17 Haziran 2008, 12:47 | #1 | |
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Anadolu Nasıl Darbeler Müzesi Oldu Bir zamanlar medeniyetler beşiği, medeniyetler müzesi olarak adlandırılan Anadolu, son siyasi gelişmelerle birlikte adını “darbeler müzesi” olarak değiştirecek gibi… Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Kürşat Erkal'ın röportajı Türkiye altı yıllık bir istikrardan sonra bir kez daha siyasi krizin içine sürüklendi. Sanki bünyeye siret etmiş bir hastalık var da belli bir süre sonra nüksediyor gibi! On yılı doldurunca bir rahatsızlık başlıyor. Ateşleniyoruz, sancılanıyoruz adeta. Tarihe baktığımızda II. Meşrutiyet’ten bugüne kadar hep bir demokrasi mücadelesi veriyoruz millet olarak. Ancak ne hikmetse geçen yüz yıla rağmen bir türlü anlatılan, dillendirilen demokrasiye geçemedik. Demokrasiye dair her hamle bir darbe ile boşa çıkartılıyor. Anadolu’muz adeta “darbeler müzesi” haline geldi. Artık çeşit çeşit darbemiz var, postmodern, e-muhtıra, y-muhtıra gibi. Yaşanılan son siyasi gelişmeler ve demokrasimizin tarihsel süreci çerçevesinde “Başka hangi çeşit darbeler üretebiliriz?!” sorusuna cevap ararken bir kitap dikkatimizi çekiyor: Nesil Yayınları’ndan çıkan ve “Meşrutiyetten Günümüze Darbeli Demokrasi” adını taşıyan kitap, II. Meşrutiyet’ten bugüne kadar yapılan darbeleri ve bugünden sonra darbelerin geleceğini irdeliyor. İlginç tespit ve kavramların yer aldığı “Meşrutiyetten Günümüze Darbeli Demokrasi” kitabı ile ilgili akademisyen olarak ABD'de bulunan Dr. Furkan Aydıner'e kitabıyla ilgili bazı sorular sorduk. İşte cevapları: “Demokrasi Treni” Gecikir Belki Hiç Gelmez... “Yazarın, Kaynarca Köyü’nden küresel köye yaptığı yolculuğun eşliğinde askeri darbelerin neye “darbe vurduğunu” gösteren ve bu darbelerden korunma yollarını farkındalık düzeyimizi arttırarak anlatan satırlarına dikkatle eğilmek, her demokrat için ihtiyaç duyulan itici gücün süreklilik kazanmasına katkı sağlayacaktır.” Bu sözlerle takdim ediyor kitabınızı Doç.Dr. Ahmet Yıldız. İsterseniz önce küresel köye yaptığınız yolculukla başlayalım. Ne zamandan beri Amerika’da yaşıyorsunuz? Niye Amerika’ya gittiniz? 28 Şubat post-modern darbesinden bir sene sonra Amerika’ya geldim. 10 senedir burada yaşıyorum. Buraya gelmeden önce, Türkiye’de bir üniversite’de araştırma görevlisiydim. Aynı zamanda iki üniversitede doktora yapıyordum. 28 Şubat’la birlikte “zorba virüsü” tekrar aktif hale gelince, tez aşamasında olduğum doktoralarımı bırakıp, Amerika’ya geldim. Üçüncü doktorama başlayıp, 2003 yılında bitirdim. O tarihten beri hem bir araştırmacı olarak bir araştırma merkezinde çalışıyorum hem de üniversite de ders veriyorum. Kitapta da anlattığınıza göre bir anlamda 28 Şubat zorbacılarından kaçmışsınız? Türkiye’nin zihinleri daraltan, ruhları bunaltan ve sinirleri öldüren ortamından kaçtım. Başkada yapacak birşeyim yoktu. Doğrusu, ömrüm zorbalardan kaçmak geçti. Tarım toplumunun zorbalarından kaçtığım gibi, sanayi toplumunun da post-modern zorbacılarından kaçtım. Amerika’ya gidip yerleşmenize rağmen, kitapta anlattıklarınıza göre, ruhunuz burada kalmış. Anadolu’da olup bitenleri yakından takip etmişsiniz. Doğrudur. Anadolu’yu unutmak mümkün değil. Malumunuz bilişim teknolojisi dünyayı bir bilgisayar ekranı kadar küçülttü. Uzakları yakın etti. Binlerce kilometre ötede yaşamamıza rağmen, Anadolu’da olup bitenleri birkaç metre ötede yaşanmış gibi takip etme imkanı sundu. Çoğu zaman Türkiye’de olup bitenleri Türkiye’de yaşayanlardan daha önce bile öğrenebiliyoruz. Örneğin, Türkiye ile aramızda yedi saat farkı olduğu için, 27 Nisan e-muhtırasını Türkiye’de yaşayanların birçoğundan önce öğrendik. İnternet sayesinde dışarda olmanıza rağmen içerde imiş gibi olup bitenleri takip edince neler hissediyorsunuz? Hasret ve hayret karışımı birşey. Anadolu’ya olan hasretle haberleri okurken, olup bitenlere hayret ediyorsunuz. Bir türlü akıl erdiremiyorsunuz. Çoğu zaman haberleri okumak için harcadığınız vakte acıyıp pişman oluyorsunuz. Zaman Gazetesi ve Yeni Şafak’ta yayınlanan makaleleriniz ve yeni çıkan kitabınız bu hissiyatınızın tercümanı gibi diyebilir miyiz? Gayet yerinde bir tesbit. Doğrusu, ne gazete makalesi ne de darbelerle ilgili kitap yazma planım vardı. Rabbini arayan bir ateistle serüvenlerimi yazmakla meşguldum. Ancak, 27 Nisan e-darbesi binlerce kilometre öteden ruhuma büyük bir darbe gibi tesir etti. Ben de ruhumun feryatlarını ve aklımın itirazlarını kaleme alıp okuyucularla paylaştım. Derken, neticede ortaya bir kitap çıktı. Biraz da kitabınızın içeriğiyle ilgili konuşalım istiyorum. Önce isminden başlamak istiyorum. Niye “meşrutiyetten günümüze darbeli demokrasi”? Çünkü, bizde “demokrasi treni” Meşrutiyet’in ilanıyla harekete geçti. Buna “monarşik demokrasi” diyoruz. Halen, İngiltere ve Japonya gibi ülkelerde uygulanan bir demokrasi türü. Ancak, herkese ve herkesime kendisi olma hakkını veren “demokrasi treni” bir asır geçmesine rağmen menziline ulaşamadı. Çünkü “zorba elitler” trenin ilerlemesine mani oldular. Bazen trenin yoluna taş koydular, bazen ilim ve özgürlükten örülü raylarını parçaladılar. Zırva tevillerle trenin ilerlemesine sürekli darbeler vurdular. Öyle ki, “medeniyetler müzesi” olarak anılan Anadolu’yu her çeşit darbeyi içeren “darbeler müzesi”ne dönüştü. “Darbeler müzesi”, öyle mi? Evet, hem de sürekli yenilenen ve bilumum darbeleri içeren bir müze. Yeniçeri isyanlarıyla ilk önce “ilkel darbe”ler sergilendi bu müzede. Daha sonra Jön Türklerin “modern darbe”lerin teşhiri başladı. 27 Mayıs İhtilali ise “darbe klasiği”ne öncülük yaptı. Ardından 12 Mart muhtırası ve 12 Eylül darbesi derken her on yılda bir yeni bir darbe sergilendi. Bütün bunlar yetmeyince, 28 Şubat’ta “post-modern darbe” sergisi açıldı. Bunu 27 Nisan’daki “e-muhtıra” sergisi takip etti. Şimdi ise gösterimde “yargıç darbe”si var. Anlayacağınız, Meşrutiyetin ilanından beri Anadolu’da bilumum darbeler sergilendi. Biri bitiyor derken, ötekisi gösterime giriyor. Anayasa Mahkemesi’nin yaptığını “yargıç darbe”si olarak mı görüyorsunuz? Maalesef, “demokrasi treni”ni eşkiyalardan koruması geren Anayasa Mahkemesi başörtüsü dolayısıyla verdiği kararla “demokrasi treni”nin deposunu taşla doldurmuştur. Trenin motoruna zarar vererek ilerlemesine mani olmuştur. Öyle görünüyor ki, bir süre sonra da trenin makinistini alaşağı edip, treni tamamen durduracaklar. Hem de çoğunluğun azınlığa tahakküm edip hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı eylemlerine mani olması gereken Mahkeme, çoğunluğun özgürlüklerini kısıp, azınlığa esir etmiştir. 27 Mayıs Darbesi’nin yıldönümünde Zaman Gazetesi’nde çıkan yazı dizisinin ilk gününde çok güzel bir yazınız yayınlandı. Orada “zorba elitler”den hayli yakınıyorsunuz. Onların “demokrasi treni”ne sürekli tuzak” kurduğundan sözediyorsunuz. Kitabınızda bu tuzakları irdeliyor musunuz? Kitapta, “demokrasi treni”ne yolda tuzak kuranların kimler olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Tuzakçıların kanındaki “zorba virüsü”nü teşhis ediyoruz. Bu virüsün toplumun bütün katmanlarına nasıl bulaştığını tahlil ediyoruz. Zırva tevillerle bireyin yaşamına müdahale eden zorbacıları şiddetle tenkit ediyoruz. İlahi veya beşeri kanunlarla kayıt altına alınmayan zorbacıların yaptığı tahribatı tasvir ediyoruz. “Bilgi çağı”na atlamak için bu virüsten kurtulup hem ailede, hem okulda, hem üniversitede, hem bürokraside, hem medyada, hem de askeriyede demokratikleşmenin zaruri olduğunu tavsiye ediyoruz. “Zorba virüsü” kavramını çok yoğunlukla kullanmışsınız kitabınızda. Bu kavramla neyi kastediyorsunuz? Amerika’ya geldiğim günden beri Amerika’nın neden dünyanın hiper gücü olduğunu ve Türkiye’nin ise neden birçok açıdan geri kaldığını kendime sorup duruyorum. Öyle ya, Amerikalılarda iki kafa olmadığına göre, onlar neden ilim ve teknolojide ileriye gitmişte de biz geride kalmışız? On senedir yaptığım okumalar ve gözlemler sonunda şu kanaate ulaştım: Türkiye’nin bünyesini tahrip eden ve dünya ülkeleriyle yarışma takatini kıran bir virüstür. Buna “zorba virüsü” diyorum. Bulaştığında insanı zorbacı yapan bir virüs. “Zorba virüsü” sadece sivil ve askerî darbecilere değil, toplumun hemen bütün katmanlarına bulaşmış. Zorba virüsünün tesiri altına giren babalar, öğretmenler, amirler, patronlar, gazeteciler ve cuntacılar, zorda kaldıklarında, zırva tevillerle, zor kullanıp kendinden zayıf bulduklarını eziyorlar. Bu virüse yakalanan baba, eşine ve çocuklarına karşı zor kullanıp her şeyi kontrol altına almaya çalışıyor. Öğretmen, öğrencileri baskı ve dayakla eğitmeyi marifet biliyor. Bürokrat, emri altındakileri ezerek etki ve yetkisini göstereceğini düşünüyor. Patron, çalışanlarıyla arasına mesafe koyup onları işten atmakla korkutarak iş yaptıracağını sanıyor. Gazeteci, kıyamet senaryolarını manşete çekerek korku salıp halkı hizaya getireceğini umuyor. Darbeciler de silahın namlusunu göstererek ülkeyi rotasına oturtacağını düşünüyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin bilgi çağını yakalayıp küresel yarışta layık olduğu yere gelmesi “zorba virüsü”ne karşı verdiği mücadeleye bağlı. Kitabınızda geri kalmışlığımızın temel sebebi olarak gördüğnüz ve her tülü darbelere kaynaklık ettiğini düşündüğünüz “zorba virüsü”ne karşı tedavi önerileriniz var mı? Kitapta, bütün virütik hastalıklar gibi, “zorba virüsü”ne karşı da aşı yaptırıp, bağışıklık kazanmak gerektiğini öneriyoruz. Gelişmiş ülkeler, kızamık dahil birçok virütik hastalığı aşılarla ortadan kaldırdığı gibi, “darbe aşısı” ile de her türlü darbeleri ortadan kaldırmışlar. Bu anlamda kitap bir nevi “darbelerden korunma klavuzu” gibi. Darbelerden korunmak için, “eğitim aşısı”, “adalet aşısı”, “hak ve hürriyetler aşısı”, “demokrasi aşısı”, ve “vergi bilinci aşısı”ndan oluşan karma bir “darbe aşısı”nın belirli dozlarda alınmasını tavsiye ediyor. Farklılıkları zenginlik görüp, herkesi hatta herşeyi dost edinmenin sırrını paylaşıyor. Kitabınızın son bölümünde Bediüzzaman’ın Münazarat’ına özel bir yer vermişsiniz. Münazarat’ı “yüz yıllık demokrasi manifestosu” olarak tarif etmişsiniz. Bu kanaate nasıl ulaştınız? Kitaptaki birçok düşüncelerin temel kaynağı Bediüzzaman’ın Münazarat’ıdır. İkinci Meşrutiyet’in 1908 yılında ilan edilmesiyle birlikte çok yoğun tartışmalar yaşanır. O zamanın aydınları ikiye bölünür. Bir kısmı, meşrutiyeti savunurken bir kısmı da şiddetle karşı çıkar. İkinci gruptakiler, meşrutiyeti şeriata aykırı bulur. Şer’i esaslara dayalı Osmanlı’nın Batı menşeli meşrutiyeti benimsemesinin mümkün olmadığını düşünür. Bu heyecanlı tartışmaların ortasında o zamanın meşhur bir İslam âlimi olan Bediüzzaman meşrutiyet konusundaki tavrını şöyle tarif eder: “Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, Şeriat’ı istibdada (zorbalığa) müsait zannettiklerinden nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların bu zanlarını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade Şeriat namına alkışladım. Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla Şeriat’ın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini (İslamiyet’le meşrutiyet arasındaki gerçek münasebeti) izah ve teşrih ettim.” Bediüzzaman, cami kürsülerinde halka meşrutiyetin faziletini anlatmakla yetinmez. Meşrutiyet’e zihnen çok uzak bulduğu Kürt aşiretlerine meşrutiyet dersleri vermeye gider. Kendi tabiriyle, “dağ ve sahrayı bir medrese ederek meşrutiyeti ders” verir. Bizzat ulaşamadığı insanlara ise kendi bedeline konuşmak üzere, Münazarat isimli bir eser kaleme alır. Kanaatimce, eğer iyi anlaşılırsa, Münazarat, despotik yönetimler altında ezilen İslam toplumlarında demokratik bilincin yerleşmesine katkıda bulunacağı gibi, İslam’ın şiddet ve zorbalık telkin ettiğini yönündeki yanlış imajın düzeltilmesine de katkıda bulunacaktır. Son olarak şunu sormak istiyorum: “demokrasi treni” bize ulaşacak mı acaba? Onun bize çabuk gelmesi için neler yapmamız gerekir? Bu soruya, Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinde, şöyle cevap veriyor: “Onun çabuk gelmesini istiyorsanız, işte marifet(ilim) ve faziletten demiryolunu yapınız; ta ki meşrutiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemalata (mükkemellik trenine) binip ve terakkiyat (ilerleme) tohumlarını bindirerek kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek size selam etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir....” Bediüzzaman, kısmette varsa bize de meşrutiyet gelir, tevekkül etmek gerekmez mi, diyenlere ise şöyle cevap verir: “Bîçare tâliinize(kısmetinize) siz de yardım etmelisiniz. Bağdat tarrarları (eşkiyaları) gibi olmayınız. Sizin atalet (tenbellik) bahanesi olan şu teşebbüssüz tevekkülünüz, nizam-ı esbabı (sebeplere dayalı ilahi düzeni) reddettiğinden, kâinatı tanzim eden meşîete (İlahî kanunlara) karşı temerrüd demektir (direnmektir). Şu tevekkül döner, nefsini nakzeder (kendini yok eder).”... Eğer siz tenbel kalıp da onun(meşrutiyetin) yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini (güzelliğini) göreceksiniz. Zira sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrutiyet (demokrat insanlar) arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zira eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrutiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan (demokrasi düşmanı sözde aydınları kastediyor) kurtulsa şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr (fakirlik) gibi mütevahhiş (korkunç) kıraçları, husumet (düşmanlık) gibi gayet keyşer (sapa) dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir.” Bediüzzaman’ın bu sözlerinin üzerinden yaklaşık yüz sene geçmesine rağmen, tenbelliğimizle yolunu yapıp, eşkiyalardan korumadığımız için hakiki demokrasi treni henüz bize gelmemiştir. Öyle görünüyor ki, üzerimize düşeni yapmadığımızda daha uzun süre “kara tren” türküsünü şu şekilde sayıklamaya devam edeceğiz: “Demokrasi treni” gecikir belki hiç gelmez Dağlarda salınır da derdimi bilmez Dumanın savurur halimi görmez Gam dolar yüreğim göz yaşım dinmez timeturk | |
|
Etiketler |
anadolu, darbeler, müzesi, nasıl, oldu |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |