Uzun etekli, üzerine gül kurusu renginde saten bir elbise vardı. Elbisenin üzerinde saçılmış parlak renkli ve sanki canlı mor menekşeler vardı. Yüreğinin derinliklerinden gelen ve pembe dudaklarında gülümseyerek tebessüme dönüşen “Hoş geldiniz.” Sözleri; billur bir suyun sesini andırıyordu. Uzatılan çiçekleri aldı. “Zahmet ettiniz. Teşekkür ederim. Bunları solmaması için kalbimin en nadide köşesinde saklayacağım.”
“Bu kadar büyütmemelisiniz.” Dedi Hayati Bey.
“Özür dilerim. Kapıda kaldınız. İçeri buyurun.”
“Hayır, Hazırsanız çıkalım.”
Annesinin yanına dikilen, sevimli, sarı saçlı sarı kanarya ne kadar tatlı ve şirin bir yaratık olmuştu. Doğduğu günü hatırladı. Vedia hanımın doğumu yaklaştığı günlerde, kocası bir bahane ile yine yurtdışına gitmişti. Hayati Bey, bir siyasi kurultayın davetine icabet edeceğinden; eşi ile kavgalı gittiği bir bahar gününün gecesinde doğum yapmıştı. Vedia hanım, çiçekleri vazoya yerleştirdikten sonra geldi. Birlikte çıktılar. Hayati Bey :
“Küçük hanım, sen ne kadar da büyümüşsün öyle. Ne kadar tatlı, ne kadar şeker şeysin sen.” İltifatına, küçük hanımdan yabancı bir ifade belirdi.
“Sen beni nereden tanıyorsun ki?”
“Tanımaz olur muyum? Baban, çok uzaklara gitmişti. Annen yalnızdı. Hastanede doğduğun gün; eben ile kavgalı olmuştuk. Beni baban zannederek; şakayla karışık bir oturma gurubu istemişti. Hiç unutur muyum?”
Yemeği, yazlık bir lokantanın terasında; renk renk çiçeklerle kaplı, denize açık bir yarde baş başa yediler. Ayışığı’nı eğlendirdiler. Küçük hanım gördüğü ilgi ve alaka karşısında açılmıştı. Cıvıl cıvıldı. Bülbüller gibi şakıyıp durmuştu. Kendini sürekli gündemde tutmak istemiş ve bu arzusuna da nail olmuştu. Sıradan şeyler dışında; bir şey konuşamadılar. Eve döndüklerinde; saat onu geçiyordu. Ayışığı, bir türlü; gönüllü olarak uyumak istemedi. Annesinin ısrarı ile biraz küskün, biraz da “yarın denize gitmek” vaadini alarak; odasına gitti.
Vedia Hanım: “Hava sıcak. İsterseniz balkonda oturalım.” İçeriden sıkılmaya neredeyse bunalmaya başlamıştı. Bir anlıkta olsa evden uzaklaşmak, dışarıda yemek yemek ve dolaşmak biraz olsun rahatlatmıştı. Hayati Bey’in, getirdiği saten kaplamalı üzerinde kalp resimleri olan çaydanlıkta; çayı ağzına kadar demlemişti. Yaş pasta ile birlikte getirmişti.
Üzerinde geyşa, deniz ve ada gravür resimli porselen fincana çayı doldurdu. Kendi eli ile karıştırdı. Bu; Hayati Bey’in gözünden kaçmadı. Vedia hanım; zeki bir kadındı. Yıllar öncesinden biliyordu, Hayati Bey’in uzak doğuya düşkünlüğünü. Bu arada; salondaki müzik setine de kaset koymayı unutmamıştı. Ağırdan ağıra çalıyordu. Neşe hanım olmalıydı.
“Bir yol ki dönüşü bulunmaz”
“Gidenler geri dönmez”
“Bir gün cennette görsem seni”
“Beni tanır koşar mısın? Kollarına alır mısın?”
“Bir melek gördü beni yolda”
“Sordu bana nerdesin diye”
“Yoksa o melek sen miydin diye”
“Anladım ki Cennetteyim. Anladım ki Cennetteyim “
Şarkıdan dolayı kısa bir sessizlik oldu. Kadın nereden başlayacağını bilmiyordu. O kadar bitkindi. Tükenmişti. Yılgındı. Kahırla yaşanan bir hayatın güzelliğinde ve saçlarında izi kalmıştı.
“Senin en iyi yanın nedir biliyor musun? diye söze başladı ve cevabını da yine kendisi verdi. “Beni, elde etmeye yeltenmeyen tek erkeksin. Biliyorum, sen de erkeksin. Bundan asla kuşkum yok.” Kadın kendini güvende hissediyordu.
“Bu geceyi sana ayırdım. Seni dinlemeye geldim.”
“Teşekkür ederim.”
“Boşalacak; bir yer aradığına eminim.”
“Çok ince ruhlusun. Kendi dertlerimle seni de huzursuz etmek istemiyorum.”

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet reklamver
Alt 15 Ekim 2006, 23:23   #2
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Yanıt: Ya$am Hikayeleri.




Mor Menek$e Devamı..

Bu yaz günün masmavi gökyüzünde, ufuktan dolunay geceye hakimiyetini vurmuştu. Denizden gelen dalgaların seslerine, birkaç cırcır böceğinin yaz senfonisi eşlik ediyordu. Çayları yudumluyorlardı. Kadın, rahatlamak istercesine anlatmaya başladı.
“Benim kadersizliğim daha ben doğmadan önce başlamış. Babam şehirli, annem ise taşralı bir kadın. Annemin yüzünü bile hatırlamıyordum. Beni doğuran kadını; yani öz annemi ben evlendikten epey bir zaman sonra tanıdım. Yürekten anne diyemedim. Doğurmak dışında bana fazla bir katkısı, bir emeği yoktu. Isınamadım. Tanıdığımda yeniden evlenmiş, çocuklarını büyütmüştü. Kocası, bir baraj inşaatında bekçilik yapıyordu. Belki fakirlerdi ama huzurluydular. Babamla nasıl tanışmışlar bilmiyorum. Bir birilerini nerde görmüşler, nasıl bulmuşlar bilmiyorum. Senin tabirinle “sipariş usulü” evlendiklerine ise adım kadar eminim.
Baba annem; görünüşte dini bütün, tesettürlü, inançlı, meleği andıran bir kadın. İnançlı kisvesine rağmen; gerçekte ise tam bir cadı mı cadı kadındı. “Kızın kaderi anaya çeker” derler. Öz annemin kadersizliğinin bir benzeri de bende. Annem genç bir kız, beyaz bir gelinlik -içinde köylü bir çok kıza nasip olamayacak bir görüntüde- şehre gelin gitmektedir. Anadolu geleneklerini ve göreneklerini –ki ben göreneksizliklerini diyorum – bilirsiniz. Düğünler kalabalık, heyecanlı, adeta bir yarış gibi geçtiğini benden daha iyi bilirsiniz. Gelin köyden alınmış, şehre gelinmektedir. Tam detayını bende bilmiyorum. Düğünde bir kaza sonucunda; babamın genç kardeşi ölür. Nedendir bilinmez, nenem daha ilk günden anneme: “uğursuz gelin” “katil gelin” “düğünü kanlı gelin” şekliyle sürekli bir şekilde sözle başlayan tacizler, hırs ve kinini tatmin için zaman zaman saç baş yolmaya kadar vardırır. Bu sıkıntı ve ezalar aralıksız bir şekilde artarak devam eder. Diğer yönden ise gelinini oğluna karşı karalamalar, oğlunu geline karşı kışkırtmalar, hatta oğluna bu uğursuz gelini terk ettirme telkinlerine başlar. Masum ve zavallı bir kadının suçu nedir? Neden suçludur? Sorulmaz. Aslında yargısız bir infazın en müşahhas acı bir temsilidir o. İlerleyen zamanlarda hınç alma, aile içi huzursuzluklar; kavgalara sebep olur. Anne kin ve hırsına kurban, adet ve anane, anne ve babaya, büyüğe saygı yaftası adı altında; kişiliksiz ve kimliksiz yaşayan genç koca da huzursuzdur. Evde yaşananlardan dolayı huzursuzdur. Mutsuzdur. Her geçen gün evini ve eşini ihmal eden ve uzaklaşmaya hatta gece alemlerine ve alkole gitmektedir. Kuru bir bağnazlık adına insanlıktan nasibini almamış, vicdan ve merhametten asla eser olmayan bu kadın, zavallı annemi adeta elinin ve evinin içine hapsetmiş boğmaktadır.
Her şeyin bir dayanma ve her insanın da bir tahammül gücü vardır. Evliliğinin daha ilk gününden beri tahammülsüzlük derecesinde acılı ve sıkıntılı, geçen günlerindeyken ben de zavallı kadının karnında aynı derecede mutsuzluk ve huzursuzluk ceninken kara bir bulut gibi kanıma ve damarlarıma girmiştir. Kurulurken yıkılan bu evlilik çatısının enkazı altında dünyaya gözlerini talihsizlikler içinde açan zavallı ben gelmişim. Yıkılışı mukadder olan bir evlilikten geriye masum ve günahsız bir bebek, talihsiz bir kadın, anne saltanatı ve sultası altında büyümüş iradesiz, kişiliksiz ve kimliksiz bir baba, hırs ve hıncı tatmin olmuş bir zalim baba anne vardır. Genç kadın her şeyini yitirmiş ve perişan bir şekilde baba evine döner. Zalim kaynana hıncını almış, arzusuna kavuşmuş, timsahın gözyaşları görüntüsünde artık rahattır. Bu zalim kadının ellerinde, anne sütüne ve sevgisine mahrum zavallı ben. Sevgi ve merhametinden mahrum, her insanın kişilik ve kimliğini oluşturacak anne sütünden mahrumken ilk ayrılık acımasız ve zalim bir şekilde beni karşılamıştır. Acizliğime ve masumluğuma aldırmayan, oğlunun bedeninden gelen ben bu zalim timsahın dişleri arasından bir türlü kurtulamadım. Belki köyde, annemin sıcacık koynunda büyüseydim bu kadar olmazdı. Olamazdı.
İlk çocukluk yıllarımı hatırlamıyorum. Bir itin koynunda mı yoksa yılanın mı bilmiyorum ama bir öz ana koynunda büyümediğim bir gerçek. Aklımın ermeye başladığı ilk genç kızlık yıllarımda yaşadıklarımın annemin başına gelenlerden hiç de geri kalır yanı yoktur. “İnsanın karakteri üzerine tesir eden kişilik ve kimliğini kazandığı sıfır-yedi yaş arasıdır” derler. Ruhuma o yılarda kin, nefret, intikam duygusu işlenmiş ki bir verem mikrobu gibi bütün ruhuma kök saldı sanki.
Kızlar okumazmış. Neden okumasınlar ki? İlk okuldan öteye okutulmadım. Okusaydım belki kendimi kurtarırdım. Bir iş bulur çalışırdım. Bir sütsüze kurban edilmezdim. Kısır, sığ bir cahilliğe boğulmuş bir ailenin yanında sıra dışı, hayata ve gerçeklere sırtını dönmüş gayesiz, çabasız bir hayat kime ne verebilir ki. Sevilmeyen, lanetlenen bir kadından doğmayı ben istemdim. Bunu ben hak etmedim. Baba sevgisinden, ana şefkatinden mahrum olduğum bir kadının kocasından neler beklerse onlardan da tamamen mahrumum.
Duygulanmıştı. Sesi titremiş ve ağlamaya başlamıştı. Gözlerinden dökülen yaşları tutamıyordu. Acıyan yüreğin semalarından göze ekelenen gözyaşları uzatılan beyaz bir mendili ıslatıyordu. Ay yükselmişti. Deniz üzerinde birden çıkan birkaç parça siyah bulut, ayla bir o yana bir bu yana oynaşıyorlardı. Günün sıcaklığı bir nebze gitmişti. Hafif bir rüzgarın serinliği ortalığı biraz rahatlatmıştı. Geceye bir sığıntı gibi giren yakın tavernalardaki müzikler de susmuştu. Sahilde ki kalabalık çekilmiş, kıyıda köşede arada bir sevdalıların karaltıları kalmıştı. Neşe hanım bir başka şarkısını okuyordu deniz kenarında, gecenin koynunda acılar içinde ağlayan şu kadına göz yaşlarına inat.
“En sonunda ben buldum aşkı, derken”
“Bir zalimin elinde, oyuncak oldum.”
“Ölürüm aşkından, yaşayamam derken”
“Bir dönüp bakmadı, çekip giderken”
“Ne verdi ki bana dertlerden başka”
“Gencecik ömrümü çürüttü gitti”
“Belki de uslanır diye, beklerken”
“Bakmadı yüzüme, çekip de gitti.”
“Ben ne anlatayım ki bak söylenen şarkı bile beni anlatıyor. Benim için yazılıp söylenmiş sanki.” Ağlamaya devem etti. Gözyaşları belki kaderini değiştirmeyecekti ama dökülen gözyaşları bir anda olsa huzura kavuşturacaktı.
“Vedia hanım; İçindeki iyilikleri; ölene kadar sulamaya devam edin. Dikenlerini görmezlikten gel ve her ruhta açmak üzere bir gonca gül vardır. Her ilişki bir bahçeye benzer. Eğer yeşerip gelişmesini istiyorsan düzenli su vermelisin. Güzel tohumlar ekmeli, otları ayıklamalısın. Beyine gözyaşı borcunu “nasıl ödeyebilirim?” diye sordun mu? Gülümseme ile ödeyebilirdin. Mutluluk borcunu dizlerine yatarak ödedin mi? Güneşe ve yağmura hasret, hiç yaşanmamış baharlara benzeyen saçlarında çaresizliğini sıra sıra ördürdün mü? Yürek borcunu, gül kokusu sinmiş sıcacık ellerinde eritiverdin mi? Can borcunu, masum titreyen ince dudaklarına hayat öpücükleriyle ödeyemedin mi? Güneşe, suya gerek yoktu. Gülümsemelerin bile yeterdi. Gül veren elde gül kokusu kalır. Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.”
“Fırtınaya hazırsanız, bir şeyden korkmanız gerekmez. Hayatınızın her anı, zaman deryasının kenarında şiddetli fırtınalarla sarsılıyor. Her anınız gidiyor ve gidenler geri gelmiyor. Her gününüz ömürden gidiyor. Saatler döndükçe, ömrünüz saniye saniye eriyor. Biriktirdiklerinizi dağıtmaya, sevdiklerinizi uzaklara savurmaya, bedeninizi toprağa sürükleyen bir fırtınaya rağmen; huzurlu musunuz?”
“Eğer; çevrenizdeki insanları, fakir-zengin, güçlü güçsüz, sevimli-çirkin, kim olursa olsunlar, şefkate muhtaç kişiler olarak görüyor ve öyle davranabiliyor musun? Dünyayı değiştirmeye, ülkeni değiştirmeye, şehrini değiştirmeye hatta aileni değiştirmeye gücün yetmeyecek. Göreceksin ki değiştirebileceğin tek kişinin kendinin olduğunun farkına varırsan işinin daha kolay olduğunu göreceksin.”
“Kalbinizi ölüme giden yola koyarsanız, gelip geçenler kalbini çiğnemek zorunda kalırlar. Eğer, onu ölümlülerin ölümsüzleştiği yere koyarsanız rahat edersiniz. Yere düşmenizin, hırpalanmanızın, hatta; canınızın acımasının hiçbir önemi yoktur. Mutluluğunuz bunlara bağlı olmadığını bilin, başkalarının sizi nasıl gördüğü veya başınıza neler geldiği değil, sizin kim olduğunuzu bilmeniz daha önemlidir. Yaptıklarımıza değil, yapmadıklarımıza pişman oluruz. Ölümden korkanlar pişman olurlar. Allah, omuzlarınıza yüklediği her bir yükün bir sebebi vardır. Aslında gelişmenizi, mutluluğunuzu ve huzurunuzun anahtarı dertlerinizle yüzleşmek ve onu çözüm fırsatları olarak görmektir. Karşılaştığınız meselelerin ve zorlukların sizi yönetmesine ve hayatınıza hükmetmesine fırsat verme. Meseleleri arkanıza alır, onların sayesinde ilerleyebilirsiniz. Sizi yönetmesine izin vermezseniz; siz meselelerin yöneticisi olursunuz. Her zorluk, kolaylıkla beraberdir. ”
Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmamışlardı. Şafak atmış, tan yeri ağarmıştı. Gün gelirken; gecenin karanlığı başını alıp kaçacak yer arıyordu.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 15 Ekim 2006, 23:24   #3
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Gamzesini Kaybeden Adam.




Her sabahki gibi bir sabahtı. Kış mevsiminin getirdiği soğuk ve tuhaf hüzne evin serin cansızlığı eslik ediyordu.. Uykusunun hemen dağılması için bir sese ihtiyacı vardı. Uzanıp radyonun düğmesini cevirdi yorganı tekrar başına çekti beş dakika daha uyumak için. Bazen kedisi KIYMIK yatağına gelir uyandırırdı ama bu sabah o da uykuya yenik düşmüştü. Adam kalktı, Kıymık’ın tabağına biraz sut koydu. Kedi sütün kokusunu alır almaz gerinerek sahibine uykulu bir bakış fırlattı ve tabağının başına koştu.

Pek çok arkadaşının yaptığı gibi koyu bir kahve içip işin yolunu tutanlardan değildi. Hassas bir yapısı vardı. Çok içki içemez, uzun süre uykusuzluğa katlanamazdı. Çay hazır olana kadar tıraş olmak için banyoya geçti. Elini dünden uzamış sakalı üzerinde gezdirdi. Tıraş makinesinin sesi radyonun sesini bastırdı. Kedisi Kıymık ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Kedi yere düşmüş bir tuvalet kağıdı rulosu ile oynarken birden dengesini kaybedip takla atarak yuvarlandı. Adamın göz ucuyla tanık olduğu bu hareket, ruhsuz donuk ev atmosferi içinde sıcak bir neşe dalgası yaratmıştı. Birden gülmeye başladı. Bir yandan da tıraş olmayı sürdürüyordu. Ama bir anda aynadaki görüntüsünde bir değişiklik dikkatini çekmişti. Sol yanağındaki gamzesi yerinde yoktu. Yüzünü aynaya biraz daha yaklaştırdı, biraz daha gülmeye sırıtmaya çalıştı ama gamzesi yerinde yoktu işte. Garip dedi kırk yıldan beri sol yanağında durup duran gamze birdenbire yok olmuştu. Belki uzun zaman önce yok olmuştu da ben yeni fark ediyorum diye düşündü. Çaldırdım herhalde dedi kendi kendine gülerek kahvaltı masasına doğru yürürken. Bir gamze kim tarafından ne için çalınabilirdi ki? Kahvaltısını hızla geçiştirdi. Çalışan pek çok insan gibi hafta içi günlerde kahvaltı keyfini uzun tutamıyordu. Hafta sonlarında ise uzun uzun kahvaltı masasında oturur, gazeteleri okur, öğlene kadar tembellik yapardı. Çayını yudumlarken günlük gazetesine hızlıca göz gezdirdi. Saatine baktı, gitme vakti gelmişti. Kıymık’la göz göze gelmek istemedi. Kıymık her zamanki gibi kapının yanına gelmiş, gözlerini kocaman kocaman açmış, yalnız bırakılacak olmanın hesabini sormaya çalışır ifadesini takınmıştı. Böyle anlarda ayrıldığı eşinin, unutmaya çalıştığı son telefon konuşması aklına geliyordu. "Kedini de al kendin bak!" demişti eşi.

Adam işine gitti, evine döndü, işine gitti evine döndü. Birbirine benzer günler, birbirine benzer yavaşlıkta ve hızlılıkta geçip gitti. Yine bir hafta daha bitmişti. Her sabah tıraş olurken aynaya baktığında kaybolan gamzesini düşünüyor ama kayboluşuna bir anlam veremiyordu. Bir zaman sonra belki de benim hiç gamzem yoktu, ben yanlış hatırlıyorum diye düşündü. Ama kitaplıktaki gençlik resmi onun yanılmadığının, eskiden gamzeli olduğunun bir kanıtıydı. Ayrıca sekiz yaşına basan ve annesiyle yaşayan kızının da gamzesi vardı ve herkes gamzesini babasından aldığını söylerdi. Öyleyse yanılmıyordu, vardı ama şimdi yok olup gitmişti. Hem nasıl unuturdu. Bir erkek olarak, gamzesini istediği zaman bir cazibe odağı olarak kullandığı çok olmuştu. Hoşuna giden kadınlara gamzeli bir gülücük attığında, bazı kadınların gözlerinin parladığını, bazı çekingen kadınların da bakışlarını kontrol altına almaya çabalayarak bu sevimli çukura fazla dikkat etmemeye çalıştıklarını çok iyi bilirdi. Gerçekten tuhaf geliyordu gamzesini kaybetmiş olmak. Aman son yıllarda o kadar çok şey kaybettim ki bir gamze kaybetmişim çok mu diye düşündü. Ama yine de kafasına takılıyordu. İnsan yaşlandıkça belki kasları falan eriyordu. O kadar yaşlı değilim ki. Belki doktorların bildiği bir şeydir. Doktor kuzenine sormayı düşündü. Şimdi kent dışındaydı. Haftaya gelirdi şundan bundan konuşurken lafı yerine getirip sorardı.

Ne iş yerindeki, ne de iş dışındaki arkadaşları gamzesizliğini fark etmişlerdi. Olsun o gamzesinin yokluğunu hissediyor ve neden yok olduğunu çok merak ediyordu. Mutlaka olağan bir açıklaması olmalıydı bu garip eksikliğin.

Sakin sayılabilecek bir iş gününün bitiminde metroya yetişti. İki durak sonra inecekti ki, onu gördü. İki daire üstte oturan, arada bir markette karşılaştığı, ama tanışmadığı, dalgın bakışlı kısa saçlı, esmer kadın karşısında oturuyordu. Çekimser bir gülümsemeyle karışık bir selamlaşma oldu. Yolda apartman sorunları üzerine yakınmalarla dolu, sıradan, çok mesafeli bir sohbet geçti aralarında. Oturdukları binanın önüne gelince, önümüzdeki hafta toplantıda biz de bulunalım diye sözleştiler. Ortak sorunlarımız için güç birliği oluşturalım diyerek, birbirlerine iyi akşamlar dilediler, aralarında ayrılmalarına yakın tatlı bir sohbet başlamak üzereydi sanki, ya da adama öyle gelmişti ki, binada oturanlardan biri iyi akşamlar diyerek onların sohbetini sonlandırıp geçip gitmişti.

Nefret ettiği, katılmamak için bin bir türlü mazeret bulduğu, apartman toplantılarının bu defakisine kendisini apartman sorunlarıyla çok ilgiliymiş gibi hissederek gidiyordu. İyi ısınmıyorlardı ve o esmer kadın da kendisi gibi sabah ayazında üşüyüp duruyordu herhalde. Kendisinden çok, onun ısınmasını sağlamak için bu soruna parmak basacaktı. "Yaaa bana ne onun dairesi çok soğuk oluyorsa, ben de pazar günleri çamaşır bulaşık yıkayan, elektrik süpürgesini çalıştıran, sarışın sıskanın gürültüsünü çekiyorum," diye düşünüyordu. Bir yandan da sivil dayanışma, toplumsal görevlerin yerine getirilmesi v.s gibi kendisinin toplantıya içtenlikle katılmasını sağlayacak çağdaş nedenler bulmaya çalışıyordu..

Esmer kadın ondan önce gelmiş etrafındakilerle sohbet etmekteydi. Bekledikleri bir kaç kişi daha gelince toplantı başladı. Gizlice birbirlerine destek veriyor, hemen hemen her konuda esmer kadınla görüş birliğine varıyorlardı. Saatler çabuk geçmiş toplantı bitmişti. Yine hiçbir sorun çözülememiş, herkes her şeyden şikayet etmiş, kafalar tartışmaktan, gözler uykusuzluktan şismiş olarak herkes dairesinin yolunu tutmuştu. Adam ve kadın herkesin kendi dairesine çekildiğini fark etmemiş hala daha bazı konularda ne yapılması gerektiği üzerine adamın dairesinin önünde konuşup duruyorlardı. En son yönetici de iyi geceler diyerek ayrıldığında, kadın da bu ayaküstü laflaşmaya son verip iki üstteki dairesine gitmek zorunda olduğunu hissetti.

Adam kapısını kapattı. Kıymık’ı kucağına aldı. Kıymık çok keyiflenmişti. Kedi uykusu kaçtığı için oyun oynamaya başlamıştı. Adam dişlerini fırçalamak için banyoya gitti kedi de pesinden koştu. Kıymık oynarken yine bir cambazlık yapmaya çalışmış, becerememiş, şampuan sabun gibi bazı araç gereçlerin bulunduğu raftan kutularla birlikte yuvarlanmıştı ve kendi yarattığı gürültüden ürkerek fırlamış kaçmıştı. Adam Kıymık’ın bu haline kahkahalarla gülmeye başladı. Gülmesi geçmemişti ki gözü aynadaki görüntüsüne takıldı ve şaşkın gözlerle aynaya bakakaldı. Kaybolan gamze yerli yerinde duruyordu. Hem de en belirgin haliyle. Işıl ışıl parlıyordu gamzesi, işte bak ben buradayım dercesine. Gamzesine kavuşmanın sevinciyle iyice gülmeye başlamış, yüzü gülücüklere boğulmuştu. Kendi kendine gülmek aptalca gelse de, durduğu anda gülmeye başlamanın önüne geçemiyordu. Gülmekten yorulduğunda yavaşladı, yatağının bulunduğu odaya geçti. Ev de eskisi gibi soğuk değildi sanki. Yatağa uzanıp biraz televizyon seyretmek istedi. Belki güzel bir film bulurum, bulsam iyi olur diye düşündü. Uykusu kaçmıştı ama olsun gamzesi yerine gelmişti.
Niye kayboldu ve sonra niye geri geldi acaba dedi kendi kendine.
Gamzesini çalanın hayat olduğunu düşündü, çalmıştı ama yine geri getirmişti. Hayatın bu hırsızlığını tahmin etmişti aslında ama hayatı kimseye şikayet edemezdi. Hayatın bir dokunulmazlık zırhı vardı ve herkesin üzerinde hüküm sürüyordu. Hayatla iyi geçinmenin, olur olmaz her şeyini kaptırmamanın bir yolunu bulmalıydı artık. Yoksa hayat acımasızca pek çok şeyini alıp götürebiliyordu. Yok yok bundan sonra sen beni değil, ben seni kullanacağım dedi. Bunu nasıl becereceğini bilmiyordu ama hayata kafa tutmak hoşuna gitmişti. Acaba esmer kadın sabahları evden kaçta çıkıyordu? Gece vakti niye aklına takılmıştı insanların kaçta evden çıkıp döndükleri. Elinde olmadan gülümsedi. Bir eliyle de sol yanağını yokluyordu gamze yerine duruyor mu diye...

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 15 Ekim 2006, 23:34   #4
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Kayip Trenİn Penceresİnden…




KAYIP TRENİN PENCERESİNDEN…

Etrafta oynayan çocuklar görebilmek, duyguların henüz gelişmemiş tomurcuklarına ortak olmayı istemek ancak elini uzattığında çoktan o sahneyi geçmiş olduğunu fark etmek. İsyan etmeye çalışmak fakat tiyatro kapısındaki nöbetçilere takılmak...

Susamışlığın sınırlarını zorlayan kediciklerin sinercesine ağlamalarını duyan bir yaşlı annenin onlara ulaşacak gücü olmadığındaki boyun bükmesini yaşamak...

Yaratıkların çok yakınında olduğunu bilmek, arkandaki yoldaşlarının yavaşça, ensende hissettiğin nefeslerinin verdiği tuhaf bir cesaretten sonra, bir an yoldaşlarının da aslen insan kılığına girmiş birer mahluk olabileceği düşünce karmaşası anında güvensizlik duygusunun içindeki kayıp güven...

Sahtecilik oyunlarının en sahte bölümüne gelmişken yırtılan hayallerin umutsuzluğuyla bir an etrafına bakınmak, oyunu terk etmeyi istemek ancak kasaya olan borçları yüzünden ayağa kalkıp gidememek...

Hayatının her döneminde içinde gizli-gizli filizlenmiş bir armağan alma güdüsü gitgide büyürken, hediye niyetine uzatılan gerçeklerin aslen birer hiç, o hiçlerin ise koskocaman birer gerçek olduğunu anlamak...

Çok soğuk bir kompartımanda, hücrelerinin yavaş-yavaş ısı durumuna uyum gösterdiğini hissederken camdan baktığında güneşi görebilmek fakat sadece görebilmek. Isısını hissedememek...

Üzülmenin bile yüreğinin bir onur taşıdığını, onursuz hissetmenin bile onurunu görebilirken boynu dimdik gezen içi boş kıyafetlerin dehşetine kapılmışken onuruyla yürüyen birinin elbisesizliğine kırgınlaşmak...

Yüzlerce nokta görürken aralarından bir tane virgülün gözüne çarpması, ancak yaklaştığında virgülün kuyruğunun sadece renkleriyle aldatmaya çalışan, parlaklığıyla sahtekarlığını sofraya sunmaya hazırlanan bir kumaş parçası olduğunu fark etmenin, hem diş gıcırtısı eşliğinde hem de gülümseyerek, hiçbir şey yokmuş gibi devam etmeleri...

Gözlerini dumanın ve uykusuzluğun kızarmışlığına esir bırakmışken, uzaklarda, birkaç istasyon geride bıraktığı gençliğin özlenmişliğiyle yorgunluğun yıkılmalarını tadarken gördüğü narin bir ceylanın ihtişamıyla bir an geride bıraktığı istasyonlara döndüğünü sanıp heyecanlanırken trenin uzun bir tünele girmesi ve koca bir karanlık...

Çok güzel bir müzik sesinin ahengini ruhuna karıştırmış, elini yanağına koyup kulağı yavaşça, şefkatle okşayan notaların yırtılmış hayallerini tamir edebileceği umuduna kapılmayı bile göze almaya hazırlanırken tren raylarının gıcırdamasıyla beyninde kurmayı düşlediği hayallerin kayıp düşlerin hükümdarlıklarına bir yeni öğe olarak eklenmesi...

Bir trende olmak,
Nereye gittiğini bilmeden,
Hangi istasyonda o trene bindiğini ve daha kaç istasyon sonra ineceğini hatırlamadan,
O an kimsenin senin nerde olduğunu bilmediğinin az bulutlu hissizliklerini hissetmek,

Kayıp trenin penceresinden bakmak...

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 15 Ekim 2006, 23:35   #5
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Sevda Pınarı.




Tan yeri yeni ağarıyordu. Etrafta ipek gibi yumuşak; gök rengine yakın aydınlık vardı. Altay bu yıl şehirde liseyi yeni bitirmişti. Hem öksüz, hem de yetim olan arkadaşı; Akpar’la akşam üstü obaya gelmişlerdi. Hal hatırlardan, izzeti ikramlardan epey sonra uykuya varmışlardı.
Gözünü açtığında, annesi: ”Oğlum Altay, göç hareket edecek, yoksa burada kalacaksın” diye omuzlarından sarsıyordu. Keçeleri alınmış çadırın üstünde tek tük kalmış yıldızlar gözüküyordu. Böğüren buzağılar ve sığırlar, kişneyen yılkı ve kulınlar, meleyen kuzu ve oğlak ile keçiler, havlayan köpekler, çökmek istemeyen develer ve onlarla uğraşanların sesleri bir birine karışıyordu.
Gözlerini ovarak kalktı. Neler oluyor dercesine etrafta bir şeylerle uğraşanlara baktı. Erkekler, atları eyerlemekte, develere yük vurmaktaydılar. Göçebeliğinde kendine göre yol ve yordamları vardı. Her şey bir usule göre sırayla, yerli yerinde yapmak gerekirdi. Oba yazın yaylağa, kışın kışlağa giderken bu ve buna benzer güzellikler yaşanıyordu. Çelimsiz ve sıska olan Yatsen, bütün çabalarına rağmen; yükünü yükleyemiyor, söyleniyordu.
“Ey ulu Tanrım! Ben ne yaptım sana? Beni eziyetlere düçar ediyorsun. Madem ki, fakir yarattın, hiç olmazsa niye kuvvetli yaratmadın?” Üstelik yardım edecek ne oğulları, ne de kızları vardı. Ağlayarak oturdu. Etraftakiler gülüştüler. Yardımına koşarak, yükünü yüklediler.
“Zavallı Sengül, kocam var diyorsun, Tanrı seninkini yaratırken aceleye gelmiş, karıştırmış” diye takıldılar. Altay lafa karıştı.
“Abla, eniştemin zenginliğine ne oldu?”
“Ee, yavrum, gayret olmayan yerde mal durur mu? Ter kokarak işten, kan kokarak düşmandan gelmeyen zavallı eniştenin her şeyi gitti, bitti.” Kuvvetli ellerinden ve dilinden iş gelen Sengül Hanım ablaya, halsiz, çelimsiz bir erkekle evliliğine bir türlü akıl erdiremiyordu. İşin ilginç yanı Enişte, erkeklik taslayarak; kamçıyla Sengül’e vurduğunu, kocasına hiç karşı gelmediğini de görürdü.
“Abla, şu sıska herife kaçmadan bir yumruk atsan olmaz mı? Sözüne gülen Sengül Hanım. “ Ne olursa olsun, Tanrımın bana sahip ettiği yarim değil mi? Karşı gelirsem hem Tanrıya, hem de töreye karşı gelmiş sayılırım. Günahtır. Ayıptır” derdi.
Yılkılar ve büyük baş hayvanlar göçün önünde, koyun ve geçiler arkadan gidiyorlardı. Kazak hanımları en iyi elbiselerini göç gününde üzerlerine giyerlerdi. Yaylayı sadece hayvanlar değil, gençlerde çok özlüyordu.
Bütün yayla halı tüyü gibi düzgün ve yemyeşildi. Tepelerdeki çam ağaçları tablo gibiydi. Yan tarafta derin dere ve çağlayan vardı. Yaylaya varılınca, yükler indiriliyor, çadırlar kuruluyordu. Altay’la ana baba, aile sevgisinden mahrum büyümüş olan Akpar, yemyeşil otların üzerine uzanmış konuşuyorlardı. Akpar :
“Hayvanlarda vatanını özler değil mi?”
Altay: “Bu kadar tabi güzellik karşısında insan bile yemeden içmeden sarhoş olması akla gayet yatkındır. Kazakların yaylaya neden, bu kadar aşık olduklarına şaşırmamak gerek. Cennet gibi yaylanın tadını alan Kazak, tabi ki ovada duramaz. Bu atalarımızdan kalan adetlerimizdir. Şehirdeki zenginlere altın versen yaylaya çıkmazlar, yaylanın güzelliğini bilmezler. Böyle yerlerde yaşayıp büyüyen herkesin; ozan olması doğal değil midir?
Akyar: “Güzel havalarda, tabi güzellikler arasında, dert ve üzüntüden uzakta yaşayan insan; şair olmasında ne yapsın? Kazaklar kımızı da çok içerler değil mi?”
Altay: “Kımızın iyi olması, kazak hanımlarına etrafta şöhret yaptırır. Devamlı karıştırılan kımız iyi olur. İçenleri sevindirir. Kımız susuzluğu gidermek için değil, milli gıda olduğu için saatlerce oturarak içilir. Hatta kemerlerini çözenler, dışarıya gidip gelenler bile olur. On iki yaşını geçen her Kazak erkek, atsız yaya gezmesi ayıp sayılır, dolaşan dilenci Kazaksa bile atla dilenir. Yarım saatlik yola gitmek için atla gitmeye, yarım gün at beklenir, töre böyledir.”
“Şu kız meselesini konuşalım mı?”
“Hangi kız?”
“Balım Kız'ı… Yoksa unuttun mu?”
“Başka iş yokta Balım Kız'ı mı düşünelim? Balım Kız güzelse senin için güzel, benim için alelade bir kız… ”
“Hakikaten öylemi düşünüyorsun?”
“Üzülme, şaka yaptım. Balım şahane kız… Benim muhabbet hakkında bilgim yok. Aşık olmayı Tanrı benim için yaratmamış.”
“Biraz acele hüküm değil mi?”
“Yok. Doğrusu bu… Ne hikmetse, yakışıklı, süslenen birini görsem nefret ederim.”
“İhtilalciler hep böyledir.”
“İhtilalci kim? Ben kim? Yetim kalmak, hiç sevgi-şefkat görmemek beni böyle yaptı. Çocukluğumda hiç kimse severek, bir defacık olsun beni sevindirmedi. Senelerce onun bunun kapısında büyüdüm. Çöplüğe atılanları toplayarak yediğim zaman çok olmuştur. Tabi sen aç kalmayı, sevgi ve şefkate muhtaç, sığınacak bir yeri olmadan yaşamayı bilmezsin. Zavallı kalp, kendinde olmayanı nasıl bulsun? Sevgi havadan düşmez. Yeşil ot, güneşin nuruyla büyüdüğü gibi, insan da, ana-baba etrafında sevgi ve şefkat neticesinde büyüyerek olur. Kalbim, hiç aydınlık görmeyen bir mağara gibi… Senin dostluğun beni biraz insanlara ısındırdı.”
Altay : “Üzülme göreceğin, yaşayacağın daha çok şey var. Tanrıya şükret ki elin ayağın sağlam, boylu boslusun üstelik de tahsilli birisin. Seninle evlenecek güzel de bir yerde kendini hazırlıyordur.”
Balım Kız'ın avılları da bağırmakla duyulacak kadar bir yerdeydi. Akşam üstü Bahtiyar Bek’in adamlarından biri gelerek “Obaya davet edildiklerini” bildirdi. Hazırlıklar yapıldı. Atlara binilerek Bahtiyar Bek’in avıllarına gidildi. Bahtiyar Bek gelenleri “Hoş geldiniz, konakladığınız yer uğurlu olsun” diyerek kapıda karşıladı. Duası yapılarak kesilen koyunun eti tereyağıyla saçta kızartılarak gelen konuklara ikram edildi. Altay’ın gözleri Balım Kız'ı aradı durdu. Şehirde giydiklerini üzerinden atan Balım Kız'ın üzerinde beyaz ipekli bir elbise, üzerinde kırmızı bir yelek, başında börk vardı. Altay’ın gözlerine bir kat daha güzel göründü. Gelenlere “hoş geldiniz” derken; diğer yanda gülen gözleriyle Altay’ı selamlıyordu. Balım Kız gelenlere çamçak çamçak kımız sundu. Güzelin elinden içilen kımız bir başka hoş oluyordu. sohbetler yapıldı. Balım Kız, diz çöktüğü yerde Dombıra çaldı.
Peş peşe şarkılar söyledi. İnsanları kımızdan daha fazla güzel sesiyle büyüledi. Altay’ın babası “Balım Kız, çok güzel kızmış. Acaba Altay’a istesem verir mi? diye düşündü. Dinleyenler “Ne ses be! Bundan da güzel ses olur mu? Cennetteki huri kızları bundan güzel söylemez!” diye övdüler. Herkesin çıktığı anda, Balım Kız'a yaklaşan Altay:
“Ne güzel olmuşsun. Güzelleşmişsin.” Diye elinden tuttu.
“Uzak git… Birisi görürse ayıp olur.”
“Ne kadar buradasın?”
“Bir aydan fazla… Yarın ‘Sevda Pınarı’nda salıncak kuracağız. Gelir misin?”
“Mutlaka geleceğim. Ne akıllı kızsın sen!” Ayak seslerini duyunca dışarı çıktı. Yolda Akpar, Altay’a :
“Bu gün anladım. ‘Zenginlerin kızı niye güzel oluyor’ diye düşünürdüm. Bu gün onun cevabını buldum. Zenginler güzel kızlarla evlenirlermiş. Güzel hanımlardan da güzel kızlar doğarmış. Bana sorarsan Balım Kız'ın anası Balım Kız'dan daha güzel. Tanrı biliyor ya, ben böyle güzel hanımı ilk defa görüyorum.”
“Niye öyle diyorsun? Fakirlerinde güzel kızları oluyor ya!”
“Ama, çok değil.”
“İyi elbise de insana süs verir. Güzel elbise giyince, güzel olmayan da güzel görünür.”
Koca bir gün geçmek bilmemişti. Akşam zor olmuştu. Akşamleyin; dışarısı ayın ışıklarıyla süt gibi aydınlıktı. Altın tabak gibi olan ay, tepelerin üzerinden kayarak gidiyordu. Dağlar ve tepeler ayın ışığıyla daha aydın görünüyordu. Altay sessiz ve durgundu. Çapar’ın ateşli hanımı, açıklığın verdiği cesaretle: “Tanrım bizi de şanslı yaratmış. Kayınımız olmasa, eğlenceye bizi kim davet ederdi?” dedi Altay’ın omzundan tutarak.
“Bırak tate, ayıp değil mi?” diye Akay utanarak yüzünü tuttu.
“Niye ayıp olsun? Senin de canın istiyordur. Öğütleyeceğine sen de misafir delikanlıya asıl” dedi. “Utanma diye bir şey kalmamış sizde. Öyle konuşmaya devam edersen geri dönerim. Kocan gelsin, sana güzel bir tasma aldıracağım” dedi Altay.
“Kocam dediğin, kadına değil para ve menfaatine bakar. Karısına tasma alacak adam, hanımını aylarca yalnız bırakıp ticaretin peşinden koşmaz. Her şeye rağmen, ben evli bir kadınım. Aslında ben evden, bu zavallı için çıktım.” Dul gelin bir çimdik attı Gelin Ablasına. Akpar, söylenenleri bir fırsat bilip Akay’ın elinden tuttu. Akay’ın elleri ateş gibiydi. Akay bir ara kaydı düşecekken Akpar onu belinden yakaladı. Onun vücudunun titrediğini fark etti. Sevda Pınarı’ndan buz gibi dağlardan süzülerek gelen kar suyu akarak Gökdere’ye doğru akıyordu. Koca koca ağaçların dalarlı arasından yere ay ışıkları dökülüyordu. Yaylada olanlar geniş düşünceli, hoşgörülü oluyorlardı. Kızlarını, gelinlerini gönül rahatlığıyla gönderir, “gönül kötersin” derlerdi. Çocukların oyun ve eğlencelerine ehemmiyet verirlerdi.
Balım Kız'ın söylediği şarkı ay ışığına karışarak, dağlara doğru yankılanıyordu. Altay’da Sevda Pınarı’na Balım Kız'a karşılık veriyordu.
Söyleyenler söyledikçe açılıyordu. Dinleyenler coşuyor, iki gencin söylediklerini alkışlıyorlardı. Diğer yanda Akkar hanım Akpar’a “Bu hanım eve döneceğim diyor. Ağlıyor. Bunun gönlünü al” dedi Akay’ın elini Akpar’a tutturduktan sonra oradan uzaklaştı.
“Niye ağlıyorsun?”
“Canım ağlamak istiyor” dedi başını genç adamın omuzlarına dayadı.
“Biri görürse ayıp olur…”
“Buraya getirdiniz, kayıp olup gittiniz…”dedi ağlayarak. Bir yandan ona acıdı. Bir yandan da gülesi geldi.
“Demek bunun için ağlıyorsun?” Kenarda bir ağacın altında, dallarının gölgesine, otların üstüne oturdular. Akpar, hayatta tek başına olduğunu, hiçbir akraba ve yakın olmadığını hatırladı. Birini özlüyormuş gibi bir duyguyla Akay’ı kucakladı. Düşüncelerinden kurtularak onu bıraktı. Bir içim su gibi güzeldi. ‘Şehit olan kocasının evinde oturmaktansa, arzu ettiği biriyle niye evlenmiyor’ diye düşündü.
“Bir şey sorabilir miyim? Kocan öleli iki sene geçmiş. Bu evde ne bekliyorsun?”
“Nereye gideyim?”
“Ailene niye gitmiyorsun?”
“Benim ailem, akrabam yok. her şeyim bu ev. Kayın anam ile atam beni büyütüp, terbiye eden…”
“Ailen nasıl yok olur?”
Akay iki yaşında annesini kaybettiğini, akrabalarını bilmediğini, eve gelişini, yaşadıklarını, evlenmesini ve kocasının şehit olmasını… uzun uzun anlattı. ‘Niçin olmadığını bilmiyorum ama, kimsesiz, yalnız olduğunuzu öğrenince, sizi kendime yakın hissettim.’
“Gönlün varsa al götür beni buralardan. Eşin olurum. Yoldaşın olurum. Yük olmak ağırıma, gücüme gidiyor." Gözleri yaşla dolmuştu.
Evlere dönülürken sabah olmak üzereydi. Akkar Hanım, şehit kayın hanımı ile gelen misafiri gönüllerini bir etmiş, evlenmesini, birbirilerini sevmesini, çoluk çocuğa kavuşmasını çok istiyordu. Kayın Altay’ı razı etmiş, iki at temin etmişti. Sabahın ışıklarından önce, yeni bir hayat kurmak üzere; şehre doğru hızla iki atlı yol alıyordu.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 15 Ekim 2006, 23:36   #6
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Konak Kafe.




Hava açıktı. O gün gökyüzü gerçek bir gök mavisiydi. Büyük şehirlerin kaderi gibi görülen hava kirliliği de; sırra kadem basmıştı sanki. Etrafa tatlı ve rehavet verici bir hava akımının rüzgar serinliği başladı. Bütün caddeler insanlarla, mağazalar da çeşit çeşit mallarla doluydu.
Caddeler insan selini kaldıramazken koca Ulu cami, ikindi namazında ancak üç saf olabilmişti. Caminin üzerinde muhteşem bir tarihin izleri vardı. Gün; koşuşturma ile geçmiş, yürümekten yorulmuşlardı. Genç müteahhit: “Bir yerlerde biraz oturalım.”dedi.
Arkadaşı: “Bir yer biliyorum oraya gidelim.”diye cevap verdi.
Caddeler, artık insan ve araç yükünü taşıyamaz olmuştu. Yeşil alan olarak ayrılan bir yer; delik deşik edilmiş hızla bir otopark inşaatı devam ediyordu. İnşaattaki devasa vinç kule, Osman Gazi türbesine doğru baş kaldırmıştı. Altıparmak ’a batı yönünden gelen caddenin karnı yarılmış, toz toprak içinde çalışan kazıcının hırıltısı caddenin gürültüsüne karışıyordu.
Osman Gazi türbesinin bulunduğu tepeden baktığınızda; Bursa genelde ayak altında kalır. Şehir merkezinde; hava koridorları olmayan önü veya sonu kapalı caddeleri olan, yeşil alandan mahrum çarpık yapılaşmayı görürsünüz. Bursa’nın yeşili gitmiş, betonlaşmanın kızılı gelmiş olduğu görülürdü.
Tepe etrafında yapılan yürüme merdiveni Osman Gazi’nin bilinçsiz ve şuursuz torunlarına; aşk merdiveni olarak hizmet vermeye devam ediyordu. Hemen hemen her oturakta sarmaşıkvari oğlan ve kızları görmek mümkündü. Televizyonla kazanılmış; bu batı tarzı yaşamı hazmedebilenlerin yerleri haline gelmiş. Düşünen insanın değerinin olmadığı hatta hapsedilen bir ülkede; bu gençlerin yaptıkları normal, düşünenlerin durumu anormaldi sanki.
Hey gidi hey, Osman Gazi atam; yattığın şu yerde rahat mısın? Şu bir kulağı küpeli, saçları ensesinde, ağzında sigara ve yanında on dört yaşında erdemliliğinden habersiz; kol kola sigarasına eşlik eden şu genç; kız senin torunların mı? Hem de yatmakta olduğun türbenin yanı başında. Ucube, zalim bir imparatorluk olan Bizans’tan aldığınız yer yüzünün en muhteşem ve nadide topraklarını; geçmişini ve asli vazifesini unutan bu nesile mi bıraktınız? Sana yapılacak sitem bile haksızlık sayılır.
Ya sen Galip Hoca, her şeyin hercü merc olduğu, Osmanlının son demlerini yaşadığı ve ulusal bir kurtuluş savaşının yaşandığı günlerde çıktığın cami minberlerinde ve meydanlarda “hala dağınık mı kalacaksınız? Hala ne zaman silkinip toparlanacaksınız. Yunanın entarili askerlerinin toprağınıza ve namusunuza tecavüz etmesini mi bekliyorsunuz?” diye sesleniyordun.
Sizler, perma perişan yokluk ve sefaletle can yoldaşı olduğunuz, yedi düvelin leş yiyen kargalar gibi Osmanlının mirasına üşüştüğü günlerde bu milleti ayakta tutmasını, savaşmasına ve onurunu kurtarmasına öncü oldunuz.
“Siyaseti ve demokrasiyi kıyma makinesi yapan, acımasızca ve şuursuzca muhteşem bir geçmişi olan bu milleti nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmeyen mefkuresiz bir millet haline getirdiler. Ağlanacak halimize güler olduk.” Duyguları içinde hayıflanıyordu müteahhittin arkadaşı.
Vatan yalınız verimli toprakları, güneşli sahilleri, yemyeşil ormanları, asfalt yolları ve mamur şehirleri dar bir toprak parçası değildir. Vatan: muazzez şehitlerin kanlarıyla yoğrula yoğrula kutsileşen mümbit ovalardan taa kıraç tepelere varıncaya kadar şüheda fışkıran ve şairin:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.”
“Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Mısralarında ifadesini bulan bir bütündür.
“Bunlar mı kağanların, hakanların, padişahların torunları? Bir zamanlar Yunus’ları, Mevlana’ları, çıkaran toplumda, şimdi bir zerresini bulamamak ne acı..”
“Doğruya karşı kadife, hasmına karşı çelik olanlar nerede? Kötüye karşı Allah’ın gazabı, mazlumu koruyan Allah’ın kılıcı Türkler bu gün nerede? Savaşta düşman eli değmemiş fakat barışta düşmana karış karış satılmak, istenen şu mübarek vatanı ve Türkiye’nin acı karanlığı içinde yaşayanlar nerede? Bir Bilge çıkmalı yine ve Ey Türk titre ve kendine dön demeli..” duyguları içinde hayıflanıyordu müteahhittin arkadaşı.
Osman Gazi tepesinin etrafında; eski iğreti şekliyle kalan tek yer “Yahudiler mahallesiydi.” Anlaşılan onlara da şu veya bu sebeple inşaat izni verilmemiş olmalıydı. Paralarını ticarette değerlendirerek; gayri menkule yatırım yapmayan bir toplumun veraseti devam ediyor olmalıydı.
İki arkadaş; yan yana “Yahudiler sokağına” yöneldiler. Yolun; ortasına kadar üzerlerinde içki bardakları bulunan masaların arasından bakınarak yürüdüler. Yoldan geçenleri rahatsız edecek kadar bir içki kokusu sokağı baştan sona kaplamıştı. Anlaşılan geceleri alem yerleriydi buralar. Karşılıklı barlar; aralıklarla peş peşe sıralanmıştı. Kapalı olduğundan sakin ve sessizdi. Kapıların üzerinde; metalik bir yazı vardı. “Damsız girilmez.” Dam ne idi? Dam kelimesi; Türk kültürüne tamamen yabancı ve sonradan girme bir kelimeydi. “Dam” Türkçe’de evin üst tepe kısmına verilen addı. Aslı; Fransızca bir kelime olan; “dansta erkeğe eşlik eden kız”, Farsça’da “tuzak kurmak, birini aldatmak için hazırlanmış hile ve tuzak” anlamındadır. Tecrübesiz genç kızlar; bu yerlere getirilerek yalan ve hile ile içki ve uyuşturucuya alıştırılan yerler değil miydi? Hatta daha ileri gidilerek nice genç kızların kızlık değerlerinin yitirildiği yerler değil miydi? Bunu bilmeyen, bunu anlamayan kaç masum var bilinmez ama bu yıllardan beri böyle devam edip gidiyordu. Sanki kimin umurundaydı.
Batılılaşıyoruz ya! Ne menem bir batılılaşmaysa. Kendi milli değerlerinin ve ruhunun zıddına inat. Galiba, “battı balık yan gider” tabiri ne kadar uygun düşüyor halimize. Müteahhit: “Nereye götürüyorsun.”
Arkadaşı : “Banimle gelmez misin? Az kaldı.”
Sokağı boydan boya geçtiler. Sokağın sonunda; dış cephesi mavi renkli, tamir Görmüş; Osmanlı’dan kalma tarihi bir yapı çıkmıştı karşılarına. Kapı üstüne monte Edilmiş küçük bir levhada “KONAK CAFE” yazılıydı.
Dış kapısı sokağa çıkıyordu. Avlusu da yoktu. Önünden geçen sokak; ilerleyip mahalle arasında kayıp oluyordu. “Konak Cafe” yönünü Osman Gazi’nin türbesinin bulunduğu kuzeyden zikzaklı yapılmış; iğreti dik merdivene bakıyordu. Alt katı boş olan Cafe ’ye girdiler. İçeride bir iki esmer çekik gözlü Orta Asyalı genç; holdeki masa etrafında oturmuş ellerindeki sigaralarından çıkan dumanların altında ağır ağır konuşuyorlardı. Bir an duraksadılar. Girişin sağ yan tarafında dörder sandalyeli üç masa vardı. Solda dik bir merdiven üst kata çıkıyordu. Holün solunda bir önü yükseltilmiş bir insan başının gözüktüğü bir yükselti, ocak ve malzeme dolapları vardı. Az ileride bir ufak renkli televizyon kendine yüksekte bir yer bulmuştu. Bir kaset çalardan sesi olup; sözü olmayan bir fon tipi Türk müziği salonu dolduruyordu. Birilerinin birileri ile buluşma yeri olarak ayarlanmış görüntüsü veriyordu sanki. Eskiden; İktisadi Bilimler akademisi, bu gün ise emniyet müdürlüğü olarak kullanılan binanın arka yan köşesinde.
Bir görevli genç : “Buyurun efendim” dedi.
“Şu yana oturalım” dedi müteahhittin arkadaşı. Üst kata çıkmak istemediler. Küçük kare masa üzerinde vişne renkli ipek saten örtü vardı. Üstünde örtüyü kaplayan masa camı ve üzerinde kül tablası vardı. Giriş holü; yandan ayıran aralığa gerilmiş üzerinde beyaz güller bulunan tül takılıydı. Tüllerin asıldığı noktalara yeşil ve kırmızı renkli yapma “yaprağı güzel” çiçekleri salınmıştı.
Görevli genç: “Efendim, soğuk-sıcak ne içersiniz?” dedi.
“Nascafe.”
“Süt katalım mı?”
“Hayır, Sade olsun.”
“Siz efendim.”
Genç müteahhit: “Aynı olsun” dedi. Hizmetli genç gitti ve geri döndü.
“Su ısınmak üzereymiş biraz bekleyebilir misiniz?”
“Mümkün” dedi müteahhittin arkadaşı.
Gün pazartesiydi. Köy hizmetlerinden aldıkları, doksan yedi yılı ödeneği bulunmayan ihaleyi değerlendiriyorlardı. İhalesi yapılan yerlerin önceden yerleri de görülmüş değildi. İhale şöyle veya böyle kendilerinde kalmıştı. Ne getirir, ne götürür bilinmezdi. Bu iş mutlaka yapılacak ve başarılması gerekiyordu. Kaçmanın veya teminatı yakmanın hiçbir anlamı olamazdı. Bu memlekete yerleşmenin iş yapmanın bir başlangıcını teşkil edecekti. Bütün gayret ve çaba yüz akı ile çıkmak için olmalıydı.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 15 Ekim 2006, 23:37   #7
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Kaban.




Yaşlı adam, bir konfeksiyon mağazasına ait vitrine uzun uzun baktıktan sona, sokakta oynayan çocukların en zayıfına dönerek:
- Küçüüüük!... diye seslendi. Buraya gelir misin?

Çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmış olmasına rağmen koşarak geldi. 6-7 yaşlarındaydı ve üstündeki elbiseler, tek kelimeyle dökülüyordu.

Yaşlı adam, çocuğun saçlarını okşadıktan sonra:
- Vitrindeki elbiseyi giymeni istiyorum, dedi. Bakalım üzerine uyacak mı?

Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam, son derece ciddiydi. Onunla birlikte mağaya girerken, ilk önce rüyada olup olmadığını, daha sonra da şimdiye kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle ailedeki büyük çocuğa alınan veya komşular tarafından verilen giyecekler, elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardeşe geçer, birkaç sene sonra da, dizleri aşınmış veya delinmiş vaziyette kendisine kalırdı. Ama "her zaman hasta" dedikleri babasının durumunu bildiği için, bu işe itiraz edemiyordu. Şimdi ise, ilk defa yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala...

Çocuk, yaşlı adamın gösterdiği elbiseleri giydiğinde, büyümüş olduğunu ilk defa fark etti. Çizgili kadifeden yapılmış pantolon, bacaklarının ne kadar uzun olduğunu ortaya koymuş; yeni ceketi de, omuzlarını iyice geniş göstermişti. Fakat hepsinin üzerine giydiği kaban bir başkaydı ve artık üşümeyecekti. Çocuk, biraz önce kazandığı misketleri onun cebine bıraktığında, iyice keyiflendi. İrili ufaklı misketler, ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Bu durumda iki cebe yüz misket sığacaktı.

Yaşlı adam, çocuğu sağa sola döndürdükten sonra elbiselerin paketlenmesini istedi. Ve iş tamamlandığında, tezgahtara dönerek:
- Elbiseleri torunuma alıyorum, dedi. Kendisine sürpriz yapacağım için, onları bu çocuğun üzerinde denemek istemiştim. İkisinin de boyu falan aynı da...

Küçük çocuk, beyninden vurulmuş gibi oldu. Nefes bile almakta zorlanıyordu. Ama artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemesi gerekiyordu. Aynaya son bir defa baktıktan sonra, üzerindekileri yavaşça çıkarttı ve bir kenara fırlattığı eskilerini giydi.

Adam, yaptığı hizmet için, çocuğa bir çiklet parası vermek istediğinde, onun çoktan gitmiş olduğunu gördü. Haylaz velet, belli ki bu işten sıkılmıştı.

Küçük çocuk, arkadaşlarının yanına döndüğünde, bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı. Ve bir kenara oturup onlara baktı.

Arkadaşları, bunun sebebini merak ettiklerinden:
- Niçin oynamıyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen kazanmıştın.

Çocuk, gözyaşlarını tutmaya çalışırken:
- Misketlerim, üzerimdeki elbiselere yakışmayacak kadar güzeldi, dedi. Bu yüzden onları, bayramlık kabanımın cebine koydum...

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 15 Ekim 2006, 23:38   #8
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Değnek.




Sonbahar yapraklarla dans etmeye başlamıştı.sararmış yüzlerinde zamanı kabullenmiş yatarken yerlerde yapraklar ben yine tasmalarının içinde bir tabunun esiriyim.kimliksiz zamanların kendini olmadığı gibi gösterme çabalarına kanmış bir serseriyim.

Yazıyorum.belki laf olsun diye,yada beğenilme ümidiyle.kim bilir…senin bilmediğini kim bilir…canı sıkılmış bir ruhu zaptedemeyen bir ben var karşımda.birde iki ucu boklu bir değnek…bakıyorum şu son bir haftama,gülüyorum.iyi ve kötü arasında zaman bu kadar mı adil davranır, düşünüyorum…daha düne kadar durmuş iken dünya şimdi bu denli hızlı dönmesi,başımı döndürmesi…anlam veremiyordum eskiden olsa.şimdiyse zamanın bu dengesiz dengesini kabullenmekten başka ne yapabilirim ki?

Zaman ese dursun ruhların özünde,ben şimdiyi yaşıyorum yarını unutmuş kadar sarhoş…bir yanımda kötüler diğer yanımda iyiler,yürüyorum bir çelişkinin üzerinde.ilk defa adım atıyorum iki ucu boklu değnekte.bir şarkıda geçiyordu “bu ne beter çizgidir bu ,bu ne çıldırtan denge…yaprak döker bir yanımız ,bir yanımız bahar bahçe…”ne çok severim bu şarkıyı…
Daha önce varolmadığım bir duygunun zamansızlığında düşünüyorum şimdi bu şarkıyı…anlamazmışım meğerse bu dizeleri o zaman.şimdi ilk defa anlam yüklerken kelimelere şahit oluyorum zamana.hayalini kurduğum ve yanıldığım bir düşün içinde geçmişimi özlüyorum geleceğin heyecanından korkarak.

Evet bir yanım yapraklarını döke dursun geçmişe kapılıp,bir yanımsa bahar bahçe çiçekle dolansın ruhum…takılıp kalmaktansa hayatın bir kısır döngüsüne ,varsın olsun ,bozulsun bu değneğin dengesi.parmaklarımı yazılarda unutmuş ruhum ilerlerken seçilmeyi bekleyen yollar ayrımına garip bir korkunun aptalca bir özlemini çekiyorum kalbimde.düşünüyorum yazmayı bırakıp.iyi yada kötü, var mı birbirinden farkı?aynı çelişkinin iki kenarı değil miydi yoksa?yalansa eğer gerçek, en büyük kanıtıdır iki ucu boklu değnek.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 15 Ekim 2006, 23:40   #9
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Bitişten Başlangıca.




Her ayrılık yeni bir başlangıç,
Her yeni başlangıç da
Acı bir ayrılık getirir ardından..

Bugünü yaşayabiliyorsan,
Mutlusun demektir…
Geçmişten kaçmak ve
Gelecekten korkmak yerine ;
Geçmişten ders,
Gelecekten umut tohumları ekmelisin yüreğine...

Ne yapabilirsin ki!!
Hayat böyle ;
Yaşamak,
Sevmek,
Sevilememek…
Çıkışı bulunamayan yollar labirenti adeta…

Sen kendi yolunu kendin belirle!
Hayatın savurduğu değil,
Savrulmak istediğin yolu izle..!

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 15 Ekim 2006, 23:41   #10
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Ziyafet.




Yaşlı kadın, misafirlerine süt ikram ederken:

- Sizler de gelmeseniz, kapımı çalan olmayacak, diyordu. Beni ne kadar sevindirdiğinizi bir bilseniz...

Kadıncağız, kendisi gibi yaşlanmış ve yıkılmaya yüz tutmuş olan bir ahşap evde yaşıyor, eşinin vefatından sonra bağlanan "dul aylığı"yla geçinmeye çalışıyordu.

Hiç bir masrafı yoktu. Allah bereket versin, o para yetiyordu. Fakat ihtiyarlıktan da zor gelen "yalnızlık", belini tam anlamıyla bükmüştü.

Yan taraftaki bakkalın çırağı, her gün pencereyi tıklatıp istediği şeyleri getirmesine rağmen, dükkan sahibinden korktuğu için onunla konuşmazdı. Kadıncağız, böyle zamanlarda daha da garipleşir ve kendisi sık sık uğrayan vefalı misafirlerini beklemeye koyulurdu.

İşte o misafirler yine gelmiş ve ikram edilen sütü içmeye başlamışlardı. Yaşlı kadın, duvardaki sararmış resmi gösterirken:

- Rahmetli eşim, oldukça uzun boyluydu, dedi. Onun yanındaki ise oğlumdur. Bu resim çekilirken küçücüktü. Doktor olup yurt dışına yerleşecek ve bir daha bizi aramayacak deselerdi, kim inanırdı?

Misafirler, her gelişlerinden aynı şeyleri dinledikleri için, yaşlı kadının sözüne kulak asmıyorlardı. Kadın, devam ederek:

- Benim kucağımdaki de kızımdır, dedi. Saçları altın sarısı gibiydi. Zengin bir iş adamıyla evlendikten sonra, nedense anacığına vakit ayıramadı.

Kadının nemli gözleri duvardaki resme takılı kalmış, misafirler ise sütlerini bitirip yola koyulmuşlardı... Hep birlikte, döşemedeki kırık tahtaların arasından geçerek gözden kayboldular...

Yavru kedicikler, ertesi gün yine gelecek ve ihtiyar kadının verdiği ziyafete katılacaklardı...

 
Alıntı ile Cevapla

Cevapla

Etiketler
hikayeleri, ya$am, yaam


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Var
Mesaj Yazma Yetkiniz Var
Eklenti Yükleme Yetkiniz Var
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Ana Kuş - Çocuk Hikayeleri Ecrin Öykü Masal ve Hikayeleri 0 16 Kasım 2015 03:19
Dini Aşk Hikayeleri yoSun İslamiyet 0 15 Ekim 2012 15:16
Deyim Hikayeleri Afrodit Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler 3 07 Ekim 2011 22:02
Aşk Hikayeleri I Sevda Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler 0 11 Ocak 2010 23:22
Aşk Hikayeleri... Sevda Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler 0 11 Ocak 2010 23:00