10 Ocak 2022, 19:58 | #61 |
Çevrimdışı ~ Lafazan.Net ~
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Kömürlük Güneş ışıkları, perdelerin tam birleşemediği boşluktan haince gözüme sızıyordu. Öyle ani doluyordu ki odanın içine, hesabı yarım kalmış dilsiz bir celladın keskin kılıcı gibi kesiyordu gözlerimi uykudan. Vücudumda geceden kalma ne kadar tedirgin çatlak varsa oradan süzülüyordu içime güneş. Herkese yansıdığı gibi değil de sen nasılsan öyle yansıyordu. Kaçmak için öfkeyle geriniyordum iki kişilik yatağımın içinde tek başıma. Her sabahki gibi bir gözüm güneş ışıklarıyla kayıp, sağlam kalan diğer tekiyle saate bakıyordum. “Eyvah geç kaldım” dediğim bir sabaha uyanmak isterken, hiçbir şeye geç kalmadığım koca bir hayatın kıyısında, indiğim bir gemiden iner gibi indim yatağımdan. Terliğimin biri yine kayıptı. Köpeğim Chopin’e seslendim. İki artı bir evimin, kısa koridorunun ortasında bulunan banyodan homurtuları geliyordu. Banyoya doğru yürüdüm. Lambayı yaktım. Paspasın üzerinde büyük bir zevkle sabah ritüelini gerçekleştiriyordu Chopin. Terliğimin önünü parça pinçik etmekle meşguldü. Bir şeyleri yapmaktan çok keyif alan, aldığı keyif kadar da utanan bakışlarla patilerine sakladı yüzünü önce. Sonra cilveli ve ani kaçışlarından birini yaptı. Ben de ardından gülümseyerek, sabah rutinim olan terlik parçalarını topladım etraftan. Onunla oynaşacak vaktim yoktu. Birazdan Mahir gelecekti. Yürüyüşe çıkacaktık. Kapı çaldı. Mahir’i bekleyen sevincim, görevlinin gazete ve ekmek servisiyle kursağımda kaldı. Bir dahaki kapı zili Mahir’e ait olacaktı. İçimi açtığım tek dostuma... Zil çaldı. İşte nihayet kızıl sakalları, dar alnı, geniş aklıyla eşiğin önünde duran Mahir’di. - Hadi hazırlan! - Kim için? Hazırlanmak için biri gerekli. - Hayır, değil. Yıllardır kendi kendine dönen bir dönme dolap gibi, kendi içine hazırlan olmaz mı? Her seferinde içimin bam teline basıyordu Mahir. Duymak istediğimi değil, duymam gerekenleri seslendiren bir suflör oluveriyordu Mahir. - Hoş geldin, içeri gelmek ister misin? - Hava çok güzel bence hemen yürüyüşe başlayalım. - Tamam, Chopin’e mamasını vereyim hemen geliyorum. Yıllar önce bir hastanenin acil servisinde kesişen yolumuzun bizi bu noktaya getireceğinden habersizdim o vakitler. Şimdi iyi ki de bu noktadayız diyorum. O olmasa çoktan ölmüştüm. - Her okuduğu romanın kahramanı oluyordu insan ama en çok kendi hikâyesinde yoruluyordu biliyor musun? Artık hatırlamak istiyorum her şeyi, bölük pörçük yaşamaktan yoruldum. Bir şey olsun, öyle bir şey ki işte diyeyim, işte bu benim hayatım. Ama olmuyor. Her sabah eksilerek uyanıyorum sanki. Halüsinasyonlarımı bileşenlerine bölüp, ayrıştırmak istiyorum gördüklerimi. Beni anlıyor musun? - Anlamaya çalışıyorum diyelim. Peki, unuttuklarınla baş edebilecek misin? Hatırladıkların, aslında senin elinde olan yaşanmışlığın, deneyimlerin. Asıl unuttukların, o ne zaman, nerede, ne şekilde karşına çıkacağı belli olmayan hatırlamalarınla baş edebilecek misin? - Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, içinden geçtiğim ve içinde kaldığım anlardan oluştuğum. Ve hep olmasını istediğim gibi değil de olması gerektiği gibi gerçekleşmesi her şeyin. Bu anlardan geriye ‘Peki’ demek kalıyor bana, en seçilebilir haliyle kabullenmişliğin. Doğmayı seçmedim. Tercih etmediğim bir hayatta, savaşmak için gönderildiğim bir imtihanla baş etmeye çalışıyorum. Aslında en çok da bu yoruyor beni. Gölgesel bir sancı var içimde. Nereye gitsem benimle. Kendimi kendime hiç yakın hissetmiyorum. Ne zaman hareket etsem, düşüyorum sargı bezleri içinde ayaklarımın dibine. Beni anlıyor musun? - İnan bana hepimiz bu sancıları yaşıyoruz zaman zaman. Ama sorun şu; sen hâkimi olamayacağın bir döngüye kafa tutuyorsun. Bu da seni yoruyor. Bak, mutlak bir sahip var. Sen onun karşısında, aldığın muğlak kararlarınla arafta kalıyorsun. Çoğu zaman bunu hepimiz yapıyoruz. Ama sen, sahip olduklarınla değil, farkında olduklarınla mutlu olmayı seçmiyorsun. Burası dünya. Burası senin sahnen. Sen bırak yaşadığın anın keyfini çıkarmayı, yaşadığın anda var olduğuna bile inanmıyorsun. Kendini kendinden soyutlamaktan vazgeç artık. Anlaşılamamaktan da bu kadar korkma. Anlaman gereken önce kendinsin, bunu aklından hiç çıkartma. Kulağının zarına değen o uzun soluklu korna sesiyle kendi dünyasına dönmüştü. Sessiz kaldıkları her an Mahir’in söylediklerini düşünüyordu. Ya unuttukları hatırladıklarından daha çok yakarsa canını diye düşündü, çok korkmuştu. O kadar ilaç içiyordu ki, hafızasını kaybetmiş bir şehir gibiydi. Neredeyse günün yarısından fazlasını uykuda geçiriyordu. Yattığı odadaki eskimiş pervazın hemen yanında, pencereden dışarı bakarken gördüğünden daha büyük dünyalara açılan ışıklı bir dehliz gibi duran, kitaplarının dizili olduğu kütüphanesi duruyordu. Uzun zamanını geçirdiği ve aynı zamanda yatağı olan sıvası dökülmüş, soğuk maviye boyalı duvara yaslı divanda okumayı seviyordu en çok. Her gün suyunu içtiği büyük bardağı elinde tutmak, gırtlağından midesine inen su, yaşadığının en büyük kanıtıydı onun için. Her seferinde, bir bardak suyu da camdan aşağıya, bahçeye döküyordu, giden hatıraları tez geri gelsinler diye. Divanın hemen karşısında, oldukça rahatsız, mazi kokan ama kokusunun ona hiçbir şey hatırlatmadığı, kirli, kenarları ahşap, ortası yumuşak minderden, bir sallanan sandalye duruyordu. En çok o sandalyede oturmayı seviyordu. Yaşadığı evin dokusu, kokusu, bu evde bulunan her nesne onunla mantıkla ilişkisi olmayan batıl bir bağ kuruyordu. Geçmişi ile yaşadığı an arasında örümcek ağı gibi duruyorlardı sanki. Bazen nefes alamıyor, boğuluyordu. Yan dairesinde uzun yıllarını sokaklarda muhabir olarak geçirmiş, kadın cinayetleriyle ilgili yaptığı çarpıcı haber sayesinde nihayet çalıştığı gazetede kendine bir köşe edinebilmiş o güzel kadın kalıyordu. Karşı dairesinde, Mardin’den İstanbul’a göçmüş bir ailenin, ruhu bu keşmekeş şehir hayatına bir türlü uyum sağlayamayan oğulları vardı. Hemen alt katında eski bir balerin yaşıyordu. Balerinin karşı dairesinde ise, çok zengin bir ailenin, ilk bakışta tüm ön yargıları züppe yaşamında nefes alan biri gibi göğüsleyen, özünde ise naif, kristalize bir kırılganlıkla, tüm dünyayı şiir gibi gören oğulları kalıyordu. İki alt katta, barda garsonluk yapan sarı saçlı, narin vücuduyla, siyahtan başka renk giymeyen, onu en çok etkileyen ve adını tek bildiği komşusu Banu yaşıyordu. Duvarlar kâğıt gibi inceydi. Her konuşulan, sanki hemen yanı başında konuşuluyormuşçasına dâhildi herkes birbirinin hayatına. - Hey burada mısın? Hadi hızlanalım da şu seni sürekli kendi dünyana çeken manyetik alandan uzaklaşalım bir an önce. Oksijen ikimize de iyi gelecek. - Tamam. Balat’ın dar sokaklarından birinin başına gelmişlerdi. Duruşu, duranın nerede durduğuna bağlı bir menzilde olan merdivene bakıyordu. - İyi misin? Neden durdun? Bir karar vermeliydi. Verdi. Yavaş yavaş inmeye başladı basamaklardan. Bir an önce hızla yürüyüp, kendine sığınabileceği bir yer bulamazsa, kalbinin tam ortasında soğuktan donarak ölecekti. Kokusunu önceden gönderen kar, kendini gökyüzünde an be an artarak salmaya başlamıştı. Sokak lambaları, şehrin frekans değerindeki iniş çıkışlara ayak uyduran, hareketli dansını yansıtıyordu. Kırılan ışık gölgelerini takip etmeye çalışıyordu. Yağış tipiye dönmüştü. Yüksek ağaç dallarına değen uzun boyuna rağmen, adımları bir ördeğinki gibi yavaşlamaya başlamıştı soğuktan. Beyaz teninin azizliği kendini göstermiş ve büyük burun deliklerinin etrafı yara olmaya başlamıştı bile. Kirpiklerinin üzerine dolan kar taneleri, görüş mesafesini azaltsa da elleri cebinde biraz daha ilerledi. Tam o sırada kar gibi beyaza boyalı, çatısı çimen yeşili, ahşap bir köşkün yanında durduğunu fark etti. Sokak boştu, bomboş. Aniden beliren bu ev onu hem korkutmuş hem de kalbinde bir yere dokunmuştu. Sürekli gördüğü halüsinasyonlarından biri diye düşündü. Ama hayır, bahçe duvarına dokundu. Köşk bu duvarın hemen arkasındaydı. Soluduğu havayla baktığı hava, ayrı birer ülkeydi sanki. Şimdi tüm düşüncesi o beyaza boyalı köşkün bahçesinden içeri girebilmekti. Duvardan kafasını uzattığında, karın şiddetinden zar zor görebildiği büyük bahçeyi ve beyaz boyalı evin bitişiğinde duran o kömürlüğü fark etti. Bu ev onu diyar diyar dolaştıran bir seyyah gibi kendi yeraltından çıkartıyordu. Kar iyiden iyiye şiddetini arttırmıştı. Bir an önce içeri girmenin yolunu bulmalıydı. Bir şey yapmalıydı. O kapıyı, dışardan olan kimseyi içeri kabul etmeyen bir ağırlıkta duran, hayatının geri kalanında yönünü bulacağını hissettiren, o demir parmaklı kapıyı açmalıydı. Soğuktan mosmor olmuş ellerini cebinden çıkararak ileri geri itmeye başladı kapıyı. Zorladı ama açılmıyordu. Buz tutmuştu. Duvardan tırmansa ıslak zeminli duvarın onu aşağıya savuracağını düşündü, yine de denedi. Var gücüyle tırmanmaya çalıştı duvara. Çok zaman almadı kayıp düşmesi. Düşerken duvardaki kar tanelerini sıyırmıştı, zayıf ama geniş ölçekli vücudu. Karın sıyrılmasıyla duvarda beliren yazıyı gördü, köşeli yüzüne bir tebessüm yayıldı; “Gerçeği anlamak, onu bilmekten daha çok zaman alıyor.”* Dudakları tebessümün yayıldığı yere doğru gitmiş ve öylece donup kalmıştı soğuktan. Ölecek de olsa en azından yüzünde donmuş bir tebessümle ölüyor olması düşüncesi içini ısıtmıştı birden. Teslim oluyordu yavaş yavaş. Gerçekten gücü kalmamıştı. Salmıştı kendini. Bilinci neredeyse kapanmaya başlamıştı. Bir gözü açık diğeri kapalı gözleriyle, yavaş yavaş kafasını kar soğuğuna bırakıvermişti. Teki açık olan gözüne diğer bir duvar yazısı ilişti. O an bir diğerinin hemen sol üst köşesinde, diğerine nazaran daha bozuk bir el yazısıyla yazılmış olan yazıyı gördü; “Ne zaman seni düşünsem, aklıma bir çocuk geliyor gittiğinde ben gibi.” Çocukluğu çok acıyan biri tarafından yazılmış hissi veren bu yazı, tebessümde donan yüz ifadesini içinin yangınıyla eritmiş, tekrar somurtkan o yüz ifadesinde sabitlenmişti. Ölürken bile arafta kalıyordu. Hatırlamadığı bir geçmişi olduğunu hatırlamak ve o geçmişin bu denli canını yakmasına canı sıkılmıştı birden. Canı sıkkın ölmek istemiyordu ama artık gücü kalmamıştı. Bilinci kapanmaya başlamıştı. Can havliyle son bir kez kaldırdığı kolu düşerken demir kapıyı itekledi. En dar zamanlarda karanlıklardan uzanan o görünmez el, o an ona da uzanmıştı. Demiri karın soğuğunu yemiş kapı, birden açılıvermişti. Vazgeçmenin dayanılmaz albenisi karşısına geçmiş ve aralanan demir kapının arasından ona bakıyordu. Vazgeçmek, görünmez bir güçtü, hesabı sana kalmayan ama seni sonuca götüren kararların çıkmazında. Vazgeçtiği ne varsa, gücüne güç katmak için peşinden geliyordu adeta. Kapının açılmasıyla onu, üzeri karla örtülü geniş bir yeşile uzanan bahçe karşılamıştı. Aralıktan görmekle yetinmeyecekti. Ayağa kalkmaya çalıştı ve var gücüyle içeri attı kendini. Hafızasında olmayan ama parmak izleriyle örtüşen kapalı bir kapının kilidini açtığını hissetti o an. Bu kapının öte tarafı hayatının geri kalanı olacaktı, hissediyordu. Belli ki mutlu bir aile yol almıştı bahçenin çimeninde, ayak izlerini takip etmeye çalıştı onu mutluluğa götürsün diye ama olmadı. Kendini o soluk mavi kapılı kömürlüğün önünde buldu. İşte, yine baktıkça solduğu o maviliğin önünde duruyordu. Vücudunda acıyan, ağrıyan neresi varsa hepsi birden aynı şiddetle kasılmaya başlamıştı. Çatısı basık tahta kömürlük yok olmuş ve sadece o soluk mavi kapı kalıvermişti önünde. Arkasına baktı. Karda kaybolan beyaz boyalı ev, bahçenin dörtte birini kaplayan o ev kaybolmuştu. Bahçede sadece demiri soluk maviyle boyanmış bir kapı vardı. Korkarak açıp kapadığı gözlerini ovuşturdu, kafasını hızla önüne çevirdi tam önünde duruyordu mavi kapı. Tekrar arkasına çevirdi, tekrar önüne, mavi kapı, neresinde durursa dursun onu bahçenin dışında bırakan bir sınır oluvermişti. Beyin oyunlarıydı hepsi, kafasına vurmaya başladı. Kendinin neresi olduğunu bilmeden, tek gelmek istediği yerin kendi olduğunu hatırlatmaya çalışarak vuruyordu kafasına. O anda karar verdi açacaktı o soluk mavi demir kapıyı. Her şeyi göze almıştı, bahçenin dışında kalmayı bile. Ağaçlar, bahçe mobilyaları, geniş bir avlu, yemyeşil yapraklarla kapatılmış bir çardak, plastikten inşa edilmiş, bir çocuğun hayal gücünü söndürecek renklerde boyanmış çocuk parkı, suyu buz tutmuş süs havuzu ve evden on adım uzakta bahçenin sol köşesinde atıl duran, demiri paslanmış kilitle kapatılmış, kapısı soluk mavi boyalı o tahta kömürlük. Her şey yerli yerindeydi işte yine. Kahkaha seslerini duyar gibi oldu. Kafasını eve doğru kaldırdığında bahçede kartopu oynayan çocukları izleyen, ipek saçlı kızı görmüştü camda. Ne kadar mutlu bir çocukluk geçirmişti kim bilir bu evin çocukluğu. Ellerin sıcaklığını hissedebiliyordu. O ipek saçlı kıza baktığında boğazı düğümlendi. Kimdi bu kız? Karın şiddetini azaltmasıyla camda bir hediye gibi beliren, bu ipek saçlı kız… Gözleri çocukların oyununa imrenerek bakan uzun kirpikli, ela gözlü, ipek saçları omzundan aşağı dökülen, tüm tebessümünü elmacık kemiklerinin altında gizleyen ve Michelangelo’nun hüzne dair tüm renklerini yüzünde toplayan bu kız, kimdi? Çok bilindik bir yüzdü onun için, derinlerinde bir yerlere dokunmuştu. Ayakuçlarına baktı. Onu buralara getiren, önü karın suyuyla ıslanmış ayaklarına. İşte tam önünde duruyordu o ince çizgi, ayaklarının hemen ucunda ‘acı eşiği’. Hatırlamıyordu. Lanet olası bir unutmuşluk yerleştirilmişti beynine ve hiçbir şey hatırlamıyordu işte. Her zaman yaptığı gibi vazgeçmişti dokunamadığı bu gerçeklikten. Yine aynı şey oluyordu, beyin oyunlarıydı hepsi. İpek saçlı kız yoktu o camda. Yavaş yavaş kömürlüğe doğru ilerledi. Hayatı boyunca zar zor yürüdüğü bir sürü yol çıkmıştı karşısına, ama hiçbiri bugünkü kadar zor olmamıştı onun için. Nihayet kömürlüğün kapısındaydı. Tek düşüncesi donan vücudunu, içi kömürlerle dolu olan bu kömürlüğü ateşe vererek ısıtmaktı. Şimdi tek engeli ışıktaki gölgeye duyarlı alarm sistemiydi. Kömürlüğün kapısının üstünde yanıp sönen kırmızı noktadan anlamıştı, zor geçilecek bir eşiğin önünde daha durduğunu. Hayatı boyunca gölge olarak yaşamış biri için, en zor anlardı belki de bu anlar. Işıkta kendiyle yürümek yaptığı en iyi şeydi ama ışığın içinden nasıl geçeceğini bilmiyordu daha. Bu geçiş bir sınavdı onun için, ışığın saydamlığını, kendinin varlığını kanıtlayacağı bir sınav. İnsanın gölgesinden kurtulacağı tek şeyin göz kapaklarının içi olduğunu anlamıştı. Gözlerini kapadı. Başarmıştı, içerideydi, belki de bir daha asla girmeyi başaramayacağı o içerilikteydi artık. Kömürlüğün tahta kapısındaki delikten hem karın artan hızını hem de tıkanan nefesinin vücudundan ayrılırken çıkardığı kesik buharı görebiliyordu. İçerideydi evet ama gözü dışarıda olmak böyle bir şeydi işte. İçeriye girmeyi başaran herkesin gözü dışarıda kalırdı ve onun da gözleri, gelecek olanın korkusuyla bir süre daha dışarıda kalacaktı. İçerisi zifiri karanlıktı. En korktuğu şey olan karanlık yine etrafını sarmıştı. Eli cebindeki çakmağa gitti bir an. Çakmağından çıkan ateşle etrafı aydınlattı ve gezinmeye başladı içeride. Soğuktan kıstığı gözleri yavaş yavaş açılıyordu. Kömürlüğün duvarlarında kayıp çocuk haberleriyle dolu binlerce gazete kupürü asılıydı. Dört duvar kaybolmuş çocukluğun hikâyesiydi. Ayak sesleri uzaktan da gelse duyuluyordu. Saklanmalıydı. Bir ara kapı aralığından dışarıya bakmak istedi ama göz gözü görmüyordu. Kar epey hızlanmıştı. Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu, yine yakalanma korkusu kaplamıştı her hücresini. Dodi! Dodi! diye bağırıyordu bir kadın. Bu soğuk havada bir kadın neden böyle deli deli bağırırdı ki, ya gerçekten kaçık olmalıydı ya da fazla alkollü diye düşündü. Kapı aralığından bakmayı başardı yoğun tipiye rağmen. Islak ama ipeksiliğinden bir şey kaybetmemiş o uzun saçlarını ve siyah elbisesini seçebildi kadının. Kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. Yakalanma korkusu, o dar kömürlüğü cehennem etmişti ona. Gizleneyim derken ayağı takılıp düşmüştü. Kafasını kenarları tahta ortası yumuşak minderden yapılmış bir sallanan sandalyeye çarptı. Çarpmanın etkisi kendini bahçedeki çınar ağacından düşmüş gibi hissettirdi ona. Bir süre yerde yatar vaziyette kaldı. Sırtı soğuğu iyice emmişti. Ses gittikçe yaklaşıyordu, sanki kulağının dibinde bağırıyordu kadın. Yavaş yavaş ayağa kalkmaya yeltendi. O mavisi içeriden bakınca iyice solmuş kapının içeriye bakan kısmına; “İnsanlar neden bu kadar değersiz” yazılmıştı kömürle. Yazıya bakakalmıştı. Altını çizdiği cümleler gibi etkilemişti onu bu yazı. İçeride, daha içeride bir yere dokunmuştu bu söz. Değersizliğini hatırlatmıştı ona. Artık ayaktaydı. Daldığı ya da kitlendiği zamanlarda yaptığı gibi sağ elini saçında dolaştırdı. Kafasının sağ tarafında bir yara izi vardı, kulak arkasının saçıyla birleştiği yerde. Ne zaman heyecanlansa orada dolaşırdı sağ eli. Yine aynı yerden yara almıştı kafası. Sol eli tekrar çakmağına gitti, hızla arkasını dönüp bir daha baktı kupürlere. Kupürlerin birinde bir baba vardı. Kapkaranlık bir surat ve dünyanın en derin bakan gözleriyle elinde tutuyordu biricik kızının daha hayattayken ve gülerken ki resmini. Hiçbir şey döndürmeyecekti kızını, hiçbir ceza. Haksız bir ele geçirişin o hazin kederini taşıyordu ellerinde o baba. Tekrar dönüp baktı kapının içeriye dönük yüzüne… - Daha ne kadar duracağız bu merdivenlerin başında. Hadi aşağı inelim, sahile… Hava çok güzel… Buz gibi birer bira içer, sohbet ederiz biraz. - “Dodi Dodi! Çabuk buraya gel muzur şey, daha fazla koşamayacağım peşinden!” - A selam Banu, yine mi kaçtı Dodi? Bir şeyler içmeye iniyoruz sahile sen de gelmek ister misin? Bu arada siyah sana çok yakışıyor, söylemiş miydim? Henüz kendine gelememişti. Arkasında bıraktığı soluk mavi kapıyı düşünüyordu Mahir ve Banu ile sahile inerken.
__________________ Edeptir AŞK Sevdirenin Hürmetine... Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
22 Ocak 2022, 19:06 | #62 |
Çevrimdışı ~ Lafazan.Net ~
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Hikaye Öykü Dertsiz Çoban Hikayesi Adamın birisi, bir gün, durup dururken kör olmuş. Çaresiz bir şekilde doktor doktor dolaşmaya başlamış. Ancak gittiği tüm doktorlar adamın neden kör olduğunu “Gözlerinde bir hastalık yok ama görmüyorsun, biz senin durumundan bir şey anlayamadık ” diyerek cevap verip adamı tedavi edememişler… Doktorlardan umudunu kesen adam, derdine çare aramak için dünyayı dolaşmaya başlamış… Gittiği bir dergahta kör adama; “bak efendi, sen bu derdinden kurtulmak istersen, hayatta hiçbir derdi olmayan bir adam bulacaksın, onun üzerindeki gömleği gözlerini süreceksin, böylece gözlerin tekrar görmeye başlayacak” denmiş. Bu söz üzerine adam yine yollara düşüp koca dünyada dertsiz birini aramış durmuş… Günün birinde, bir dağda bir çoban olduğunu ve onunda hiçbir derdinin olmadığını öğrenmiş. Ve hemen söylenen o dağa doğru yol almış. Denildiği gibi dağda çobanı bulmuş, derdini anlatmış, demiş ki: Eey çoban; duydum ki senin bu dünyada hiçbir derdin yokmuş, doğru mu? Çoban mahçup bir sesle ‘yoktur’ diyerek yanıtlamış adamı. ‘Allah’a şükür benim hiçbir derdim yoktur.’ Kör adam sevincinden ne yapacağını şaşırmış, onca zamandır beklediği an gelmiş çatmış, gözlerinin görmesini artık çok az bir zaman kalmış… Kör adam konuşmasına devam etmiş: Çobanım, canım çobanım, gömleğini hele bir çıkarda, çıkarda gömleğini gözlerime süreyim, gözlerime süreyim ki bende görebileyim… Çoban cevap vermiş; iyi ama benim gömleğim yok ki! Çoban dertsiz olmasına dersizmiş ama, bir gömleği de yokmuş…
__________________ Edeptir AŞK Sevdirenin Hürmetine... Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
22 Ocak 2022, 20:24 | #63 |
Çevrimdışı ~ Lafazan.Net ~
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Sosyal medyada Ördek Sendromu Bir çift düşünün. Evden çıkıp sinemaya gidiyorlar. Adam karısına geç hazırlandığı için kızıyor. Asansörde tartışarak iniyorlar. Yolda trafik sıkışıyor. Adam bir yandan kendisini sıkıştıran araçlara bağırıp çağırıyor, bir yandan da geç kalmalarına sebep olan karısına saydırıyor. Park yeri bulamayıp bir on dakika da öyle dolanıyorlar ve tam bir sinir harbi yaşıyorlar. Film de hoşlarına gitmiyor. Çıkışta bu sefer kadın, kötü bir film seçtiği için eşini suçluyor. Tartışarak eve dönüyorlar. Şimdi gelelim sosyal medyaya. Siz bu çiftin arkadaşı olduğunuzu düşünün. Evinizde pijamalarla huzur içinde oturuyorsunuz. Bu arada Instagram’a arkadaşınızın fotoğrafı düşüyor. İki tane gülümseyen yüz, kucakta kocaman bir patlamış mısır paketi, arka planda filmin afişi. Fotoğrafın altında şöyle yazıyor; “Harika bir bahar akşamı, enfes bir film, patlamış mısır ve aşkım.” Cümlenin sonunda bir de kalp var. Moraliniz bozuluyor. “Ben evde atletle oturuyorum. Millet nasıl da eğleniyor!” diye canınızı sıkıyorsunuz. İşte sosyal medyanın illüzyonu bu. Herkes ucu bucağı olmayan bir podyumda ha bire poz veriyor. Seyirciler de bu büyük kıyaslama oyununa ha bire özeniyor. Sosyal medyada mutlu gözükmek için harcanan çok büyük bir gayret var. Ama ekranda bu gayret gözükmüyor. Stanford Üniversitesinde konuyla ilgili çalışmalar yapan araştırmacılar işte bu durumlar için bir kavram geliştirmişler; “Ördek Sendromu.” Ördekler gölün üzerinde hiçbir çaba sarf etmiyormuş gibi, rahat ve dingin bir şekilde süzülürler. Gölün altında kalan ayakları bir makine gibi çalışır ama dışarıdan bakınca hiç belli olmaz. Sosyal medyada suyun altında kalan kısımlar da ekranda gözükse, inanın kimse moralini falan bozmaz. Alıntı
__________________ Edeptir AŞK Sevdirenin Hürmetine... Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
23 Ocak 2022, 00:02 | #64 |
Çevrimiçi # Forum Dedesi #
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Sosyal medyada Ördek Sendromu Güzel konuydu eline sağlık günceldir +
__________________ Yahudi mi dediniz? onlar yumurtalarini pisirmek icin dunyayi atese vermekten cekinmeyen LANETLILERDIR!!! Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
10 Şubat 2022, 07:52 | #66 |
Çevrimdışı ♪ Lafazan FM ♪
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | OTUZ YILLIK EKMEK ( HİKAYE) Otuz Yıllık Ekmek Şeyh Ebu Said Ebu'l Hayr (k.s.) Hazretleri, daha henüz küçükken babası onu almış Cuma namazına götürmekte idi. Yolda zamanın manevi reisi Şeyh Ebu'l Kasım Hazretlerine rastladılar. Şeyhi, çocuğun babasına: - Bu çocuk kimindir? diye sordu. O da: - Bizdendir ya Şeyh!, dedi. Şeyh onların yüzüne bakarak gözleri yaşardı. Sonra da babasına: - Ya Ebu'l Hayr, bizim dünyadan gitme zamanımız gelmiştir, fakat makamı boş görerek üzülmüştüm. Fakat şimdi senin çocuktan öyle anlıyorum ki müslümanlar istifade edecek derecede mânevi kabiliyet var. Cuma namazından sonra bu çocuğu bizim eve getir, dedi. Namazdan sonra çocuk ve babası Şeyhin evine gittiler, dergahına giridiler... Dergahta kışlık yiyeceklerin konduğu yüksekçe bir yer vardı. Şeyh oraya bir ekmek koymuştu. Çocuğun babasına: - Oğlunu omuzuna alda, o yukarıdaki ekmeği indirsin, buyurdu. Babası oğlunu omuzuna alıp kaldırdı. Çocuk elini uztıp 30 yıllık ekmeği aldı ve yere inip Şeyhe verdi. Ekmek sıcacıktı. Şeyh Ebu'l Kasım Hazretleri ekmeği aldığı zaman gözlerinden yaşlar akmaya başalmıştı.Ağlayarak ekmeği ikiye böldü, bir parçasını çocuğa verdi., bir parçasını da kendi yedi. Babasına hiç vermedi. Çocuğun babası: - Ya Şeyh, bu arpa ekmeğinden bir parça da bie nasip olmayacak mı? dediğinde, Şeyh: - Ya Ebu'l Hayr! Otuz senedir, bu ekmek orada durmakta idi. Ban bu ekmek kimin elinde yeni fırından çıktığı gibi kimin elinde sıcak olursa, onda alemin istifa edeceği vaafedildi. Bu vaadin tamamı senin oğlunda olsa gerektir. O zatın senin oğlun olması şeref olarak sana yetmez mi? buyurdu. Şeyh Ebu'l Kasım Hazretleri, kendi yerini alacak "Büyük Veli" yi bulmuştu. |
|
09 Mart 2022, 23:35 | #67 |
Çevrimdışı ~ Lafazan.Net ~
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Mutluluğun Peşinden Gitmek Mutluluğun Peşinden Gitmek 500 kişi bir seminerdeydi. Birden konuşmacı durdu ve bir grup çalışması yapmaya karar verdi. Herkese bir balon vererek başladı. Herkes gazlı kalemle balonuna adını yazmalıydı. Sonra bütün balonlar toplandı ve bir odaya kapatıldı. Katılımcılar odaya alındı ve 5 dakika içinde üzerine isimlerini yazdıkları balonu bulmaları söylendi. Herkes deli gibi kendi adını aramaya başladı, insanlar çarpıştılar, bir birlerini ittirdiler, tamamen bir kaos ortamı oluştu. 5 dakikanın sonunda kimse kendi balonunu bulamamıştı. mutlulukKonuşmacı bu sefer herkesin bir balon almasını ve üzerinde adı yazan kişiye o balonu vermesini söyledi. Bir kaç dakika içinde herkes kendi balonuna kavuşmuştu. Konuşmacı dedi ki: “Yaşamımızda bunu görüyoruz. Herkes deli gibi mutluluğu arıyor ve nerede olduğunu bilmiyor. Bizim mutluluğumuz başkalarının mutluluğunda gizlidir. Onlara mutluluk verin; sizinki size gelir. Ve insanların yaşam amacı da budur…mutluluğun peşinden gitmek.” Tiffany Moore
__________________ Edeptir AŞK Sevdirenin Hürmetine... Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
09 Mart 2022, 23:38 | #68 |
Çevrimdışı ~ Lafazan.Net ~
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Önce Kendi Çizgini Uzat Önce Kendi Çizgini Uzat Öğretmen sınıftaki zeki fakat kıskanç öğrenciye: – “Niçin arkadaşlarını çekemiyor, onların yaptıklarını bozup kavga ediyorsun?” diye sordu. Öğrenci, bir süre düşündükten sonra, – “Çünkü onların beni geçmelerini istemiyorum” dedi. “En iyi ben olmalıyım. ” Öğretmen, masasından kalktı, eline bir parça tebeşir aldı ve yere 15 cm. uzunluğunda bir çizgi çekti, kıskanç öğrenciye bakarak, – “Bu çizgiyi nasıl kısaltırsın?” dedi. Öğrenci bir süre bu çizgiyi inceleyip içinde çizgiyi birçok parçaya bölmek de olan birkaç yanıt verdi. Öğretmen, yanıtları kabul etmedi ve yere ilkinden daha uzun bir çizgi çekti. – “Şimdi birinci çizgi nasıl görünüyor?” diye sordu. Öğrenci utana sıkıla, – “Daha kısa” diyerek başını öne eğdi. Öğretmen bu yanıt üzerine öğrencisine unutmaması gereken şu öğüdünü verdi: – Bilgini ve yeteneklerini artırarak kendi çizgini uzatman, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan daha iyidir…
__________________ Edeptir AŞK Sevdirenin Hürmetine... Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
09 Mart 2022, 23:41 | #69 |
Çevrimdışı ~ Lafazan.Net ~
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Göz Hizası Göz Hizası Kaliforniya’ da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi’ nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, “Armudun iyisini ayılar yer” düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi. Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor. göz hizasıAcaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti: “Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum? “Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini “ “Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin? Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally’nin mahremiyetine ‘burnumu sokuyordum.’ Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, “O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim” dedi. O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, “Sen benim kahramanımsın” duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım. “Nasıl yani?” dedim. “Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.” Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu “ayı” olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally’nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally’nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı. Birkaç hafta sonra Sally’e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles’in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış . Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. “Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir,” dedi ve iki gün sonra, “Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,” dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco’ya gidecektim, Sally’nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim. Bu planımı Sally’e söylediğimde Sally, “O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz,” dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach’ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally’nin ağabeyi Brian’ın evine vardık. Sally’nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian’ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı. Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally’nin babası George’un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally’ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. “Evet” yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. “Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz”, dedi. Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George’a “Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!” dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, “Tabii, onlar küçük insanlar!” yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki ‘Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?’ diyordu. O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu. Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally’nin ağabeyi Brian’ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles’ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14’te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: ‘Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary’le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş. Brian’ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian’ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir ‘keşke’ olmayacak. Sally’e sordum: “Baban seninle randevulaşır mıydı?” “Evet”, dedi, “yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, “Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!”. Gülümseyerek, “Nereden biliyorsun?” diye sordum. “Biz Frank’le konuştuk” diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu. Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı. Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, ‘bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, ‘Ne yapabilirim? ‘ sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally’nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği ailede, varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, ‘Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın’, mesajı alır ve çocuğun CAN’ı beslenir. Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, ‘Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim’, mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, ‘Ben sevilmeye layık biriyim!’ diye yoğrulur. Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, varoluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN’dır.
__________________ Edeptir AŞK Sevdirenin Hürmetine... Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
09 Mart 2022, 23:44 | #70 |
Çevrimdışı ~ Lafazan.Net ~
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Bırakın Oynasın Çocuklar Bırakın Oynasın Çocuklar Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı: – Hayrola, neden elimi öpmek istedin? – Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim. – Ne oldu, nasıl oldu? – Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti: dogan cüceloğlu– Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam? – Hayır, neden? – Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da *sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu. Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti: – Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim* İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın. – Radikal bir karar!* – Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu. – Eşiniz ne dedi? – Hocam biliyor musun ne oldu? – Ne oldu?* – Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.” – Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor! – Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi. – Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın? – İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım. – Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike! – İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim. – Eşiniz gelmek istemedi!* – Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?” – Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz? – Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş. “Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık. “Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun! Doğan CÜCELOĞLU
__________________ Edeptir AŞK Sevdirenin Hürmetine... Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. |
|
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Evcilik Oynayan Erkekler, Futbol Oynayan Kızlar | Liaaa | Aile Evlilik ve Çocuklar | 0 | 30 Ekim 2012 15:17 |
Alevi açılımına AKP'nin alevi vekilinden sert tepki | Lucifer | Haber Arşivi | 0 | 28 Ocak 2010 17:24 |
Mum aleviyle oynayan kedinin öyküsü.. | aLdiana | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 0 | 19 Şubat 2008 21:01 |
Vay Kedinin Haline | Hasan | Komedi ve Mizah | 0 | 07 Temmuz 2006 11:30 |