11 Şubat 2018, 08:48 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Varoluş Sancılarının Ruh Ortakları: Sylvia Plath / Nilgün Marmara Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Sylvia Plath, 1932 yılında Avusturyalı bir anneyle Alman bir babanın ilk çocuğu olarak Boston’da dünyaya geldi. Babası, Boston Üniversitesi Biyoloji Bölümünde profesör ve ünlü bir bilim adamıydı. Babasını henüz sekiz yaşındayken kaybeden, “Yazıyorum çünkü içimde susturamadığım bir ses var.” diyen Plath, ilk şiirini de henüz sekiz yaşındayken babası için yazdı ve bu şiir aynı yıl bir dergide yayımlandı. Babasının ölümünden sonra maddi sıkıntılar içine giren ailede, annesi iki çocuğunu yetiştirmek için öğretmenlik yapmaya başladı. Fedakâr olmanın yanı sıra mükemmeliyetçi bir kadın olan annesi, kızından da hep en iyisini istedi. Ve hep ‘en iyisini’ yaptı Plath, tüm eğitim hayatını burs kazanarak tamamladı. Smith College’dan ondan başka kimseye verilmemiş özel bir başarı belgesiyle mezun oldu, katıldığı tüm şiir yarışmalarından iyi dereceler kazandı ve yine bursla kazandığı Cambridge Üniversitesi’ni “Dostoyevski’nin Eserlerindeki Çift Kişilikler” üzerine yazdığı tezle bitirdi; bu tez tüm edebiyat eleştirmenlerinden tam not aldı. Ancak annesine asla yetemedi Plath, annesinin mükemmeliyetçilik baskısı altında, kendisini erken yaşta terk ettiği için babasına olan öfkesi içinde hep büyüdü. İçine kapandı, manik depresif hastalığına yakalandı, kusursuzluğa odaklı, hayatındaki olumsuzluklara öfkeli ve intiharı her daim aklında tutan bir kadın haline geldi. Annesine yazdığı üç yüze yakın mektup ve babasına yazdığı onlarca şiirde bu duygularını bize tek tek anlattı. Hayatındaki huzursuzluk, bunalım, ümitsizlik ve karanlıklarda sanatına sığındı. Eserlerinde Franz Kafka ve Jean-Paul Sartre izlerini görebiliriz, Plath tıpkı onlar gibi kendine acıma ve suçluluk duygusunu, yaşamı boyunca omuzlarında taşıdı. Daima hareket halinde ve mutlu olmak ile içime dönerek pasif ve hüzünlü olmak arasında bir tercih yapabilirim. Ya da bu ikisi arasında sekerek aklımı yitirebilirim. Nilgün Marmara, Balkan göçmeni bir ailenin ikinci kızı olarak “Başka bir dünyanın bekleme salonu” diye tanımladığı hayata, 1958 yılında İstanbul Moda’da gözlerini açtı. Babası muhasebe müdürü, annesi ise ev hanımıydı. Marmara’nın ailesiyle olan ilişkisini kendi şiirlerinde geçen dizeler anlatmaya yeter sanırım: “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım”, “Ey yüzleri bir babakuş gölgesinde çakılmış olanlar, üzgün adım ileri marş!” Aynı Plath gibi başarılı bir öğrenciydi Marmara, solak olmasına ve kolej sınavlarından bir ay önce oyun oynarken düşmesiyle sol kolunu kırmasına rağmen sağ elini kullanarak kazandı Kadıköy Maarif Kolejini. Lisansını Boğaziçi Üniversitesinin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. Bitirme tezinin konusu “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” idi ve bu tez hayatının dönüm noktalarından biri oldu onun için. 19 yaşındayken şiir yazmaya başladı ancak başlarda yazdığı dizeleri kimselere göstermedi. O şiirlerinde, kendi içine kapanıp oluşturduğu anlam dünyasını yine kendi içinde, kendi dizelerinde anlamlandırmaya çalıştı. Dönemin başarılı sanatçıları Ece Ayhan, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever, Tomris Uyar, Lale Müldür ve Cezmi Ersöz ile sık sık bir araya geldikleri edebiyat akşamları düzenlerlerdi. Marmara kuvvetli bir kalem, derin düşünce ve sorgulama gücüne sahip genç bir kadındı o zamanlar. Bugün ise Türk Edebiyat tarihinin ve İkinci Yeni seksenler kuşağının en önemli kadın şairlerindendir. Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışına bırakması ne güzeldi. Sylvia Plath, üniversiteyi bitirdikten sonra şiir yazarak hayatına devam etmeye karar verdi. 1956’da kendisi gibi yetenekli bir şair olan Ted Hughes’la evlendi. Hughes, ünü günden güne artan başarılı bir şairdi, Plath dizelerini ilk onunla paylaşır, onun beğeni ve önerileriyle geliştirirdi şiirlerini. İki çocukları oldu ama Plath evliliğinde aradığı huzuru hiçbir zaman bulamadı. Kendi deyişiyle, ‘sırça fanus’a benzetti evlilik hayatını. Hughes’in evine ilgisizliği ve başka kadınlarla ilişkileri başlayınca da evlilikleri fiilen bitti. S. De Beauvoir’ın “Erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir.” sözünde belirttiği kaderi aşmaya çalıştı Plath, çocuklarını da alarak evi terk etti. Babasının yerine koyduğu, putlaştırdığı adam yoktu artık hayatında. Bu zor günler, şiir olup taştı Plath’ın ruhundan ve giderek daha çok yıkıcı öğeler, isyancı bir dil ve hırçın söylemler kullanmaya başladı dizelerinde. Bir fırtına kuşunu sevmeliydim seveceğime seni; Nilgün Marmara evliliğe karşı olmasına rağmen, ev partilerinde tanıştığı mühendis Kağan Önal ile 1982 yılında toplumsal ve ailevi baskılar sonucu evlendi. Önal’ın işi sebebiyle bir süre Libya’da yaşadılar ve bu günler Marmara’ya göre hayatının en sıkıntılı günleriydi. Libya’da geçirdiği günlerde, eşi dâhil paylaşımda bulunabileceği kimsesi yoktu. Çocuk sahibi olmadı Marmara, çünkü o “Mutsuzluklar ordusuna yeni bir nefer daha…” olarak görürdü dünyaya bir can getirmeyi. Libya günlerinde yaşadığı yalnızlık hissi onun edebiyata ve şiire eğilimini arttırdı. Şiirlerinde yalnızlık, bunalım, umutsuzluk, yabancılaşma, intihar gibi konuları işledi. Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Sylvia Plath’ın annesinin etkisiyle hayatına yerleşen kusursuzluk anlayışı rahatsız edici boyutlardaydı, dolayısıyla yaşamsal olaylar herkesi etkilediğinden daha fazla etkiledi onu, daha fazla hayal kırıklığı hissetti, daha fazla yandı canı. Daha çocuk yaşlardan itibaren manik depresif hastalığı ile mücadele etti. Babasının ölümüne karşı hissettiği büyük acı ve sarsıntıyla sekiz yaşında psikolojik tedavi görmeye başladı. Hayatı boyunca baba ve babasızlık imgesi ruhunun en baskın yanıydı. Eril ideolojiye tutkusu, öfkesiyle harmanlandı zihninde. Babasından sonra hayatındaki en önemli erkek, kocası Ted Hughes İngiltere’nin en iyi şairlerinden biriydi, o kendi içinde kocasıyla bir yarışa girdi ve elbette en çok da kendi benliğine karşı bir yarıştı bu. Hughes, akılcı şiirlerin ve kelime cambazlığının peşinde bir şairdi, oysa Plath’ın tarzı tutkulu ve duygusal şiirlerdi, en çok da imgeler! Sanata ve yazının her türüne âşık biriydi, daha iyi yazma hırsı onu yetenekleri konusunda her daim kuşkuya düşürdü. Bu kuşkuyla yalnızlaştı, içine kapandı. Hayatında yaşadığı bunalımın en büyük nedeni de buydu. “Kadından şair olmaz!” ve şiirlerindeki ödüllerine karşı “Kadın olmasına rağmen…” yorumları yapanlara rastlamıştı hep hayatında. Bulunduğu ortamlarda kocası Hughes’in şiirleriyle ondan bir adım önde olmasıyla mücadele etti hep. Hem iyi bir şair olmalıydı hem güzel bir kadın, anne, sevgili gibi kadınlara biçilen birçok rolü aynı anda ruhunda ve bedeninde barındırmalıydı. Bu baskı içinde boğuldu her zaman Plath, her şeyden önce sanatçı ve şair olarak herkesçe kabullenilebilir olmanın savaşını verdi. Bu savaşta da çok parçalandı, parçalandıkça bugünlere çoğaldı. Plath içindeki yangını ve tutkuyu öldürmeye gayretli toplum içinde, önce ölümsüzlüğe sonra da ölüme aşkla bağlı imgeler yaratmaya büyük özen gösterdi. Onun şiirlerindeki özen ve matematik dehasına klasik müzikteki ‘Bach’ın başarısıyla denk’ demek yanlış olmaz. Plath, şiirlerinde önce bireysel deneyimlerinden yola çıktı, sonra da şiir sanatının tüm araç gereçlerini ustalıkla kullandı. Onun şiirlerinde kelimelerin kullanılışı, çok sık kullandığı benzetmeleri ve tasvirleri, duygu yoğunluğu ve ayrıntıları sunuşundaki zarafet akıllara durgunluk verecek bir uyumdadır. İçimizi ürperten, bazen ise rahatsız edecek düzeyde açık şiirler… Şiirlerinde oldukça çok sanrısal imgelere yer veren Plath, ironik bir zekâyla şiirin estetiğini de yakalamıştır. Yapısal olarak her dizesini defalarca incelediğimizde ayrımına varabileceğimiz binlerce duygu yoğunluğu ile parlak bir yaratıcılık dehasıdır o. Yer inanılmaz güvenli gelmişti. Marmara’nın hayata karşı tahammülünün az olduğu her halinden anlaşılıyor. Elbette şairler normal insanlara göre duygularını daha yoğun yaşayan hatta yaşadıkları için yazabilen, büyük kitleleri bu derin yaşanmışlıkları ve duyguları ile etkileyebilen farklı insanlardır. Ancak kadın şairlerde daha derinden hissedilir bu duygular. Marmara da manik depresif hastalığını, toplumsal yaşamda kadın olarak karşılaştığı zorlukları, yaşamını yansıtan şiirlerinde dizelere dönüştürdü. Onun erkek egemen edebiyat dünyasında kendisini yalnız hissettiği aşikâr. Yaşarken sessizdi ve bu sessizliğin şiddetini tüyler ürpertici bir estetik halinde sanata dönüştürdüğünü bugün okumaktan öte duyuyoruz sanki. O kendine has felsefesiyle, okunduğunda çoğu yerde yüzeysel bir çabayla anlayamayacağımız dizeler yarattı yeryüzüne. Yaşamıyla birebir örtüşen imgeleriyle gizdökümcü demek yanlış olmaz onun için. Onun dizelerine bir tanımlama getirmeye de gerek yok aslında, Marmara’nın şiirleri belli bir akımın şiiri olmanın ötesindedir. O, dizeleriyle alışılmışın dışında olduğunu göstermiştir bize. Kentlerin havaalanlarından çok düş alanlarına gereksinimi var. Plath’ın daha çocuk yaşta başlayan, başlangıçta aile içi olan karanlık deneyimleri onu kendini yok edişe sürüklemiştir. O narin ve kolay incinebilir ruhani bir varlığa sahiptir ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcılığını iliklerine kadar yaşamıştır. Eril psikoloji ve iki çocuk arasında sıkışmışlık duygusu yaşamış, şiirleriyle bu bataklığa baş kaldıran bir cengâverdir o. Plath, bir uçurumdan düşer gibidir hayatının her anında, düşerken de hep kanat çırpmıştır yere çakılmamak için. Ve onun her kanat çırpışı zehir zemberek şiirler olup ulaşmıştır bugünlere. Plath, ilk intihar girişimini 20 yaşında yapmış ve kurtarılmıştır. “Babacığım” adlı şiirinde şu dizelerle anlatır yaşadıklarını: “Ama beni kefenden çıkardılar, tutkalla geri yapıştırdılar parçalarımı.” Yapıştırılmıştır Plath ve asla bütünlüğe kavuşamamıştır, parçalanmıştır hayatta ve paramparça devam eder yaşama. Bu Marmara, şiirlerinde düşle gerçek arasındaki bireysel kırgınlıklarını sert bir gerçekçilikle işledi. O, bu dünyada düş kırıklığı yaşadı, yabancılaştı ve bu ıstırabı şiirlerinin satır aralarındaki çığlıklarla dönüştürdü. Uzak, garip, sanki bu dünyalı olmayan, olamayan bir insanın dizeleriyle bezelidir onun şiirleri. Aslında birbirinden savruk dizeler ama kendinden fazlasıyla emin imgeler. Gözünü kırpmadan hayattan atlamış bir insanın kararlılığıyla, tek seferde yazılıverilmiş hissi veren… Boşluk, karanlık, hiçlik, hem sessizlik hem çığlık, sonsuzluklarla dolu dizeler… Kendi aslına doğru sakin bir yürüyüş halinde bir kadının dizeleri… Okuyanı birkaç parçaya bölecek denli geniş anlama sahiptir Marmara’nın her dizesi. Şiirlerinde sık sık ayna imgesini kullanmıştır. Onun şiirleri dışa değil içedönüktür, kendi içine… Kendi kozasına ördüğü bir ağ gibi, kendini korumaya aldığı bir kalkan gibi kullanmıştır kelimeleri. Dış dünyaya kendini kapatmıştır. Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, Plath’ın tek romanı Sırça Fanus (The Bell Jar) yarı otobiyografik bir romandır. Fanus imgesi hem evliliğini, evini hem de kadını çevreleyen toplumu simgeler. Romanda Plath, o fanusun içinden çıkamayışını ve hapisliğin verdiği ıstırabı anlatır. Plath’ın babasının ölümünden sonra hissettiklerini değerlendirirsek, evlilikten beklediği koruyucu bir erkek imgesidir ama romanında anlattıklarını değerlendirirsek de evliliği ev işleri, çocukları ve mutfaktan ibarettir. Aday şiirinde şöyle demiştir evlilik için; “Çay getirecek / Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak / Bir el / Evlenir misin / Garantisi var.” Evlilikten aradığını bulamaz, onun için evlilik; karşılıksız, sadakatsiz, yapay ve dayanılması zor bir süreçtir. En büyük savaşı ise erkek egemen dünyada kadın olmaya karşı vermiştir. Şöyle der kitabında kendisi için; “Ben birinin karısıyım.” Kırılgan, duyarlı, ince ruhlu bir kadın olarak tüm duygusal tepkilerini sanatıyla dışa vurur. Plath, gizdökümcü şairlerin başında gelir. Gizdökümcülük yalnızca kişinin kendi deneyimlerini sanatına konu etmesi demek değildir, hissettiği huzursuzluğu sözcüklerle yeniden yaratması ve her yaratımda yeniden yaşaması, yaşatmasıdır. Böylece kişisel hayatları kişisellikten çıkıp bir sanat eserine dönüşür. Bir röportajında şöyle demiştir eserleri için: “Benim şiirlerimin doğrudan doğruya sahip olduğum duygusal ve heyecan veren deneyimlerden ortaya çıktığını düşünüyorum; bıçaklanmış, iğne veya sivri bir şey batırılmış gibi içten gelen feryatları hoş buluyorum.” Bu sözleri onu gizdökümcü mü yapar varoluşçu mu bilmiyorum ama bu sözlerin ardındakilerin onu 20. yüzyılın en iyi kadın şairi yaptığı gerçek. Çokça acıyla geçmiş hayatında, acı çekerken yaptığı sorgulamaların, verdiği duygusal tepkilerin ve beyin dalgalarının serpintisiyle mükemmel eserler bıraktı yeryüzüne. Ve bir gün bu dünyanın ona verdiği acıya, onu zehirleyen havasına daha fazla katlanamayarak, evindeki gaz musluğunu açtı ve o havayı soludu ciğerlerine. Keşke onun ölümü tek seçenek olarak göreceği bir dünyada yaşamasaydık ama kendini sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalmış olarak hissetmek, onu açık seçik kendini bir yok edişe zorlamıştı. Ölmek bir sanattır her şey gibi. Nilgün Marmara, Plath’ın şiirlerine ve yaşamına büyük ilgi duymuştur ve bu ilgi lisans bitirme tezinde Plath’ın şairliğini intiharı bağlamında analiz etme konusunu tercihiyle ruhani birlikteliği doğurmuştur aralarında. Tezin giriş bölümüne; “Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.” diye not düşmüştür. Yani intiharı başarı olarak görmüştür Marmara, işte tüm büyü bundan sonra başlamıştır. Marmara tezinin bir bölümünde Plath için şunları söylemiştir: “Çektiği acıyı mısralarıyla yenmeye çalışmışsa da eserleri, doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır. Plath için şiir, dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır. Bu izolasyon, gerçeklerden kaçış ama mutlaka fark edilme olarak yorumlanabilir.” Tezin sonuç bölümünde ise: “Kadınlara ikinci sınıflığı dayatan ve sarınmaları için, ıstırapla dokunmuş bir kumaştan başka bir şey sunmayan bir toplumun kurbanı olan Plath, uzlaşmayı reddeder ve uyumlu sosyal varlıkların çirkinliğine kaçınılmaz bir tepki olarak intiharı seçer.” der Marmara. Kaçınılmaz bir tepkidir onun için intihar, saygı duyulası… Beklenen, belki de olması gereken. Marmara tez boyunca Plath’ın duygularının ve ölüme sürüklenişinin izini sürmüştür onun kaleminden çıkan şiirlerde. Şöyle bir çıkarımda bulunur Plath için: “Şiirlerini köşkünün tamiratı sırasında konan tuğlalar, intiharınıysa tam bir başarısızlık olan bu evin tamamen yıkılması olarak görebiliriz.” İşte iki ayrı coğrafya, iki ayrı kültüre karşı ruhani varlıklarıyla birbirine bu kadar yakın iki kadındır Marmara ve Plath. En büyük ortak paydaları ise kadınlık… Hayatları ayrıntılı olarak incelendiğinde ise görülebilen tek fark, Plath dış dünyaya karşı sitemli ve öfkelidir, Marmara’nın öfkesi ise kendi içine dönüktür. Zaman az kaldı, zorlanmış bedenim Tarafsız olmayacağım onları anlatırken, çünkü onları okurken merak etmenin ötesinde anlamaya çalışıyorsunuz, tarafsız olmaktan vazgeçişi seçiyorsunuz. Kendi yarattıkları bir dünya var, hatta kendi içlerine doğru kazdıkları bir tünel. Bu tünelde ilerlerken, dizelere sinmiş ölüm sizi ürpertiyor ve soğuk bir gezegene doğru yol alıyorsunuz. Çünkü bu şiirlerde geçen imgelerin bizim dünyamızda karşılığı yok gibi. Marmara en az Plath kadar yalnızdı bu hayatta ve en az onun kadar cesurdu kelimeleri kullanırken. Onlar yazılı çizili bir düzenin, bir ideolojinin peşinde yürümediler. Kendi manifestolarını kendileri yarattılar ve kendi iç benlikleriyle verdiler tüm mücadelelerini. Duygularına birilerini inandırma, empoze etme gibi bir dertleri olmadı hiçbir zaman. Varoluş ile yok oluş arasında zikzaklar çizerek geçti hayatları. Yaşamla aralarında sanki hep sonsuz uçurumlar vardı ve bu uçurum git gide derinleşiyordu. Her ikisi de meydan okudu hayatları boyunca dünyaya, suskun ve haykırmadan, sözle, sanatla… Marmara yaşamı boyunca şiirlerini yakın dostları dışında kimseye göstermedi; yazdı, düzenledi, daktiloya çekti… Ölümünden sonra “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” adıyla yayımlanan tek şiir kitabıyla bile bugünlere ulaştı varoluşu. Bu kitaptaki şiirleri tarih sırasıyla okuduğumuzda bir günlük misali hayatının şekillenişini de okumuş gibi oluruz. Topluma karşı muhalif duruşlu, yalnız ve uçuruma doğru sakin ve emin adımlarla yürüyen bir kadın vardır kitap boyunca. Yayımlanan günlüklerinde ölüm için; “Ölüm, yaşayabilmek için sonsuzca kaçındığımız ama sözcükleri yaşatabilmek için kucak açtığımız…” der. Yaşama yaralı, ölüme yakındır Marmara. “Hayatın neresinden dönülse kârdır.” diyen de odur, “Bana fikrimi sormadan, beni var eden bu doğayı ve tanrıyı yok edemediğim için sadece kendimi yok ediyorum.” diyen de. Kendini yok etti Marmara, hayatın içinden çıkamadığı noktada en çok arka bahçelerini gördüğü hayatta, evinin arka bahçeye bakan penceresinden kendini boşluğa bıraktı. Arkasında hayata kafa tuttuğu dizeler ve bir avuç dost bırakarak. Cemal Süreya şöyle demiştir Marmara’nın ölümünden sonra: “Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel, ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.” Ey, iki adımlık yerküre Onlar bütün arka bahçelerini gördükleri hayata kendi seçimleriyle erken veda ettiler. En çok da toplumda kadın olarak var olabilmenin deneyimi yordu onları ve kendilerini ötekileştiren topluma karşı intiharlarıyla intikam aldılar belki de. Toplumsal kalıplaşmalara karşı özgürlük arayışındaydılar, yaralandılar, yaralı halde hayatta benliklerine yer aradılar. Derinliği olmayan yaşam normları onlara göre değildi, onlar da kendi içsel yaşantılarını genişletmeyi seçtiler. İkisi de günlüklerine aktı en çok, sonra şiir oldular. Yaşamda fazla kalamadılar ama bugünlere ulaştılar. Belki de söyleyecekleri her şeyi söylemişlerdi bu hayatta ve daha fazla söylem için daha fazla katlanamadı ince ruhları bu hayata. Söylerken anlaşılamamış olmanın farkındalığını da yaşadıkları için belki susmayı seçtiler. İntiharları da son sözleri oldu, mıh gibi akıllara çakılan dizelerinin en kuvvetlisiydi belki de. Hayatta deneyimlediklerinin acısıyla itiraf gibi şiirler bıraktılar bize. Onlar şiiri yaşam hakkında yargıda bulunma aracı olarak kullandılar ya da buna zorlandılar. Bilemeyiz ama kısacık hayatlarında sancılı bir şekilde hep yazmış, dizelerden şiirlerden öte kendi çığlıklarını bırakmışlardır bugünlere. Yaşadıkları hayat benzerdi, umdukları şeyler ve bulamadıkları da. Aynı terk edişi layık gördüler bize, ölüme gitmenin yaşamaya başlangıç olduğunu ispatlayan bir gidişle terk ettiler bizi. Öldüler demeyelim onlar için, onlar sancılarla dolu hayattan kendilerini kendi yöntemleriyle savundular. Kaynak:[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
__________________ Ey iki adımlık yerküre; senin tüm arka bahçelerini gördüm ben. | |
|
Etiketler |
gamze iyem, nilgün marmara, ruh ortakları, sylvia plath |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Sylvia Plath | Ruj | Şairler / Yazarlar | 3 | 27 Ekim 2019 03:49 |
Sylvia Plath * Ölümünün 55.yıl Dönümü | Mara | Özel Günler | 1 | 11 Şubat 2018 12:41 |
Sylvia Plath \ Ayna... | Sevda | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 0 | 24 Ekim 2010 16:38 |
SYLVIA PLATH \ Aday... | Sevda | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 0 | 24 Ekim 2010 16:25 |