02 Mart 2006, 05:41 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Kısa öyküler.. .dizin Orhan Kemal -Dünyada Harp Vardı Selim İleri- Gelinlik kız Adalet Ağaoğlu- Karanfilsiz Adalet Ağaoğlu- Yüksek gerilim Haney Yaşamalı- Tahsin Yücel Füruzan -Taşralı Haldun Taner- On ikiye bir var Halikarnas Balıkçısı- Alabanda Erdal Öz- Cam kırıkları Sabahattin Ali- Ses | |
|
02 Mart 2006, 05:41 | #2 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | DÜNYADA HARP VARDI -(Orhan Kemal) - I - -Sürgünler geldi. dediler. Zaten bekliyorduk. Koştuk cezaevinin taş merdiveni başına: Ben, Necati, Kosti, Bobi Niyazi. Dördümüz de hükümlüydük. Necatiyle Kosti bir gece Beyoğlu sinemasının gişesini soymağa kalkıp yakalanmaktan yedişer yıl yemişlerdi. Bobi Niyazi, aslında esrar satmak ama, "arkadaşlar matrağına cebime esrar koymuşlar, polisler kaçak çakmak taşı ararlarken enselediler, adımız esrarcılığa çıktı!" diyordu. Neyse, koştuk cezaevinin idareye çıkılan taş merdivenlerine. Bir başka İl'in cezaevinden bizim cezaevine sürgün edilenler, büyük demir kapıdan içeriye ikişer ikişer sokuluyorlardı. Ortadaki kalın, upuzun zencire bileklerinden sıkı sıkıya bağlı cezalılar yüzelli çifttiler, tamam üçyüz kişi! Yalın ayakları, paramparça üst başlarıyla mide bulandırıcıydılar. Saçları sakallarına karışmıştı. Her içeri giren çift, onları getiren candarmaların önünde duruyor, bileklerini bağlıyan kelepçenin küçücük kilidi açılmadan önce, üçyüz sarı dosya arasından "Şahsi dosya"ları bulunuyor, bizim cezaevi idarecilerine teslim ediliyorlardı. Ağır ağır, ama gittikçe çoğalan, tehlikeli bir kalabalık birikiyordu cezaevi bahçesinde. Yalın ayaklı, partallar içinde aç bir kalabalık. Önce güneşin altında esneyip geriniyor, sonra da açlık ve uykusuzluklarını belirten gözleriyle çevreye bakınıyorlardı. Cezaevi avlusunun yüksek duvarları diplerinde mısır ekiliydi. Boy atmış mısırlar. Sürgünlerin bir anda bu mısırlara saldırdıklarını, çekirge bulutu çöküp kalkmış tarla gibi, mısırların temizleniverdiğini gördük. Ufak tefek, semiz bir kedi yavrusunu hatırlatan Bobi: -Yuuuuh, dedi. Yuh be. Bunlar benden de aç! O, aç olmaktan çok, açlıktan söz açıp üçün beşin yoluna bakma dümenindeydi. Görüşmecileri gelen tutuklulardan uçlandığı ekmek, zeytin, peynir, tereyağı, helva, ne bileyim yiyecek, giyeceği çabucak paraya çeviriverir, günün birinde dışarı çıkınca geçinebilmek için tutacağı işe para biriktirirdi. Sürgünler avluda gittikçe çoğalıyordu. Başgardiyan bir ara düdüğünü sert sert öttürdü, sonra da bağırdı: -Buraya gelin bakayım. İçtima! Ellerinde mısır koçanları, çöp tenekelerinden kapışılmış kuru ekmek, zeytin çekirdekleriyle sürgünler Başgardiyana da, düdüğüne de boşveriyorlardı. Zararlı tırtıllar, ya da sürüngenler gibiydiler. Çiğ mısır koçanlarını dişliyor, zeytin çekirdeklerini kırıp içlerini ağızlarına atıyorlardı. Dünyada harp vardı! Alman Nazilerinin motörlü birlikleri, tarihsel bir öfkeyle Avrupayı, ne Avrupası, bütün dünyayı bir yandan kuzeyin uçsuz bucaksız bozkırlarına öte yandan Atlantiğin, Akdeniz'in çivit maviliklerine sürüyorlardı. Dünyada harp vardı! Türkiye harbin dışındaydı ama, gene de dikenli kabuğuna olanca sinirliliğiyle çekilmiş korkunç bir allerji içinde, bekliyordu. Şeker beşyüz kırıkbeşe satılıyordu. Kesme şekerin topağı çeyreğe gidiyordu cezaevinde. Kilosunu beşyüz kırkbeşe alan cezaevi karaborsacıları, böylelikle kiloyu sekiz, on hatta hatta on iki, on beş liraya getiriyorlardı. Dünyada harp vardı! Sınırlarımızın çok yakınlarından gelip geçiyordu motörlü araçların benzin kokulu homurtusu. Kötü haberler alıyordu dünyadan radyolar. Alman Nazileri, İtalyan Faşistleri, uzak doğuda Japonlar. Fırınlar dolusu yakılan insanların çığlıkları uçuşuyordu havada. Dünyada harp vardı! Bir ara Necati: -A... dedi. Bu sayın bay da kim? Güneşte kara bir su gibi parlıyan rugan çizmeleri, bal renkli kumaştan külot pantolunu, pırıl pırıl lacivert ceketi, pantolonunun kumaşından kasketi, kara gözlüğüyle gerçekten de bir sayın bay, bir majeste. Belki de, Afrika'da kaplân avına çıkmış bir İngiliz lordu, sömürgelerdeki bitkilerini görmeğe gelmiş bir Belçika, bir Felemenk, bir ne bileyim Fransız, bir İtalyan sömürgeni! Bilekleri kelepçesizdi, ötekiler gibi zencire vurulmamıştı. Arkasından elleriyle Başgardiyanın yanına gitti, durdu, bir şeyler konuştular. Beyoğlu'daki sinema gişesinden uçlanacakları paralarla 936 Berlin olimpiyatlarına gitmeyi kurduğu halde felek yar olmıyan Necati: -Peki ama, kim? dedi. Necati'nin suç ortağı Kosti attı: -Memur herhalde. Bobi kısa kesti: -Gider öğrenirim! Hep o besili kedi yavrusu haliyle bir koşu gitti. Terslenmiş, geri döndü: -Herifte çalım altıdan! -Yani ne? Mahkum mu? Memur mu? -Ne bileyim yahu. Azarlayışına bakarsan memur, sarı dosyasına bakarsan mahkum! Az sonra, ağarmış şakaklarıyla yanımızdan geçti, yüzümüze bile bakmadı. -II- Cezaevi birinci bölümünün en üst kat "Tecrit"lerinden birinde yalnız, rahattım. Koğuşun bir kıyısına serili yatağım, yanıbaşımda pencerem. En çok da yaz sabahlarında, tül mavisi dağlar adından, içi kan dolu kocaman bir küre gibi doğuşu güneşin! Kıpkırmızı, koskocaman, yusyuvarlak güneş pırıltısız bir kırmızılıkla, mat bir kırmızılıkla uzaklardaki yemyeşil ağaçlar kalabalığının ardındaki tül mavisi dağların aralarından ağır, ağır, nazlı nazlı yükselmez mi, dakikalarca dalar giderdim. Kıpkırmızı, yemyeşil, masmavi, perşembelerin serin cümbüşü! Ama harp vardı dünyada! Düşman uçaklarının bütün bu serin renkler cümbüşünü ateşe, kana, insan çığlıklarına her an boğabileceği günlerdi o günler. Türkiye'de "Pasif korunma", karartma vardı geceleri. Milyonlarca değilse bile, binlerce insanın elleri şakaklarında kara kara düşündükleri günler. Sürgünler gelince cezaevinde bir derlenip toplanma, bir sıkışmadır başladı. Çukurlarına mosmor gömülmüş aç gözler, cezaevi koridorlarında sarı birer gölge gibi dolaşıyor, enselerdeki soluyuşları insana, çok yaklaşmış ölümü hatırlatıyordu. Dünyada harp, cezaevinde ölümü hatırlatarak dolaşan açlığın çıplak ayakları! Çoğu sabahların erken saatlarında, koğuşlar açıldıktan az sonra, beton koridorlarda koşuşan kabaralı postalların keskin düdükleri tekmil mahpusları demir parmaklıkların ardlarına yığıverdi. Kat kat bölümlerin demir parmaklıkları ardındaki meraklı bakışları dibe, taa dipte dört köşe betona dikilmiştir. Orda, en dipte işte, savrulmuş bıçaklarıyla birer yay gibi gerilmiş insanlar ölüm kalım savaşına atılmışlardı. Işıltılı keskin kamalar birer yılan dili gibi sert, eğriler çizerlerdi kül renkli aydınlığa. Gardiyan düdükleri, derinden derine yansıyarak yaklaşan candarma kabaraları, demir parmaklıklar ardında dalgalı birer orman gibi uğuldıyan mahkumlar. Ölüm korkusu vuran yüzler gerilmiştir aşağıda. Gözler yuvalarından fırlamış. Ölüm kaşla göz arasına pusu kurmuş. Birden savrulan bir bıçak. Boş bulunan kavgacılardan birinin kanlar içinde betona yığılan ağır gövdesi! Kavga bitmiş, yaralanan, ya da ölen kaldırılmış, demir parmaklıklar ardında dumanı tüten bir tartışma başlamıştır: -Ulan bir bıçakta cartayı çekti be! -Hiç iş yokmuş.. -Ne yapaydı? -İnsan bir bıçakta gider mi? -Sen olsan? -Hadi be sen de! -.................. -.................. Sürgünler geldikten sonra cezaevinde esrar, afyon, hatta sürgünlerle birlikte gelip, bizim cezaevi tutuklarından pek çoklarınca benimseniveren eroin satışları hızlandı. Satışlar artınca, bıçak alış verişi, bıçak alış verişi artınca da kavga ve ölüm arttı. Dünyada harp vardı! Cezaevinde de alış veriş kavgayı ve ölümü arttırmıştı. Ölenler alış veriş edenler değil, adamlardı. Çünkü alış veriş edenlerin paket paket cigaraları, ekmekleri, esrar, afyon, eroinleri vardı; cigara, ekmek, esrar, afyon, eroin karşılığında pusu kurup cana kıyacaklar da pek çoktu cezaevinde. "Kaplân avcısı" bütün bunların dışında, bütün bunlardan uzak, kendi aleminde. Dünyada harp, tutuklar evinde açlık, savrulan kamalar yarım somun için cana kıyıyormuş... |
|
02 Mart 2006, 05:42 | #3 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | -III- Birkaç koğuş değiştirdikten sonra benim koğuşa yolu düştü. Beğenmiş olacak, demirlendi. Sürgün edildiği cezaevinden birlikte getirdiği havuç kırmızısı bilekli, kocaman kocaman yumruklu adamı, vardı bir doksan boya yüz kiloluk. "Kamyon" diyordu ona: -Kamyon! -Hop? -Kenefe gideceğim! Kamyon önce gider helayı güzelce yıkar, ibriği doldurur sonra da önüne düşerdi efendisinin. Efendi, mor yollu ipek pijamasıyla Kamyon'un ardında koğuştan çıkmadan önce: -Kamyon! -Hop? -Kahvemi kenefe getir! Efendi helada cigara üstüne cigara içedursun, Kamyon, kahvesini ispirtolukta pişirir, kenarı yaldızlı Çin işi, Japon işi fincanla götürürdü. Dünyada harp vardı, cezaevinde açlar, çıplaklar yarım somun, bir esrarlı cigara için cana kıyıyorlardı... Kamyonun gıcır gıcır yıkadığı helada, Tekel'in Çeşit isimli cigaralarından tellendirir, izmariti bir fiskede helada bekleşen yalın ayaklı Adem babalar kalabalığına fırlatırdı. İzmarit havada kapışılır, sonra da birbirlerinin üstlerine atılınarak, betonda boğuşulmaya başlanırdı. Onlar boğuşa, hatta bir izmarit için gırtlaklaşa dursunlar, "sayın bay", Çeşit kutusundan alınmış kahverengi kaatlı bir Esmer, ucu yaldızlı bir Sipahi, ya da en azından zarif bir Yenice'yi ateşlemiş, betonda altalta üstüste boğuşanların kıyısından, ipek pijamalarıyla koğuşa dönerdi. Koğuşta onunla Kamyon'dan başka, bir başkası daha varmış! Dünyada harp, cezaevinde döğüş, koğuşta kendi ve adamından başka biri daha mı var? Bir gün: -Kamyon kardeş be, dedim. -Hop? -Senin asıl adın ne? "Sayın bay" az sonra çıkıp gidecekmiş gibi giyindiği lacivert kostümü, rugan iskarpinleri, kolalı yakası, kırmızı boyunbağı, briyantinle gıcır gıcır taralı saçlarıyla koğuş kapısı önünde beton koridorda bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, dolaşırken de ruganlarının cızırtısı yansıyordu. -Asıl adım mı? -Evet, ne? -Hüseyin. -Nerelisin? -Uzunyayla'lı. -Suçun? -Katil. -Kimi vurdun? Söylemedi. Bir gün Necati'den öğrendim: Kız kardeşini baştan çıkaranı, ardından da baştan çıkan kız kardeşini vurmuş. -Ha Kamyon? Kimi vurdun? -Boşver! -Efendinin de suçu adam öldürmekmiş. O kimi öldürmüş? -Kendisine sor! -Ona sorulur mu Kamyon? İnsanın yüzüne bile bakmıyor! Bakmıyordu gerçekten de. Sabahın erken saatlarında uyanıyor, kalkıyor, pembe diş fırçası, pahalı cinsten diş macunu, omuzunda havlusu: -Kamyon! -Hop? -Elimi yüzümü yıkayacağım! Dönüşte mutlaka güneşin kocaman, kıpkırmızı bir cam yuvarı gibi ağır ağır, nazlı nazlı doğuşuna açık pencere önüne gelir, ellerini açar, pıtırdayan dudaklarıyla uzun uzun dua ederken boynu büküktür. Mor yollu ipek pijama, rugan çizmeler, nikel traş takımı, her yanından pırıl pırıl sağlık ve küstahlık akan gergin meşin bavulu. Dua biter. -Kamyon! -Hop? -Traş olacağım! İçeri cam, alüminyum traş taslarıyla gelen sıcak su, nikel traş takımı, jilet. Cezaevinde jilet yasaktı oysa.. Pahalı cinsten yuvarlak taş aynasının karşısına geçer, uzun uzun traş olur. Sonra: -Kamyon! -Hop? -Traşım bitti! Kılıfından çıkan yılan gibi, sabunlu suları, kirli jilet makinesi, jiletlerini Kamyon'a bırakıp giyinmeğe başlamadan önce ispirto, pamukla boynunu boğazını gıcır gıcır siler, ardından bol bol limon kolonyası, daha sonra da: -Kamyon! -Hop? -Gömleğimi ver! Gömlek verilir. Alır, giyinir: -Kamyon! -Hop? -Gravatımı! Kravat, bağlanır: -Kamyon! -Hop? -Pantolonumu! -Kamyon! -Hop? -Ceketimi! -Kamyon! -Hop? -Seccademi ser! Sarı, sırma saçaklarıyla ipek seccade kıbleye doğru serilir, namaza dururdu. Sabah namazı dört rekat mı? Hayır, ondört, belki yirmidört rekat kılar. Sonra seccadeye usulünce oturur, avuçlarını açar, ağlayarak kimbilir neler isterdi fizikötesinden? Vardı, içini kemiren bir şeyi vardı ama, ne? Bir gün gene dayanamadım: -Kamyon be! -Hop? -Ağan namazdan sonra, dua ederken niye ağlıyor? -Ne bileyim ben? -Evli mi? -Evli. -Çoluk çocuk? -Yok. -Karısı? Genç mi karısı? -IV- Kamyon hiçbir zaman "Genç" de demedi, "Yaşlı" da. Merak da etmiyordum. Daha doğrusu insanlardan kaçan, hemen hemen hiç kimseyle konuşmıyan, konuşulacak insan yokmuşa getiren bu adama ben de başkaları gibi içerliyordum. Necati: -Amma da kendini beğenmiş be! diyordu. Kosti için: -Senyör! dü. Metelik sızdıramayan Bobi ise: -Kaplân avcısı! deyip geçiyordu. Gerçekten de, yatılacak daha on, on beş yılı olduğu halde, az sonra çıkacakmışçasına hazırlanışı saçmaydı. Hele o pırıl pırıl rugan iskarpinleri! Bu çizmelerinden ötürü çok geçmeden cezaevine ünü yayılıverdi: -Kaplân avcısı! Onun o bitmez tükenmez "Kamyon!"larıyla, Kamyonun şaşılacak bir sabırla yapıştırıverdiği "Hop! larından bıktığım için, sabahleyin erkenden kalkıp, Necatiyle Kosti'nin yanına iniyordum. Gece yarısına doğru döndüğüm zaman onu ya uyur, ya da başında sırma işlemeli siyah takkesiyle Kur'an okur bulur, üzerinde durmaz vururdum kafayı. O gece de önceki geceler gibi kafayı vurmuştum. Gece yarısını çok geçmiş, belki de sabaha karşıydı. Uyandım. Yorganın kıyısından baktım onlara: Kamyon'la o. Ellerinde desteyle fotoğraf, mırıl mırıl konuşuyorlardı: -Bu, bizim orman dairesinin önünde çekilen resmim! -Sen hangisisin? -Na, şu. Çizmeler nasıl çizmeler, ayağımdaki? -Güzel. -Tabi güzel. Beyoğlunda hususi çizmeciye yaptırmıştım! Değişen fotoğraf. -Bu da Şadiyeyle.. hey gidi günler hey! Birden kendine geldi: -Kamyon! -Hop? -Evlendiğim sıra karım ondördündeydi.. Kamyon bunu biliyor olmalıydı başını salladı anlayışlı anlayışlı. -............... bense, kırkbeşimde! -.......................? -O şimdi on dokuzunda, ben, ellimdeyim! Kamyonun yüzüne bir şeyler arıyorcasına baktı baktı. Gene: -Kamyon! -Hop? -Otuz bir yaş var aramızda! -..................? -Çok mu? Kamyon toparlandı: -Yok canım... -Sonra, ben, benim gibi erkeğe göre... -Çok değil. -Kamyon! -Hop? -Karılarımız ne yaparlar bize? -Taparlar. -Sen hiç evlenmemişsin ama? -Ne çıkar? -Doğru. Evlenmiş olsan da karın gencecik olsaydı? -Gene tapardı! -Hapse düşsen, yatılacak uzun yılların olsa? -Gene! Bir başka fotoğraf. -Bu da nişanlıyken çektirdiğimiz... Belki yüz tane fotoğrafın destesi. Nişanlıyken, yeni evliyken, evlendikten bir hafta sonra, on beş gün, bir ay, iki ay, beş ay sonraya kadar çekilmiş fotoğraflar. -Kamyon! -Hop? -Benim karım Gürcü! -Biliyorum. Gürcüler erkek olur.. -Yaşa. Erkek olur değil mi? -Erkek olur. -Kocaları hapisten hiç çıkmayacak bile olsa? -Gene evlenmezler! -Gürcü kızları ne olur Kamyon? -Erkek olur! -Bu yastık var ya Kamyon? -Var. -Dantellerini, çiçeklerini kendi elleriyle işledi. Zifaf yastığımız, biliyorsun, söylemiştim. Karımın kokusu sinmiş. Evlenseydin, benimki gibi gencecik bir karın olsaydı.. -Ben de içeri düşseydim.. -Düşseydin? -Deli olurdum! -Karın gürcü olsaydı ya? -O zaman başka! -.................. -.................. |
|
02 Mart 2006, 05:43 | #4 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | -V- Dünyada harp vardı. Azrail sıra sıra, dizi dizi harp makineleri kılığına girmiş, Avrupanın altını üstüne getiriyor, insanlar kitleler halinde fırınlarda yakılıp, külleri bütün dünyaya savruluyordu. Dünyada harp, dünyada açlık, dünyada açlık pahasına tokluk vardı. Açlık pahasına toklardan pek çoğu kocaman göbekleriyle kürsülere sıçrıyor, dizi dizi harp makineleri kılığına girmiş azrail adına milyonlarca yalan söylüyor, milyonları milyonların zararına kandırıyorlardı. Dünyada harp vardı! Dünyadaki harbe alkış tutan radyolar, rotatifler, baskı makineleri vardı. Radyolar, rotatifler, baskı makineleri yalan söylüyordu. Yalana, yalanlara inananlar. Yalana yalanlara inanlardan biriydi Selahattin bey. Anadolu'nun kalın bedenli ağaçlarla yeşil bir deniz gibi dalgalanan kocaman ormanlarından birinde, pırıl pırıl çizmeleri, Adolf Hitler bıyığı, şişe şişe içkilerin korkunç bir küfür makinesi haline getirdiği küçücük bir adamdı Selahattin bey. Orman memuru. Dünyada harp, Türkiyede şahlanmış karaborsa! Devletin maaşıda ne? karaborsa Selahattin beye binler veriyordu. Viski veriyordu, havyar veriyordu, pırıl pırıl çizmeler, kat kat İngiliz kupon kumaşından elbise, bitmez tükenmez çalım veriyordu. Devlet de ne? Hük(met de ne? Maaş da ne? Selahattin bey göz yumuyordu kaçakçılara. Milyonlar vuruyordu kaçakçılar aylı, aysız, çisentili, çisentisiz gecelerde. Aylı aysız, çisentili çisentisiz gecelerde arabalar çıkıyordu ıslak ormanlardan. Arabalar dolusu keresteler. Binler, yüzbinler kaçıyordu, kaçırılıyordu. İş bilenin, kılıç kuşananındı. İş bilen kılıç kuşananlar yüzbin yüzbin kazanıyorlardı. Selahattin bey, küçücük Selahattin bey, Adolf Hitler bıyıklı Selahattin bey de bin bin. Maaşı "Yüzler"le görememiş Selahattin bey, "Bin bin" kazanınca elbette kabına sığamayacak, elbette ceviz oynayacaktı çoluk çocukla, kırıkbeş yaşına bakmadan elbette nikahlayacaktı on dört yaşındaki el kızını! Ondördündeki Gürcü kızının henüz adet görmemiş toyluğu önünde mest Selahattin bey içiyor, içtikçe coşuyor, coştukça içiyor, atlıyor ormanlarının kıyısından geçen gece yarısı trenlerine, ver elini İstanbul şehri! İstanbulda harp yoktu, karaborsa vardı. Yalan söyliyen rotatifler vardı İstanbulda, baskı makineleri vardı. Rotatiflere, baskı makinelerine yalan söyletenler vardı. Adolf Hitler bıyıklı Selahattin bey de kapılanlardandı yalanlara! Bir gece Beyoğlunda küçücük bir bar. Barda ablak yüzü kıpkırmızı bir Yahudi. Yahudinin yanında sarılı konsomatris. Nasıl olurdu? Avrupayı altüst eden sıra sıra ölüm makineleri dünyayı Yahudilerden kurtarmak için kurşun kurşun, bomba bomba, fırın fırın çalışıp dururken, İstanbulda, Beyoğlundaki bir barda, barın kırmızı, yeşil, mor, sarı müziği içinde sarışın bir Türk, üstelik müslüman kızıyla bir Yahudi.. nasıl olurdu? "-Garson, o karıyı kaldır o pis Yahudinin yanından!" Türkiye henüz Almanya değildi. "-Sana söylüyorum garson!" "-..................???" "-Garson, garsooon, garsoooon!!!" Adolf Hitler bıyıklı kalktı hınçla, gitti çalımla masasına Yahudi'in. Kırmızı ablak yüzüyle baktı Yahudi, mavi mavi: "-Ne var? Ne istiyorsun?" "-Eeeeeeyt!" "-Bas burdan serseri!" "-Been? Bana?" "-Evet sen, sana. Garson, getir maşayı oradan!" "-Sen, sen, sen..." "-Ben, ben, ben... tut kuyruğundan şunu, at!" Adolf Hitler bıyığın bir tekmesi. Önce masa, sonra altüst olan bar. Yumrukları Yahudinin. Pırıl pırıl çizmeler, Adolf Hitler bıyık, kolalı yaka, kravat... Yumruk, tekme tokat! Birden bir şimşek Selahattin beyin. Belindeki tabancayı anası koymamıştı Yahudi'nin, ve Yahudi sayıyla verilmemişti Selahattin beye! Beş kurşundan üçü ablak suratına gömülmüştü Yahudinin, dördüncü ta karşıdaki ampulü parçalamış, beşinci beyaz yağlı boyasına saplânmıştı tavan tahtasının! ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... -Kamyon! -Hop? -Benim karım Gürcü! -Erkek olur gürcü kızları... -Kocaları hapse düşünce? -Beklerler! -Hiç çıkmayacağını bile bilseler? -Gene beklerler! -Bu yastık var ya bu yastık? -Evet bey, biliyorum. karının kokusu sinmiş, zifaf yastığınız! -Kamyon! -Hop? -El yüz yıkıyacağım. -Kamyon! -Hop? -Su dökeceğim! Bir gün de: -Kamyon! -Hop? -Canım sıkılıyor.. Önceleri tek kaatlı esrar cıgarası, sonra çift kaatlı, daha sonra afyon, eroin, kumar. Bütün bunlar çok iyi geliyordu cansıkıntısına. Ağır bir hastalık yüzünden üç ay hastahanede yattım. Bu üç ay içinde ne olmuşsa olmuş. Taburcu edilip döndüğüm gün Bobi kapıda karşıladı: -Seninkini görme!! -Kim benimki? -Kaplân avcısı! -Ne oldu? -Esrar, eroin, kumar.. -Yapma! -Yaptım gitti. Çık da gör halini! -Üç ayda ha? Kumar bir canavar olmuş üç ayda. Ne nikel traş takımı, ne kat kat, renk renk, biçim biçim elbise, ne halı, ne kilim, ne de bir kenarda birkaç kuruş, hatta ne yatak, ne yorgan, ne de pırıl pırıl meşiniyle küstah bavul! Yalnız zifaf gecesi yastığı. Bir sabah yanıma çekinerek sokuldu. Gözlerinde tekme yemiş köpek korkaklığı. Adolf Hitler bıyığı kırpılmamış, sakalı uzamış, avurtları çökmüş. -Geçmiş olsun, dedi. -Teşekkür ederim. Fakat siz... -Düşmez kalkmaz bir Allah! -Peki ama, üç ayda? -İşte görüyorsunuz. Bırakın şimdi bunu, size bir ricada bulunabilir miyim? -Estafurullah.. Koridorun nemli griliğinde yanyana yürüdük. -Çok utanıyorum, dedi. -Neden? -Şu halimden. Fakat, gece bir rüya gördüm, beyaz sakallı bir derviş.. -Evet? -Bul bir beş lira dedi. -Beş lira? Ne için? -Talihini dene, korkma. Kazanacaksın kaybettiklerini dedi. Anlamıştım başıma geleceği. -Bir beş liracık olsa.. Hani siz hatırlıyacaksınız, karımın zifaf yastığı vardı. Onu size rehin bırakırdım! Yapacağım bir şey yoktu. Yastığı getirdi, elinde beşlik, koşarak, sevinçle gitti. Gece döndü koğuşa. Suçlu, korkak: -Kamyon! -Ne var? -Yutuldum! -Başka ne gelir elinden? -Evet ama, karımın zifaf yastığı? -Sen sağ ol! -Kamyon! -Söyle. -Bak, orda duruyor, nah orda.. -Sana ne? -Karımın kokusu var onda, benim o! -Beşliği götür o zaman senin olur gene.. -Yok! Usullacık baktım, yaş yaş parlayan kirpikleriyle yastığına bakıyordu. -Karımın kokusu, diye sızlandı. -Önce düşünmeliydin! -Düşünmeliydim Kamyon.. -Kamyon deme bana bundan sonra! -Ya? -Adım yok mu? -Eskiden kızmazdın.. -Eski çamlar bardak oldu! Sabahleyin baktım ne yastık vardı yerinde, ne o. Kamyon: -İstersen gidip gözünü patlatayım! dedi. -Niçin? -Yastığı... -Bırak. -Beşlik ne olacak? -Sağlık olsun. Sonraları yastığı birine ikibuçuk, bir başkasına bir gümüş tekliğe rehin bırakıp bana yaptığı gibi, çalmış. En sonuncusunda elli kuruş almış. Çalarken yakalanıp ağzı burnu kırılmış. Kan içindeydi. Beni görünce kanlı yüzünü eliyle saklamağa çalışarak savuştu. Yaz geçti, sonbahar. Ardından kış. -Hani ya güzel fotoğraflarım vaaar! Tanış ses kulak verdim: -Çeyreğe fotoğraflar, güzel güzel fotoğraflaaar!!! Bir ara Bobi, tıkız kedi yavrusu çevikliğiyle içeri girdi. Elinde üç kartpostal: -Bak! -Ne bunlar? -Seninki satıyor! Fotoğraflardan birinde Adolf Hitler bıyığı, pırıl pırıl çizmeleriyle, yanında gencecik karısı. Kadın merdivene oturmuş, eteği kaymış, baldırı görünüyordu. Dünyada harp vardı! Dünyadaki harbe alkış tutan yalancı rotatifler, baskı makineleri, radyolar, bütün bunları alkışlayan aldatılmış kalabalıklar vardı! (İstanbul - 962) |
|
02 Mart 2006, 05:44 | #5 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Selim İleri Gelinlik Kız Çocukken gidilen evler iki türlüydü: Annemin seçtiği dostluklar ve gitmek zorunda kaldığı yerler. Annemin gönlünce kurduğu dostlukları severdim ben. Çoğu dünyadan elini, eteğini çekmiş kimselerdi. Öyle yerlere gideceğimizde annemin ince kıvrımlarla biçimlenmiş dudakları sevinçle çözülüyor; ruj, dudaklarda hafifçe gezinip kızıla dönüştürüyor kırmızısını. Kapıdan kedi adımlarıyla çıkıyoruz. Annem, dikkatle sokak kapısını kilitlemiyor. Sonra sokak yazsa daha bir iç açıcı serinlikte, sonbaharı yaşıyorsak iyicene iliklerimizi ısıtan ılık güneşlerle dolardı. Yollarda dönüp dönüp gerime bakıyorum. Şifa'nın denize çıkan burnunda sakızağaçları vardı. Artık deniz banyolarından vazgeçilmiş günlerde, gençler onların altlarına otururlardı. Yoğurtçu tarafından sandallar çıkıyor; Kurbağalıdere'nin ağzına gelince ya Kalamış kıyılarına uzanırlar ya da Şifa'dan Moda'ya kadar gezinirlerdi. Öğlen güneşinin omuzlara eğilişi, okşayışı. Annemin yeniden gençkız gibi yollardan geçtiği sıralarda, yağmurlardan bile gönenirdim. Bu yağmurlar ergenlik yıllarımın ve şimdinin yağmurlarına yabancıdır. Rüzgâr üşütmezdi; soğuk rüzgârlar yağmurluğumun yakasını, eteklerini açıp uçurtmazdı. Yağmurda yürüyüşlerimiz annemle. Tramvayların, otobüslerin, vapurların, ender bindiğimiz otomobillerin pencerelerine iri damlalar vururdu. Damlanın bütünleşerek cama çarpışı; dağılarak kendince su yolları açıyor. Binlerce resim çizerdim kafamda. Annemi görürdüm, kuşlar uyduruyorum, ayyıldızlı Türk bayrakları... Yağmurun çiçekdürbününden binlerce şekil geçerdi arka arkaya. Bulutlarla da hep bu oyunu oynardık. İncilâ Abla'yla. İncilâ Abla, annemin isteyerek, özleyerek gittiği evin kızıydı. Annemin onları nereden tanıdığını çıkaramıyorum. Belki uzaktan bir yakınlık, hısımlık vardı aramızda. Bizim geldiğimizi görünce delicesine sevinirlerdi. İffet Hanım beni kucaklar, saçlarımı defalarca öpüp koklardı. Taşlıktan girilince karşımıza düşen odaya koşardım. Burada İffet Hanım'ın annesi yaşıyor. İffet Hanım'ın annesi, ben hatırladığımda çok yaşlı bir kadındı. Vücudunun yorgunluğuna karşın, aklı dinçti. İhtiyarlığından yerinden kalkmıyor, sabahtan akşama kadar bir köşe koltuğunda dua ediyordu. Mor kadife üzerine sırma işlemeli kesesinden elyazması Kur'an'ını çıkarır, hiç sıkılmadan ezbere bildiği ayetleri tekrar tekrar okurdu. Onun elini öperdim. Bu el, her vakit tuhaf, baygın bir menekşe kolonyası kokardı. Kolonyası Nuhbe Hanım'ın başucunda dururdu. Yuvarlak, tombul şişenin kapağı sincap rengiydi. Nuhbe Hanım kına yakardı saçlarına. Önü işlemeli beyaz tülbentlerle örterdi saçlarını. İncecikti saçını örttüğü tülbentler. Yatağının ayak ucuna konmuş bohçasında kalın tülbentler vardı, lavanta torbacıklarıyla sarmaş dolaş. Nuhbe Hanım azıcık kıpırdanıp hareket ettiğinde terliyordu ve kızı sırtına kalınca tülbentlerden koyardı. Elbiselerinin yakalarına rokoko yapraklar işlenmiş; ikide bir ellerini bu yapraklara değdiriyor Nuhbe Hanım. Benle büyük insanmışım gibi konuşuyor. İffet Hanım'a, "Çocuğa bir bardak tükenmez versenize canım," diyor. İffet Hanım hâlâ tükenmez kurardı kış aylarında. Benim için taze meyveler, balbademler, içfıstıkları getirir; sessizce bir yana bırakırdı. Gerçekte onurun saklatdığı bir yoksulluk, odalardan taşlığa, taşlıktan mutfağa belli belirsiz sinmişti. İncilâ Abla'ların evi. Bahariye'nin arka sokaklarındaydı. Buradaki üç kârgir konakları, zenginlik çağlarını kapadıklarından kiraya verilmişti. Ev sahipleri, herhalde pek önceden karşı yakaya taşınmışlardı. Bazı günlerde, havanın açık ve aydınlık olduğu günlerde at arabasıyle gelirdik İncilâ Abla'lara. Öteden sokağa sapar sapmaz dantelalı mendil kenarlarını hatırlatan çatı çıkmaları görünürdü. Tahta oymalar çok güzeldi. Nicedir konağın yüzü yağlıboya görmediğinden kararıp çirkinleşmişti. Damında hep sazlar bitmişti. Kırık döküktü pencerelerin kepenkleri. Bahçeden girince, konakta kimselerin yaşamadığını düşünüyordu insan. Dutağaçlarıyle akasyalar bakımsızlıktan yabanıllaşmışlardı .. İncilâ Abla'lar, hemen bahçeye açılan en alt katta oturuyorlardı. Ama pencereleri kapalı durduğundan mevsimlerin rengi, ışığı, kokuları konağın kilerinden bozma eve giremezlerdi. Evin içi suskunluk ve sıcak; İncilâ Abla'nın yeşil marul yapraklarıyle beslediği kanaryasının ötüşleriyle dağılırdı. Taşlıkta duvarlar ak badanaydı. Nuhbe Hanım'ın odasında gülkurusu. Kireç badananın üzerine yapışmış fırça kıllarını ayıklamaya bayılırdım. Nuhbe Hanım'ın eşyası yıllardır yenilenmemişti. Evin kökeni gibiydi eşya. Duvara dayalı, parlaklığını yitirmiş pirinç topuzlarla bezeli yüksek, demirden karyolası; sağlı sollu, yastıklarla tıka basa doldurulmuş koltuk; üzerinde iki büyük gaz lambasının durduğu aynalı konsol... Şimdi sadece bunları anımsayabiliyorum. Sonraları Nuhbe Hanım'ın yanından ayırmadığı İncilâ Abla'nın mevlut şekerlerini bir de. İffet Hanım'a, kolay kolay, Nuhbe Hanım'ın kızıdır denemezdi. Ufak tefekti, içi tez kadındı. Çok çökmüştü, yaşını kestiremezdim bu yüzden. Annesine sigara saran elleri, tütünden olacak, sapsarıydı. Modası geçmiş uzun elbiseler giyerdi. Giysileri değişir, göğsüne taktığı elmas iğne değişmezdi: Ne dalı olduğu anlaşılmayan bir altın çubuğa oturtulmuş taşlar. Taşların tümüne su kaçmıştı, kara karaydı. Saçları topuzdu İffet Hanım'ın. Başındaki kemik tokaları, firketeleri ne zaman saymaya kalksam, sonunu getiremezdim. Dışarda yaşanan kalabalıklardan, eğlencelerden, sevinçlerden, hatta üzüntülerden ve kederlerden bu eve sızabilen bir tek bizlerdik: Annemle ben. İncilâ Abla, geçmiş zamanlardan kalma bir perikızı gibiydi. Kızıl saçlarını omuzlarına döker, ağır ağır tarardı. Papatya sularıyle yıkanıyordu kızıl saçları. Papatya kaynıyor ocakta. İkimiz ufalıyoruz papatyaları. İncilâ Abla'yla karanfil kurusu kaynatıp esans yapıyoruz. Onunla birlikte olmaktan mutluluk duyardım. İlişirdim kucağına. Defterime kenarsüsü yapardı Faber kalemlerimle. Çukulata yaldızlarını biriktiriyor, kırışıkları ince parmaklarıyle düzeltiyor; ben gelince bana verecek. Kimi vakitler annesi gibi saçlarını topluyor, ama onun topuzu sıkı değil. Aralardan kaçan yumuşak bukleler ensesine düşerdi. Başka gelen giden yok muydu oraya? Sanki üst katlarda kimse oturmuyordu ve biz, kimsenin yaşamadığı bir konağa tanıktık. Öbür kiracılarla merdiven başında, bahçede, dut ağaçlarının gölgeliğinde, hiçbir yerde hiçbir yerde karşılaşmadık. Nuhbe Hanım'ın sözünü ettiği insanlar geçmiş, göçmüşlerdi. Solgun yüzleri, sarkık yanaklarıyle çektikleri fotoğrafları gösterirdi bana eski tanıdıklarının. Anılarıyle yetiniyordu. İffet Hanım'sa böyle şeyleri düşünmeye, anmaya fırsat bulamazdı sanırım. Evi evirip çeviren, kotarandı İffet Hanım. İncilâ'yla birlikte bütün günler çalışırlardı. Kasnağa geçmiş işler biter bitmez, İffet Hanım satmaya götürürdü. İncilâ'nın babasından kalan azıcık emekli aylığına, dul ve yetim maaşına İffet Hanım'ın zorlukla sattığı işlemelerin, göz nurunun, el emeğinin pek ucuza gider karşılığını eklerlerdi. Üçü bir başlarına erkeksiz yaşıyorlardı. Belki de dış dünyayla ilgisiz yaşamları bundandı. İffet Hanım'ın elinde en canlı iplikler hüzne bulanır; en göz kamaştırıcı çiçekler acı çökertirdi. Oysa İncilâ Abla'nın suzenîleri, sarmaları, hesapişleri huzur verirdi içimize. Annem, onlara gittiğimizde daima hediyeler götürürdü. Sırayla Nuhbe Hanım'a, İffet Teyzeye ve İncilâ Abla'ya. Ama bu hediyeler, annemin gitmek zorunda kaldığı yerlere götürdüğü buket çiçeklere, lüks fondanlara benzemezdi. Paketleri gizlice taşlıktaki ayakları sallantılı yemek masasına bırakırdı. İffet Hanım hemen farkeder, "Kızım ne diye zahmet ediyorsun," derdi. Sesindeki titreyiş, bende onlardan, o taşlıktan ve odalardan kaçmak ihtiyacını uyandırırdı. Taşlıkta ayakkabılarımızı çıkartırdık. Naftalin kokulu terlikler getirirdi İncilâ Abla. Terlikler ayaklarıma biraz büyük geliyor. Çay vakti kızarmış küçük ekmeklere sürülü reçel ve tereyağıyla kahvaltı ediyoruz. Birden iştahım kapanırdı. İncilâ Abla'nın gözlerini aradım. Bakışlarımız birleştiğinde dinerdi midemin sinsi bulantısı. |
|
02 Mart 2006, 05:45 | #6 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Bunca eski, yalın eşyanın ortasında çay fincanları harikulâdeydi. Bunlar porselendi. Kulplarıysa çaya eğilmiş, çatı yudumlamaya hazır gümüş kuşlardı... Çay içtikten sonra İncilâ Abla bize ut çalardı. "ek deveci develeri engine / Şimdi rağbet güzel ile zengine" diye bir Güney-Anadolu türküsü söylerdi. Nuhbe Hanım, bu türkü söylendiğinde İncilâ Abla'ya nedense dargın, küsmüş bakardı. Ya da bana öyle geliyordu. Çünkü akşamın karardığı saatlerde kapının gıcırdayarak sokaktan açılmayacağını bilmek, bende çözemediğim duyguların başlangıcı sayılır. Sözgelimi bize sunulan gümüş kuşlu fincanların kırıldığını duyardım. Kafesteki kanaryanın bir sabah öldüğünü. Bahçedeki camları boydan boya çatlak limonlukta sıkışmış arıları. Biz eve döndüğümüzde babamı beklerdik. Şaşırmam gereken konulardan biri, İffet Hanım'la İncilâ Abla'nın bize hiç gelmemeleriydi. Nuhbe Hanım'ın yaşlılığına, yürüyemeyecek kerte yorgun oluşuna bağlardım bunu. Bir gün olağanüstü bir şeyle karşılaştık İncilâ Abla'larda. Nuhbe Hanım'lara annemle benden başka misafir gelmezken, ilkyaz öğleden sonrasında, genç ve yakışıklı bir adam, taşlıktaki masayı çevreleyen iskemlelerden birine oturmuş, kahve içiyordu. Pencerelerin kepenkleri aralanmıştı üstelik. İçeriye yansıyabilen, nihayet odaları dolduran gün ışığı ansızın eski eşyayı büyülemiş, şenlendirmişti. Genç adamın saçlarından bir demet alnına dökülmüştü. İffet Hanım annemi karşıladığında, o da ayağa kalktı. "Ne iyi ettiniz de geldiniz," dedi İffet Hanım, "erişte kesmiştim ben de." İncilâ Abla ibrişimleri, elvan elvan iplikleri topluyordu telâşla. "Kusura bakmayın," dedi anneme. "Biz yabancı mıyız İncilâ?" "Cahit," dedi İffet Hanım. "Tanıyacaksın Süheylâ, Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu." Annem gülümsüyordu. Hasan amcayla Kâmran yengenin adlarını ilk kez işitiyordum. "Mühendis çıkmış bu sene Cahit. Binbir güçlükle arayıp bulmuş burasını sağolsun." Ben hemen mühendis olmaya karar veriyordum. Genç adam, hemen benim Cahit ağbim oluyordu ve ben, büyüyünce tıpkı ona benziyordum. Geniş omuzlu, uzun boylu, insanın elini sıkarken güvenç veren. Cahit ağbi saygıyla annemin elini sıktı. Benim de. Galiba hayatımda alaysız elimi sıkan birinci insandı o. Dün gibi hatırlıyorum: O gün kandil simitleri yedik Nuhbe Hanım'ın odasına doluşup. Nuhbe Hanım bayağı gençleşmişti. Cahit ağbinin getirdiği siyah-beyaz damalı başörtüsünü göstermişti anneme. Onları arayıp soran bir başka insanın gizli gururunu taşıyordu. "Cahit ağbine şiir okusana" dediler bana. Cahit ağbime başımı çeviriyor, sonra utançla yere eğiyordum. Bahçeye çıktık; İncilâ Abla, Cahit ağbi üçümüz. Camları boydan boya çatlak limonlukta kuru otlara oturduk. Taşlığa girip pıtpıt terliklerimizi giydiğimizde güneş batıyordu. Nuhbe Hanım'ın odası alacakaranlığa bürünmüştü. Cahit ağbi, alacakaranlıkta, İncilâ Abla'yı seyrediyordu sezdirmeden. Cahit ağbiye defterimi, İncilâ Abla'nın yaptığı kenar süslerini gösterdim. Çarpım cetvelini çıkardım okul çantamdan. Boncukların yerlerini değiştirdim. Pergelle suda halkalar çizdi defterime Cahit ağbi. Nuhbe Hanım, oradan oraya koşturan İffet Hanım'ın terli yüzüne bir şeyler mırıldanarak üfledi. İncilâ Abla ud çalmadı. Eriştelerimizi patiska bir torbaya koydu İffet Hanım; "Sana da vereceğim Cahit," dedi. "Size gelip yerim teyzeciğim." Hasan amcanın, Kâmran yengenin yinelenen adları. Nuhbe Hanım'ın kadife kesesinden çıkan elyazması Kur'an. Ayrılırken annem, İncilâ Abla'yı sevecenlikle kucaklıyor. İlkyaz aylarında Cahit ağbiye hep rastladık Nuhbe Hanım'larda. Misafir odası şimdi, bize olduğu gibi, onun için de açılıyordu. İşe girmişti Cahit ağbi. Mühendisliğin önü şimdi açıktılar, herkes mühendis olmak istiyordular... Kadıköyü'ne geçtiğinde, ne yapıp ne edip, Nuhbe Hanım'larda erişte yiyordu. İffet Hanım kasnakları konsolun gözüne kaldırmış durmadan bir şeyler dikiyordu. Sayfalarını çevirdiğim Manidifata'lar da yoktu ortalıkta. Taşlıktaki masanın altına beyaz kâğıtlar yayılıyor, kumaşlar biçiliyordu. Sokağa çıktığımızda anneme sordum: "Anne, Cahit ağbi onların nesi oluyor?" "İncilâ Abla'yla evlenecekler. Allah yüzünü güldürsün İncilâ'nın." "İncilâ Abla gidecek mi buradan?" İncilâ Abla'yı yitirmekten ürküyordum. Çocuk kalbime hançerler batıyordu. İncilâ Abla limonlukta yine ut çalıyor, Cahit ağbi gür sesiyle "Etme beyhude figan vazgeç gönül" şarkısını okuyordu. Nuhbe Hanım, odasının penceresini ardına kadar açmış, dinliyordu. Kafesteki kanarya güneşlerde bahçeye çıkartılıyordu. Ot gövermiş, harap bahçeler azmıştı. Nuhbe Hanım'ın sedefli kavuklarına yerleştirilmiş cılız küpeçiçekleri bile tomurcuklanmıştı. Ben konağın oymalı dam çıkmalarından hoşlanmıyordum, limonlukta yükselen kalın erkek sesini sevmiyordum, Cahit ağbi dostum olmuyordu. İffet Hanım'ların odasındaki cilalı tahta sandık açılıp kapanıyordu. Okul çıkışlarında genellikle buraya geliyorduk annemle. Tahta sandığın açılıp kapanışlarına. "Eskiden," diyordu Nuhbe Hanım, "kızların çeyizinde bir teli ipekten, bir teli ketenden kıvır kıvır dokunmuş hilâli gümlekler makbuldü." Herkes gülüyordu onun anlattıklarına. Aralık kepenklerden şişman dut sinekleri giriyordu odaya. Hevessiz, coşkusuz günlerim. İncilâ Abla'yı, o dutağaçlarının gölgelediği evden ayrı düşünemiyordum. İncilâ Abla bir perikızı olmaktan uzaklaşıyor, etiyle-kemiğiyle gerçeğe dönüşüyordu. Çarşaflardan sıcaktutacağına, her şey hazırlanıyordu çeyizde. "O uğursuz mum çiçeklerinden," diyordu da, başka bir şey demiyordu annem. Nişan elbisesi dikilirken söz bozuldu. Cahit ağbinin gelişleri seyrekleşmişti. Limonluğa geçip şarkılar söylemiyordu artık. İncilâ Abla'yı kucaklayışlarında soğuktu, bıkkındı. Oturup kalkması, giyinip kuşanışı başkalaşmıştı. Defterime gönyesiyle üçgenler yapmadı boy boy. Mum çiçekleri limonlukta kendi kendilerine bitmişlerdi. "Yıllarca otun üremediği limonlukta." Cahit Ağbi'nin İncilâ Abla'yla nişanlanmayışının nedeni belirsizdi. Annem konuşmuyordu sorduğum vakit. Ben onlara gitmediğimizde çarçabuk unutuyordum. Zaten tatil yaklaşıyordu, yazın esrikliği vurmuştu başıma. İffet Hanım'ı kıpkırmızı gözlerle buluyorduk. Uçuk pembe tafta nişan elbisesi eski gardıroba asılmıştı. "Üzülmeyin İffet Abla." diyordu annem.. "nerde İncilâ gibi bir kız bu zamanda. Kısmeti kapanmadı ya." Kendi de inanmıyordu söylediklerine pek. Kanarya eski yerine kondu. İncilâ Abla'nın yüzünde yaşamadan tükenmiş umut ışığı gülümsemeler. Sonra sonra zayıflamaya başladı. İnce vücudu ateşlerle kavruluyordu. "Bu yapılır mıydı," dedi annem, "bu yapayalnız, sığınaksız insanlara yapılır mıydı bu!" Annemin misafir gününde beyaz eldivenler geçirmiş, güneş şemsiyeli bir kadın, "İncilâ'yı da bundan sonra kimse almaz," dedi. "Az gezmedi o mühendis çocukla. Limonlukta şarkıların bini bir paraydı. Gökleri çınlattı âvazeleri." Hallerini bilmeyişlerinden söz edildi İffet Hanım'ların; Kızılay'a satılan hesapişleri, mürver iğneler, civan kaşları. Nişan bozulmasından bir yaz geçmişti. Koskoca bir yaz geçmişti. Cahit ağbiyi yanında kısaca boylu, çok şık bir kızla Moda'da görmüştük. Deniz Kulübü'ne giriyordu. Gençkızın saçları bukle bukle kesilmişti. Perçemleri, yokuşta Cahit ağbiye yaslanışları... Deniz Kulübü'nde caz çalıyordu. Kayıklarla gelip dans edenleri seyrediyordu halk. Cahit ağbi, anneme selam vermek istemişti: Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu, "Tanıyacaksın Süheylâ." Buz gibi durmuştu annem. Bana el sallamıştı Cahit ağbi, kolumdan çekip sürüklemişti annem. Düğünler yaşanıyor. Gelin güleryüzle iniyor merdivenlerden. Çocuklar geziniyor ortalıkta. Kadınlar aynalarda yapılı saçlarını düzeltiyorlar. Düğün pastası kesiliyor. Ben hiç düğünlere gitmiyorum. İçinde akide şekerleriyle bir tek lokumun olduğu pembe kâğıdı açmıştım. Pembe kâğıt külahta İncilâ Abla'mın soluk baskılı fotoğrafını görmüştüm. Limonluğa kar yağıyordu. Kar, çatlak camlardan içeriye yağıp eriyordu. Kuru ayazın ardından yağmurlar geldi. "Hoş geldiniz, "dedi annem. "Şakır şakır yağmur, manşonumu ıslattı," dedi annemin güneş şemsiyeli konuğu. Çizmelerini çıkardı. Manşonunun tüylerini kabarttı. Soba yanan odaya girerken, "İşittiniz mi?" diye sordu. "Sizin İncilâ'nın Cahit, eski elçilerden Regaip beyin kızıyla nişanlanmış, yıldırım nikahıyla evleneceklermiş." Bir an sustu anlamlı göz süzmelerle. "Regaip bey çok seviniyormuş. Sevinir elbet, Cahit hem güzel çocuk hem de istikbali açık." Annem, misafir hanıma muzlu pastadan tutmuyordu. |
|
02 Mart 2006, 05:45 | #7 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Karanfilsiz/ Adalet Ağaoğlu "İşim mi?.. Eh işte..." Caddede, kalabalık arasında kulağıma çarpan söz, bu. Bu kadarcık İşim mi? Eh işte... Öyle, sapı kırık, taç yaprakları dökük bir ses. Dönüp bakmadım. Kim olduğunu görmedim. Küçük bir işmiş. Önemsiz bir iş! Kasa yapımında çalışan kaportacı arkadaşı, sabah akşam karşısına geçip de, inatlı, sabırlı, ona bunu öğretmeye kalkana dek, önemsiz bir iş yapmakta olduğunu bilmezdi. Kendisi için önemliydi, güzeldi, iyiydi. En iyi bildiği işti. Atlı araba, kamyon kasalarını süslüyordu. Yeşiller, sarılar, maviler, kırmızılar, akarsular, göller, dağlar ve karanfiller onun da için süsler, günlerini güzelleştirirdi. Bu arabaları, kamyonları sürenleri de sevindiriyor olmalıydı. Yoksa, önünde neden sıraya girsinler, neden, gölün içinde bir kuğusu da mutlaka olsun, desinler? Önüne getirilen her kasa tahtasını boyardı. Çiçekler, böcekler, dantela kıvrımlarla çektiği çerçeveye bir karanfil kendinden katardı. Dedesinin işiydi. Sonra, babasının da işiydi. Dalları boyarken, göl kıyılarına sazları atarken, dedesi gecenin bir ortasında, ak donuyla çıkar gelir, denir ki hâlâ sağ, başının ucuna dikilirdi "Gölün şıpırtılarını unuttun. Suların salışını unutma. Boyayı da iyi ov. Renkler sevinsin" derdi. "Baştan savma! Doluyanı suya düşürmeyi unutma!" Gözleri çakmak çakmak ona bakardı. Hoşgörmez bakışlarına karşın, babası gibi, dedesinin de kendisiyle övündüğünü bilirdi. Dağbaşlarına döne döne çıkan yolları, maviliklerde süzülen bir tepkili uçağı ikisi de akıl etmemişti. O yolların dönemeçlerini ne de yumuşak alıyor kamyon!.. Kamyon kasası üstündeki, bu yolları döne döne çıkan kamyon da çok süslüydü. Çiçek demeti gibi... Tepkili uçağın ardındaki ak çizgiyi pamuksu bulutlar böler. Böylece, dereleri hevesle oğar parlatır, suları gümüşsü yansımalarla çıldırtırdı. Derken gözleri bulanır, sırtı ağrırdı. Şimdi, gözbebeklerine oturmuş bulanıklık aynı şey mi, bilinmez. Babası, fırçayı eline verirken "Gönlünce yap. Başka şeye kulak asma" demişti. Artık babası da yok. Kasa yapımında çalışan arkadaşı ise tepesinden hiç eksik olmuyor. Ne ki, "Çiçeğin göbeğini unuttun, mavinin dengesini kaçırdın" demiyor. Daha küçükken, işte bu kasa yapımına girmeden önceleri; sularına, karanfillerine duyduğu hayranlık eksile eksile bitmişti. Nicedir ak kanatlarını şişirmiş bir kuğuya coşkuyla el çırpmıyordu. "Şuraya da bir yelkenli..." demiyordu. Dudağının kıyısında aldırışsız bir gülümseme takılı oluyordu. O, önceleri bu gülümsemenin, süsleme işini küçümseme demeye geldiğini bilmiyordu. Aldırmıyordu. Her bir yanı renklere, ışınlara, biçimlere batmış bulanmıştır. Boyaları kendisini savunur. Gönlünde yepyeni karanfiller uçverir. Taç yapraklarının kıpırdanışını, sapların yumuşacık eğilişini, çağlayanların sesini değiştirir durur. Kaportacının "cık cık cık..." deyişlerini işitmez. Bir akşamüstü, aynı biçimde karşısına dikilmişti. O ise, derenin üstüne küçük bir köprü atıyor, köprüyü ıslıklarla geçiyor. Ağzında bir türkü. Karanfillerse kulaklarının arkasına takılı. Dereyi, dolunayın sulardaki şavkını onlarla taçlandıracak. Hazırdılar. Çerçeveyi çekecek, köşelere birer de yıldız konduracak. Kaportacı "Boşuna çaba" dedi. "Boya, boya. Hepsi süs için!" İlkin şaşırdı. Onun kasa yapımındaki yorgunluğunu şurdaki serin sularla giderdiğini, içini dışını ovup yıkadığını sanmıştı. Derken ürktü. Yüzüne bakmadı onun. Direndi. Karanfillerden birini kulak ardından çekip resimli tahtanın üst başına kondurdu. Birini de, henüz tomurcukta olanı, gönlünden çıkardı, alt yana kondurdu. Beriki kıs kıs gülüyordu. O, başını hiç kaldırmıyordu. Coşkusu yırtılır diye ürküyordu. "El değmiş coşkuya yama vurulmaz!" dedesinin sözüydü. Kaportacı, bir başka gelişinde "İş mi bu senin yaptığın?" dedi. "Kötü mü boyuyorum? Kuğular çirkin mi? Kuşlar ölü mü?" Yine başını kaldırmamıştı. Öteki yine güldü. Gülüşü hoyrat. Böyle, güle güle çekilip gitmişti. O da, kuğuları daha ak, kanatları daha parlak yapayım derken, bozdu. İlk bozuşuydu. Arkadaşı giderken "Bizim atölyede tabancayı sıkarsın, bir saatte boyar geçersin koca bir kasayı" demişti. Aklı buna takılı kaldı. Güneş biraz solgun doğdu. Keçiyolunun ucunda açan gül yaşlı oldu. Bir de bayrak gerekliydi. Bayrağı nereye sıkıştıracağını bilemedi. Gönlünde karanfiller. Yine hazırda. Yine ordan alınıp kulak ardına takılmayı, ordan da çekilip köşelere iliştirilmeyi bekliyor. O gün buna yüreklenemedi. Karanfilleri olduğu yerde bıraktı. Kaportacı tanışı, bir başka gelişinde "Ne işe yarar bu çocuk resimleri?" dedi. O da gönlündeki bir karanfile öfkeyle sarıldı, çekip alırken sapını kırdı. Fırçasını bir yana koydu "Nilüferli sularım, ayın şavkı vurmuş dağbaşlarım, bitmez yolları kısa etmeye yetmez mi?" "Yolun daha kısası var" dedi beriki de. "Araba, kamyon sahiplerinin ise zamanı dar. Bak, gittikçe azalıyorlar önünde kuyruk olmaya. Bizim atölyede çarçabuk teslim ediyoruz kasalarını. Niye beklesinler? Bu işten murat tahtayı çürütmemekse!.." Murat, tahtayı çürütmemek ha!.. Bu kadarcık mı? Nilüferli göller hiçbir şey demek değil mi? Sapları tomurlu al al karanfiller?.. "Bu resimleri hâlâ seven sürücüler var" dedi, sesi ölgün. Çayır çimenleri, çimenlerdeki ak kuzuları boyamaya koyuldu. Öteki yine gülmüş, yine güle güle çekilip gitmişti. O da, gümüş suların aktığı ovaları daha iri karanfillerle çerçeveleyip bezedi. Sapların boynu biraz büküktü. Şaştı. O gece, eli ayağına dolanarak dört bir köşeye altın sarısı birer yarımay kondurdu. "Gönlünce yap, başka şeye kulak asma!" Babasının sesiydi. O da başını kaldırdı, kuşkuyla baktı babasına. "Dünya gönlümüze mi kalmış baba?" diye sordu. Yanıt alamadı. Renkleri ovdu, fazla ovdu. Kaportacı birkaç gün hiç uğramamıştı yanına. Onun da içindeki kuşku biraz yatışır gibi oldu. Gönlünde tomur tomur yeni, pembe karanfiller açtı. En pembelerini tahtaya geçirirken fes rengine boyadı. Boyarken kendini yorgun duydu. Bu kasayı bugün bitirmeliydi. Yetişmesi. Kasa resimlemede ününü duymuş biri, eski boyaları dökülmüş kasasını süsletmeye getirecekti, getirmedi. Belki yarın... O yarın olunca, boyanacak kasa değil, yine kaportacı çıkageldi. Günbatımıydı. Dosdoğru atölyeden geliyordu. Günboyu tam altı kasa boyadığını söyledi. Tek renk üstüne. Tabanca boyayı sıkıyorsun, vızzt, vızzt, vızzt, bir uçtan giriyor, öteki uçtan çıkıveriyorsun. "Erkek işi!" dedi. Ona, fırçasının ucunu şaşırttıracak denli çok konuştu. 'Erkek'in altını iyice çizmişti. Üstüne bastıra bastıra söylemişti. Fırçanın ucu iyice titredi. Bir kuşun kanadı kırıldı. Kanat, başını alıp gitti. Onu yakalayamadı. Kulağının arkası yandı, kaşındı. "Hem, kasa boyamak yetmez" diyordu beriki. "Kasayı yapmak da gerek." Neden yetmezmiş, anlamıyordu. Erkekliğinden ne artmış, ne eksilmiş? Kasa yapmasını bilmiyordu. Kasaları süslemesini biliyordu. Gönlünün karanfillerini... "Boyaları dökülmüş eski kamyon var ya? Hani adam senin şu kuşların, çiçeklerinle bezetecekti?.. Kasayı bize getirdi. En aşağı bir hafta işinden olmak istemiyormuş. Yük çekecekmiş. Resimletmektense... Biz bir günde yeşili çekip verdik. Boydan boya... Pırıl pırıl... Sevine sevine gitti. Hem de ucuz." Ucuz ha? Hem de ucuz! Dedesi de, babası da çok silik geçtiler gözlerinin önünden. Sanki hiç yaşamadılar. Gülleri, nilüferleri hiç açtırmadılar. Sular hiç yaldızlanmadı. Tepsi gibi bir ay hiç doğmadı dağbaşlarından. Sular hiç çağıldamadı. Yokluğa karşı durdu; çimenlerde iri papatyalar açtırdı. Önündeki son kasaydı. Yarın yenileri olur. Yeni kasalar gelir. İşi uzattı. Bitmesin diye sandığı bildiği bütün renkler, biçimler, pırıltılarla donattı. Karanfiller bu kalabalık arasında yitti, gitti. Yine de bir türlü bitirmedi önündeki işi. Caddeler, sokaklar ne kadar kalabalık. Dükkân, vitrin önleri omuz omuza insan. Yüzler pek renksiz, ışıksız, gözler pek pırıltısız İşim mi?.. Eh işte... |
|
02 Mart 2006, 05:46 | #8 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Adalet Ağaoğlu Yüksek Gerilim Yağmurlar dindi. Ovanın böğründeki hafif eğimli toprak kanallar taralarda biriken fazla suyu denize akıttı; akıntı, kıyılarında sivrisineklerini ve kurbağalarını çoğalttı. Tarlalar da kanalların toprakta bıraktığı nemi sakladı, pamuğunu büyüttü. Tek pervaneli uçaklar mayıs sonu ovanın üstünde dolaşmaya başladılar. Sonra artık tarlaların üstünde sık sık uçtular, ovaya ilaç püskürttüler. Siyolan kokusu, bir yol ayrımındaki çilek tarlasında olgunlaşan çiçeklerin tadına sindi. Ardından sırayla ekmeğin, etin, sebzenin tadına sindi. Çevredeki hüsnüyusufların, morsalkımların, ıtırların özsuyuna yürüdü; şantiyelerdeki araçların dişlilerine, çimento ve çakıla, battaniyelerle karavanalara; işinden göçenlerin ve iş aramaya gelenlerin yatağına, yorganına, poturlarına, mintanlarına sindi. Tek pervaneli uçakların attığı ilaç, pamuk fidanları üstünde kurudu. Damarlı yüzlerinde benek benek beyaz lekeler bıraktı. Dümdüz ovayı yer yer kesen çitler arasındaki otlar, önceleri pamuk tarlalarına dolan fazla suyu bir uçtan çaldı, emdi, azıp gelişti. Kanallar suyun fazlasını denize attıkça otların payına düşen nem de azaldı. Yaz boyu azaldı bu pay ve otlar kurudu, dikene sardı. Dikenleşen sürgünlerde gövdeler, yolun tozuyla havanın ilacını tuttu; beyaza yakın bir kül rengine buladı. Bu kirli beyaz öbekler arasında kurumamakta direnen ince mor çiçekli ılgınlarla süpürgeotları ve çavşırlar güneşten renklerini attılar. Atılan rengin yerini hemen ilacın beyazlığı aldı. Kuru pamuklar eylülde toplanmaya başlandı. Sulanan ekim pamukları daha dolup gürbüzleşerek, yağmurlara kalmadan toplanacakları günleri beklediler. Yaprakları genişti. Üstlerinde daha çok ilaç lekesi biriktirdiler. Güneş, bütün yaz denizin üstünü kaynattı. Kaynatıp buharını aldı. Getirip taa ötelerden, ovanın üstüne saldı. Buhar tabakası, uçakların püskürttüğü ilacın pek az kısmını kaptı. Yine de yoğunlaşıp kalın bir sis bulutu yaptı. Uçaklar yeniden ilaç püskürtmeye geldiklerinde ovaya doğru biraz daha alçaldılar. Sisin altından uçup her seferinde biraz daha alçaldılar ve artık son ilaçlarını püskürtecekleri zaman, yoğun buhar tabakasıyla benekli bitki örtüsü arasında kalan ensiz bir koridorda uçtular. Hafif eğimli kanallardan akan suyu yüzü hareketsiz ince, kahverengi, tahıl kabuğunu andıran nesnelerle örtüldü. Böylece kanallar, ovadan çektikleri fazla suyun yüklediği sivrisinek ölülerini de denize akıttılar. Ama kanalların nemli karanlığında kurbağalar yaşamlarını sürdürdüler. Kanalların içinde siyonlardan korunup büyüdüler. Gece ay, yoğun buhar tabakasını delip de tarlaları aydınlattığında tedirginleşip daha çok bağırdılar. Yukarda, kuzeyde baraj, nehrin bahar suyunu biriktirdi. Biriktirip güçlü çarklarında döndürdü, ağdırdı. Ağdırıp ağdırıp bu suyu elektrik gücüne dönüştürdü ve yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünde ovaya uzandı. Tarlalarda, yol kıyılarında dura dikile; sulama kanallarının ve bu kanal yavrularının döşenme çizgilerini şurda burda kese atlaya daha güneye, kalabalığın toplaştığı yerlere uzandı. Uzanıp, yüklendiği öldürücü ve diriltici gücü bu yerlere taşıdı. Geçtiği her yerde kendisiyle kesişen her şeye ve herkese güçlü adını kazdı, bıraktı. Ama oralara uzanmadan önce bu yüksek gerilim hattı, geçtiği yerlerde hiç bir katı cismin kendisine elli santimden daha yakın gelmesine izin vermedi. Yağışlı havalarda çevresini daha geniş tuttu; yüz elli santimlik bir çapın çizdiği daire içinde egemenliğini kurdu. Dokunulmazlığını koruyarak yürüdü, gitti ve milyarda bir gücünden daha çok, ama çok daha azını vinç operatörü Kadir Çiçek'in ot-sap tavanından sarkan yirmi beş mumluk ampulüne boşalttı. Ampul, Kadir Çiçek'in tavanında bir saat kadar ışıdı. Karısı çocukları yatırdı, bulâşıkları yıkadı, ekşimiş yoğurt artığının üstüne tel kasnağı iyice örttü; öylece getirip pencere önüne bıraktı. Cansız pencereye ince naylon bir gergi gerdi; dışarı, avluya çıktı. Kadir Çiçek, yirmi beş mumluk ampulün kapı önüne vuran aydınlığında tuzlu su kabını önüne çekti. Kabaran avuçlarını tuzlu suyun içine soktu. "Çok erken varmalı şantiyeye. Vinvin makarasını yağlatmalı. Doğru sürmeli kanaletlerin başına. Hava kararmadan ne kadar çoğunu oturtursak eğerlerine, o kadar iyi." Ellerini tuzlu sudan çıkardı, üstündeki atlet fanilaya sildi. Kapıdan süzülen ölü aydınlıkta baktı ellerine: "-Dürzünün vinci!" dedi. Güldü yine de. Karısı tuzlu su dolu kaba uzandı: "-Oldu mu?" dedi. "-Oldu, oldu" dedi Kadir Çiçek. "Götür dök" Sakine çiçek, tası aldı, avlunun karanlığına daldı. Kocası bir sigara yaktı. Duvar dibindeki peykede yatan kardeşi Hasan'a baktı: "Aferin ülen" dedi nerdeyse yüksek sesle. "Dünün çocuğu... Şaka maka, kıvırdın gitti bu işi... Çabuk öğrendin orta halat yardımcılığını..." Hasan uykusunda mırıldandı. Sonra bir bağırdı ve peykeden aşağı sarkan sol bacağı seğirdi. Bacağını çekti yukarı. Yan döndü. Derin uyuyordu. Damın üstünde Hasan'ın küçüğü Sefer'le kendi büyük oğlu Kemal yatıyorlar. Uyumadıkları, cibinlik bezinin altında itişip kakıştıkları duyuluyordu. Kemal, neye gülüyorsa, kikir kikir gülüyordu. Sefer: "-Sus be, uyu artık!" diye bağırdı. Kadir Çiçek başını yukarı kaldırdı. Sefer'le Kemal'i görecekmiş gibi baktı. Oysa dam, ensesinin üstünde kalıyordu. "-Seslen şuna. Rahat versin. Her akşam bir oyun bulur. Uyutmaz küçük amcasını it". Karısı, dama çıkan merdiven başına vardı. Yıkarı seslendi: "-Kemal! Baban yanına varıyor ha!" Kemal'in zorla sindirmeye çalıştığı sesi yine de bıcır bıcır duyuluyordu aşağıdan. "-İşin bittiyse söndür ışığı" dedi Kadir Çiçek karısına. "-Yatacaksan yatağını açayım mı?" Sakine Çiçek, yeniden içeri yöneldi. "-Açma daha. Çok sıcak. Uyunacak gibi değil. Işığı söndür. Sivriler dolmasın içeri". |
|
02 Mart 2006, 05:47 | #9 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Kapıdan dışarı süzülen sarı ışık birden yitti. Kadir Çiçek, kapının önünde ak bir leke olup kaldı. Uzaklarda kurbağalar durmadan haykırıyorlar. Bütün kanalların, derelerin, su birikintilerinin içinde yükseliyor bu haykırışlar ve yankılanıp geliyor: Kadir Çiçek'in avlusundaki bütün sesleri, Kemal'in gülüşlerini falan bastırıyordu. Sakine usulca çıktı içerden. Usulca konuştu: "-Sivriler pek eskisi kadar değil artık. Azaldılar". "-Uyumuş mu kızlar?" "-Uyumuşlar. Oğlan da uyusun iyice, alıcam yanıma". Kocasının soluna bir sandık çekti. Üstüne ilişti. Karanlıkta onun yüzünü seçmeye çalıştı. Daha otuzuna varmadan yaşlı bir ağaç gibi kalın kabuklu, yol yol çizgiliydi kocasının yüzü. "Bütün gün vincin üstünde. Ha babam, de babam. Ovanın güneşi üç yılda çökertti onu da". İçini çekti: "-Nasıl avuçların?" Kadir Çiçek dizlerine sürttü avuçlarını. Ses vermedi. "-Düşünme Kadir. Ne düşünüyorsun anam? Borçlarımız tükendi oldu işte. De işine bak. Kışa pencereleri camlarız". Kocası başını çevirip baktı ona. "Yine de kurban olduğum güneş. Yaz boyu Kadir'imin gözlerine dolmuş dolmuş da şimdi, gece ortasında gelmiş ordan şavkıyor". Böyle geçti Sakine Çiçek'in içinden. Kocasının gözlerindeki parıltıdan hoşlanıp eğdi başını. Peykede bir kıpırdanma oldu. Hasan doğrulup kalktı. "-Uyunmuyor be yenge. Çok sıcak..." Genç irisi gövdesiyle dikildi peykenin önüne. Ayak alışkanlığı gitti, avlunun bir köşesindeki musluklu tenekeden su çarptı yüzüne. Kollarını iyice ıslattı. Çizgili pijama altlığını çekerek şöyle bir dolandı avlunun ortasında. Abisi bir kibrit çaktı. Bir sigara daha ateşledi: "-Hasan..." dedi sonra, "demin uykunda konuşuyordun düdük..." Hasan, kötü şaşırdı: "-Yok yahu abi?... Ne diyordum ki?..." (Vinç operatörü treylerin üstündeki Hasan'ı gördü şimdi. Bütün gün gözü onun gözlerindeydi. İki yardımcı da treylerin üstünde, yan halatları bir kanaletin iki ucuna geçiriyorlar, kancalarına takıyorlar, onlar kancaları takar takmaz Hasan abisine "vinç askısını indir" işareti veriyor, sonra acele çelik halatı döndürüyor, vinç askısını çelik halata geçiriyor, yeniden abisine bakıyor, tam zamanında "kaldır" işareti veriyor. Önceleri bu iş sesli sürüyordu. Giderek iki kardeş gözleriyle anlaştılar. Hasan'ın işi çok dikkat istiyordu. Orta halatı döndürmekte, anında "indir" ya da "kaldır" işaretini vermekte ustalaşıyordu. Bakışları hep öyle çocuksu bir ciddiyeti, çocuksu bir önemsemeyi barındırıyordu. İşini öğrenmekte gösterdiği tükenmez çaba; o, kollarını oyuna çıkmış gibi gerişi; o, boynunu balıkçıl kuşu gibi dikişi, hep bir kıvırmayla, bir gülme duygusunu da birlikte getiriyordu Kadir'in yüreğine). "-Söyleyim mi?" dedi, Hasan'ın ürkek gözlerine bakıp. "-Söyle..." "-Yengenin yanında?" Durdu Hasan. Uykusunda olmadık sözler ettiyse yengesinden çok abisinden utanacak. "-Olan olmuş zaten. Duymuşsun ya" dedi. Pijamasının altlığını az daha çekti yukarı. Gidip yeniden musluklu tenekenin önüne çöktü. Ağzına bir lokma su alıp çalkaladı, tükürdü. Arkasını dönmedi hiç. Öyle çömeldiği yerden: "-Yengem de duysun, n'olacak" dedi, isteksiz. "-Hadi Kadir, deyiver neyse..." "-Ah oğlum, kız adı sayaydın daha iyi olurdu ya..." "-Eee, ne saymışım?" "-Kaldır, kaldııır!.. İndir, indiiir!.." Hep birlikte güldüler. Geniş bir soluk aldı Hasan. Gelip abisinin dizi dibine çöktü: "-Başka?" "-Ne olsun başka?" "-Pek bir sevdin sen bu işi Hasan... Pek bir sevdin... Etmemeydiniz... Askere gideydin daha iyiydi ya, askerden gelmiş gibi yapacağınıza..." Sakine, bitirmedi sözünü. Gülmeler durdu. Uzun sustular. Olmadı. Sakine, başka yerden aldı sözü: "-İşte, öyle istedin, öyle oldu; ne deyim?..." "-Aman be yenge! Der der aynı şeyi dersin. Bitirmişim ortaokulumu sayesinde abimin. Yarın bitirir Sefer de ortaokulunu acık benim sayemde... Derken Kemal, derken Gülten, derken Ayten ve dahi girer sıraya Orhan... Birbirimize dayanacağız demedik mi?" "-Yapsaydın askerliğini önden..." Kocasının kıpırdandığını, yüreğinin daraldığını bildi; kesin sustu. Yetmedi, koydu parmaklarını dudaklarının üstüne, kitledi onları. Kadir Çiçek, dibe eren sigarayı yere attı, tokyosuyla bastı üstüne. "-Kaç metre döşedik bu ay?" Hasan okulda derse kaldırılma korkusuna benzer bir korkuyu atlatmış gibiydi. Öğretmenin gözleri bir değip geçmişti kendisine, işte o kadar. Şimdilik. Şimdilik yine iyiydi her şey. "-Bugün yüz yetmiş metre geçtik abi... Öyle ya, eğere son monte ettiğimiz kanaletle yüz yetmiş metre geçtik... Yarın beşyüz metre fazlayı doldurursak primimiz üç bin lira tutar, değil mi?" "-Doldurursak tutar" dedi, Kadir Çiçek. "-Üç bini de pay ettin mi dördümüze..." Kafasında hesabını kurdu. "-Kadir Usta..." dedi sonra, "Kadir Usta... Yevmiyelerle, iki saat fazlalıkla birlik bu ay sade benim elime ne geçiyor biliyor musun? Tam bin dörtyüz elli lira geçiyor. İlk bu kadar çok olacak, biliyor musun? Şimdiye kadar en çok dokuz yüz elli olmuştu... İlk bin dört yüz elli lira. Para bu be!... Gidip hemen bir buzdolabı alıcam şuraya... Taksitle maksitle... Konduracam avluya... Çekecem bir de elektrik hattı içeri ampule giren hattan buraya.. Artık buz gibi içeriz suyumuzu... Ayranımızı da soğuturuz..." |
|
02 Mart 2006, 05:47 | #10 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Göz kırptı abisine: "-Rakını da soğuturuz. Dolabın rakısı benden haa! Her zaman... Çocukların kitabı, kalemi, defteri de benden... Her zaman..." Abisi sevinmeye çalıştı ama, gelmedi içinden sevinmek. Sakine, Hasan'ın coşkusu çözülmesin diye çözdü parmaklarını dudaklarından, güldü: "-amanın şuna bakın!... Büyümüş, adam olmuş da..." Olmadı. Oturmadı bir şeyler yine yerine. Bu konu ne zaman açılsa bir söz ye fazla, ya eksik söylenmiş oluyor. "-Sağol Hasan... Sağol yine de..." "-Bir de Almanyalara gitmeye kalktındı abi. Hepimizi böylece döküm saçım bırakıp buralarda... Şimdi yani, kötü mü oldu?..." "-Amma öttün be sümüklü!" dedi Kadir. Yüreği hopladı Sakine'nin. Ama baktı ki, karanlıkta güzel parlamakta kocasının gözleri. Güzel, yumuşak. Hasan da baktı. Baktı ki, alay değil abisinin gözlerindeki. Öfke değil. Horlama değil. Sarıldı ona: "-Baba Kadir... Kadir Usta... Baba kadir Usta abim benim be..." dedi; kardı karıştırdı bu adları-sıfatları birbirine. Yüksek gerilim hattı yukarlardan dolandı, alçaklara indi. Yine döndü, dolandı ve gecenin ortasında kararmış bakır telleriyle gücünün milyarda birinden çok daha, çok daha azını, bir gün Kadir Çiçek'in avlusuna yerleşecek soğutucuya da aktarmak üzere hazır etti; bekledi. Yirmi altı beton kanaletle yüklü treyler, akşama doğru yükünden hafiflemiş olarak birkaç metre daha ilerledi. Kanalet hattına çapraz durdu, bekledi. Vinç operatörü Kadir Çiçek, boynuna bağladığı turuncu mendili çözdü; vincin üstündeki yerinde kımıldadı; alnının terini havalandırdı; parmaklarını büktü, açtı, levyeyi kavradı ve vinci, yirmi dördüncü kanaleti yerine oturtmak üzere treylerin ilerleyip durduğu yere sürdü; vinç askısını doğrultup bekledi. Az önce yirmi üçüncü kanaleti yerine oturtmak üzere, ellerinde katranlı iple eğerlerin başına koşmuş olan iki yan yardımcı, boşalan vinç halatlarının kancalarını çözmüşler, yirmi dördüncü kanaleti vince takmak için yeniden treylerin üstüne çıkmışlardı. Hasan Çiçek, katranlı iplerin eğerlerinden tam yerine konulup konulmadığına bakmış, abisine "tamam" işareti vermiş, yirmi üçüncü kanalet eğerlerindeki yerine oturduktan sonra o da dönmüş; treylere, yirmi dördüncü kanaletin ortasına çıkıp durmuştu. Vinç burnundan sarkan çelik askı halatını yakalayıp bekledi. Sağ yardımcı Bilal ile sol yardımcı Osman, yirmi dördüncü kanaletin iki ucundaki yerlerini aldılar, beklediler. Hasan orta halatı öptü. Orta halattan sarkan iki yan askıyı ayırıp birini Osman'a, ötekini Bilal'e attı. Vincin üstünde, gözlerini kendisinden ayırmayan, her hareketini hoşgörmez bir usta dikkatiyle izleyen abisine gülümsedi. Vinç motorunun büyük gürültüsünü bastırarak: "-Varan yirmi dört!" diye bağırdı ona. Sesini daha çok yükseltti: "-Geçtik! Dokuz kilometreyi tam dört yüz doksan metre geçtik şimdi!" Kadir Çiçek, yeniden önündeki kola uzandı. Kolu çekti. Çatırtı büyüdü. "-Kes hesabı! İşi bitirelim!.." diye haykırdı kardeşine. Çenesinde bir damar seğirdi. Hasan'ın o anda derin bir utanç ve saygıyı yükleniveren bakışlarını görmemek için gözlerini uzak denizle ova arasına kalın bir perde çeken yoğun sis tabakasına çevirdi. Güneş iyice alçalmış, şeklini iyice dağıtmıştı. Bir buzlu camın ardından yansıtıyordu kendini. Nerdeyse, haşlanmış, haşlanıp diriliğini itirmiş püskül püskül radika otları gibi, radika otlarının renksiz kökleri gibi buharlar saçarak ve artık her an biraz daha biçimini dağıtarak ovayı tarıyordu. Buharını koyveren ova mı, buzlu bir cam gerisinden yansıyan ışınlar mı, ayırdetmek her an güçleşiyordu. Taa uzaklarda, büyük kentin güneye bakan salkım saçak dış mahallesinde bu kereste bıçkısının cızırtılı sesi bütün gün Sakine Çiçek'in dişlerini kamaştırdı. Gürültüye alışkın kulakları, duyarlığını ağzına, dişetlerine aktarmıştı. Küçük bütan gaz ocağını avluya çıkardı. Tüpün düğmesini çevirdi, kibriti çaktı. Hışırtıyı duydu ve ocağın yanmış olduğunu bu güçlü hışırtıdan bildi. Yanmış gazın deliklerden fışkıran parıltısı, alçaldıkça aydınlığı yayvanlaşan ova güneşin parıltısını yine de bastıramıyordu. Sakine Çiçek, avluda çok eski bir bisiklete düşe kalka alışmaya çalışan Kemal'e: "-Koş anam, Sefer abine söyle, bir paket de Sana alıversin gelirken" dedi. Bütan gaz ocağının üstüne bir tencere su kodu. Kemal, annesini duymamış gibi bisikleti yalpalatarak bir kez daha döndü avlunun içinde. Gaz ocağına sürtünerek geçti. Sakine'nin içinde bir şey sıçrayıp indi. Dışarıdan avluya dolan bıçkı sesine arkasını dönüp yeniden seslendi: "-Sağır mısın Kemal? Sana söylüyorum!" "-Duydum" dedi, Kemal. Bisikletin cantını duvara sürttü. Sakine'nin dişleri daha bir derin kamaştı. Dilini dişetlerinin üstünde gezdirdi. Tükrüğünü yuttu. "-Duydunsa koşuversene. Gelirler nerdeyse. Hazır edelim yemeklerini ..." "-Erken daha". "-Erken... Sana erken. Bana her şey geç, baksana... Koş hadi!" Kemal isteksiz, bisikleti duvara dayadı. Camsız pencere önünde duran plastik sürahiyi ağzına dikti, içti. "-Ilık. Kan gibi" dedi. "-Buzdolabı alacak Hasan Amcan. Akşam söyledi. Babanla bir olup alırlar..." "-Ne zaman?" "-Bu ay başında". "-Yarından sonra yani?". "-Yarından sonra belki. Belki birkaç gün daha sonra... Hesaplarını bir yapsınlar hele... Borç-harç ne kalmış, görsünler de..." "-Fruko da koyalım içine anne. Şişe şişe, her çeşidinden koyalım". "-Bakalım. Belki. Bir gün koyarız belki". "-Keşke yaz başında alsaydık be anne!" "-Sana konuşması kolay. Fırla hadi!.. Yağ lazım bana. Koşuver Sefer Abin dönmeden..." Orhan, peykenin üstünde bir mısır koçanıyla oynuyordu. Koçanı ağzına, yeni çıkan diş yerlerine sürtüyor, salyasını akıtıyordu. Ayten'le Gülten, musluklu tenekenin başında bez bebeklerinin çamaşırlarını yıkıyorlardı. Kemal, avlu kapısından çıktı. Sakine Çiçek, kızların yanında yanına koştu; çekip aldı onları ordan. "-Bütün suyumu harcadınız yine!... Su nerede?..." Beton sulama kanallarının içi kuruydu. Çeşmeler çoktan kurumuştu. Eğimli kanallar, yaz başı pamuk tarlalarından artan suyu denize akıttıktan sonra, şimdi bu kanalların içbükey toprak duvarlarında dağınık tebeşir tozunu andıran ince, beyaz, iplik iplik, düzensiz bir çizgi kalmıştı. Çizgiler kendilerini yenileyerek dibe indikçe iç bükey duvarlarda da ince çatlaklar açılmıştı. Ovanın pamuğunu ilerde daha uyumlu sulayacak kanalet yapım tasarısı kağıtlar üstünden kalkıp her gün biraz daha genişleyerek, büyüyerek, uzayıp oranlarını çoğaltarak ovayı örtmeye başlamıştı. Bütün yaz ovaya ilaç püskürten küçük uçak pilotları, mat sedef renkli kalın çizgilerin ovayı düzgün parçalara bölerek toprakta yürüdüğünü görmüşlerdi. Güneyde iki büyük kenti birleştiren asfalt yol üstündeki kanalet fabrikası her gün biraz daha çok sayıda kanalet üretti. Fabrikanın önündeki yapım şantiyesinde, duvara asılı ova haritasına bir mühendis, her akşam daha çok sayıda renkli topluiğneler batırdı. Topluiğneler arasındaki uzaklığı gözüyle birleştirdi; her santimini iki binle çarptı; şantiye muhasebecisi, bu çarpımdan çıkan metre ve kilometre fazlalarını paraya dönüştürüp yevmiyelere böldü. Şirket mühendisi her akşam, yerleştirilen kanaletlerin en son ucuna gitti; işçilerin kaç eğere kaç kanalet oturttuklarına baktı. Devlet kontrol mühendisi, her ay sonuna doğru gidip, yerlerine oturtulan kanaletlere ayağının üçüyle vurdu ve dönüp masasının başına, şirketin devlet alacağını hesabetti. Akşamları şirket mühendisleri devlet mühendislerini içkili, serin lokantalarda ağırladılar. Ağırlamadıkları zaman, devletin şirkete sunduğu aylık payı alabilmek için beklemek zorunda kaldılar. Böyle zamanlarda işçiler, bakkal ve fırınlardaki veresiye hesaplarını, bankalar ise kredi faizlerindeki toplamları çoğalttılar. Ama bütün bu, çok sayıda insanı içine alıp döndüren geniş çember, ovanın az sayılı sahipleri adına her gün biraz daha hızlı devindi ve ova, pamuğunu her gün biraz daha onlar için büyüttü. Şantiye mühendislerinden biri "bankalar için" dedi. Kontrol mühendislerinden biri "ovayı bölüşenler için" dedi. Kuşkulandılar birbirlerinden; küstüler ve ayrı adlı partilere oy verdiler. Durup seçim sonuçlarını beklediler. Güneş biraz daha dağıtıp yaydı ışığını. Vinç bumunun gerisinde, eli levyenin üstünde oturup bekleyen vinç operatörü Kadir Çiçek, gölgesini ardına düşürdü. Orta halat yardımcısı Hasan Çiçek, sağına baktı; sağ halat yardımcısı Bilal, yirmi beşinci kanaletin sağ altından ipi geçirirken o da hızla sola döndü. Sol halat yardımcısı Osman'ın da kanaletin sol alt ucundan halatı geçirdiğini gördü. İki yanına yeniden baktı. İki uçtan sarkan çelik halatların askı halkalarına geçirilmesini bekledi. Vinç askısından sarkan orta halatı eliyle tarttı. Dengeyi duydu avuçlarında. Çelik halatı büktü, vinç askısının ağır ağır dönmesini sağladı. Kadir Çiçek, gözüyle izledi dönüşü ve bakışlarını çevirip kardeşinin gözlerine dikti. İşin bu en önemli, en çok dikkat isteyen anını kaçıncı kez yine gözleriyle paylaştılar. Hasan'ın gözünde Kadir'in artık ezbere tanıdığı ışık parladı: "Kaldır!" Kadir, işaret parıltısını yakalar yakalamaz vinci çalıştırdı. Vinç bumunu ağır ağır kaldırıp döndürmeye başladı. Bilal ve Osman bir sıçrayışta treylerden indiler. Ellerinde katranlı halatlar, ovada birkaç metre aralıkla çifter çifter ve çatal ağızlarıyla açılıp duran beton kanalet eğerlerinden en yakındaki çiftin başına kondular. Katranlı İplerini eğerlerin üstüne serdiler. Onlar bu serme işini yaparken Hasan, sürekli olarak abisine işaret verdi. Vinç bumunun ucunda askıya alınmış ağır beton kanalet, tam eğerlerin üstüne oturacak biçimde geldi, orada bekledi. Hasan, treylerin üstünden yer atladı. Bilal'le Osman'ın yanına koştu. Katranlı iplerin eğerler üstüne uygun serilip serilmediğine baktı. İpler güzel serilmişti. Başını kaldırdı, abisine baktı: "-İndir!" dedi, bu kez sesli olarak. Kadir Çiçek, kolu çekti. Vinç bumu ağır ağır indi eğerlere. Eğerlerdeki katranlı ipler üstüne. Hasan, kanalet iki uçtan iki eğer üstüne tam oturana dek işaret verdi abisine. Bu arada treyler hareket etti ve bir sonra konulacak kanalet yerine ilerledi. Hasan: "-Tamam!" diye haykırdı. Sağ ve sol yardımcılar, gevşeyip boşalan çelik askı halatlarını büyük bir çabuklukla kancalarından çözdüler, vinci serbest bıraktılar. Hasan'la birlik yeniden treylerin üstüne çıktılar. Kadir Çiçek, vinci, bir sonraki ve en sonuncu kanaleti kaldırıp yerine oturtmak üzere, treylerin şimdi bulunduğu yere sürdü. Orada bekledi. Yukarlardan inip gelen yüksek gerilim hattı, ekibin ulaştığı kilometre noktasının az ötesinde kanalet hattını kesiyordu. Treylerde kalan son kanalet de az sonra yüksek gerilim hattının toprakta bıraktığı yayvan gölgeyi bıçkı gibi kesecek. Kesip taa ötelere uzanacak. Uzanan her fazla metresi, kanalet döşeme ekibinin her bir i için birer öğün demek olacak. Sakine Çiçek, duvar dibindeki ıtırlarla sardunyalara, camsız pencere dibinde ağır ağır boy veren mor çiçekli hüsnüyusufa su verdi. Diplerini serinletti. Plastik ibrikte kalan suyu avlunun içinde acele gezdirdi. Avlu taşları önce halka halka esmerleşti, sonra hemen kayboldu esmer, kıvrık çizgiler. Avluya çizgilerin cılızlığında ince bir serinlik dokunup geçti. Konu Ruhadam tarafından (15 Ocak 2011 Saat 12:39 ) değiştirilmiştir. |
|
Etiketler |
kisa, oykuler, öyküler |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Garip Öyküler-Ölü Gelinler | Fearless | Haber Arşivi | 0 | 02 Mart 2016 21:08 |
Kısa Aşk Sözleri-Kısa Aşk Mesajları-Kısa Aşk Sözü-Kısa Aşk Mesajı 2011 2012 | PauL | Aşk ve Sevgi Köşesi | 0 | 15 Kasım 2011 12:50 |
Siyah Beyaz Öyküler | Dilara | Aşk ve Sevgi Köşesi | 0 | 12 Ekim 2009 11:07 |
Peygamberimizin Hayatından Öyküler | blackkurt38 | Genel Paylaşım | 0 | 04 Nisan 2008 01:38 |