18 Mart 2022, 09:03 | #1021 |
Çevrimdışı ♪ Lafazan FM ♪
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | General Jean Hamilton’un Çanakale Hatıralarından General Jean Hamilton’un Çanakale Hatıralarından 18 Mart 2010 “7 Nisan 1915, İskenderiye: Yahudilerden faydalanacağımıza inandım. Onları kendi çıkarlarımız için istismar edip Yahudi gazetecilerin ve bankerlerin çabalarını sağlardık; Yahudi gazeteciler bizim davamıza renk katar, Yahudi bankerler de kesemize para yağdırırdı. 17 Haziran 1915: Merakımı mucip olmuştur; karşımızda Hristiyanlara düşman bir Müslüman eri ols, hatta o er kısmen aç olsa, kendisine 10 şiling verilse ve iyi bir akşam yemeği ile karnı doyurulsa, ne yapardı acaba? Maamafih, dünyada Osmanlı Türkü’nden başka din uğruna canını fedaya münakaşasız hazır bir millet ve asker yoktur. Teslim olması için her asker başına 10 şiling yerine 50 ingiliz lirası teklif etsek yine de Türk askeri onu suratımıza çarpar, dünyaya rezil oluruz. 30 Haziran 1915, İmroz: Garip! Çerkez asıllı Türk esirlerinden biri, yaralı bir İngiliz askerini ateş altınta sırtına alıp taşımış. 5 Temmuz 1915, İmroz: Saat altıda Türkler hat halinde değil, bir çeşit arı sürüleri gibi yığınlarla hücuma devam etmekteydiler. Çalılıklar içinden binlerce Türk çıkıyordu. Makineli tüfeklerin yaylım ateşiyle çoğu öldürüldü. Cesetleri topraklar üzerinde duruyor. On güne kalmaz, Türk askerleri tamamiyle eriyecektir! 21 Ağustos 1915, İmroz: Saat sabaha karşı 4.30 idi. 11.tümenin, Türklerin ileri mevzilerini ele geçirdikleri haberi geldi. Yeniden karakol dağa tırmandım. Bu sefer İsmailoğlu tepesini hiçbir kuvvet elimizden kurtaramazdı. Sabah erken saatlerde durumda umulmadık bir değişme başladı. Gittikçe yoğunlaşan bir sis, etrafı göz gözü görmez hale getirmişti. Top, tüfek, sesleri birer birer azaldı ve cephe sustu. Tabiat Türkleri gizlemiş, Allah onları korumuştu. 2 Eylül 1915, İmroz: Dün gece çok acayip ve korkunç bir rüya gördüm. Çadırım İmroz adasında olduğu halde Hellas burnunda boğuluyordum. Boğazımı sıkan elin baskını hala hissediyorum. Sular başıma yaklaşıyor. Hiç böylesine korkunç rüya görmemiştim.” Çanakkale Müttefik Orduları Başkomutanı General Jean Hamilton |
|
18 Mart 2022, 09:12 | #1022 |
Çevrimdışı ♪ Lafazan FM ♪
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | CİDDİ Bİ YAZI( İLAH ATATÜRK MÜ - İNSAN ATATÜRK MÜ) Türk’ün Amentüsü Can Dün*dar, Ata*türk’ü an*la*tan bir film ha*zır*la*mış: İs*mi: MUS*TA*FA. Ben o fil*mi he*nüz gör*me*dim; ama mut*la*ka git*mek ve gör*mek is*ti*yo*rum. Can Dün*dar’ı, bir TV prog*ra*mın*da din*le*dim. Di*yor*du ki: “Ben bu film*le in*san Ata*türk’ü an*lat*mak is*te*dim!” 2008 yı*lın*da, Tür*ki*ye’de “in*san Ata*türk’ü” an*lat*mak ko*lay de*ğil*dir. Ba*zan, dağ*la*rı de*vir*mek ka*dar zor bir iş*tir. Ata*türk üze*ri*ne ya*zı*lan sek*sen ki*tab oku*du*ğum, Ata*türk’ü bi*raz ta*nı*dı*ğım için böy*le ya*zı*yor; böy*le dü*şü*nü*yo*rum. Çün*kü Tür*ki*ye’de, ba*zı çok et*ki*li ve çok yet*ki*li kim*se*le*rin ve çev*re*le*rin “in*san Ata*türk’ü” din*le*me*ye ve din*let*me*ye ta*ham*mül*le*ri yok*tur. On*lar, mil*le*ti*mi*zin kar*şı*sı*na, hep bir, “ilâh Ata*türk” koy*muş*lar*dır. Bu çok yan*lış bir uy*gu*la*ma*dır. 21. yüz*yıl*da, Ata*türk ko*nu*sun*da, ar*tık biz de, da*ha doğ*ru, da*ha me*de*nî öl*çü*ler içe*ri*sin*de dü*şün*mek, yaz*mak, ko*nuş*mak mec*bu*ri*ye*tin*de*yiz. Me*se*lâ ben, bir kim*se*nin, ak*la, man*tı*ğa, müs*bet ilim*le*re da*ya*na*rak, Ata*türk’ü sa*at*ler*ce ten*kid et*me*si*ne kat*la*na*bi*li*rim. Hat*ta o ki*şi*yi zevk*le din*le*ye*bi*li*rim Ama ay*nı kim*se*nin, Ata*türk’e bir*kaç ke*li*mey*le ha*kâ*ret et*me*si*ne ta*ham*mül ede*mem. Ata*türk ko*nu*sun*da, dev*le*ti*mi*zin res*mî gö*rü*şü*ne de ka*tiy*yen ka*tı*la*mam. Dev*le*ti*miz “in*san Ata*türk” ye*ri*ne, çok yan*lış, çok lü*zum*suz bir inat*la, bi*ze “ilâh Ata*türk” da*yat*ma*sın*da bu*lun*du*ğu için, Ata*türk’e dev*le*ti*mi*zin gö*züy*le ba*ka*mam. Çün*kü aziz dev*le*ti*miz, biz*zat için*de bu*lun*du*ğum ba*zı res*mî tö*ren*ler*de, yüz*ler*ce ki*şi*yi ba*ğır*ta ba*ğır*ta, Ata*türk’ü şöy*le an*la*tı*yor*du: “1- Ata*türk en bü*yük in*san*dır! 2- Ata*türk en bü*yük Türk’tür! 3- Ata*türk en bü*yük ku*man*dan*dır! 4- Ata*türk en bü*yük dâ*hi*dir! 5- Ata*türk en bü*yük öğ*ret*men*dir! 6- Ata*türk en bü*yük in*kı*lâp*çı*dır! 7- Ata*türk en bü*yük teş*ki*lat*çı*dır! 8- Ata*türk en bü*yük li*der*dir! 9- Ata*türk en bü*yük dev*let ada*mı*dır! 10- Ata*türk en bü*yük si*ya*set ada*mı*dır!” Ol*du mu şim*di? Be*ğen*di*niz mi? Doğ*ru*su, Ata*türk bu 10 tes*bi*tin hiç*bi*ri*sin*de yok*tur. Yok*tur, çün*kü dün*ya ya*ra*tıl*dı ya*ra*tı*la*lı, bu on özel*li*ği ken*di bün*ye*sin*de top*la*yan bir kim*se, da*ha ana*sın*dan doğ*ma*mış*tır. Aca*ba bu 10 mad*de*nin ba*şın*da*ki (en) za*mir*le*ri*ni kal*dı*ra*rak Ata*türk’ü an*lat*sak ne olur? “Ol*ma*aaa*az!” O za*man kar*şı*mı*za “in*san Ata*türk” çı*kar di*yen*ler var. Beş-on man*ka*fa, beş-on ruh*suz, kök*süz, iman*sız dı*şın*da kim*se*ye “ilâh Ata*türk’ü” sev*di*re*me*yiz, ka*bul et*ti*re*me*yiz! Bu yan*lış*tan, vaz*geç*me*li*yiz. Bi*ze, “in*san Ata*türk’ü” ta*nıt*ma*ya ve sev*dir*me*ye ça*lı*şan Can Dün*dar’ı teb*rik edi*yo*rum. MUS*TA*FA fil*mi do*la*yı*sıy*la, âde*ta kü*çük kı*ya*met ko*pa*rıl*dı. Ga*ze*te*ler*den, rad*yo*lar*dan, te*le*viz*yon*lar*dan, müt*hiş bir yay*lım ate*şi var. Bir ke*re da*ha gö*rül*dü ki: “İlâh Ata*türk”, zih*ni*ye*tiy*le ye*ti*şen*ler “in*san Ata*türk”ü gör*me*ye, din*le*me*ye, oku*ma*ya… ka*ti*yen ta*ham*mül ede*mi*yor*lar. Bu deh*şet*li ta*as*sup, sa*nı*yo*rum ki da*ha bir el*li se*ne de*vam ede*cek*tir. Ya*ni biz her*hal*de 2058 yı*lın*da Ata*türk’ün de bir in*san ol*du*ğu*nu, ye*di*ği*ni, iç*ti*ği*ni, öf*ke*len*di*ği*ni, sö*vüp say*dı*ğı*nı, kork*tu*ğu*nu, bir*ta*kım za*af*lar*la yük*lü bu*lun*du*ğu*nu… ra*hat*lık*la ko*nu*şa*bi*le*ce*ğiz. Ya*ni, da*ha me*de*nî bir ül*ke*de ya*şa*ma*ya baş*la*ya*ca*ğız. Yal*nız şu hu*su*su, bil*has*sa be*lirt*mek is*ti*yo*rum: “İlâh Ata*türk” saf*sa*ta*sı*nın ya*yıl*ma*sın*da, uy*gu*lan*ma*sın*da… Ata*türk’ün bir gay*re*ti ol*ma*dı. “İn*san Ata*türk”ü, et*ra*fın*da*ki dal*ka*vuk*lar ilâh*laş*tır*ma*ya ça*lış*tı*lar. Bu*nun yüz*ler*ce ör*ne*ği var. Me*se*la CHP Edir*ne Mil*let*ve*ki*li Şe*ref Ay*kut KA*MA*LİZM isim*li bir ki*tap yaz*dı. Ka*ma*liz*mi dik*kat*le oku*dum. Ş. Ay*kut di*yor*du ki: “Ka*ma*lizm, bü*tün din*le*rin fev*kin*de bir ya*şa*mak di*ni*dir!” Son*ra CHP’nin al*tı oku*nu, Ka*ma*lizm di*ni*nin al*tı te*me*li ola*rak açık*lı*yor*du. Cum*hu*ri*yet dev*ri*mi*zin, Ne*cip Fa*zıl, Yah*ya Ke*mal, Fa*zıl Hüs*nü… dı*şın*da ka*lan şa*ir*ler top*lu*lu*ğu, Ata*türk’ten ya pey*gam*ber, ya tan*rı, ilâh, Al*lah ve*ya put ola*rak bah*se*den şi*ir*ler yaz*dı*lar. Me*se*la CHP mil*let*ve*ki*li Ke*ma*let*tin Ka*mu’ya gö*re, ar*tık bi*zim Ka*be*miz Çan*ka*ya ol*ma*lıy*dı: Ne örüm*cek ne yo*sun/Ne mu*ci*ze ne fü*sun. Kâ*be Arab’ın ol*sun/Çan*ka*ya bi*ze ye*ter… Bir baş*ka müf*rid CHP’li olan Beh*çet Ke*mal Çağ*lar, Pey*gam*be*ri*miz için ya*zı*lan Sü*ley*man Çe*le*bi mev*li*di*ni, baş*tan so*na ka*dar Ata*türk için de*ğiş*ti*ri*yor çık*tı*ğı kür*sü*ler*de ye*ni mev*li*di*mi*zi oku*yor*du: “Ol Zü*bey*de Mus*ta*fa’nın âne*si Doğ*du on*dan ol gü*neş dür*da*ne*si. Gün ge*lip ol*du Rı*za’dan ha*mi*le Vakt eriş*ti haf*ta vü ey*yam ile. Kim di*ler*siz, bu*la*sız od*dan ne*cat Ata*türk’e Ata*türk’e es*se*lat!” Muh*te*şem dal*ka*vuk*la*rı*mız*dan Edip Ayel, ay*nı şii*rin için*de, Ata*türk’ü hem pey*gam*ber hem de Al*lah, ola*rak gös*te*ri*yor*du: “Zin*dan ke*si*len ruh*la*ra bir nur gi*bi doğ*dun, Türk ır*kı*nın en son ulu pey*gam*be*ri ol*dun. Öl*mez bi*ze cen*net*le*rin uf*kun*dan inen ses, İn*san*lar ölür; Türk*lü*ğe Al*lah olan öl*mez!” İs*la*mın Amen*tü*sün*de, ima*nın al*tı şar*tı mı açık*la*nı*yor*du, kap*ka*ra yüz*lü, kap*ka*ra ruh*lu mo*dern yo*baz*lar da, der*hal TÜRK’ÜN AMEN*TÜ*SÜ’nü ha*zır*lı*yor, onu on bin*ler*ce bas*tı*ra*rak Müs*lü*man hal*ka da*ğı*tı*yor*lar*dı. O ye*ni amen*tü*de di*yor*lar*dı ki: “Kah*ra*man*lık ör*ne*ği olan ve va*ta*nın is*tik*ba*li*ni yok*tan var eden Mus*ta*fa Ka*mal’a, onun cen*ga*ver or*du*su*na, yü*ce ka*nun*la*rı*na, mü*ca*hit ana*la*rı*na ve Tür*ki*ye için ahi*ret gü*nü ol*ma*ya*ca*ğı*na iman ede*rim!..” Be*ğen*di*niz mi? Eğer Tür*ki*ye’de bir*ta*kım çev*re*ler, Ata*türk’e uzak du*ru*yor*lar*sa ve*ya onu sev*mi*yor*lar*sa, is*te*mi*yor*lar*sa, se*bep*le*rin ba*şın*da, bu mo*dern Ata*türk yo*baz*la*rı*nın, bu ruh*suz, iman*sız, vic*dan*sız gü*ru*hun Ata*türk’ü ilah*laş*tır*mak ah*mak*lı*ğı var*dır. Din ve dün*ya iş*le*ri*ni bir*bi*rin*den ayır*mak is*te*yen Ata*türk’e, ta*ma*men di*nî bir hü*vi*yet ka*zan*dır*ma*ya ça*lış*mak “gaf*let*tir, da*la*let*tir ve iha*net*tir!” Ki*me? Mil*le*te, dev*le*te, Ata*türk’e! |
|
18 Mart 2022, 18:22 | #1023 |
Çevrimdışı # Forum Dedesi #
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: General Jean Hamilton’un Çanakale Hatıralarından Eline sağlık kardeş kıymetli bilgiler...
__________________ Yahudi mi dediniz? onlar yumurtalarini pisirmek icin dunyayi atese vermekten cekinmeyen LANETLILERDIR!!! Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
18 Mart 2022, 18:23 | #1024 |
Çevrimdışı # Forum Dedesi #
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: BİR ÇANAKKALE HATIRASI Eline sağlık kardeş kıymetli bilgiler...
__________________ Yahudi mi dediniz? onlar yumurtalarini pisirmek icin dunyayi atese vermekten cekinmeyen LANETLILERDIR!!! Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
18 Mart 2022, 18:24 | #1025 |
Çevrimdışı # Forum Dedesi #
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: CENNET İÇİN YARATILMIŞ İKEN NEDEN DÜNYADAYIZ Eline sağlık kardeş kıymetli bilgiler...
__________________ Yahudi mi dediniz? onlar yumurtalarini pisirmek icin dunyayi atese vermekten cekinmeyen LANETLILERDIR!!! Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
20 Mart 2022, 08:57 | #1028 |
Çevrimdışı # Forum Dedesi #
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: BU GÜNÜN DUASI 20-03-2022 Aleyküm selam hayırlı sabahlar amin...
__________________ Yahudi mi dediniz? onlar yumurtalarini pisirmek icin dunyayi atese vermekten cekinmeyen LANETLILERDIR!!! Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
20 Mart 2022, 09:04 | #1029 |
Çevrimdışı ♪ Lafazan FM ♪
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | DİL İLE İŞGAL---(İşgâl dil ile başlar, gelir din’e dayanır.) İşgâl dil ile başlar, gelir din’e dayanır. Yazar Karakaya yabancı dil eğitimine el attığı yazısında, ‘orta zekâ sahibi bir Türk, dünyanın en zor dilini 6 ayda öğrenirken, 9 sene İngilizce okuyup derdini anlatamamak nedir?‘ diye soruyor ve diyor ki: “Ama hesap başka!.. Maksat bize İngilizce öğretmek değil!” Vakit yazarı Hasan Karakaya, emparyalist bir tuzak olduğuna kanaat getirdiği yabancı dil eğitimi meselesiyle ilgili şunları yazıyor: Atalarımız “dil” üzerine epey söz etmişler… Meselâ, “Dil söyler saklanır, belâsını baş çeker” demişler!.. Meselâ, “Dil ile düğümlenen, diş ile çözülmez” demişler!.. Şunu da demişler: “Dil, kılıçtan çabuk öldürür!“ Ama, benim en çok hoşuma giden söz şu: “Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez!” Bu sözlerin temelinde, insanları “dikkatli konuşmaya sevk” amacı yatıyor!.. Zaten, bu yüzden olsa gerek ki; “Dil var bal getirir, dil var belâ!” demişler!.. Evet, bütün bunlar “fertler arasındaki ilişkiler“i iyiliğe ve güzelliğe kavuşturmak için söylenmiş sözler!.. Bu açıdan, hepsi de önemli, hepsi de “altın değerinde” sözler!.. *** BİZE VERİRLER TALKINI! Ama, bir de “uluslararası” bir önemi var “dil“in!.. “Dil“ deyip geçmeyin; “Milletlerarası ve medeniyetlerarası mücadele“de, dilin çok büyük önemi ve etkisi var!.. Hatta, şunu söyleyebiliriz: “Kültürel işgâl“ler önce “dil“le başlar, sonra da “din“e kadar uzanır “Emperyalist” devletler, Türkiye‘ye “yerel dil” ve “anadilde eğitim” dayatmasında bulunurken, kendi ülkelerindeki okulların “bahçelerinde bile” başka bir dil konuşulmasını yasaklıyorlar!.. Malûm, “teneffüste bile Almanca dışında bir dil konuşulmasını yasakladığı” için; bir okul, “2 ayrı vakıf” tarafından ödüllendirilmişti!.. Önceki gün de, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi; nasıl “koyu bir fundamantalist“, yani nasıl “bir köktendinci” olduğunu, şu sözleriyle ortaya koydu: “Biz, farklı etnik unsurlardan oluşan, çok kültürlü bir İtalya istemiyoruz. Kültürümüz ve geleneklerimizle gurur duyuyoruz. Yabancıların bizim yasalarımıza ve yaşama tarzımıza uyum göstermelerini istiyoruz. Önceki gün televizyonda, İtalyan Komünistler Partisi Genel Başkanı Oliviero Diliberto’nun; okullarda birkaç yıla kadar öğrencilerin yarısının Müslümanlardan oluşacağından bahisle; Müslüman öğrencilere Kur’an-ı Kerim öğretilmesi biçimindeki öneriye karşı olmadığını söylediğini duyunca, tüylerim diken diken oldu. Biz buna karşıyız. Çok ırklı, çok kültürlü bir İtalya istemiyoruz.” *** BURADAN İNGİLİZ TANKLARI MI GEÇTİ? Peki; Almanya ve İtalya, hatta bütün Avrupa, böylesine bir “tutuculuk” içindeyken, “bizler” ne durumdayız… Bizler üzerinde nasıl “oyunlar” oynanıyor ve “amaçları” ne?.. Millet olarak niçin bu hâllere düştük?.. İçinde bulunduğumuz; “kompleks, yabancı hayranlığı ve yozlaşma“ süreci kendiliğinden mi oluştu, yoksa “sinsî bir strateji“nin ürünü mü?.. Bütün bu soruların cevabını alabilmek için; bugün, sayın Ahmet Kökdemir‘i misafir etmek istiyorum köşeme… Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi olan Yard. Doç. Dr. Ahmet Kökdemir, dil üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor… Sayın Kökdemir, “medeniyetler mücadelesinde; dilin en etkili yol, ucuz ve kalıcı bir fetih vasıtası olduğuna” inananlardan!.. “Samsun’da Çiftlik Caddesi’ne ne zaman çıksam” diyor; “Buradan İngiliz tankları mı geçti?” diye sormaktan kendimi alamıyorum!.. Ve ilâve ediyor: “Esasen İngilizler gelse ve o tabelaları indirmelerini söylese; bizimkiler silahını kuşanır, yine de indirmez o tabelaları!.. İşte, böylesine dehşetli bir dil kuşatması altındayız!“ “İngilizce“nin, dünyayı nasıl bir “ahtapot” gibi sardığını anlatırken; Hindistan, Pakistan ve Bangladeş‘ten örnek veriyor: *** YA ÖĞRENDİLER, YA DOĞRANDILAR! “İngilizler, bu ülkede bir asır kadar kaldı… Ayrılalı da 50 küsur yıl oldu!.. Ama hâlâ resmî dillerinde İngilizce var!.. Peki, nasıl oldu bu?.. Oldu, çünkü; İngilizce bilmeyenleri kömür ocaklarında bile çalıştırmadılar!.. İngilizce’yi resmî dil ilan ettiler!.. Öğrenmeyenlerin parmaklarını, bileklerini kestiler, doğradılar!.. Bu ülkelerde böylece İngiliz kültürü hakim oldu!..“ *** KOLEJLİ BAKAN VE BAŞBAKANLAR! Dilin insanı ruhuna, kültürüne ve köküne döndürdüğünü bilen, bu inceliği keşfeden ve dünyada etkili olmak isteyen güçlerin bu yüzden 1700’lü tarihlerden itibaren Osmanlı topraklarında “okul” açmaya başladığını söyleyen Kökdemir, İngilizler‘in 1700’den 1848’e kadar 118 okul, ABD‘nin ise 1848‘den 1904‘e kadar 465 okul açtığını vurguluyor, “sonuçlarını” ise şöyle açıklıyor: Harput Amerikan Koleji, İstanbul Amerikan Kız Koleji, Merzifon Amerikan Koleji, Robert Koleji bunlardan bazılarıdır. ABD‘nin Osmanlı topraklarındaki bu okullarında 1904’te okuyan toplam öğrenci sayısı ise 22 bin 867 idi!.. Birçok Türk aile veya Türk gibi görünenler, çocuklarını başka isimlerle bu okullarda okuttu!.. Bu okulları bitirenler; petrol şirketlerinin veya zengin Amerikan vakıflarının seçmesiyle ABD’ye gitti!.. Döndüklerinde; bu ülkede, ya başbakan, ya bakan, ya Merkez Bankası başkanı veya basının önemli yerlerinde görev aldı ve Türkiye’nin her meselesiyle ilgili ahkâm kesti!” Robert Koleji‘nin ilk binası için 60 bin dolar, ek binası için 35 bin dolar, mühendislik bölümleri için de 1.5 milyon dolar harcandığını dile getiren Kökdemir; bunun altındaki “hin oğlu hinliği” de şöyle açıklıyor: “Kim başka bir milletin çocuklarını eğitmek için bu kadar masrafa girer?.. Bulgar ihtilâlini çıkarıp Balkanlar’ı kana bulayanlar Robert Koleji mezunlarıdır!.. O okullardan çıkanlar; Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı devlet teşkilâtıyla örgütleyenler, İsrail’i kuranlardır!!!” *** AMAÇ, DİL ÖĞRETMEK DEĞİL! Sayın Ahmet Kökdemir, devam ediyor sözlerine: “Bugün ilkokuldan itibaren her yerde İngilizce var… Öğrenme değil!.. İsterseniz deneyelim. İlkokul 4’te başlıyor, üniversiteye kadar toplam 9 yıl İngilizce eğitimi veriliyor… Üniversitede öğrencilere “Az buçuk İngilizce konuşabilecek var mı?” diye soruyorum, yok!.. Bu işi çok iyi bilenler, “Orta zekâya sahip bir Türk, dünyanın istediği en zor dilini 6 ayda öğrenir” diyor!.. Buna göre 9 sene İngilizce görüp de meramımızı anlatamamak, hangi ifadeyle anlatılır?.. Ama hesap başka!.. Maksat bize İngilizce öğretmek değil. Öyle olsa, neden İngilizce kitapları Oxford Yayınevi’nden alıyoruz?.. Şimdi üniversitede 3-4 hoca yan yana gelsek, ilk, ortaokul, üniversite seviyesinde Türkçe kitabı yazamaz mıyız? Üniversitelerin İngilizce Dili Edebiyatı bölümleri var. Her üniversiteden 3-4 hocayı yan yana getirseniz, çok rahatlıkla her sınıf için İngilizce kitabı yazarlar… Fakat maksat öğretmek değil. Ne kadar kazanacaklarının hesabını yapıyorlar. 16 milyon öğrencimiz var. En düşük rakamdan kitap 10 YTL. Hazırlık’ta 250’den 350 YTL’ye kadar kitap var… Türkiye’de 16 milyon öğrenci var. 10 YTL’den, yılda 160 milyon YTL’lik kitap satıyorlar. Yani Oxford Yayınevi‘ne, yılda verdiğimiz parayla her yıl 10 vilayetimize orta ölçekli bir fabrika kurabiliyoruz.!” *** “BU SES, ÇAN SESİ EVLÂDIM!” Bu, olayın “ticarî” boyutu!.. Bir de, “dinî” boyutu var ki, asıl düşündürücü olan taraf, burası!.. “Adamlar” diyor, sayın Kökdemir; “Bir taşla iki kuş birden vuruyor!” Peki, nasıl?.. Bir, “İngilizce öğretmeyen kitaplar” satarak, para kazanıyorlar!.. İki, o kitaplar vasıtasıyla “misyonerlik” yapıyorlar!.. “Bir baba geldi yanıma” diyor, “Çıldıracağım!” diye yakınıyordu!.. Kızı; “Baba, Pazar günleri biz niye kiliseye gitmiyoruz?” diye sormuş!.. “O çocuk, elbette sorar” diyor ve ekliyor: “Çünkü Oxford kitaplarında; Mr. Braun, Cek’le Mari’nin ellerinden tutuyor, kiliseye götürüyor!.. Parkta oturuyorlar!.. Cek’le Meri; “Baba bu neyin nesi?” diyor… Braun, “Bu ses, çan sesi evlâdım. Pazar günü sizi kiliseye götüreceğim” cevabını veriyor!” Peki, bu kitap, Oxford Yayınevi‘nden değil de, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Kökdemir‘in elinden çıksaydı nasıl olurdu?.. İşte, Kökdemir‘in cevabı: “O İngilizce kitabını ben yazarsam; Cek’leri, Meri’leri değil, bizim Ahmet’leri, Ayşe’leri alır, parka giderdim!.. Braun’un oturduğu banka, Ahmet Kökdemir oturur ve çocuklar, “Baba bu ne?” diye sorduklarında, şu karşılığı verirdim: “Bu ses, ezan sesidir evlâdım… O ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli!..” Sonra da; “Gelin, şöyle şadırvana doğru ilerleyelim, kolları sıvayalım, hadi namaza da gidiverelim” derdim!.. Evet, ben olsam böyle yazardım bu kitabı… Ama Oxford; hem İngilizce’yi öğretmiyor, hem öğretmediği dilden para kazanıyor, hem de kendi dinlerinin propagandasını yapıyor!.. Yani, bir taşla birkaç kuş birden vuruyorlar!“ *** BU VAHŞETİ ANCAK DİL PAKLAR Bir başka örnek olarak da, “İsrail’deki bir TV kanalında düzenlenen yarışma”yı gösteriyor sayın Kökdemir ve diyor ki: “Yarışmanın konusu İsrail’i dünya milletleri önünde iyi tanıtacak ve ona yönelecek birtakım sözleri, olumsuz tavırları anında bertaraf edecek yapıda kabiliyetli elemanlar yarışması!.. Güzel, etkili konuşmalı ve kavrayışı çok yüksek olmalı ki, ani sorularla bocalamasın, İsrail’i aklasın!.. İsrail’in yaptığı şu vahşeti hangi deterjan paklayabilir?.. Sadece dil!.. Bu kadar vahşeti temizleyecek deterjan henüz bulunmadı!.. Birinciye vaat edilen mükâfat külliyatlı para!.. Paranın dışında, ABD’ye gönderip, İsrail Büyükelçiliği’nde basın sözcülüğü görevi veriyorlar!.. Yaşı ne olursa olsun. Dilin gücünü kavrayan her ülke bunlardan faydalanıyor. Ancak biz bu konularda başımız dara düşünce maalesef!!!” ………….. Nasıl; tesbit ve teşhisler “son derece çarpıcı” değil mi?.. O halde, sayın Ahmet Kökdemir‘in son tesbitini aktaralım: “Dil, dehşetli bir güç!.. Dokunduğu yeri ya birleştirir, ya da kökünden koparır!” *** Şimdi, soralım kendimize; “Kök”lerimizden kopmamız, “dil”den kopmamızla mı başladı acaba?.. Sıra, galiba “din“e geldi!.. Öyle ya, “bıçak yarası” geçer; Ama “dilin açtığı yara” geçmez!.. Atalarımız; “dil, kılıçtan çabuk öldürür” derken, bunu mu kastediyordu acaba?.. “Tabelâlar“, hâlimizi anlatmaya herhalde yeter!.. |
|
20 Mart 2022, 09:11 | #1030 |
Çevrimdışı ♪ Lafazan FM ♪
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | NAMAZIN EDASI VE KAZASI HUSUSU Eda ile Kazanın Farkları ve Kaza Namazları 281- Bir namazı vaktinde kılmaya “eda” denir. Vaktinden sonra kılmaya da “kaza” denir. Vaktinde kılınan veya kılınacak olan bir namaza “vaktiyye” veya “salât-ı hazıra” denir. Vaktinde kılınmamış olan bir namaza da “faite” denilir. Bunun çoğulu “fevait” dir. 282- Vaktinde kılınmamış olan beş vakit farz namazlarının kazası farzdır. Vitir namazının kazası ise vacibdir. Sünnetlere gelince: Bir sabah namazı sünneti ile beraber kaçırılınca, o günün güneş doğuşundan (kerahet vaktinin çıkışından) sonra istiva zamanına kadar bu sünnet farz ile beraber kaza edilir. Güneşin yükselişinden (kerahet vaktinden) önce ve istivadan sonra sünnet kaza edilmez. İmam Muhammed’e göre, bu sünnet yalnız olarak kaçırılmış olsa, yine güneşin doğuşundan sonra istiva zamanına kadar kaza edilir. Bir de, öğle namazının her iki sünneti, farza yetişmek için terk edilecek olsa, farzdan sonra evvelki sünnet ve sonra iki rekat sünnet kaza edilir. Fetva bu şekildedir. Böylece vakit içinde sünnet iki defa gecikmemiş olur. Bununla beraber son iki rekat sünnetten sonra da dört rekat sünnet kaza edilebilir. Namazın sırası iki defa değişmemesi için bunu daha iyi görenler de vardır. Cuma namazının ilk dört rekat sünneti hakkında bu öne alma ve sonraya bırakma hükmü vardır. Terk edilen diğer sünnetlerin kaza edilmesi gerekmez. Fakat başlanıldıktan sonra, her nasılsa terk edilmiş olan bir sünnetin (nafile namazın) kazası gerekir. Örnek: Öğlenin son sünnetine başlamış iken, cenaze namazını kaçırmamak için bu Sünnet kesilmiş olsa, bu sünneti sonradan kaza etmek gerekir. 283- Bir namazı özürsüz yere kazaya bırakmak büyük günahdır (kebiredir) Bu namaz kaza edilmekle yerine getirilmiş olur. Fakat bunun geciktirilmesinden dolayı meydana gelen günahın bağışlanması için tevbe etmek ve Allah’dan afv dilemek lazımdır. Herhangi bir bahane ile namazı geciktirip kazaya bırakmakdan son derece sakınmalıdır. Çünkü bunun günahı çok büyüktür. İnsan, gerek yaratıcısına karşı ve gerekse insanlara karşı olan borçlarını bir an önce ödemeğe çalışmalıdır. Hayatın süresi belli, çok azdır! Borçlarını ödemeden ahirete gidenlerin hallerine ne kadar acınsa azdır. UYARI: Kazaya kalan altmış, yetmiş senelik bir çok namazlar belli bir günde (Ramazan ayının son cumasında) kılınacak bir günlük namaz ile kaza edileceği ve böylece bağışlanacağı hakkındaki sözlerin hiç bir dinî değeri yoktur. Bu konuda rivayet edilen bir hadis, hadis alimlerinin ve diğer alimlerin açıklamalarına göre asılsızdır, uydurmadır, ümmetin icmaına da aykırıdır. Çünkü böyle herhangi bir ibadet, senelerce terk edilmiş olan farzların ve vaciblerin yerini tutamaz. Böyle bir iddia, farzların ve vaciblerin terk edilmesini, önemsenmemesini gerektireceğinden akla, şeriata ve hikmete aykırıdır. Günah, kolaylığa sebeb olamaz. Bu usul ilminde bir esastır. Bir de bu hadisi nakledenler hadis alimlerinden değillerdir. Bir kaynak da gösterememektedirler. Artık bu naklin ne değeri olabilir? Kazaya kalan namaz, bizim için yerine getirilmesi gerekir. Biz bunu yerine getirmek zorundayız, bunu yapmazsak azaba hak kazanmış oluruz. Şu kadar var ki, kazaya kalmış olan bir namazı Yüce Allah dilerse bağışlar ve dilerse bağışlamaz. Herhangi bir ibadet sebebiyle de sahibine bir çok sevablar da verebilir. Kimse bunlara karışamaz ve bunlar üzerinde kesin hüküm veremez. Yukardaki iddia, kesinlikle kazası gereken bir namazın, ona denk bir ibadetle kaza edilmesi hakkındaki farziyeti inkar etmektir ki, bu asla caiz olamaz. Bu konu üzerinde, Merhum Aliyyü’l-Kari’nin ve diğer alimlerin incelemeleri vardır. Aliyyü’l-Kari’nin “Mevzuatına”, Abdurrahim Fetvasına ve “Mev’ize-i Hasene’ye” bakılsın!.. 284- Bir kimsenin namazı kazaya kalınca bakılır; Eğer o kimse tertip sahibi ise, bu kaza namazı ile vakit namazları arasında sırayı gözetmek gerekir. Tertib sahibi değilse, bu namazı kaza etmeden diğer namazları kılabilir. 285- Bir kimsenin tertib sahibi sayılabilmesi için, en az altı vakit namazı kazaya kalmamış olmalıdır. Altı vakit namaz kazaya kaldı mı, tertib sahibi olmaktan çıkar; artık onun ne kaza namazları arasında ve ne de kaza namazları ile vakit namazları arasında sırayı gözetmesi gerekmez. 286- Kazaya kalmış namazlarda eskiye ve yeniye gelince, bunlar iki kısımdır. Yakın zamanda kazaya kalanlar altı vakte ulaşınca, ittifakla sıra gözetme gereğini kaldırır. Evvelce kaçırılmış bulunan (eski) namazlara gelince, bunlarda altı vakte ulaşmışsa, geçerli kabul edilen fetvaya göre sıra gözetmenin gereğini kaldırır. Örnek: Bir kimse, vaktiyle bir ay namaz kılmayıp sonradan bunları kaza etmeden vakit namazlarını devamlı olarak kılmaya başlamışken tekrar bir vakit namazını kazaya bırakacak olsa, bu son namazını hatırladığı halde onu kaza etmeden vakit namazını kılabilir. Böyle bir kimse, geçmişteki kaza namazlarını tamamen kılmadıkça tertib sahibi olamaz. Sahih olan görüş budur. 287- Tertib sahibi olan zat, bir farz namazını veya İmamı Azam’a göre vacib olan bir namazı özürsüz yere veya hayız ve nifas gibi namazı düşürecek bir nitelikte olmayan bir özürden dolayı vaktinde kılmamış olsa, bu namazı, ilk vakit namazından önce kaza etmesi gerekir. Çünkü gerek kaçırılan namazların arasında ve gerek bunlar ile vakit namazları arasında sırayı gözetmek esasen şarttır. Ancak kazaya kalan namaz unutulup sonradan hatıra gelmişse veya vakit daralmış veya kaçırılan namazlar çok olur da tertib sahibi olmaktan çıkılmışsa, vakit namazı kılınır. Örnek: Tertib sahibi olan kimse, her nasılsa uykuya dalıp o günün sabah namazını kılamamış olsa, bu sabah namazını o günkü öğle namazından önce kaza etmesi gerekir. Bunu hatırladığı halde onu kaza etmeksizin öğlen namazını kılsa, bu namaz İmam Muhammed’e göre bozulur. İmam Ebû Yusuf’a göre, farz olmaktan çıkar, nafile olur. İmamı Azam’a göre ise, muvakkat olarak sahih olur. Şöyle ki: Bundan sonra o sabah namazını kaza etmeden beş vakit namazı daha kılacak olsa, bu altı vaktin hepsi de sahih olmuş olur. Fakat böyle beş vakit namazını daha kılmadan o sabah namazını kaza ederse, arada kılmış olduğu vakit namazları fasid olup yeniden kılınmaları gerekir. Yine böyle bir kimse, sabah namazını kaçırmış olduğu halde, bunu unutup öğle namazını kılacak olsa, bu öğle namazı sahih olur. Yine bir kimse, kazaya kalmış olan yatsı namazını fecirden sonra hatırlamış olur da, vakit yalnız sabah namazını kılmaya müsait bulunursa, sabah namazını kılar, yatsı namazını daha önce kaza etmemesi, bu sabah namazının sıhhatine engel olmaz. Ancak kaza namazını hatırladığı halde, vakit namazını pek uzatıp da bu bakımdan vaktin daralmasına sebebiyet verilmiş olursa, o zaman vakit namazı caiz olmaz. 288- Kazaya kalmış namazlar (faiteler) birkaç tane olur da, vakit bunlardan yalnız bir kısmı ile vakit namazına müsait bulunsa, sahih olan görüşe göre, sırayı gözetme gereği düşer. Yine bir kimsenin, vitirden başka altı vakitten çok veya altı vakit namazları kazaya kalmış olsa, bunları kaza etmeden vakit namazlarını kılması sahih olur. Çünkü bu durumda tertibe riayet edilmesinde güçlük vardır. Kazaya kalmış namazlar (faiteler), vitirden başka altı vakit olunca çok sayılır, altıdan az olunca da az sayılır. (İmam Şafîî’ye göre, kazaya kalan namazlarla vakit namazları arasında sıra gözetilmesi şart değildir, müstahabdır.) 289- Bir kimse, bir günlük namazlarından birini kaçırmış olduğu halde, bunu bir türlü belirleyemezse, bir günlük namazını yeniden kılar. Çünkü böyle yapmakla kazaya kalan namaz, kesinlikle kılınmış olur; diğerleri de birer nafile olur. İki, üç ve daha ziyade günlerde birer vakit namaz kaçırılmış olduğu halde, bunların hangi namazlar olduğu belirlenemeyince de, o kadar günün namazları yeniden kılınır. 290- Kazaya kalan namazlar bir çok olunca, bunların her birini belirleyerek niyet edilmesi gerekmez; çünkü bunda güçlük vardır. Onun için şöyle niyet edilmesi uygun olur: “ilk veya en son kazaya kalmış sabah veya öğle namazını kılmaya” diye kılınır. 291- Bir kimse, ne kadar namazı kazaya kaldığını bilmese, kuvvetli olan görüşüne göre hareket eder. Üzerinde kaza namazı kalmadığına kanaat getirinceye kadar kaza namazı kılar. 292- Bir kimse, bir namazı kılıp kılmadığında şüphelense, namazın vakti henüz çıkmamışsa onu yeniden kılar. Namazın vakti çıktıktan sonra şübhelense, bir şey yapması gerekmez. Çünkü farzın sebebi olan vakit çıkmıştır. Bir müslümanın namazını vaktinde kılmış olması ise bir asıldır. 293- Müslüman olmayanların yurdunda İslâm’ı kabul edip bilgisizliğinden dolayı namazlarını kılamamış olan bir kimse, sonradan İslâm yurduna gelip din görevlerini öğrense, önceki namazları kaza etmesi gerekmez. Fakat İslâm ülkesinde bulunup da ihtida eden (islamı kabul eden) kimse, bu hususta özürlü sayılmaz. İslâmı kabul ettiği tarihten itibaren namazlarını kılmakla yükümlü olur. Çünkü İslam yurdunda cehalet bir özür sayılmaz. Herkes din görevlerini ehlinden sorup öğrenebilir. 294- Bir kimse kaza namazını kılarken, cemaatle vakit namazına başlanacak olsa, namazını tamamlamadıkça cemaate katılmaz, ister tertib sahibi olmasın. 295- Kazaya kalan aynı vaktin namazı, usulü üzere cemaatle, de kılınabilir. Cemaat bahsine bakılsın!. 296- Kaza namazlarının evde kılınması daha iyidir. Çünkü günahları örtüp açıklamamak lazımdır. Böyle bir açıklama Hakka karşı saygısızlık sayılır ve başkaları için de kötü bir örnek olabilir. 297- Bir kadın: “Yarınki gün şu kadar namaz kılayım veya şu kadar gün oruç tutayım.” diye niyet ettiği halde o gün adet görmeye başlasa, o namazı veya orucu temiz olacağı günlerde kaza eder. 298– Kaza namazlarının belli vakitleri yoktur. Üç kerahet vakti dışında, istenilen her vakitte kaza namazı kılınabilir. Örnek: Kazaya kalmış bir öğle namazı akşamdan sonra kılınabileceği gibi, bir akşam namazı da öğleden önce veya sonra kılınabilir. 299- Kaza namazları ile uğraşmak, nafile namazları ile uğraşmaktan daha iyi ve daha önemlidir. Fakat farz namazların müekked olsun olmasın, sünnetleri bundan müstesnadır. Bu sünnetleri terk ederek bunların yerine kazaya niyet edilmesi daha iyi değildir. Bu sünnetlere niyet edilmesi evladır. Hatta kuşluk ve tesbih namazları gibi, haklarında nakil bulunan nafile namazlar da böyledir. Bunlara da böyle nafile olarak niyet etmek evladır. Çünkü bu sünnetler, farz namazları tamamlar, bunların yerine getirilmesi mümkün değildir. Kaza namazlarının ise, muayyen vakitleri olmadığı için onların her zaman yerine getirilmesi mümkündür. Bununla beraber namazları kazaya bırakmak günahtır. Bu günahdan mümkün olduğu kadar kurtulmak için sünnetleri feda etmek uygun olmaz. Böyle bir günahı işleyen kimsenin fazla ibadet ederek Allah’ın bağışlamasına sığınması gerekirken, hakkında Peygamber şefaatinin tecelli etmesine vesile olacak bir takım sünnet ve nafileleri terk etmek nasıl uygun olabilir? Hem bir kısım vakit namazlarını kazaya bırakmak, hem de diğer bir kısım vakit namazlarını, kendilerini tamamlayan sünnetlerden ayırmak iki kat kusur olmaz mı? Buna aykırı olan bazı nakiller geçerli değildir. Bunlar kabul edilen fetvaya aykırıdır. Hem sünnetleri, hem de kaza namazlarını kılmaya elverişli vakit bulamadıklarını iddia edenler bulunursa bunlar insaflı bir iddiada bulunmuş sayılmazlar. Boş yere en kıymetli zamanlarını harcayan insanlar, bilmem böyle bir iddiaya nasıl kalkışabilir?.. |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Fotoğraf paylaşımları hk. | M | Duyuru Arşivi | 1 | 21 Ağustos 2019 13:03 |
Günün Müzik Paylaşımları | AsiRuh | Albüm Tanıtımları | 0 | 02 Mart 2018 12:12 |
Günün Müzik Paylaşımları | AsiRuh | Albüm Tanıtımları | 0 | 23 Şubat 2018 10:56 |