07 Aralık 2014, 12:14 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Rose-Croix (Gül-Haç) tarikatı Asil bir aileden doğan Christian Rosenkreutz erken bir yaşta yetim kalmıştı. Bir Manastırda yetişip 16 yaşında Arabistan, Mısır ve Fas’a seyahat etmişti (Paul Sedir, Histoire des Rose-Croix, sayfa 42). Müslüman ülkelerinde bu seyahatleri sırasında çevirdiği M Kitabından kaynaklanan evrensel armoni bilimini ona öğreten Doğu bilgelerle temas kuracaktı. Bu öğretilere dayanarak aynı anda evrensel dini, felsefi, siyasi ve sanatsal reform planını tasarladı. Bu planı gerçekleştirmek üzere birkaç müridiyle bir araya gelerek topluluğa Rose-Croix adını verdi. Tarihçileri, Rose-Croix (Gülhaç) Örgütünün kurucusunun asil bir aileden geldiğini aktarmışlardır, ancak elimizde bunu doğrulayacak herhangi bir belge yoktur. Ancak kesin olan şey, onun bir oryantalist ve büyük gezgin oluşudur. Fama’ya göre gençliğinde kardeş P.A.L. ile birlikte kutsal anıtlara ziyaret etmeye teşebbüs ettiğini, ancak bu kardeşin Kıbrıs’ta öldüğünü dolayısıyla Kudüs’e gitmediğini anlatmaktadır. Bunun yerine ülkesine dönmeyerek Şama gittiğini anlatmaktadır. Şam’dan Kudüs’e gitme planları hastalık nedeniyle erteleyen C.R. kullanmasını bildiği tıbbi ilaçlar sayesinde Türklerin dostluğunu kazanmıştı ve Arabistan’da Damasko (Damkar) bilginleri ile temas kurmuştu3. Bu bilginlerin gerçekleştirdiği mucizeleri ve doğanın bütün sırları onlara nasıl açıklandığını öğrenmişti. Sabrını daha fazla tutamayan C.R., Araplarla bir anlaşma yaparak belirli bir para karşılığında Damkar’a götürmeleri konusunda anlaşmıştı. Eğer 1378 yılını Christian Rosenkreutz’in doğum yılı olarak kabul edeceksek, Orta-Doğudaki yolculuğunun 1389 ile 1402 arası ile Birinci Sultan Süleyman’ın saltanatı sırasında (1402-1410)4 ve şüphesiz Türklerin 29 Mayıs 1453’teki Constantinopolis’in fethinden önce gerçekleştiğini kabul etmek gerekir. Fetihten önce Avrupa ve İslam dünyası arasındaki ilişkinin normal olduğu bilinmekte ve C. Rosenkreutz gibi Arap kültürünü taktir eden ve seven genç birisi, İslam ülkelerde bilgili çevreler tarafından kabul görüp aralarına girme fırsatını kaçırmazdı. Halifeliğin sonu ile ortaya çıkan entelektüel çöküntüye rağmen Kahire, Bağdat ve Şam üniversiteleri halen çok itibarlıydı5. Gregory IX, Aristo ve Arap filozofları üzerindeki yasağı kaldırdığından beri ortaçağı skolastiği üzerinde çok yoğun etkileri olmuştur6, bu açıdan genç bir Alman bilginin Kudüs’e gitmesi ve Arap felsefesini öğrenmeye çalışmasını hiç de şaşılacak bir şey değildir. C. Rosenkreutz ile Damasco bilginleri arasındaki ilişki konusunda Fama Faternitatis aslında pek açık değildir. Bu yer Damascus (Şam) olabilir mi? Bu şehir Araplarca Damaşkun denilir, ayrıca Damacene diyarının kadim başkenti, Süriye’nin başkenti Arabistan’da değildir. Aslında farklı bir okul ima etmez mi? Üniversite veya Kolej Arapça’da Madrasat (medrese) anlamına gelir. Örneğin, Lübnan tarihinin yazarı “madrasat-ul-hûqûqi fi Bayrût”ten söz ediyor, bu Beyrut Hukuk Fakültesi anlamına gelir7. Dolayısıyla, Damkar kelimesi esrarını koruyor. Lane, Kazimirski, Richardson, Wahrund, Zenker, Belot, Houwa tarafından hazırlanan sözlükleri, Dozy’nin Supplement aux Dictionnaires Arabes, Fagnan’in Additions aux Dictionnaries Arabes, Brocklemann’ın Enzyklopädia des Islam ve Geschichte der Arabischen Literatur’ü hiç sonuç alamadan danıştım, anlaşılan DMKR (Damkar) Arapça bir kök değildir. Oysa Damkar Kudüs’e yakın gibi gözükmekte. Burada Arapça’sını geliştirerek bir yıl sonra M Kitabını Latince’ye çevirdi. Yazarın M kitabı ile ne kastettiğini anlamak oldukça zor. Belki de bu adı taşıyan Aristo’nun kayıp bir kitabının tercümesi ima edilmektedir, ancak bu pek olası gözükmemektedir. Çünkü Fama’da aynı şekilde tek bir harfle adlandırılan başka kitaplardan da söz ediliyor, dolayısıyla bu harflerin C. Rozenkreutz’in Arapça’dan tercüme ettiği kitaplar için bir sınıflandırma olarak kabul edebiliriz. Özellikle Tıp ve matematik üzerinde çalıştığı üç yıllık bir süreden sonra Arabistan’dan (Sinu Arabico) etütlerini bitki ve hayvanlara yoğunlaştırdığı Mısır’a hareket etti. Fas’a doğru yolculuğa çıkmadan önce Mısır’da pek uzun kalmadığı gözükmektedir. Fas için söyledikleri dikkat çekicidir: “Her yıl Araplar’ın gönderdiği temsilciler toplanırlar ve birbirlerine Sanatlarda [bilimlerde] daha iyi bir şeylerin keşfedilip keşfedilmediği veya deneylerin temel ilkelerini çürütüp çürütmediğini sorgularlar. Dolayısıyla, her yıl matematiği, tıbbı ve majiyi geliştiren yeni şeyler ortaya çıkar”9. Ancak majilerinin tam olarak saf olmadığını ve Kabala’larının dini doktrinlerle yozlaştığını fark etti10. Fas’ta tanıştığı bilginler diğer Müslüman ülkelerdeki bilginlerle sürekli temas içindeymiş. “Elementaryler”, yani elementleri etüt edenler ona bir çok sırlarını açıklamışlar11. Bu sıralarda Fas, felsefi ve okült etütlerin merkeziydi: Burada Abu-Abdallah’, Gabir ben Hayan ve İmam Jafar al Sadık’ın simyası, Ali-aş-Şabramallişi’nin astroloji ve majisi, Abdarrahman ben Abdallah al İskari’nin ezoterik bilimleri öğretenler vardı. Bu etütler Ümeyyeoğullarından beri rağbet görüp sürmekteydi12. Sırların söz konusu oluşu kesin bir şekilde gizli cemiyetlerin öğretilerini ima etmektedir. Esas itibarıyla paganizm’in bir kalıntısı ve heterodoks (aykırı fikirli) bir cemiyet olan Sabiliği hiç de ima etmemektedir [Bu yazarın fikri, aslında Sabiliğin Arap dünyasındaki gizli bilimlerde çok geniş bir etkisi vardı, pagan da sayılmazdı K.M.]. Aslında, C. Rosenkreuatz’in 4. Hicri (622) asırda Basra’da gelişen, Saflık Kardeşlerinden (“İhvan-üs-Safâ”) sırlarını aldığı düşünmek akla yatkın gelmekte. Bu cemiyet bağnaz olmadan dogmaları yorumlamaya ve ciddi bir şekilde bilimsel araştırmaya adanmıştı. Kaynakları Grek filozofların etütlerine dayan doktrinleri yeni-pitagorcu bir yöne doğru gelişmekteydi13. Pitagoras ekolünden her şeyi sayısal değerlere göre algılama alışkanlığını edinmişlerdi. Dogma yorumlarının heterodoks oluşundan dolayı toplumdan gizli tutulurdu. Örneğin, diriliş anlamına gelen kıyamet kelimesinin aslında kıyamdan (varlığını geçindirmek) geldiğini. Dolayısıyla ruh bedeni terk ettiğinde kendi cevherinden, özünden geçinerek varlığını sürdürür ve kıyametin gerçek anlamı bunun olduğunu kabul ederlermiş. “İhvan-üs-Safâ” her yerde üye olmayanların giremediği ve toplandıkları lokalleri vardı ve buralarda sırlarını konuşurlardı. Birbirlerine yardım ederlerdi: “Elle ayağın beden için bir arada çalışması gibi”. Cemiyetlerinde bir kaç derece vardı., bunların arasında: sanatlar ustası, valiler, idari işleri yöneten sultan derecesi ve en yüksek derece olan asalet derecesi varmış. Bu son derecede ölümde kazanılan bir vizyon veya vahiy haline benzer bir hal tevcih edermiş. Öğretinin gizli kısmı teurji, kutsal ve melek isimleri, çağrı ve celpler, Kabala ve egzorsizm (şer etkileri deftenme veya şeytan kovma) gibi konular üzerinde yoğunlaşmıştı14. “İhvan-üs-Safâ” sufilerden farklıdılar ancak bir çok doktrini paylaşıyorlardı. Her ikisi de Kuran teolojisinden kaynaklanan mistik cemiyetlerdi. İlahi Realitede dogmanın yerine inanç alır15 Anlaşılan Sufiler kendilerini “İhvan-üs-Saf┑dan ayırt etmişlerdi. Eğer “İhvan-üs-Safâ”in bazı doktrinlerini hemen hemen bütün Sufi tarikatları paylaştılarsa da, özellikle tenasüh veya reenkarnasyon altında geçen doktrinleri bunların arasında saymak gerekir. Mistikleri çoğu kez etkileyen Arap Yeni-Platoncu ve Yahudi Kabalistlerin öğretilerini izleyerek, yeniden doğuşu bedenden ayrılan saf olmayan ruhun islahı ve tasviyesi için gerekli görüyorlardı16. Bu öğretiler C. Rosenkreuts gibi bir Hıristiyan inisiyenin dikkatini çekecek için yeteri kadar Hıristiyanlıktan kaynaklanan karşılıklı etkileşim taşıyordu. Onlarda bulunan ve İncil’lerden gelen logos (kelam) doktrini [aslında bu doktrin muhtemelen Hıristiyanlıktan önce İskenderiye’nin Hermetik ve Yeni-Platoncu ekollerinde mevcuttu-K.M.] Hıristiyan görüşten farklı olduğu kesindir, ancak bu doktrinlerin her ikisi Rosicrucian (Gü-Haç) ritüellerde bir şekilde senkronize olduğunu görmekteyiz. Ruhun Tanrıya yükselişinde İsimlerin nurlanışı eski ahitte verilmekte, ilahi melekelerin (erdemlerin) nurlanışı İncil’de ve Özün nurlanışı Kuran’da verilmektedir. İsa ve Muhammet görülmeyenin sırını açıklamışlardı17. Bu senkronizeliğin (kaynaşma) özelliğidir. “İhvan-üs-Safâ” üyelerinin özel herhangi bir kıyafet giymediklerini dikkat çekicidir18. İnisiyatörler riyazet uyguladıkları bilinmekte. Fama’nın yazarı bunu şöyle ifade etti: “Onlar iffetlidiler”19. Hastalara şifa verirlerdi. Çok ünlü Arap doktorların isimlerini saymaktan kendimi alıkoyacağım. Yakın zamanda yayınladığımız Rosicrucian’ların (Gülhaçlıların) Yaratılış Doktrini’nin20 aynısını İbni Sina’nın felsefesinde görebiliriz. Tanrı doğrudan doğruya dünyayı yaratmıyor, ancak İlk Sevkedici sıfatında bir saf zeka (akl-ı küll) zuhur eder. İlk Sevkedici, Yaratıcıyı gerekli ve kendisini olası olarak bilmektedir. Bu andan itibaren yaratılış Düzenine çokluk girmektedir. Bu zeka, ruhları aydınlatan aktif zekadır. Işık küreden küreye (on küreden) inerek madde seviyesine ininceye dek, saf zekalara doğru hareket eder. O halde, Tanrı her şeye muktedir İlk Sevkedici olarak idrak edilir. Yaratıcı doğrudan doğruya maddeyi yaratmaz, bu aracılar, ilk prensiplerle özdeşleşen melekler vasıtasıyla olur21. C. Rosenkreutz, buna benzer bir tezi geliştiren İbni Sina veya Abdul Kerim al-Jili’nin22 öğretileriyle karşılaştığı muhtemeldir: “Allah dünya ile birlikte ebedidir. Ancak mantıksal düzende, Allah’ın kendi öz varlığında bulunduğu fikri, cisimlerin onun bilgisinde varolduğu fikrine kıyasla öncelik alır. Onları Kendisini bildiği gibi bilir, ama onlar ebedi değildir, O ebedidir”23. Mühiddin [Arabi] ruhların bedenden önce varolduklarını, farklı tekamül seviyelerine sahip olduklarını ve farklı şekilde bedeni aştıklarını öğretmişti. O halde, öğrenme onlar için anımsamadır. Geldikleri noktaya dönüştür. “Allah’ın Yüz Güzel Adı [Esmâ-i Hüsnâ]” [??] adında bir kitap yazan İbni Arabi, sistemini açıklamak için daireler kullanmıştı, bu da bir Rosicrucian inisiyesi ve öncüsü olarak kabul edilen Raymound Lully’nin “Diginitates Divinae” [İlahi Makamlar] oldukça yakındır. Rosicrucian teurji, Sufilerinkinden hemen hemen aynıdır, ama Sufiler Kuran’dan kaynaklanan çok zengin bir melek bilimine sahiptirler. Çerubim’in yanında İlahi Bilgiyi simgeleyen al-Nun adında çok daha ihtişamlı bir melek vardır. O semavi kürsünün önündedir, Arşın (tahtın) altında al Kalam (kalemler) adında melekler ve al-Mudabbır adında melek vardır. Al-Mufassıl adındaki melek İmamu’l Mubin’in (İlk Zeka) önünde bulunur. Ruhlar İlahi Bilginin cisimleridir[?]. Sufi mistik mütekamil (mükemmel) mertebesinde ulaştığında meleklerle irtibat kurar. Eğer onlar görünen ve görünmeyen alemlerin bilgisini ona bağışlarsalar cisimler, insanlık ve olaylar üzerinde insanüstü güçler kazanır. Çağrılan melekler artık sadece Tanrının habercileri değil de İlahi Özden İlk Yaratılandan geçen ve oradan şeylerin metafizik realitesine tezahür eden düşüncesidir. Yüksek Maji, al sihru’l ali işte bunda yatar. “İlahi Birlik Yolu” kitabında mistik Jili nasıl bir formül aracılığıyla tasavvuf ehlinin Tanrıdan dilediğini elde ettiğini anlatmaktadır24. | |
|
Etiketler |
gülhaç, rosecroix, tarikatı |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Molokanizm (Malakan Tarikatı) | Elysian | Hristiyanlık | 0 | 21 Mart 2014 17:42 |
Galibi Tarikatı (Galibilik) | Afrodit | İslamiyet | 0 | 03 Eylül 2013 18:24 |
Thule Tarikatı - Hitler | Perius | Esrarengiz Olaylar | 0 | 07 Şubat 2011 23:03 |
Gizli Facebook tarikatı (!) | Slipknot | Ağ, Network ve Networking | 0 | 09 Haziran 2010 19:59 |