Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Gaflet, Dalalet ve Hatta Yeni Osmanlı
“Eğer bir işin sonucu için birden fazla olasılık varsa ve bu olasılıklardan biri istenmeyen sonuçlar veya felaket doğuracaksa; kesinlikle bu kötü olasılık gerçekleşecektir.” (Murphy’nin Olasılık Yasası)
“Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar (22 ülkenin) siyasi ve ekonomik rejimini / sınırlarını değiştireceğiz.” (C. Rise; 07.07.2003, Washington Post)
“Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin lideri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin Politbüro Üyesi Arsalan Baez, silahlı mücadelenin artık bir seçenek olmadığını belirterek, Türkiye’deki Kürtlerden AKP hükümetini desteklemelerini istedi.” (04.11.2008, milliyet.com.tr)
“Bir Haberin Düşündürdükleri” adlı yazımda DTP’nin üzerinin çizilebileceği, PKK’nın saf dışı edilebileceği ve Barzani politikasının iyiden iyiye geçerli olabileceğini anıştırmış veya söylemiştim. Tabii, politika ve stratejiler, yalnızca Kürt meselesi üzerinden cereyan etmiyor. Son günlerdeki gelişmeleri ve daha önceden belirttiğimiz Yeni Osmanlı Planı’nın işletilmesinde bugüne kadar atılan adımları anımsatalım.
Ergenekon (Ümraniye) Süreci: Bu davada Türkiye’nin “ulusal” çizgide yer alması gerektiğini bilen, bildiren; yeni süreçleri okuyabilecek kişilerin alındığını görüyoruz. Emin Gürses, Doğu Perinçek, Hurşit Tolon, Şener Eruygur, Erol Manisalı, Mustafa Yurtkuran, Mustafa Özbek bunların başlıcaları olarak sıralanabilir. Abdullah Gül, 2007’de gazetecilerle yaptığı toplantıda -yazılmaması kaydıyla- ne demişti: “Ümraniye soruşturmasına dikkat edin. O iş çok büyüyecek.” Ve bu açıklamanın hemen ardından Ergenekon davası başladı ve Öz, davanın savcısı oldu. Gül 2008’de France 24 adlı haber kanalına verdiği demeçte ise, bu dava için, “Türk siyasi tarihinin önemli bir olayı” demişti.
Konuyu biraz daha “makro” düzeye taşımak için; Philip H. Gordon ve Ömer Taşpınar (şu an Sabah yazarı) tarafından kaleme alınan, neoconlar için önemli bir kurum olan Brooking Enstitüsü tarafından yayınlanan Winning Turkey (Türkiye’yi Kazanmak) adlı kitaptan bir alıntı yapmak uygun olur:
“Türkiye’de askeri hükümet Ankara’nın 10 yıl önce başlattığı Avrupa Birliği’ne katılma amacından vazgeçerek başvurusunu geri çekiyor, NATO üyeliğini askıya alıyor, Amerika’nın Türkiye topraklarındaki askeri üslerini kullanmasını yasaklıyor ve bundan böyle daha bağımsız bir dış siyaset izleyeceğini açıklayarak Rusya, Çin ve İran’la daha yakın diplomatik, ekonomik ve enerji bağları kuracağını ilan ediyor. Bunlara ek olarak, Kuzey Irak’ı karşısına alıyor.”
Soğuk Savaş sonrası Amerika’ya ihtiyacımız olmadığını söyleyen Org. Tuncer Kılınç gibilerin neden dava sürecinde olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyor musunuz?
Dönemin Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in Birand ve Çandar’a verdiği demeçten de bir alıntılama yaparsak, meseleyi daha iyi idrak etmiş olacağız.
“ (…) İyi olan, Meclisinizin büyük bir çoğunluğu (AKP demek istiyor), bizim taleplerimizi desteklemek yanlısıydı. Kötü olansa, oylama yöntemi nedeniyle istediğimiz çoğunluğu (CHP’yi ve çoğu bu dönem Meclis dışında kalan AKP’lileri kast ediyor) tam olarak elde edemedik ne yazık ki... Ve Türkiye'de bize destek olacağını düşündüğümüz (buraya dikkat), aramızdaki ittifakın çok önemli geleneksel destekçisi kurumlardan aradığımız desteği bulamadık.
Soru: Hangileri özellikle?
Tahmin ediyorum ki biliyorsunuz hangilerini kastettiğimi, ama örneğin ordu... Ordu, hangi nedenle olursa olsun, o önemli ve de oynamaları gereken liderlik konumuna tam olarak sahip çıkamadı…” (Radikal, 07.05.2003)
Dediğim gibi, Ergenekon bazı dik kafalıları susturmak için güzel bir araç olmuştur. Türkiye’nin İsrail ve Siyonistlerin istekleri doğrultusunda Yeni Osmanlı olmasına karşı geliştirilebilecek refleksler öldürülmek isteniyor. Son 17 Mayıs Cumhuriyet Mitingi’ni “Ergenekon Mitingi” olarak tanımlayan F basınının ne yapmak istediğini anlamak güç mü? Tüm bu yazılanlardan, söylenenlerden sonra; ABD’ye mesafe koymaya çalışan, diğer ortaklıkları düşünen, milli kimliği ön planda tutan önemli kişilerin içeriye alınması, sizce anlamlı değil mi?
Ergenekon konusunda son alıntı da Soner Yalçın’ın “Darbeyi sadece askerler mi yapar?” yazısından:
“Almanya’da Weimar Cumhuriyeti’ni kim yıktı:
Adolf Hitler.
Hitler’in kurduğu cumhuriyetin adı neydi:
Demokratik Cumhuriyet.
Hitler’in parlamento darbesiyle kurduğu bu cumhuriyetin silah gücü neydi: Polisler.
Hitler’in diktatör olmak istediğini anlamayıp ona “yetki kanunu” veren kimlerdi: Merkez sağ partiler.
Hitler’i diktatör yapacak yasalara ve uygulamalara mecliste karşı çıkan kimdi: 88 sosyal demokrat milletvekili.
Hitler’in arkasındaki meclis gücü neydi:
441 milletvekili.
Hitler’e karşı çıkan basının ve muhalefetin başına ne geldi:
Hepsi cezaevine tıkıldı.
Hitler’in Reichstag yangını gibi provokasyonlarla kandırıp ele geçirdiği son kurum neresiydi:
Alman Ordusu.” (Hürriyet; 18.01.2009)
Ilımlı İslam ve Yeni Osmanlı: ABD’de bu konuda çıkan tüm haberleri, kitapları buraya taşısak yeni bir kitap çıkarırız, sanırım. Şöyle bir, süreci göz önüne alırsak Richard Holbrooke, Noah Feldman, Graham Fuller gibi neocon Amerikan dış politika kuramcılarının yazdıklarını anımsıyoruz. Kemalizm’e sataşıp, ılımlı İslam’a yanaşan ABD’yi tüm yazılanları bildiğimizde daha iyi anlıyoruz. Tayyip Erdoğan’ın Davos tiyatrosu sonundaki “padişah” pankartlarını da iyice hatırlayın ve bildiklerinizle birlikte ilerlemeyi sürdürelim.
“Irak Anayasası'nın hazırlanma sürecinde danışman olarak çalışan Feldman, anayasaya şeriat hükümlerini sokan profesör olarak da biliniyor... Feldman, 2003'de yayımlanan ‘After Jihad’ (Cihaddan Sonra) adlı kitabında Türkiye'nin ‘zorlayıcı bir laik rejimi’ olduğunu ve Atatürk'ün getirdiği laik sistemi bir kenara bırakıp ‘İslami renklerin daha belirgin olduğu bir yapıya bürünmesinin daha iyi olacağını’ iddia ediyor.
2008’de yayımlanan “The Fall and Rise of the Islamic State” (İslam Devletinin Düşüşü ve Yükselişi) adlı kitabında ise geçmişte İslam şeriatının çöküş yaşamış olmasına rağmen yeniden yükselişe geçebileceğini, bu sürecin sonunda hilafetin geri dönebileceğini öne sürüyor.” (İ. Yezdani; Milliyet Pazar, 14.12.2008)
İpek Yazdani’nin ılımlı İslam kuramcısı Feldman’la yaptığı o röportajdan bir de alıntı yapalım:
“Washington’da genel olarak insanlar Türkiye’de ABD’ye sempati duyan bir hükümet olmasını isterler. ABD karşıtı ve laik bir partiden çok, ABD taraftarı ve dine yönelmiş bir parti tercih edilir. Gerçek bu.”
Yeni Osmanlı planlarında, birinci koşul laikliğin aşındırılması ve askerin geri plana itilmesi, ikinci koşul ulusal kimliğin aşındırılması ve etnik kimliklerin (Kürt) ortaya çıkarılması gibi görünüyor. Kitlelerin manipülasyonu için de değişik imajlar (Davos Fatihi, Son Osmanlı Padişahı gibi) kullanılıyor.
Laikliğin aşındırılması ve ılımlı (light) İslam savlarının yürütülmesinin ne biçimde olduğunu zaten gördük ve görüyoruz. Bu konuda çok derine inmeye gerek yok. Feldman’dan aktardığımız tümceler de bu konudaki netliği ortaya koyuyor. Askerin edilginleştirilmesinde Ergenekon (Ümraniye) davasının ve dış baskıların etkilerini de rahatça gözlemliyoruz ve bu konuda bir önceki başlıkta açık örnekler vermiştik.
Diğer önemli konu ise “Yeni Osmanlı” çerçevesinde Kürt kimliğinin ön plana getirilmesi. Kürt açılımları iki ayaktan yürütülüyor; fakat tek amaca hizmet ediyor: Barzanicilik. Yürütülen politikalardan birincisi, Türkiye ayağı. TRT 6’nın açılmasını yerel dillere yönelik hizmet açısından hoş karşılayabilirsiniz; fakat resmen ve resmi kanal yoluyla yeni bir ulus yaratılıyor orada. Kültürel izlenceler vs. buna hizmet ediyor. Bununla bitiyor mu, hayır! 20 Mayıs akşamı, TRT 6’da Mesud Barzani’nin babası olan Molla Mustafa Barzani için özel bir program yapıldı. Program, Barzani ve KDP’ye (Kürdistan Demokrat Partisi) övgülerle sürdü ve “Ölümsüz Mustafa Barzani” belgeseliyle son buldu. Yazının başında Talabani’nin kadrosundan Araslan Baez’in yaptığı “AKP’ye destek” açıklamasını da göz önüne alırsak; Türkiye’de DTP’nin yumuşatılması veya tasfiye edilmesiyle, oraya Fethullahçı-Barzanici özerk bir yapılanmanın egemen kılınmasının istendiğini görebiliyoruz. Hasan Cemal’in Karayılan’la yaptığı röportajı da bu çizgide değerlendirebiliriz.
Irak’ın kuzeyindeki gelişmelere baktığımızda ise, son günler adına en vurucu gelişmenin entelektüel Fethullahçıların adı olan Abant Platformu’nun yaptığı Erbil toplantısı (15 Şubat) olduğunu söyleyebiliriz. İşte o toplantıdan bir alıntı:
“Türkiye özellikle Irak Kürdistan’ı ve çevresiyle ilişki sorununu çözmezse, Orta Doğu’da barış ve hakemlik rolünü devam ettirmesi zordur. Bugün, Türkiye’de, Ankara’nın çevre ülkeleriyle ilişkilerinde var olan sorunların kalkması için büyük bir süreç başlatılmış durumda. Türkiye, AKP’nin iktidarı altında yeni bir Osmanlıcılık dünyası kurmak istiyor. Eğer Türkiye Irak Kürdistan’ı ile uyumlu olmazsa bu sürecin yürümesi zor olabilir.” (Kürdistan Bölgesi Hükümeti’nin eski Kültür Bakanı Sami Şorış; kaynak: odatv.com)
Şimdi i’lerin noktalarının daha net konduğu kanısındayım.
Yeni Osmanlı düşlerinin dış politika ayağı için Suriye’yi İran’dan koparmak, Filistin’i yumuşatmak stratejilerinin yaşama sokulduğunu görmekteyiz. Son zamanlarda Suriye’yle yapılan anlaşmalar, Abdullah Gül’ün Suriye ziyaretleri bunun kanıtıdır. Peki, Amerika baskısı varken, Ahmet Necdet Sezer’in Suriye ziyaretine yandaş basın niye karşı çıkmıştı? Filistin meselesine gelince, Tayyip Erdoğan’ın Davos gösterisinden sonra, Arap dünyasında [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] gibi karşılandığını biliyoruz. Bilinmeyen bir şey de ekleyeyim; Türkiye, Hizbullah’ı İran’dan koparmak üzere. Bu bilgi, o zaman bakan olmayan Ahmet Davudoğlu’dan alındı.
Yeni anayasa tartışmaları da bu konunun merkezinde yer alıyor aslında. 1982 Anayasasını demokratikleştirmek, sivilleştirmek değil; 1982 Anayasasının bile yıkamadığı bazı değerleri son darbeyle yıkmak istiyorlar. Keza, Kenan Evren de “Türkiye eyaletlere bölünmelidir, Kürtçe resmi dil olmalıdır” gibi demeçleriyle, hangi tarafta olduğunu göstermiştir.
Yeni Osmanlıcılık için son örneklemeyi de Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması olayıyla verebiliriz. Ankara’nın tasfiyesi, Türkiye’nin küçültülmesi operasyonunun bir parçasıdır MB’nin İstanbul’a taşınması.
Özetlemek gerekirse;
* Türkiye’nin ve Ankara’nın (merkezî yapı) hatta tüm ulus devletlerin zayıflatılması,
* Türkiye’nin ılımlı İslam adıyla model gösterilmesi ve Obama’nın ve Erdoğan’ın imajından faydalanmak (ifade Kissinger’a aittir),
* İran ve Rusya’nın elinin zayıflatılması ve çevrelenmesi,
* Bu yapıya muhalif olanların sindirilmesi,
* Federatif, serbest piyasacı, Anglo-Sakson güdümünde bir Osmanlı yaratılmak istenmektedir.
Diyeceksiniz ki Osmanlı olmak bizi büyütür, neden korkalım? Yanıtı basit: Türkiye küçülecek, varsayımsal bir Osmanlı oluşacak. Egemenliği Türklere ait olan bir Osmanlı değil yani.
Yazıya girerken Murphy Yasasından söz etmiştik. Bu saydıklarım kötü olasılık mı, peki? Daha da kötüsü var. “Son yıllarda sahnelenen oyunlar, hızla sarılan bir filmi izlemeye benziyor. Türkiye bölgede üzerine en çok bahis açılan ülke. Morton Abromowitz 1995 yılında ‘Önce SSCB, ardından Yugoslavya… Sıra Türkiye’de!’ dememiş miydi?” (Banu Avar; Politika Dergisi, Sayı 12) İşte en kötü olasılık da bu. Türkiye’de etnik unsurların kaşınmasıyla ırkçılığın ve karşı-ırkçılığın körüklenmesi sonucunda ortaya çıkacak bir iç savaş ve Yugoslavya sonu. Bunu engellememiz için ulus devlet yapısını korumamız ve [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] seçeneğinin bizi iç savaşa götürebileceğini bilerek buna karşı durmamız gerekiyor.
Neden mi? Nedenini merhum Kışlalı’dan alalım:
“Bu köşede birçok kez yazıldı: Tito Yugoslavya'nın bütünlüğünü, etnik grupların kurumsallaşmasına bağlamıştı. Yani farklılıkları kurumsallaştırmıştı. Tito öldü, Yugoslavya kan içinde boğuldu. Paramparça oldu.
Atatürk ise benzerlikleri kurumsallaştırdı... Öldü. Yolundan sapıldı. Aymazlıklar, hıyanetler yaşandı. İçeriden dışarıdan onca çaba sarf edildi. Türkiye hâlâ ayakta ve bütünlüğünü koruyor.” (A. Taner Kışlalı; Cumhuriyet, 27.08.1997)
Türkiye’yi ancak, 1919 yılındaki gibi, etnik, kültürel, bölgesel, inançsal ayrılıklardan arınmış bir ulusal bütünleşme düzlüğe çıkarır. Kurumsal kimliğimiz ayrılıklar üzerinden değil, yüzyılların birikimi ile oluşan ortak kültürümüz üzerinden şekillenmelidir. Geriye kalan yolların hepsinin sonu Washington’a çıkıyor.
Bu yazımda, her şeyi açık açık yazmaktansa yol işaretlerini gösterip, gerisini sizlerin yorumuna bırakmayı yeğledim. Umarım, aydınlatıcı olabilmiştir. Son söz için de Özden’den bir alıntı yapalım:
“Susmak, sanıkların hakkıdır. Sonra pişman olursun. Unutma ki susmanın sorumluluğu taşınamayacak ölçüde ağırdır.” (Y. Güngör Özden; Cumhuriyet, 05.02.1999)
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Gaflet, Dalalet ve Hatta Yeni Osmanlı
Alıntı:
Atatürk ise benzerlikleri kurumsallaştırdı... Öldü. Yolundan sapıldı. Aymazlıklar, hıyanetler yaşandı. İçeriden dışarıdan onca çaba sarf edildi. Türkiye hâlâ ayakta ve bütünlüğünü koruyor.” (A. Taner Kışlalı; Cumhuriyet, 27.08.1997)
Türkiye’yi ancak, 1919 yılındaki gibi, etnik, kültürel, bölgesel, inançsal ayrılıklardan arınmış bir ulusal bütünleşme düzlüğe çıkarır. Kurumsal kimliğimiz ayrılıklar üzerinden değil, yüzyılların birikimi ile oluşan ortak kültürümüz üzerinden şekillenmelidir. Geriye kalan yolların hepsinin sonu Washington’a çıkıyor.
Yeni bir savaş çıkmadıkça milletimizin büyük bir bölümüne ne yazıkki "İYİ UYKULAR TÜRKİYEM" şeklinde seslenmeye devam edeceğiz.