29 Mart 2014, 19:55 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Nisa Suresi’nin126-162. Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub HÜKÜM ALLAH’INDIR 126- Gerek göklerde ve gerekse yeryüzünde bulunan tüm varlıklar Allah’a aittir. Allah herşeyi kuşatmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, yüce Allah’ın ilahlıkta birlenmesi söz konusu edildiği zaman çoğu kere beraberinde mülkiyet, egemenlik, otorite ve erişilmez gücü bakımından da belirlenmesi söz konusu olabilir. Çünkü İslâm’ın öngördüğü tevhit, sırf yüce Allah’ın zatının belirlenmesi anlamında değildir. Aktif bir tevhittir İslâm’ın öngördüğü tevhit. Evrendeki faal ve etkin gücün birliğidir, otorite ve egemenliğin de. İnsanın göklerde ve yeryüzünde bulunan herşeyin Allah’a ait olduğunu, onun herşeyi kuşattığını ve hiçbir şeyin onun bilgisinden otoritesinden hariç olmadığını düşünmesi, yüce Allah’ı uluhiyet ve ibadette birlemesine, hayat metoduna uymak ve emrini uygulamak suretiyle hoşnutluğunu kazanmak için çabalamasına neden olacaktır. Evet herşey onun mülküdür. Herşey onun denetimindedir. Ve o herşeyi kuşatmıştır. Bazı felsefî görüşler yüce Allah’ın birliğini kabul ediyorlar ancak, kimi iradesini, kimi ilmini, kimi otoritesini, kimi de mülkünü reddediyor. Bu gibi “felsefi” denilen, yığınlarca görüş var. Bundan dolayı hayatta bir faaliyeti, davranış ve ahlâklarında bir etkisi, duygu ve pratik hayatlarında bir değeri bulunmayan edilgen bir tanrı düşüncesidir bu. Hepsi de laf! Sadece laf! İslâm’a göre, göklerde ve yeryüzünde bulunanlar Allah’ındır. O, her şeyin sahibidir. Herşeyi kuşatmıştır. Herşeyin üzerinde egemendir. Ancak bu düşüncenin gölgesinde vicdanlar doğrulur, davranışlar ve hayat ıslah olur. Cahiliye toplumunun, özellikle kadın ve aile, yetim ve çocuklar gibi zayıflara yapılan uygulamalarına ilişkin tortularını gidermek, müslüman toplumu bu tortulardan arındırmak, aileyi insan türünün iki parçasının üstünlüğü ve çıkarları esaslarına oturtmak, ailesel bağları güçlendirmek ve kök salıp bu bağların kopmasına, aile çatısının içindekilerin özellikle kucakta gelişen zayıf neslin üzerine yıkılmasına neden olmadan önce, aile ortamında baş gösteren sorunları gidermek; yetkilerin güçlünün elinde olmaması ve köklü şeriatın hükmetmesi için toplumu da zayıfları gözeten esaslara dayandırmak gibi surenin başladığı konuların bütünleyicisi konumundadır okuyacağımız ders. Okuyacağımız ders, adı geçen sorunların bir kısmını çözümleyip evrenin düzenine bağlamaktadır. Bu ayetin muhatabı böylece anlıyor ki, kadın, yuva, aile ve toplumda yer alan zayıflar sorunu büyük ve önemli bir sorundur. Gerçekten de bu sorun oldukça önemlidir. Bu cüzde ve surenin dördüncü cüzdeki başlangıcında bundan söz etmiştik. İslâm’ın aileye bakışına ve müslüman toplumun cahiliye tortularından kurtulması için ilahî sistemin sarf ettiği çabaya yeterince değinmiştik. İslâm toplumunun, psikolojik, sosyal ve ahlâksal düzeyinin yüksekliğinden ve bütün bunların müslüman toplumun, çevresindeki tüm toplumlardan, bu dini kabul etmeyen, bu sistemle eğitilmeyen ve onun eşsiz düzenine boyun eğmeyen diğer toplumlara üstünlüğünün garantisi olduğundan söz etmiştik. Şimdi bu derste yer alan ayetleri ayrıntılı bir şekilde ele alalım 127- onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler. De ki; Allah onlar hakkında size şu fetvayı veriyor: Bu fetva, paylarına düşen mirası vermediğiniz, yada nikahlamak istemediğiniz yetim kadınlar, mağdur çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız konusunda, size okunan Kur’an ayetleridir. Ne iyilik yaparsanız, kuşkusuz Allah onu bilir. KADIN VE İNSAN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE Sûrenin başlarında inen ayetler, kadınlara ilişkin bir takım soruları ve onların bazı durumları hakkında fetva istemelerini anlatmaktadır. Müslümanların soru sormak ve bazı hükümlere ilişkin fetva istemek gibi girişimleri müslüman toplumun gelişimini ve müslümanların hayatî konularda dinlerinin hükümlerini öğrenme isteklerini göstermektedir. Kuşkusuz cahiliyeden İslâm’a dönüşümün ruhlarında meydana getirdiği sarsıntı son derece derindi. Öyle ki cahiliyeden kaynaklanan her konudan, İslâm’da geçersiz olduğu yada değiştirildiği korkusuyla kuşkulanır ve sakınır olmuşlardı. Bu yüzden günlük hayatlarında karşılarına çıkan her şeye ilişkin İslâm’ın hükümlerini öğrenmek istiyorlardı. Bu uyanıklık ve durumlarını İslâm’a uydurma konusunda duydukları bu arzu, -hayatlarında kimi cahiliye kalıntılarının henüz bulunmasına rağmen- o dönemin en belirgin özelliğidir. Kuşkusuz önemli olan durumlarını İslâm’ın hükümlerine uydurmada duydukları gerçek ve güçlü arzu ve aynı ruhla bazı hükümlerin yorumlanmasını istemeleridir. Yoksa günümüzde bir çoğunun müftülere başvurduğu gibi sırf, bir şeyler öğrenmek, bilgin olmak için fetva isteminde bulunmazlardı. Toplum, dininin hükümlerini öğrenmek zorundaydı. Çünkü yeni hayat düzenlerini bu şekillendirecekti. Ayrıca öğrenmeyi şiddetle istiyorlardı. Çünkü, amaç, pratik hayatlarıyla dinlerinin hükümleri arasında uygunluk meydana getirmekti. Cahiliyeden yeni yeni soyutlanmışlardı. Cahiliyenin gelenek, alışkanlık, sistem ve hükümlerinden kaçınıyorlardı. Bu arada İslâm’ın hayatlarında meydana getirdiği bu büyük değişimin yada daha doğru bir ifadeyle, İslâm’ın eliyle gerçekleştirilen bu yeniden doğuşun değerini de çok iyi biliyorlardı. Burada, Allah için öğrenmek istemelerinin, bu istekteki içtenliklerinin ve öğrendiklerine uymadaki kararlılıklarının gerçekliğinin karşılığını görüyoruz. Bütün bunların karşılığı olarak yüce Allah’ın koruma ve gözetimini görüyoruz. İstedikleri fetvayı yüce Allah üzerine alıyor: “Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler. De ki; onlar hakkında size fetvayı Allah veriyor.” Onlar Resulullah’tan (salât ve selâm üzerine olsun) fetva istemişlerdi. Ancak yüce Allah lütfedip peygamberine şöyle söylemesini emrediyor! Kadınlar ve ayette zikredilen diğer konular hakkında size Allah fetva veriyor. Kuşkusuz yüce Allah’ın kullarına şefkati, müslüman cemaate lütfu, onlara bizzat hitap etmesi, onları gözetmesi, fetva isteklerini ve yeni hayatlarının ihtiyaç duyduğu şeyleri karşılaması olayı değeri ölçülemeyecek kadar büyük bir iltifattır. Fetva; ilahî sistemin müslüman toplumu içinden çekip çıkardığı cahiliye kalıntısı olguyu tasvir ettiği gibi, müslüman toplumun hayat düzeyinin yükselmesi ve cahiliye kalıntılarından arınması için uyulması istenen direktifi de içermektedir. “De ki; Allah onlar hakkında size şu fetvayı veriyor! Bu fetva paylarına düşen mirası vermediğiniz yada nikahlamak istemediğiniz yetim kadınlar, mağdur çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız konusunda size okunan Kur’an ayetleridir. Bu ayet hakkında Ali b. Ebu Talha, İbni Abbas (r.a)’dan şöyle nakleder: Cahiliye devrinde adam tutar yanındaki yetim kızın üzerine elbisesini atardı. Bunu yaptıktan sonra kimse o kadınla evlenemezdi artık. Şayet güzel olur da hoşuna giderse kendisi evlenip malını yerdi. Yok eğer çirkin olursa, ölene kadar erkek yüzü görmesine müsaade etmezdi. Ölünce de mirasına konardı. Bunu yüce Allah haram etti, böyle bir şey yapmayı yasakladı. “… Mağdur çocuklar… sözü hakkında, ibni Abbas, cahiliyede çocuklar ve kızlar varis olamazlardı, der. “…paylarına düşen mirası vermediğiniz…” sözü, bunu göstermektedir. İşte yüce Allah bu durumu yasaklamıştır. Her pay sahibinin payını belirlemiştir. Büyük olsun küçük olsun erkeğin payı, kadının payının iki katıdır, buyurmuştur. Yüce Allah’ın “…Yetimlere karşı adil davranmanız…” sözü hakkında Said b. Cubeyr şöyle der: “Nasıl ki, güzel olduğu zaman adam, “onu nikahladım kendime seçtim” diyorsa, mal ve güzelliği olmadığı zaman da nikah lasın tercih etsin.” Ayetin, “Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler…” diye başlayan ve “nikahlamak istemediğiniz…” sözüne kadarki kısmı hakkında Hz. Aişe (r.a) şöyle der: “Bu, yanında yetim bir kız bulunan adamdır. Velisi durumunda olduğu için ona varis olmaktaydı. Kızcağızın tüm malına hatta hurma salkımına bile ortak olurdu: Fakat nikahlamak istemezdi. ( Yani, nikahlamaktan kaçınırdı, çirkin olduğu için evlenmek istemezdi) Kızın başka bir adamla evlenmesini ve böylece ortağı bulunduğu mala başkasının ortak olmasını da istemezdi. Bu yüzden evlenmesine engel olur. Ayet bunun için indi.” (Buhari, Müslim) İbn-i Ebu Hatem diyor ki: Muhammed b. Abdullah b. Abdülhakem’le okuduk. Bize Vehb anlattı, ona Yunus, İbn-i Şihab’dan haber verdi, ona Urve b. Zübeyr Hz. Aişe (r.a)’nın şöyle dediğini aktardı: “Bazıları kadınlar hakkında inen bu ayetten sonra, Resulullah’tan fetva istediler. Bunun üzerine, “Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler. De ki; Allah onlar hakkında size şu fetvayı veriyor: Bu fetva.. size okunan Kur’an ayetleridir.” ayeti indi. Hz. Aişe, “size okunan Kur’an ayetleri” ile yüce Allah’ın, “şayet yetimler konusunda adil olamayacağınızdan korkuyorsanız kadınlardan hoşlandıklarınızla evlenin.” dediği ilk ayete işaret edilmektedir.” der. Yine bu isnadla Hz. Aişe’den şöyle rivayet edilir: “Yüce Allah’ın: “nikahlamak istemediğiniz.” sözünden, sizden birinizin himayesindeki yetim kızı, malı ve güzelliği az olduğundan dolayı nikahlamak istemeyişi kastedilmektedir. Bu yüzden, adil davranmadıkları sürece yetim kızları sırf malları ve güzelliklerinden dolayı nikahlamaktan engellediler. Çünkü gönülsüz davranıyorlardı bu konuda.” Bu hadisler ve Kur’an ayetinden cahiliyenin durumu özellikle yetim kızların içinde bulunduğu durum açıkça görülmektedir. Yetim ki; velisinin göz dikmesi ve aldatmasıyla karşı karşıya kalırdı. Velisi, kızın malına göz dikerdi. Mihrini de vermemek suretiyle aldatırdı. Şayet kendisi evlenecek olsa hem mihrini hem de malını yerdi. Çirkin olduğu için evlenmezdi. Üstelik, elinin altındaki malına, kocasının ortak olmaması için başkasıyla evlenmesine izin vermemekle de aldatırdı. Küçük çocukların ve kadınların durumu da böyleydi. Miraslarını koruyacak bir güçleri bulunmadığı için mirastan yoksun bırakılırlardı. Yada savaşacak güçte olmadıkları için, kabileci düşüncenin etkisiyle mirasta hakları bulunmazdı. Çünkü kabile düzeninde herşey savaşçılarındır. Zayıfların hiç bir şeyi yoktur. İşte İslâm’ın değiştirdiği yerine üstün, insana yaraşır gelenekler yerleştirdiği, bu iğrenç ve ilkel geleneklerdir. Daha önce de dediğimiz gibi bu sırf Arap toplumunda söz konusu olmuş bir sıçrama, bir uyanış değildir kuşkusuz. Bu gerçekte yepyeni bir oluşumdur. Yeni bir doğuştur. Bu ümmetin cahiliyedeki realitesinden farklı bir gerçektir bu. Şunu özellikle belirtmemiz gerekir: Bu yeni oluşum, herhangi bir hazırlık döneminin sonucu bir gelişme değildir. Yada bu halkın hayatında maddi olgunun ani değişikliğinden de kaynaklanmamaktadır. Miras ve mülkiyet haklarını savaşçılık esasına dayandırmaktan insanlık esasına dayandırmak, çocuk, yetim ve kadına savaşçılıklarından dolayı değil de insan olmalarından dolayı haklarını vermek değişimi; toplumun savaşçılara değer vermeyen sağlam kurallar edinmesi, bu yüzden savaşçıların kazanılmış haklarını iptal etmesi ve onların öncelikli olmasını gerektirecek bir durumun söz konusu olmadığı bir aşamaya gelmesinden kaynaklandığı sanılmasın! Kesinlikle hayır. Kuşkusuz bu yeni dönemde de savaşçılara büyük değer verilir. Onlara duyulan ihtiyaç da son derece önemlidir. Ancak burada artık İslâm vardır. Burada insanlığın yeniden doğuşu söz konusudur. Bir kitaptan, bir hayat sisteminden kaynaklanan bir doğuş, aynı yeryüzünde, aynı şartlarda; üretim tarzında, araçlarında ve üretimde bir devrim meydana getirmeksizin yalnızca bu yeni doğuşun etkisiyle, bir düşünce inkılabı gerçekleştirerek bu yeni doğmuş toplumu oluşturmuştur. Kur’an’ın eğitim metodunun, ruhlarda ve hayat tarzında cahiliyenin belirtilerini söndürüp gidermek, ruhlara ve hayat tarzına İslam’ın belirtilerini yerleştirip sağlamlaştırmak için, (hem de uzun bir) mücadeleye giriştiği bir gerçektir. Diğer bir gerçek de cahiliye kalıntılarının tekrar hareketlendiği, bazı bireysel durumlarda kendisi değişik kılıklara büründürüp yeniden ortaya çıkmaya çalıştığıdır. “Maddi olgularla mücadeleye girişenin, onları ortadan kaldırıp değiştirenin, gökten indirilen bu ilahî sistem ve bu sistemin oluşturduğu bu düşüncenin ta kendisi olduğu gerçeğidir. Hiçbir zaman bu değişikliği sağlayan; maddi olgu ve maddenin özünde taşıdığı çelişki yada üretim araçlarının değişmesi veya üretim araçlarının öngördüğü bu değişikliği düzenlemek için düşüncelerin, hayat sistemi ve sistemlerinin değişmesini zorunlu gören Marksist hezeyanlardan biri olmamıştır. Burada, bu halkın hayatında yeni ve tek birşey söz konusudur. Yüceler aleminden indirilmiş bir şey. Ruhlar hemen karşılık verdiler. Çünkü yüce Allah yerleştirdiği fıtratın derinliklerine hitap ediyordu. Bu yüzden, böyle bir değişiklik gerçekleşmişti. Daha doğrusu insanlığın bu yeniden doğuşu mümkün olmuştu. Bu doğuşta; bütün yönleriyle cahiliye de hayat, bilinen görünümünden tamamen farklı bir görünüm kazanmıştı. Eski ve yeni görünüm arasında bir çatışma söz konusu olmasına, bir takım sancılar ve fedakârlıklardan dolayı acılar çekilmesine rağmen, tüm bunlar gerçekleşmişti. Çünkü burada yüce bir mesaj, itikadî bir düşünce söz konusuydu. Şu yeniden doğuşta ilk ve son etken oydu. Tabi ki bu dalgayı İslâm toplumuyla sınırlı tutması mümkün değildi. Aynı şekilde tüm insan topluluklarına da yönelecekti kuşkusuz. Müminlerin kadınlara ilişkin Resulullah’tan fetva istediği, yüce Allah’ın da kendilerine fetva verdiği yetimlerin ve mağdur çocukların haklarını bildirdiği şu Kur’an ayeti, bütün bu hakları ve prensipleri, bu sistemin getirdiği kaynağa bağlamakla son bulmasının nedeni de budur: “Ne iyilik yaparsanız kuşkusuz Allah onu bilir.” Bilinmemesi mümkün değildir. Kaybolması düşünülemez. Allah katında kayıtlıdır. Allah katında kayıtlı iyiliğin kaybolması mümkün değildir. Müminin yaptıklarıyla döndüğü son merci burasıdır. Niyeti ve çabasıyla gözettiği tek yön budur. Bu prensiplerin ve bu metodun ruhlarda, davranışlarda ve tüm hayatta bu denli güçlü etkin olmasını sağlayan; bu merciin gücü ve otoritesidir. O halde bir takım direktifler vermek, hayat metodları belirlemek ve sosyal düzenler kurmak önemli değildir. Önemli olan bu direktiflerin, metod ve düzenlerin dayandığı, güçlerini, insan nefsi üzerindeki etki ve faaliyetlerini aldıkları otoritedir. İnsanların otorite ve azamet sahibi yüce Allah’tan aldıkları prensip, hayat metodu ve düzenler ile, insanlar arasındaki kendileri gibi bir kuldan aldıkları prensip, hayat metodu ve düzenler arasında, ne kadar da fark vardır. Diyelim ki, tüm sıfat ve özellikleri ile de her ikisi aynı düzeyde bulunsun ve böylece birlikte aynı zirveye ulaşsalar bile -bu da mümkün değil ya- şu sözün kaynaklandığı zatı düşünmem, ruhumda hakkettiği yeri vermem bile, yücelerin yücesi Allah’ın sözü ile insanoğlunun sözünün ruhumda hakkettikleri etkiyi, bırakmaları için yeterlidir. Ardından İslâm’ın, madde aleminde ya da üretim dünyasında geçerli yeryüzü menşeli değişim etkenlerinden çok, mele-i a’ladan -yüceler aleminden indirilen Allah’ın sistemi aracılığıyla oluşturduğu bu toplumda -aile ortamında gerçekleştirilen sosyal düzenlemeyle birlikte bir adım daha atıyoruz: 128- Eğer kadın, kocasının geçimsizlik çıkaracağından veya kendisini ihmal edeceğinden endişe ederse bu çiftin anlaşma yolu ile ilişkilerini yeniden düzene koymalarının bir sakıncası yoktur. Anlaşma her zaman hayırlıdır. Nefisler cimriliğe, bencilliğe eğilimlidirler. Eğer iyi davranır, Allah’tan korkarsanız, hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 129- Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer barışır Allah’tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir. 130- Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa Allah bol nimetleri ile her ikisini de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah’ın nimetleri boldur ve O hikmet sahibidir. Bu ilahi sistem -daha önce- kadın tarafından ortaya çıkarılan geçimsizlik durumunu ve aile çatısını koruyacak uygulamaları -bu cüzün başlarında- ele almıştı. Şimdi de erkek tarafından meydana gelmesinden korkulan böylece kandının güvenliğini, onurunu ve bütünüyle ailenin güvenliğini tehdit edecek geçimsizlik durumu ele alınmaktadır. Çünkü kalpler farklılaşabilir, duygular değişkendir. Bir hayat metodu olan İslâm da hayatın tüm yönlerini ele alır, hayatta karşılaşılan her şeyi karşılar, ilke ve prensipleri çerçevesinde çözümler getirir. Yeni baştan şekillendirdiği ve meydana getirdiği toplumu bu amaç doğrultusunda sağlamlaştırır. Kadın kendisine kaba davranılmasından korkarsa, bu kabalığın; -Allah’ın hiç sevmediği ancak helal olan- boşanmaya yada ne eş, ne de boşanmış sayılmayan boşta kalmış gibi bırakılıp yüz çevirilmesinden endişeleniyorsa, mali veya hayati haklarından feragat edip anlaşmaları mümkünse, kendisi ve kocası için bir mahsur yoktur. Nafakasının bir kısmını yada tümünü bırakması, şayet kendisine tercih ettiği diğer bir eşi varsa ve kendisi de eşlik için gerekli çekicilik ve canlılığı yitirmişse payını ve gecesini ona vermesi gibi. Bütün bunlar; bizzat kendisi -tüm tercihini kullanması ve tüm şartları değerlendirmesi sonucu- boşanmaktan daha hayırlı olduğuna karar verirse mümkün olabilir: “Eğer kadın, kocasının geçimsizlik çıkaracağından yada kendisini ihmal edeceğinden endişe ederse, bu çiftin, anlaşma yolu ile ilişkilerini yeniden düzene koymalarının sakıncası yoktur.” Bu da az önce işaret ettiğimiz anlaşmadır. Bu hükmün ardındän, anlaşmanın her zaman için ayrılıktan, kabalıktan, geçimsizlik ve boşanmadan daha iyi olduğu gerçeği yer almaktadır. “… Anlaşma her zaman bayırlıdır.” Böylece içinde geçimsizlik ve katılık duygularının depreştiği gönüllere yumuşaklık, yakınlık meltemi estirilmekte; evlilik ilişkisinin ve aile bağının korunmasına teşvik edilmektedir. Kuşkusuz İslâm, insan ruhunun tüm realitesiyle birlikte hareket eder. Bütün etkin yöntemlerini kullanarak, insan ruhunu ve fıtratı en üstün düzeye yükseltmek için uğraşır. Ancak, bunu yaparken hiçbir zaman da insan tabiatının ve fıtratının sınırlarını göz ardı etmez. Gücünün yetemeyeceği şeyi yapmaya zorlamaz. İnsanlara; “başlarınızı duvara vurun. Sizden bunu istiyoruz. İster gücünüz yetsin, ister yetmesin, fark etmez.” demez. İslâm, insan ruhuna zaafları ve kusurlarıyla baş başa kalmasını fısıldamaz. Bataklık içinde yüzdüğü, çamur içinde çırpındığı halde insan ruhunun realitesi budur yutturmacasıyla, insana şeref marşlarını söyletmez. Ancak boynundan tutup mele-i a’ladan bir ipe bağlamaz. Yeryüzünde ayakları tutunmadığı için yükseklik ve üstünlük bahanesiyle havada salınacak gibi salınıp durmasına izin vermez. İslâm orta yoldur. Fıtrattır. Realist idealizmdir, ya da idealist realizmdir. İnsana insanlığıyla muamele eder. Çünkü insan olağanüstü bir yaratıktır. Ayaklarını yere koyduğu halde ruhuyla göklerde dolaşabilen sadece odur. Bir anda gerçekleşen bu olayda ruhla cesedin, ayrılması söz konusu değildir. Yerde cesed, gökte ruh olarak bölünmesi de mümkün değildir. İşte burada bu hükümde de İslâm, insanla birlikte hareket etmektedir. Onun bu alandaki özelliklerinden birini belirlemektedir: “Nefisler cimriliğe, bencilliğe eğilimlidirler.” Yani nefislerde cimrilik sürekli vardır. Her zaman orada bulunur. Cimriliğin çeşitleri vardır. Malda cimrilik olduğu gibi duygularda da cimrilik söz konusudur. Karı kocanın hayatını etkileyen -ya da karşılarına çıkan- bir takım sebepler, karısına karşı kocanın gönlünde bu cimriliği harekete geçirebilir. O zaman kadının mehrinin kalan kısmından yada nafakasından vazgeçmesi konusundaki cimriliği tatmin edip, nikahın sürmesini sağlayabilir. Kendi gecesinden vazgeçmesi de -şayet kendisine tercih ettiği bir eşi varsa- birincide canlılık ve çekicilik kalmamışken bu şekilde kocasının duygu konusundaki cimriliğini hoşnut etmesi, aynı şekilde nikahın sürmesini sağlayabilir. Buna rağmen, her halukârda konu, kadının takdirine bırakılmıştır. Kendi yararına uygun gördüğü şeyi yapmakta serbesttir. İlahi sistem onu hiçbir şey yapmaya zorlamaz. Sadece ona tasarruf yetkisini tanır. Kendi işini görebildiği gibi bulup değerlendirme özgürlüğünü de tanır. İslâmî hayat metodu, bu cimri tabiatla birlikte hareket ederken, bu tabiatı insan ruhunun her yönden bir özelliği kabul edip durmaz. Ona bir diğer çağrı yapmaktadır. Başka bir nağme çalmaktadır: “Eğer iyi davranır, Allah’tan korkarsanız, hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” İhsan ve takva; en sonunda işin bağlanacağı noktayı oluşturur. Bunlar kişiye hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü her kişinin yaptığından Allah haberdardır. Nedenlerini ve gizliliklerini bilir. Mümin ruhu ihsan ve takvaya çağırmak, yaptığı şeylerden haberdar olan Allah’ın adıyla ona seslenmek, etkin bir çağrı, kabul görecek bir sesleniştir. Hatta gerçek anlamda etkin çağrı ve kabul görecek sesleniş sadece budur. Bir kez daha kendimizi eşsiz ilahi sistemin önünde buluyoruz. İnsan ruhunun realitesini ve insan hayatının tüm koşullarını idealist realizmle yada realist idealizmle karşılayan ve insan ruhunun gizli sentezini olağanüstü, o eşsiz karışımı kabul eden sistemi… “Ne kadar özen gösterirseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız, o halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer barışır Allah’tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir.” “Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa Allah bol nimetleri ile her ikisini de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah’ın nimetleri boldur ve o hikmet sahibidir.” İnsan ruhunu yaratan yüce Allah’tır. Fıtratında karşı koymadığı birtakım eğilimlerinin olduğunu bilir. Bu yüzden bu eğilimlerini kontrol etmesini sağlayacak bir gem vermiştir insana. Sadece hareketlerini düzenleyecek bir gem. Bu eğilimleri yok etmek veya öldürmek için değil. İnsan gönlünün eşlerden birine kayıp onu diğerlerine tercilı etmesi de bu eğilimlerdendir. Tercih ettiği eşine olan eğilimi diğerine veya diğerlerine oranla daha fazla olur. Bu eğilimde bir art niyet yoktur. Yok etmek yada öldürmek mümkün değildir bu eğilimi. Nasıl öldürülebilir ki?.. İslâm insanı, gücünün yetmediği bir konuda hesaba çekmez. Karşı koymadığı bu eğilimi sonuçta bir günah olarak görmez. Hakim olamadığı eğilimde, gücünün yetmediği bir konuda ortada bırakmaz insanı. Aksine -özen göstermelerine rağmen- kadınlar arasında adaleti sağlayamayacaklarını bildirir. Çünkü bu konu iradesinin dışındaki bir konudur. Ancak şu bakımdan istemlerine bağlı bir şey vardır: Uygulamada, paylaşımda, geçindirmede, evlilik haklarında, hatta, yüze karşı güler yüzlü olmada ve tatlı dilli olmada adalet sağlanabilir. İşte bunu yapmaları istenmektedir. Bu eğilimi kontrol altında tutacak gem budur. Düzenlemek için tabii, öldürmek için değil: “O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız.” İşte yasaklanan budur. Açık uygulamalarda eğilim göstermek… Diğer eşe tüm evlilik haklarından yoksun bırakarak, ne eş olabilen ne de boşanabilen bir durumda bırakıp, tamamıyle diğer eşe eğilim göstermek yasaktır. Bununla beraber mümin ruhlarda derin etkisi bulunan bir çağrı yapılırken insan gücünü aşan şeylerden dolayı hesap sorulmayacağı da bildirilmektedir: “Eğer barışır Allah’tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.” İslâm; bir avuç çamur ve Allah’ın ruhundan bir nefhanın eşsiz bileşimiyle birlikte bir bütün olarak insan ruhunu, yetenek ve güçleriyle birlikte ele aldığı, ayaklarını yere koyduğu halde; çekişmeye, ayrılmaya meydan vermeden ruhunu göklerde uçuran idealist realizmiyle yada realist idealizmiyle birlikte hareket ettiği için… Evet İslâm böyle davrandığı için, insanlığın mükemmel bir tablosu olan İslâm peygamberi (salât ve selâm üzerine olsun) mükemmelliğin zirvesine ulaşmışken, bütün özellikleri ve yetenekleri insan fıtratının sınırları içinde dengeli ve eksiksiz bir gelişme göstermişti. İşte bu peygamber de eşlerinin arasında gücü yettiği konularda paylaşma yapmıştı. Bu paylaşmada kuşkusuz adaleti gözetmişti ancak, bazısını bazısına tercih ettiğini ve bunun elinde olmadığını inkar etmiyordu. Bu yüzden şöyle diyordu: “Allah’ım elimden gelen budur. Senin gücün dahilinde olup benim gücüm yetmediği konularda (yani kalbin eğilimi konusunda) beni kınama.” (Ebu Davud) Ancak kalpler katılaşıp, bu ilişkiyi sürdürmeyecek duruma gelirse ve böylece karı-kocanın gönlünde hayatın istikrarlı bir şekilde sürmesini sağlayacak unsurlar kalmamışsa o zaman, ayrılık daha iyidir. Çünkü İslâm eşleri, halatlarla, iplerle, bağlarla ve zincirlerle birbirine bağlamaz. Onları sevgi ve şefkat yada görev sorumluluğu ve nezaket anlayışıyla birbirine bağlar. Birbirinden nefret eden gönülleri tedavi etmeye hiçbir yöntemin gücü yetmez olunca, artık onları zorluk ve nefret zindanında tutmaya yada görünürde birbirine bağlı, gerçekte ise ayrı yaşayan karı-kocayı bu çarpık ilişkiyi sürdürmeye zorlamanın hiçbir yararı yoktur. “Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa, Allah bol nimetleriyle her ikisini de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah’ın nimetleri boldur ve O hikmet sahibidir.” Yüce Allah, her ikisini lutfedip muhtaç duruma düşmekten koruyacağını ve katından bol nimetler vereceğini vaadediyor. Yüce Allah, kullarına bolluk bahşeder, dilediği şeyi, hikmeti ve bilgisi sınırları içinde her durum için, uygun olacak şekilde kullarına bolca verir. Ruhların duygularını, tabiatların gizliliklerini ve bütün realitesi ile birlikte hayat tarzlarını düzenleyen ilahî sistemin proğramı insanları, bu sistemden uzaklaştıranların bitmez tükenmez bencilliğini ortaya çıkarmaktadır. Kuşkusuz bu ilahî hayat sistemi, son derece kolaylaştırıcıdır ve insanlar için konulmuştur. Onların adımlarına yol gösterip, aşağılık bataklıktan kurtarıp daha yükseğe, fıtratlarına ve kabiliyetlerine uygun bir şekilde en yükseğe çıkarmaktadır. Fıtratlarında bunu kabullenecek bir özellik, tabiatlarında harekete geçireceği bir yetenek, bünyelerinde yeşerteceği bir tohum olmaksızın yükselmek ve yücelmek adına hiçbir zorunluluk yüklememektedir. Bütün bunlardan sonra insanları, idealist realizmi ya da realist idealizmi sayesinde, başka hiçbir hayat sisteminin ulaştıramadığı düzeylere çıkartır. Bu da şu eşsiz varlığın bünyesine en uygun düzeydir. HAKİMİYET ALLAH’INDIR Evlilik hayatının düzenlenmesine özgü bu hükümler, hayatın tümünü düzenleyen ilahî hayat sisteminin bir parçasını oluşturur. Bu ilahî sistem, bütünüyle evrene egemen yasanın bir uzantısıdır. Yüce Allah’ın tüm evren için seçtiği bu yasa, Allah’ın evreni yarattığı fıtrata ve bu evrende yaşayan insanın yaradılışına uygun düşmektedir. Bu kapsamlı ve büyük sistemin derinliklerindeki gerçek bu olduğundan, sûrenin akışı içinde aile hayatının düzenlenmesine özgü hükümlerden sonra onları, tüm evrene egemen yasaya, evren üzerindeki Allah’ın otoritesine ve O’nun evren üzerindeki hakimiyetine, yüce Allah’ın bütün kitaplarında insanların tümüne yaptığı tavsiyenin tekliğine, dünya ve ahiret sevabına bağlayan bir açıklama yer almaktadır. Kuşkusuz bunlar, bütünüyle ilahî hayat sisteminin dayandığı hak, adalet ve takva temelleridir. 131- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah’a aittir. Size ve sizden önce kendilerine kitap verilmişlere Allah’tan korkmayı emrettik. Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey Allah’ındır. Onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır. 132- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah’a aittir. Allah vekil olarak yeterlidir. 133- Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını getirir. Hiç şüphesiz Allah’ın gücü bunu yapmaya yeter. 134- Kim dünyada mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin de mükafatı Allah’ın katındadır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir. Kur’an-ı Kerim’de hükümler, emir ve nehiyler bildirilirken, ardından “göklerde ve yerde bulunanların Allah’a ait” olduğu yada “göklerin ve yerin mülkiyetinin Allah’ın” olduğu gerçeğinin bildirildiği çokça görülmektedir. Gerçekte her ikisi de diğerini zorunlu kılmaktadır. Çünkü bir şeye sahip olan mülkünde otorite sahibidir de. Bu mülkün kapsamındakiler için kanunlar koyan otorite sahibi de sadece O’dur. Bunlar da birbirlerini zorunlu kılan iki gerçektir. Ayrıca burada, yüce Allah’ın, kendilerine kitap indirilen herkese yönelik tavsiyesinin takva olduğu da ortaya çıkmaktadır. Bu da, göklerin ve yerin mülkünün kime ait olduğu ve mülkünde tavsiye etme yetkisinin kimde olduğu belirlendikten sonra yer almaktadır. “Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah’a aittir. Size ve sizden önceki kendilerine kitap verilmişlere Allah’tan korkmayı emrettik.” Kendisinden sakınılan, azabından korkulan gerçek otorite sahibi olan merciidir. Allah korkusu, kalplerin ıslahı ve bütün yönleriyle O’nun hayat sistemini uygulamaya özen göstermenin güvencesidir. Bu arada Allah’ın mülkünde, önemsenmeyecek bir grubu oluşturan kafirlere, yüce Allah’ın onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirmesinin son derece kolay olduğu bildirilmektedir. “Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey Allah’ındır. Onun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır.” “Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah’a aittir. Allah vekil olarak yeterlidir.” “Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını getirir. Hiç şüphesiz Allah’ın gücü bunu yapmaya yeterlidir.” Yüce Allah, kullarına takvayı tavsiye ediyorsa, bu dinlemeyip kafir olmaları durumunda; Ona zarar verecekleri, Onu zahmete sokacakları anlamına gelmez. Çünkü onların kafir olmaları Onun mülkünden bir şey eksiltmez. “… Biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey Allah’ındır.” Yüce Allah, onları ortadan kaldırıp yerlerine diğer bir İnsan topluluğunu getirebilir kuşkusuz. Yoksa sadece onların çıkarı ve durumlarının ıslahı için takvayı emretmektedir. İslâm’ın, Allah katında insana verdiği değer, yeryüzünde ve evrende bulunanlardan üstün tutması oranında, kafir olduğu, azgınlaştığı, büyüklendiği ve haksız yere ilalılığın özelliklerini iddia ettiği zaman da tehdit etmesi, İslâm düşüncesinin, işin gerçeğinin ve pratik durumun öngördüğü dengenin gereğidir. Bu değerlendirme, sadece dünyayı isteyen gönüllere yönelik yüce Allah’ın lütfunun geniş olduğuna ilişkin bir direktifle son bulmaktadır. Kuşkusuz dünya ve ahiret mükafatı onun katındandır. İdeallerini dünyayla sınırlı tutanlar, onun ötesini bakışlarıyla kavrayabilirler, böylece dünya ve ahiret mükafatın ı elde edebilirler. “Kim dünya mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin de mükafatı Allah’ın katındadır.” İnsanın, dünya ve ahireti birlikte düşünebildiği, dünya ve ahiret sevabının beraberce elde edebildiği ve bunu İslâm’ın eksiksiz, realist ve idealist hayat sistemi garantilediği halde, dünya mükafatıyla yetinmesi, ilgisini dünyayla sınırlı tutması ve insan gibi yaşaması; ayakları yerde, ruhu da gökte uçuşan şu yeryüzüne egemen yasalara uygun hareket edebilen, aynı zamanda yüceler alemindekilerle birlikte yaşayabilen bir varlık olması mümkünken, hayvanlar, sürüngenler ve böcekler gibi yaşaması ahmaklıktır, basitliktir. Son olarak bu çeşitli değerlendirmeler İslâm şeriatında yer alan ayrıntılı hükümlerle evrensel hayat sistemi arasındaki sağlam bağa işaret ettiği gibi, İslâm’ın aile konusunda gösterdiği titizliğe de işaret etmektedir. Öyle ki bu sorunu, şu büyük sorunlara bağlayacak kadar önemsemiştir. Ardından da bütün dinlerde yer alan takva tavsiyesinin yer alması da bu yüzdendir. Yoksa yüce Allah, insanları ortadan kaldırıp yerine tavsiyesine uyan ve şeriatını uygulayan başkalarını getirebilir. Bu, son derece önemli bir değerlendirmedir ve aile sorununun yüce Allah’ın katında ve onun hayat sisteminde de önemli olduğunu vurgulamaktadır. Gelecek ders, hakkında yüce Allah’ın “Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” (Al-i İmran. 110) buyurduğu bir ümmet ortaya çıkarmak için ilahî gözetimin altındaki metodla, eğitim zincirinin bir halkasını oluşturmaktadır. Bu halka; değişmez olduğu kadar, adımları sürekli olan, insan ruhunu yüce yaratıcısının verdiği ilaçla tedavi etmek için hedefleri belirlenmiş olan ilahî sistemin bir halkasıdır. Kuşkusuz yüce Allah, insan ruhunun girintilerinden ve çıkıntılarından haberdardır. Onun özelliklerini ve hakikatlerini görür. Zorunluluk ve isteklerini güç ve kuvvetini bilir. Bu halka, her nesilden tüm insanları -konumlarına göre- cahiliye bataklığından çıkarmak, en üst zirveye çıkma çabalarında daha yukarıya yükseltmek için konulmuş ilahî sistemin kurallarını ve değişmez prensiplerini belirlediği gibi, bu Kur’an’la muhatap olmuş ilk müslüman kitlenin durumunu da gözler önüne getirmektedir. Bu kitlenin tablosunu oluşturan çizgilerden -olduğu gibi onların insan oluşları, insanlıklarında mevcut güç ve zaaf noktaları, cahiliye kalıntıları ve fıtrî belirtileri ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu sistemin, müslüman kitleyi tedavi etme, güçlendirme ve temsil ettiği hak üzere sağlamlaştırma yöntemi ile hak uğruna sarf ettikleri çaba ve fedakarlıklar da belirlenmektedir. Ders, insanlar arasında o olağanüstü şekilde adaleti ayakta tutmaları hususundaki görevlerinin yükümlülüklerini yerine getirmeleri için müslüman kitleye yönelik bir çağrıyla başlamaktadır. Kuşkusuz bu adaleti ancak bu kitle ayakta tutabilir. Kitle, bu işlevini yerine getirirken doğrudan, yüce Allah’la ilişki içindedir. Bunun dışında her türlü yakınlık duygusu, arzu ve çıkardan uzaktır. Toplum, millet yada devlet çıkarı dedikleri şey de bunun içindedir kuşkusuz. Kitle bu adaleti gerçekleştirirken Allah korkusu ve hoşnutluğu dışındaki tüm değer yargılarından soyutlanmıştır. Bu adaletin bir örneğini, daha önce sözünü ettiğimiz yahudi olayında yüce Allah’ın pratik olarak Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman kitleye öğrettiğini görmüştük. Bu adaleti, bu şekilde gerçekleştirmeleri için iman edenlere yönelik bir çağrıyla başlıyor ders. Bu Kur’an’ı indiren merci, kuşkusuz adaleti bu şekilde gerçekleştirmek için zorunlu kıldığı zorlu mücadelenin içyüzünü de, bilir. İnsan ruhunun, birtakım bilinen zaafları olduğunu, kendi şahsına, akrabalarına, mahkemeleşen taraflardan zayıf veya güçlü olanlara, anne-babaya ve yakınlara, zengin ve fakire, sevgi ve kızgınlığa karşı duygularının gerçek mahiyetini bilir. Bütün bunlardan soyutlanmanın zorlu bir cihadı gerektirdiğini bilir. Bu aşağılık bataklıktan kurtulup bu zirveye ulaşmak için cihadın gerekliliğini bilir. Artık o zirvede Allah’ın ipinden başka hiçbir şeye bağlanmaz insan. Ardından, kapsamlı imanın unsurlarına, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanmaları için ikinci bir çağrı yapılmaktadır. Bu unsurlardan her birinin imanî akidenin ve islâmî düşüncenin oluşumunda büyük değeri vardır. Şüphesiz İslâm düşüncesi, insanlığın -İslâm’dan önce ve sonra- tanıdığı tüm diğer düşüncelerden üstündür. İlk müslüman kitlenin hayatında görülen ahlâksal, toplumsal ve sosyal düzen noktasındaki diğer üstünlükler, bu üstünlükten kaynaklanmıştır. Bu üstünlük, kendisine gerçek anlamda inanan ve içindekilerle birlikte yeryüzüne Allah adına egemen olana kadar gereklerini eksiksiz yerine getiren toplumlara takva duygusunu bahşetmiştir. Öyle ki, yüce Allah’ın bizzat bu derste müminlere verdiği söz gerçekleşmiştir: “Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.” Bu iki çağrının ardından ayetlerin akışı, çeşitli yöntemlere başvurarak münafıklara, -onlardan münafıklık durumunu sürdürenlere ve müslüman olduğunu açıkladıktan sonra tekrar kafir olanlara- saldırıya geçiyor. Bu saldırıda, münafıkların tabiatları tasvir edilmekte, müslüman safta meydana getirdikleri olaylardan ve şartlara göre değişen konumlarından hareketle aşağılayıcı tabloları sergilenmektedir. Müslümanlar zafer elde ettiklerinde onlara yaltaklanıp, yanaşıyorlardı. Kafirler galip geldiğinde, galibiyete kendilerinin neden olduğunu ileri sürüyorlardı. İki taraf arasında bocalayıp duruyorlardı, ne bunlardan ne de onlardan oluyorlardı. Bu saldırı esnasında müminlere yönelik bazı direktif ve sakındırmalar da söz konusu edilmektedir. Bunlar -o zaman için- münafıkların müslüman saftaki marifetlerini gösterdiği gibi, münafıklar cephesinin ne denli güçlü olduğunu ve müslüman toplumun hayatında ne denli yer ettiklerini de göstermektedir. Öyle ki onların durumları, böyle bir saldığı gerekli kılmıştır. Çünkü ortam gözetilerek müslümanlar adım adım münafıklardan uzaklaştırılmış, onlardan sakınmaları emredilmiştir. Bunlar arasında, Allah’ın ayetlerini inkar ettikleri ve alaya aldıkları toplantılarına katılmama emri de yer almaktadır. Ancak o gün için bütünüyle münafıklarla ilişkilerin kesilmesi emredilmemişti. Bu da gösteriyor ki, münafıklık cephesi son derece güçlü idi ve müslümanların içinde yer etmişti. Bu yüzden tümüyle ilişkileri koparmak müslümanlara zor gelmişti. Bu arada, münafıklığın içine düşmemeleri için, münafıklığın özellik ve belirtilerinden uzak durmaları konusunda müslümanlara yönelik sakındırmalar da yer almaktadır. Bu özelliklerin en belirginleri; kafirleri dost edinmek, onların katında şeref ve güç aramaktır. Ancak yüce Allah, bütünüyle şerefin kendisine ait olduğunu belirtiyor ve müminler karşısında kafirlere fırsat vermeyeceğini garantiliyor. Bunun yanında münafıkların dünya ve ahiretteki durumlarını tasvir eden çirkin bir tablo da gözler önüne serilmektedir. Ahirette cehennemin en aşağı tabakasında yer alacakları bildirilmektedir. Böyle bir üslupla yöneltilen direktif ve sakındırmalar, ilahî hayat sisteminin, ruhları ve hayat tarzlarını tedavi etme yöntemini göstermektedir. Aynı şekilde, güçleri ve koşulları çerçevesinde yaşanan olguyu değiştirip son şeklini verene kadar, yeni bir olguyu yerleştirme yöntemini de göstermektedir. O zamanki müslüman kitlenin durumunu ve bu kitlenin, yeni din ve müslüman topluma karşı savaşta yardımlaşan küfür ve münafıklık cepheleri karşısındaki konumuna da işaret etmektedir. Bu arada bu direktif ve sakındırmalardan, Kur’an’ın müslüman toplum ile birlikte giriştiği çarpışmanın, savaşa ve ruhlara öncülük ederken baş vurduğu sistematik yöntemlerin mahiyetlerini de belirtmektedir. Kuşkusuz bu, her zaman ve mekanda İslâm ile cahiliye arasında kesintisiz süren bir çarpışmadır. Bu çarpışma, müslüman toplum ile, şahıslar ve yöntemleri değişen ancak özellikleri ve ilkeleri değişmeyen düşmanları arasında her zaman varolmuştur. Bütün bunlardan da şu kitabın, Kur’an-ı Kerim’in hakikatı ve müslüman toplumu yönlendirmede üstlendiği rolün mahiyeti belirginleşmektedir. Sadece dün için geçerli değildi bu. Kur’an yalnızca bir nesle öncülük etmek için gelmemiştir. Bu ümmete öncülük etmek için gelmiştir. Her nesil ve zamanda ona yol göstermek, kılavuz olmak için gelmiştir. Dersin sonunda yüce Allah’ın kullarına azap etmeye ihtiyacı olmadığına ilişkin olağanüstü bir ifade gelmektedir. Yüce Allah, sadece onlardan iman etmelerini ve şükretmelerini istemektedir. Kuşkusuz yüce Allah, onların imanına ve şükrüne ihtiyaç duymaz. Bu, sadece durumlarının düzelmesi, hayat düzeylerinin yükselmesi içindir. Böylece ahiret hayatına lâyık olurlar ve cennet nimetlerinin düzeyine çıkarlar. Ancak onlar, yüz çevirip eski hallerini sürdürürlerse cehennem azabına lâyık olurlar. Nitekim münafıklar katmanların en aşağısına; ateş tabakasının en altına kendilerini mahkum ederler. 135- Ey -müminler, kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız. Eğer kaypaklık eder, ya da şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Bu iman edenlere yönelik yeni sıfatlarıyla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz bu, onların eşsiz sıfatıdır. Bu sıfatla değişik bir oluşum yaşadılar. Bununla yeniden ve değişik bir şekilde doğdular. Ruhları, düşünceleri, ilke ve hedefleri yeni baştan doğdu. Onlarla birlikte, bağlandıkları yepyeni bir görev, yüklendikleri ulu bir emanet de doğdu. İnsanlığı yönetme ve insanlar arasında adaletle hükmetme emaneti. Bunun için, bu sıfatla yapılan çağrının bambaşka bir değeri ve özel bir anlamı vardır. “Ey müminler…” Bu sıfatla vasıflanmaları nedeniyle bu büyük emaneti yüklenmişler, bu büyük emaneti yerine getirmeleri için hazırlanıp eğitilmelerinin nedeni de bu sıfatla vasıflanmalarıdır kuşkusuz. Zor ve ağır sorumluluklar yüklemeden önce, hikmetli ilahî eğitim metodunun başvurduğu okşayıcı yöntemlerden birisidir bu: “… Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır.” Bu, “adaleti yerine getirme emaneti”dir. Her türlü durum ve koşulda, mutlak anlamda adaleti ayakta tutma emanetidir yüklenen. Yeryüzünde azgınlık ve zulmü engelleyen bu adalettir. İnsanlar arasında adil olmayı garantileyen, müslüman-müslüman olmayan her hak sahibine hakkını veren budur. Bu hak konusunda -yahudinin hikayesinde gördüğümüz gibi- Allah yanında müminle mümin olmayan eşittir. Akraba olsun, uzak olsun, herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez. Zengin, fakir aynıdır. “… Adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz.” Sırf Allah için. Doğrudan doğruya onunla birlikte hareket ederek. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen biri için değil. Bir kişinin, toplumun ya da milletin çıkarı için değil. Sorunu ilgilendiren herhangi bir unsuru saran koşullara göre hareket etmeksizin, yalnızca Allah için ve onunla birlikte hareket ederek şahitlik. Her türlü eğilimden, arzudan, çıkar ve değerlerden soyutlanarak. “… Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa..” Burada ilahî sistem kişiyi kendisine ve duygularına karşı harekete geçir meye, önce kendi şahsına, sonra da anne-baba ve akrabalara karşı durmasını sağlamaya çabalamaktadır. Bu oldukça zor bir çabadır. Zorluğu, dille söylenenden, akılla kavranan anlam ve işaretlerinden çok daha fazladır. Şüphesiz bunu pratik olarak yaşamak, akılla kavramaktan çok farklı bir şeydir. Bu deneyimi pratik olarak yaşamaya çabalayandan başkası dediklerimizi anlayamaz. Ancak yine de ilahî sistem, mümin kişiyi bu zorlu deneyimi yaşamaya yöneltmektedir. Çünkü bunun bulunması zorunludur. Bu kuralın yeryüzünde yaşaması kaçınılmazdır. İnsanlardan bir topluluğun bunu ayakta tutması şarttır. Sonra o, kişiyi fıtrî ve toplumsal duygularına karşı çıkmaya yöneltmektedir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen fakir biriyse, kişi onun aleyhinde doğru şahitlik yapmaktan kaçınabilir, zayıflığına yardım olsun diye şahitliği lehinde yapabilir. Yahut kişinin fakir oluşu, cahiliye toplumlarının genel karakterleri üzere, toplumsal baskıların etkisiyle aleyhinde şahitlik edilmesine neden olabilir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilenin zengin biri olması durumunda, toplumsal sistem onu hoşnut edecek bir karar verebilir. Ya da zenginliği ve şımarıklığı kişiyi aleyhine çevirebilir, böylece de aleyhine şahitlik etmek söz konusu olabilir. Bunlar fıtrî duygular ve toplumsal zorunluluklardır. Pratik hayatta insanlar bunlarla karşılaştıkları zaman bunların etkileri son derece ağır olur. İşte ilahî sistem kişiyi bunlara karşı harekete geçirdiği gibi kişilik sevgisine, anne-baba ve akraba sevgisine karşı da harekete geçirmektedir. “Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır.” Bu oldukça zor bir çabadır. Son derece zorlu bir çaba olduğunu hep tekrarlıyoruz. İşte İslâm, mümin nefisleri -realite dünyasında- pratik deneyimlerin tanık olduğu ve tarihin kaydettiği böyle bir zirveye yöneltirken, insanlık aleminde gerçek bir mucize meydana getiriyordu. Bu mucize ancak, ulu ve sağlam ilahi hayat sisteminin gölgesinde gerçekleşebilir. “o halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız.” Arzular çeşit çeşittir. Bazısı zikredildi de. Bencillik nefsin bir arzusudur. Aile ve akraba sevgisi arzusudur. Şahitlik ve hüküm noktasında fakire acımak bir arzudur. Zengine toleranslı davranmak nefsin arzusudur. Ona zarar vermek de şahitlik ve hüküm konusunda aşiret, kabile, ümmet, devlet ve vatan tarafını tutmak da keyfï bir arzudur. Aynı şekilde -şahitlik ve hüküm noktasında- din düşmanı da olsalar düşmanlara antipatik davranmak nefsin keyfî bir arzusudur. Kuşkusuz arzular ve hevesler sınıf sınıf, çeşit çeşittir. Tümü de yüce Allah’ın müminleri etkilemekten ve etkilerinde kalarak haktan ve doğruluktan sapmaktan yasakladığı şeylerdir. Son olarak şahitliği saptırmak ve bu konuda uyulması gereken prensipten yüz çevirmek hususunda bir tehdit, bir uyarı, bir korkutma yer almaktadır. “… Eğer kaypaklık eder, yada şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Bir mümine, yüce Allah’ın yaptıklarından haberdar olduğunun hatırlatılması, bunun arkasındaki korkunç tehdidi anlayıp titremesi için yeterlidir. Kuşkusuz bu Kur’an ile, müminlere hitab eden yüce Allah’tı. Rivayet edilir ki; Abdullah b. vaha, (r.a) Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından, hayberlilerin meyve ve ekinlerden elde ettikleri ürünleri ölçüp yarısını, hayberin fethinden sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine osun)’a verdikleri söz uyarınca almak üzere gönderildiğinde, yahudiler, kendilerine yumuşak davranması için rüşvet teklif ettiler. Bunun üzerine; “Allah’a andolsun ki ben yaratılmışlar için en çok sevdiğim kişi tarafından size gönderilmişim. Sizden ise vallahi de sayınızca maymun ve domuzdan daha çok nefret ederim. Ancak ona karşı olan sevgimle, size duyduğum kin sizin hakkınızda adaletten sapmama neden olamaz” dedi. Onlar da “göklerle yer bu sayede ayaktadır” dediler. Abdullah b. Revaha (r.a), eşsiz ilahî sistemin üzerine kurulu Hz. Peygamberin okulunda, eğitim görmüştü. O da bir insandı, böylesine zor bir deneyimden geçmiş başarıya ulaşmıştı. Kendisinden başka daha birçoklarının bu sistemin gölgesinde gerçekleştirdiği gibi o da, bu ilahî hayat sisteminin gölgesinden başka hiçbir yerde gerçekleşmesi mümkün olmayan adaleti gerçekleştirmiştir. Bu olağanüstü dönemin ardından çağlar birbirini kovaladı. Kütüphaneler fıkıh ve kanun kitaplarıyla doldu. Hayat, yargı, kurum ve kuruluşlarıyla dolup taştı. Düzenlemeye ilişkin uygulama ve formaliteler kaydedilir oldu. Kafalar adalete ilişkin sözlerle, ağızlar ise uzun uygulamalarına ilişkin nutuklarla doldu taştı. Bütün bunları korumak için çeşitli kurum ve kuruluşlar vücuda getirildi. Ancak, adaletin gerçek tadına varmak, insanların vicdanlarında ve hayatlarında bu anlamın pratik olarak gerçekleşmesi, bu ulu ve bu erişilmez zirveye ulaşmış olağanüstü dönemin dışında hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bir de, tarih boyunca İslâm’ın egemen olduğu topraklarda, bu inancın onardığı gönüllerde ve bu essiz ilahi sistemin yetiştirdiği fert ve toplumlarda gerçekleşmiştir Yeni yargı kurumlarını, çağdaş yargı uygulamalarını, gelişen ve iyice kurumlaşan yargısal düzenleme ve sistemleri almak isteyenlerin bu gerçeği iyice düşünmeleri gerekir. Bu adamlar, yukarıda sayılan şeylerin, adaletin gerçekleşmesi için daha pratik olduklarını ve eski çağların olağanüstü dönemdeki sade uygulamalardan daha garantili olduklarını, bu günkü yapılanların o dönemdeki sade şeklinden çok daha sağlam ve kalıcı olduklarını sanıyorlar. Bu, işlerin formalite ve kabarıklığının, eşya ve olayların hakikatını kavrayamayanların düşüncelerinde meydana getirdiği, bir vehimdir. Şekil ve durumların sadeliğine rağmen insanları bu düzeye ulaştıran sadece bu ilahî hayat sistemidir. Şekil ve kurumların değişip yenilenmesine rağmen insanları tekrar bu düzeye ulaştıracak da yine bu ilahî hayat sistemidir. Bunun anlamı, yeni yargı kurumlarını geçersiz kılmak değildir. Sadece kurumların hiçbir değerinin olmadığını, önemli olanın bunun ötesindeki ruh olduğunu bilmemiz yeterlidir. Bundan sonra şekli ve hacmi ne olursa olsun, hangi zaman ve mekanda söz konusu oluyorsa olsun durum değişmeyecektir. En üstün olanın üstünlüğü,zaman ve mekana bağımlı değildir kuşkusuz. 136- Ey müminler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirmiş olduğu kitaba ve daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkär ederse koyu bir sapıklığa düşmüş olur. Bu, müminlere yönelik, onları çevrelerindeki cahiliyeden ayıran sıfatlarıyla yapılan, ikinci bir çağrıdır. Bu çağrıda, görev ve sorumlulukları belirlenmekte ve onları bu sorumluluklar karşısında güç ve yardım bekledikleri kaynağa bağlamaktadır. “Ey müminler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirilmiş kitaba ve daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam edin.” Bu, müminlerin inanmak zorunda oldukları, imanın unsurlarının açıklanmasıdır. İslâm’ın inanç düşüncesinin açıklanmasıdır. Bu unsurlardan biri, Allah ve Resulüne iman etmektir. Bu inanç, mümin gönülleri; kendilerini yaratan ve kendilerine doğru yolu gösteren, peygamberi gönderen Rablerine bağlamaktadır. Bu, peygambere, peygamberin getirdiği mesaja inanmak ve O’nu gönderen Rabbinden getirdiği her şeyi doğrulamaktır. Bu unsurlardan biri de; Allah’ın Resulüne indirilen kitaba inanmaktır. Bu inanç onları, yüce Allah’ın hayatları için seçtiği ve o kitapta açıkladığı sisteme bağlar. Kitapta bulunan herşeyi kabullenmektir bu. Kaynağı birdir bu kitabın, yöntemi de. Bu kitabın bir kısmı, alıp kabullenmek, uymak ve uygulamak bakımından diğer kısmına göre öncelikli değildir. Bu unsurlardan bir diğeri; daha önce indirilmiş kitaba inanmaktır. Çünkü tüm kitapların kaynağı birdir, o yüce Allah’tır. Temelleri aynıdır. Tamamen Allah’a teslim olmak, bütün özellikleriyle; ilahlıkta yüce Allah’ı birlemek, hayatta uyulup uygulanması gerekenin sadece, yüce Allah’ın belirlediği sistemin olduğunu kabul etmektir bu temel. Bu birlik, -bozulmadan önce- tüm kitapların yüce Allah’tan geldiğinin doğal ve kesin gereğidir. Çünkü yüce Allah’ın hayat için belirlediği sistem birdir. İnsanlara yönelik iradesi ve yolu birdir. Çevresindeki yollar ayrılsa da o dosdoğrudur ve hedefine varır. Bütün kitaplara inanmak -bütün kitapların aslında tek bir kitap olduğu gerçeğinden hareketle- müslüman ümmetin ayırıcı bir özelliğidir. Çünkü bu ümmetin, bir olan yüce Rabbi, onun biricik sistem ve yolu hakkındaki düşüncesi, uluhiyet gerçeği ve insanlığın birliği ile uyuşmaktadır. Birkaç çeşidi olmayan ve ötesinde sapıklıktan başka birşey bulunmayan hakla aynı doğrultudadır: “Hak’tan sonra sapıklıktan başka ne var ki?” (Yunus Suresi, 32) İman etmeye ilişkin emrin yanında, imanın unsurlarını inkar konusunda; bir de tehdit yer almaktadır. Bunun yanında sonuçta verilecek ceza açıklanırken bu unsurlar ayrıntılarıyla zikredilmektedir. “Kim Allah’ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse koyu bir sapıklığa düşmüş olur.” Birinci emirde Allah’a, kitaplarına ve peygamberlerine iman zikredilmiş ancak, meleklerden söz edilmemişti. Ancak Allah’ın kitapları, meleklere ve ahit gününe iman konusunu da içermektedirler. Meleklere ve ahiret gününe inanmak Allah’ın kitaplarına inanmanın doğal sonucudur. Fakat burada ön plana çıkarıyor. Çünkü burada korkutma ve tehdit söz konusu edilmektedir ve her unsur iyice belirginleşmelidir. “Koyu sapıklık” deyimi, genellikle sapıklıkta ileri gitmek anlamını taşımaktadır. Artık hidayet ümidi bulunmayan bir noktadadır böyle birisi. Bundan sonra dönmesi beklenemez. Fıtratın, derinliklerinde zorunlu bir hareket, doğal bir yöneliş sonucu inandığı yüce Allah’ın inkar eden ve bu inkarın sonucu olarak; Allah’ın meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar eden, evet bu küfrü işleyenin fıtratı, kokuşmuşluk, başıboşluk ve bozulmuşluk bakımından öyle bir noktaya varmıştır ki, doğru yolu bulma ümidi kalmamıştır. Bundan sonra dönmesi beklenemez. İman edenlere yönelik bu iki çağrıdan sonra ayetlerin akışı, nifak ve münafıklara saldırıya geçmektedir. O günkü pratik durumlardan birinin tasviri ile işe başlamaktadır ayet-i kerime. Bir kısmının konumunu somutlaştırmaktadır bu tasvir. Küfür ve kafirlerin söz konusu edildiği konumlara en yakın bir konumdur bu: 137- Allah, önce iman edip arkasından küfredenleri, sonra yine iman edip arkasından küfredenleri, sonra da kafirliklerini koyulaştıranları asla affetmeyecek, kendilerini doğru yola iletmeyecektir. Kuşkusuz iman etmezden önceki küfür, iman tarafından silinir günahı bağışlanır. Çünkü kişi şayet koyu bir karanlıkta yaşıyorsa aydınlığı tanımamakta mazurdur. Ancak iman ettikten sonra küfre dönmek, hem de tekrar tekrar… İşte bu, bağışlanması, mazur görülmesi mümkün olmayan bir suçtur. Çünkü küfür bir perdedir, indiği zaman fıtrat yaratıcısına bağlanmış, oraya buraya dağılmadan kafileye katılmış, bitki kaynağa ulaşmış ve ruh o unutulmaz tatlılığın, imanın tatlılığının tadına varmış demektir. İman ettikten sonra, tekrar tekrar küfre dönenler bilerek fıtrata iftira ediyorlar. İsteyerek sapıklığa dalıyorlar, ıssız çöllere, koyu sapıklığa dalmayı kendileri istiyorlar demektir. O halde yüce Allah’ın onları bağışlamaması, doğru yola iletmemesi adaletin ta kendisidir. Çünkü yolu tanıdıktan ve takip ettikten sonra kaybeden kendileridir. Sığınağı ve aydınlığı bulduktan sonra kötülüğü ve körlüğü seçen onlardır. Kişi Allah için her şeyden soyutlanmadıkça, değer ve alışkanlıkların zorunluluk ve çıkarların, ihtiras ve cimriliğin baskısından kurtulamayacaktır. Hiçbir zaman çıkar ve servetin üstüne çıkamayacaktır. Değer ve alışkanlıkların, kişi ve olayların, yeryüzü güçlerinin, iktidar ve otorite sahiplerinin karşısında; Allah ile dolan gönüllerin hissettiği; serbestlik, onurluluk ve üstünlük duygusuna kesinlikle sahip olamayacaktır. İşte münafıklık tohumu burada gelişmeye başlıyor. Gerçekte nifak; batılla karşı karşıya gelinirken, hakta diretmekte zaaf göstermekten başka birşey değildir. Bu zaaf da, korku ve arzunun, bunları Allah’tan başkasına bağlamanın meyvesidir. Allah’ın hayat için koyduğu sistemden ayrılıp, coğrafï koşullara ve insanların geleneklerine bağlanıp kalmanın doğal sonucudur. AZABLA MÜJDELENENLER Burada, Allah’a iman ve onun için herşeyden soyutlanarak şahitlik etme ile münafıklıktan söz edilmesi arasında bir münasebet vardır. Bu münasebet sûrenin ana konusunu oluşturan genel münasebetin yanında yer almaktadır. Sî:renin ana konusunu; müslüman kitleyi İslâm sistemiyle eğitmek, cahiliyeden arta kalan tortuları gidermek ve ruhları insanların fıtrî zaaflarına karşı hazırlamak sonra da, bu kitle ile birlikte çevrelerindeki müşriklerle içlerindeki münafıklara karşı savaşa tutuşmak oluşturmaktadır. Ayetlerin akışı, sûrenin başlangıcından sonuna kadar bu genel hedefe yöneliktir. Bu dersin geri kalan kısmı nifak ve münafıklık konusuna değinmektedir. Bu, aynı zamanda cüzün sonunu da oluştùrmaktadır. Daha önce de geçen ayetin gözler önüne serdiği; önce iman edip, sonra inkar eden, tekrar inanıp, yine inkar eden, en sonunda küfürlerini koyulaştıran münafıklara ilişkin bir tablo yer almıştı. Şimdi de daha önce işaret edildiği gibi, nifak ve münafıklara yönelik bir saldırı başlamaktadır. Hayatın ve gönüllerin realitesi içinde tabiata uygun hareket eden ilahî hayat sisteminin mahiyetini anlamak için, .çeşitli yöntemler kullanılarak başlatılan bu saldırıyı incelemek, iyice düşünmek gerekir. 138- Münafıklara acı bir azabın kendilerini beklediğini müjdele. ” 139- Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost ediniyorlar. Acaba onların yanında şeref mi arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah’ındır. 140- Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar edildiğini ya da alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınız! bildirdi. Hiç kuşkusuz Allah münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir. 141- Onların Gözleri hep sizin üzerinizdedir. Eğer Allah size zafer nasip ederse, “Biz sizinle beraber değil miydik?derler. Ama eğer kafirler üstünlük sağlarsa, (bu kez de onlara) “Sizin tarafınızı tutmadık mı, müminlere karşı size destek vermedik mi?” derler. Allah kıyamet günü arınızdaki hükmünü verecektir. Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez. 142- Münafıklar, Allah’ı aldatmaya yeltenirler, ama asıl Allah onları aldatır. Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları insanlara gösteriş yapmaktır, Allah’ın adını pek az anarlar. 143- İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ve ne de o tarafa yar olurlar. Allah’ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın. Saldırı “korkut” kelimesinin yerine “müjdele” kelimesini kullanmak ve münafıkları bekleyen acıklı azabı “müjde” şeklinde ifade etmek suretiyle, açıkça alay ederek başlıyor. Sonra da bu acıklı azabın nedenini açıklıyor. Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmeleri, Allah katındaki kötü zanları, şeref ve gücün kaynağına ilişkin hatalı düşüncelerinin buna neden olduğu belirtiliyor. “Münafıklara acı bir azabın kendilerini beklediğini müjdele.” “Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Acaba onların yanında şeref mi arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah’ındır.” Burada söz konusu edilen kafirler, tercilı edilen görüşe göre yahudilerdir. Münafıklar onlara sığınırlardı. Onların yanında gizlice buluşurlardı. Birlikte müslüman kitlenin aleyhinde çeşitli komplolar hazırlarlardı. Yüce Allah kınayıcı bir üslupla soruyor: İman ettiklerini iddia etmelerine rağmen niçin kafirleri dost ediniyorlar? Kendilerini niye böyle bir duruma sokuyorlar? Niçin böyle bir konumda bulunmayı tercih ediyorlar`? Yoksa kafirlerin yanında şeref ve güç mü arıyorlar? Fakat yüce Allah tüm şerefi tekeline almıştır. Onu dost edinen, katından isteyen ve himayesine sığınandan başkası elde edemez bu şerefi. Böylece bu ilk vurguyla münafıkların tabiatı ve başta gelen sıfatları ortaya çıkmış oluyor: Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek… Aynı zamanda gücün hakikatına ilişkin hatalı düşüncelerini ve münafıkların şeref ve güç beklentisi içinde bulundukları kafirlerin şeref ve güçten yoksun oldukları gerçeği de aydınlığa kavuşmuş oluyor. Bu arada, şerefin yalnızca yüce Allah’ın icadında olduğu ve sadece O’ndan isteneceği yoksa hiç kimsede ne şeref ne de güç bulunmayacağı gerçeği de yerleştirilmektedir. Dikkat edin, insan ruhunun katında şeref bulduğu tek dayanak budur. Buna dayandığı sürece herkese üstünlük sağlayacaktır. Dikkat edin, insan ruhunu yücelten, onu özgür kılan tek kulluk şekli budur. Bir olan Allah’a kulluk… Şayet kişi bu kullukla tatmin olmazsa bitmez tükenmez değerlerin, çeşitli şahısların yığınlarca geleneğin ve sonsuz korkuların kulu olacaktır. Herkese, her şeye ve her değere kulluk yapmaktan kimse koruyamaz onu artık. Ya bütünüyle üstünlük, şeref ve özgürlük olan yüce Allah’a kulluk… Ya da tamamıyle alçaklık ve mahkumiyet olan Allah’ın kullarına kulluk.. Dileyen dilediğini seçsin. İman ettiği halde, Allah’tan başkasından şeref beklentisi içinde olması düşünülemez müminin. Allah’a inandığı halde Allah’ın düşmanlarından şeref, yardım ve güç isteyemez. Yeryüzünde Allah’ın en büyük düşmanlarından yardım istedikleri halde, müslümanlık iddiasında bulunan ve müslüman ismini alanlar bu Kur’an’ı anlamaya ne kadar muhtaçtırlar! Şayet henüz müslüman olmayı istiyorlarsa.. Yoksa yüce Allah’ın alemlere ihtiyacı yoktur. Küfür üzere ölmüş soy-sopla iftihar duymak, onlarla müslüman nesil arasında soy birliği ve yakınlık olduğuna değer vermek, kafirlerin yanında şeref aramaktır; müminleri bırakıp onları dost edinmektir. Nitekim bazı insanlar Firavunlar, Asurlular, Babilliler ve cahiliye Araplarıyla iftihar duyuyorlar, cahili bir tavırla onlardan onurlanıp büyükleniyorlar. İmam Ahmed rivayet ediyor: Bize Hüseyin b. Muhammed, bize Ebu Bekir b. Abbas, Hamid el-Kindi’den, O da Ubade b. Nesi’den, O da Ebu Reyhane’den, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurduğunu anlattı: “Kim şeref ve iftihar duyarak kendini kafir olan dokuz göbek atasına dayandırırsa, o da cehennemde onların onuncusudur.” Bu da gösteriyor ki, İslâm’da, etrafında birleşilecek bağ, inanç bağıdır. İslâm’da millet, tarihin başlangıcından beri yeryüzünün her tarafında ve her nesilden müminlerden oluşmaktadır. Eskiden başlayarak nesillerin birleşmesinden, ya da yeryüzünün herhangi bir bölgesinde, herhangi bir nesilde bir araya gelmesinden oluşmamaktadır millet. Münafıklığın birinci derecesi; bir müminin, Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini, alaya alındığını işittiği halde bir mecliste oturması, bunlar karşısında susması ve umursamamasıdır. Buna hoşgörü diyorlar, ya da ileri görüşlülük diyorlar. İnsanın göğsünün ve ufkunun genişliğine yoruyorlar. Kişinin fikir özgürlüğüne saygılı oluşu kabul ediyorlar. İliklerine kadar işlemiş iç bozgundur bu. Bir kere o, daha baştan kendisine güvenini yitirmiştir. Zayıflık ve korkaklıkla adlandırılmaktan çekinmektedir. Kuşkusuz hamiyet (taraf tutmak) Allah içindir. Onun dini ve ayetleri uğrunadır. İşte imanın belirtisi budur. Bu duygu zayıfladı mı, bundan sonra tüm setler yıkılır, her engel ortadan kalkar. Zayıf kırıntılar ufak bir dalgaya kapılıp giderler. Hamiyet (taraf tutmak) duygusu, öncelikle bilerek bastırılır, gittikçe söner, etkisi azalır, en sonunda da ölür. Kim bir toplantıda diniyle alay edildiğini duyarsa, ya dinini savunmalı ya , da toplantıyı ve orada bulunanları terk etmelidir. Görmezlikten gelmek ve susmak ise, ruhî bozgunun ilk aşamasıdır. Böyle birisi iman ve küfür arasındaki nifak köprüsüne adımını atmış demektir. Medine’de bazı müslümanlar, toplum içinde etkin kimi münafıkların toplantılarına katılıyorlardı. Bunun da üzerlerinde etkisi büyüktü. Ancak Kur’an’ın eğitim metodu, bu işin gerçeğine dikkat çekiyordu. Böyle toplantılara katılmanın, orada olup bitenlere karşı susmanın iç bozgunun ilk aşaması olduğu gerçeğine parmak basıyordu. Onların bundan sakınmalarını istiyordu. Ancak o zamanki koşullar, onların toplantılara bütünüyle katılmamayı emretmeye müsait değildi. Bu yüzden, Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını duyduklarında, bu toplantıları terk etmeleri emredilmişti öncelikle. Aksi bir davranışın münafıklık olacağı bildirilmişti. Münafıkların ve kafirlerin sonu ise, son derece korkunç bir sonuçtur. “Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar edildiğini ya da alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınızı bildirdi. Hiç kuşkusuz .Allah münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Ayet-i kerimede, kitapta daha önce indirilmiş diye işaret edilen, Mekke’de indirilmiş En’am suresindeki şu ayet-i kerimedir: “Ayetlerimizi dillerine dolayanları gördüğünde başka bir konuya dalana kadar onlardan yüz çevir.” (En’am Suresi, 68) İşte mümini iliklerine kadar titreten tehdit! “… Siz de onlar gibi olursunuz.” Ardından hiçbir tereddüte yer bırakmayan uyarı da şudur: “Hiç kuşkusuz Allah, münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Ancak yasaklamayı, Allah’ın ayetlerinin inkar edildiği, alaya alındığı toplantılarla sınırlı tutup, müslümanlarla bu münafıkların arasındaki her türlü ilişkilerini kapsayacak şekilde geniş tutmamak -daha önce değindiğimiz gibi müslüman kitlenin o gün için aşmak zorunda olduğu aşamanın özelliğini göstermektedir. Daha sonraki nesillerin de başka ortamlarda, böyle bir aşamadan geçmeleri her zaman mümkündür. Aynı şekilde ilahî hayat sisteminin özelliğini; işleri yavaş yavaş ele alışını, realite dünyasındaki pratik izlerini, duygu ve koşulları gözetişini, bu arada realiteyi değiştirmek için sürekli ve kalıcı adımlar atmayı da ihmal etmeyişini göstermektedir. Sonra ayetlerin akışı münafıkların özelliklerini açıklamaya başlıyor. Ayıplayıcı ve nefret uyandırıcı bir tablolarını çiziyor. Müslümanları başka bir yüz, kafirleri başka bir yüzle karşılıyorlar. Değneği ortasından tutuyorlar. Yılan gibi, sürüngen gibi davranıyorlar: “Onların gözleri hep sizin üzerinizdedir. Eğer Allah size zafer nasip ederse, `”Biz sizinle beraber değilmiydik?”, derler. Ama eğer kafirler üstünlük sağlarsa (bu kez onlara), “Sizin tarafınızı tutmadık mı, müminlere karşı size destek vermedik mi?” derler. Allah kıyamet günü, aranızdaki hükmünü verecektir. Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.” Bu son derece antipatik bir tablodur. Önce münafıkların gizliden müslümanların aleyhinde kötülükler tasarladıklarını ve başlarına belalar açmaya çalıştıklarını göstermektedir. Buna rağmen onlar, şayet Allah müslümanlara zafer ve nimet nasip ederse onlara sevgi gösterisinde bulunuyorlar ve o zaman şöyle diyorlar: “Biz sizinle beraber değil miydik?” Bazan çıkıp safları yardımsız bırakıyorlarsa, birtakım karışıklıklar çıkarıyorlarsa bile, savaş alanına beraberce çıkmış olmalarını kastediyorlar. Ya da kalplerinin onlarla birlikte olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Arkadan yardımcı olduklarını, kendilerini koruduklarını kastediyorlar. “Ama eğer kafirler üstünlük sağlarsa (bu kez onlara), “Sizin tarafınızı tutmadık mı, müminlere karşı size destek vermedik mi?” derler.” Kendilerine sığındıklarını, yardımcı olduklarını, geriden destek olduklarını, müminleri yardımsız bırakıp safları karıştırdıklarını kastediyorlar. İşte böyle, bukalemun gibi, yılan gibi renkten renge giriyorlar. İçlerinde zehir, dillerindeyse yağ. Ancak onlar buna rağmen oldukça zayıftırlar. Bu aşağılık, bu iğrenç görünümleri, mümin gönüllerin iğrenmesine neden oluyor. Kuşkusuz bu da ilahi sistemin mümin gönüllere özgü kazandırdığı bir özelliktir. Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) münafıklar konusunda Rabbinin direktifiyle başvurduğu taktik; görmezlikten gelerek yüz çevirerek, müminleri sakındırarak, onlara karşı uyanık olmalarını sağlayarak bu aşağılık kampı etkisiz hale getirmekti. Bununla beraber burada, onları, yüce Allah’ın ahiretteki hükmüne havale etmektedir. Böylece üzerlerindeki perde kalkıp, müslümanlara kurdukları tuzakların cezasını çekeceklerdir. “Allah kıyamet günü aranızdaki hükmünü verecektir.” O zaman hile yapmanın, gizli buluşmaların, komplolar kurmanın imkanı yoktur. Göğüslerde gizli duyguları saklamak, mümkün değildir. Müminler, artık Allah’ın kesin vaadi ile mutmain oluyorlar. Gizlice kurulan hile ve tuzakların, kafirlerle sergilenen bu dayanışmanın, kuvvet dengesini bozmayacağına inanıyorlar. Allah, müminlere karşı, kafirlere zafer ve üstünlük imkanı tanımayacaktır: “Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.” Bu ayetin tefsirine ilişkin bir rivayete göre, söz konusu olan kıyamet günüdür bu ayette. O zaman yüce Allah, müminlerle münafıklar hakkında hükmünü verecek ve kafirlere, müminler karşısında bir üstünlük vermeyecektir. Bir diğer rivayette ise; söz konusu olanın dünyadaki durum olduğu anlatılmaktadır. Buna göre kimi zaman çarpışmalarda yenilmiş olsalar da müminler üzerinde kafirlerin, sürekli bir egemenlik kurmalarına fırsat vermeyecektir. Ayetin hem dünyadaki hem de ahiretteki duruma göre genelleştirmesi daha doğrudur. Çünkü herhangi bir sınırlandırma yoktur ayette. Ancak ahiretteki durum, açıklama ve vurguyu gerektirmeyecek kadar kesindir. Dünyadaki duruma gelince; kimi zaman baş gösteren olaylar bunun tersini gösteriyor. Fakat bunlar aldatıcı görünümlerdir, .iyice araştırıp incelemek gerekir bunları. Allah’ın verdiği söz kesindir. Onun hükmü geneldir. Buna göre; ne zaman iman gerçeği mümin gönüllerde iyice yer etmişse ve bu iman hayatlarında bir sistem ve bir sosyal düzen olarak somutlaşmışsa, her türlü düşünce ve davranıştan Allah için tamamen soyutlanmışlarsa ve büyük, küçük, ibadeti tamamen Allah’a özgü kılmışlarsa; o zaman yüce Allah, müminlere karşı kafirlere bir fırsat vermeyecektir. Bu, İslâm tarihinin, aksine gerçekleşmiş en ufak bir olayı bile kaydetmediği bir gerçektir. Ben, şüpheye yer bulunmayan Allah’ın vaadine güvenerek şunu kesinlikle söyleyebilirim: Müminler hiçbir zaman yenilgi yüzü görmeyeceklerdir. Düşünce ya da davranış alanında inançlarında bir gedik söz konusu olmadığı sürece, tarihlerinde de böyle bir yenilgiye rastlanmamıştır. Her türlü eklemeden ve şaibeden uzak yalnızca Allah yolunda, sadece bu sancak altında cihad etmek amacıyla hazırlık yapmak ve güç bulundurmak imanın gereğidir. Bundan sonra, açılan bu gedik oranınca, geçici bir yenilgi almalarına rağmen zafer tekrar müminlerin olacaktır; şayet henüz varlıklarını sürdürüyorlarsa. “Uhut”da örneğin, gedik, Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) itaat etmeyi bırakıp, ganimet arzusuna kapılmak noktasında açılmıştı. “Huneyn”de ise, sayı çokluğuyla övünmek, gurura kapılıp asıl dayanağı unutmak şeklinde açılmışdı gedik. Şayet tarihleri boyunca, müslümanların aleyhinde meydana gelen her olayı inceleyecek olursak, buna benzer birşey görmemiz her zaman mümkündür. İster olayı bilelim ister bilmeyelim durum değişmeyecektir. Allah’ın vaadi ise, her zaman doğrudur. Evet, imtihan için bazı sıkıntılar çekilir. Ancak bunun da bir hikmeti vardır. O da iman gerçeğinin ve pratik gerçeklerinin iyice oturmasıdır. “Uhut” savaşında olduğu gibi. Nitekim yüce Allah müslümanlara anlatmıştı bunu. Ne zaman bu gerçek imtihanlar sonucu olgunlaşıp başarıya ulaşmışsa, zafer gelmiş ve Allah’ın vaadi kesinlikle gerçekleşmiştir. Bununla beraber ben yenilgiden, herhangi bir çarpışmanın sonunda elde edilen bozgundan daha kapsamlı bir anlam kastediyorum. Kasteddiğim, ruhsal bozgundur, azmin kırılmasıdır. Çünkü ruhlarda bir gevşekliğe, bir bezginliğe ve ümitsizliğe neden olmadığı sürece savaş alanında alınan yenilgi, bozgun sayılmaz. Bir coşku uyandığında, bir kıvılcım tutuştuğunda, hatalar fark edildiğinde, inancın, savaşın ve uygulanacak yöntemin mahiyeti açıklığa kavuşunca.. Kuşkusuz bu, kesin bir zaferin kesin başlangıcıdır. Yol uzun sürse de. Aynı şekilde Kur’an ayeti, “… Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermeyecektir.” derken, mümin ruhun muzaffer olduğuna ve iman düşüncesinin üstünlüğüne dikkat çekmektedir. Ayrıca müslüman kitleyi, iman gerçeğini, kalplerinde düşünce ve bilinç, hayatlarında da realite ve uygulama olarak tamamlamaya çağırmaktadır. Yoksa, sırf isimlerine güvenmemelerini bildirmektedir. Çünkü zafer, isimle değil, onun ötesindeki gerçekle elde edilir. Bizimle zafer arasında, her zaman ve her yerde iman gerçeğini olgunlaştırmak ve bu gerçeğin gereklerini hayatımızda ve realitemizde uygulamaktan başka bir şey olmamıştır. Hazırlık yapmak, güç bulundurmak imanın gereklerindendir. Aynı şekilde düşmanlara dayanmamak, Allah’tan başkasından şeref beklememek de iman gerçeğinin gereklerindendir. Yüce Allah’ın bu kesin vaadi, evrendeki iman ve küfür gerçeğine tamamen uygun düşmektedir. Kuşkusuz iman, zayıflaması, yok olması söz konusu olmayan en büyük güce bağlanmaktadır. Küfür ise, bu güçten kopmak ondan ayrılmaktır. Bu nedenle sınırlı, kopuk, parçalanmış ve yok olmaya mahkum bir gücün tüm evrendeki güçlerin kaynağına bağlı bir güce galip gelmesi mümkün değildir. Bununla beraber, imanın gerçeği ile görüntüsünü birbirinden ayırd etmemiz gerekir. Kuşkusuz iman gerçeği, evrensel yasaların değişmezliği gibi değişmez ve gerçek bir güçtür. Hem kişi hem de kişiden kaynaklanan fiil ve davranışlar üzerinde etkilidir. Bu, kopuk, kesik ve sınırlı küfür gerçeğiyle karşılaşınca, onu bertaraf etmeyi garantileyen, büyük ve heybetli bir gerçektir. Ancak iman, bir görüntüye dönüşünce, küfür gerçeği ona üstünlük sağlar. Çünkü o esnada kendi tabiatına uygun ve imkanları dahilinde hareket eden küfür gerçeğidir. Kuşkusuz herhangi bir şeyin gerçeği, herhangi bir şeyin görüntüsünden her zaman güçlüdür. Bu “gerçek” küfür, “görüntü”de iman olsa yine durum değişmeyecektir. Batılı bertaraf etmek için savaşmanın kuralı hakkı oluşturmaktır. Ne zaman ki, hak, tüm gerçeği ve tüm gücüyle varolmuş o zaman hak ile batıl arasındaki savaşın gidişi belirlenmiş demektir. Bu batıl, aldatıcı ve kabarık bir görünüme sahip olabilir. Aksine biz hakkı, batılın üzerine atarız da onu darmadağın eder. Bir de bakarsınız batıl yok oluvermiş. (En’am Suresi, 18) “… Allah kafirlere; müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.” Müminleri güvene sevk eden, yanlarında şeref buluruz düşüncesiyle kafirleri dost edinen münafıkları yapayalnız, ümitsiz bırakan bu kesin vaadden sonra, sûrenin akışı münafıkların aşağılayıcı bir portrelerini daha çizerek devam ediyor. Bunun yanında durumlarının ne kadar iğrenç olduğu ve yüce Allah’ın onlara yönelik tehdidi de ifade edilmektedir: “Münafıklar Allah’ı aldatmaya yelteniyorlar, ama asıl Allah onları aldatır. Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları insanlara gösteriş yapmaktır. Allah’ın adını pek az anarlar.” “İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne de o tarafa yar olurlar. Allah’ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın.” Bu da ilahî hayat sisteminin mümin gönülleri okşayıcı bir diğer atağıdır. Çünkü bu gönüllerin Allah’ı aldatmaya kalkışan bir toplumdan nefret etmesi kaçınılmazdır. Sonra bu gönüller, gizli, kapalı her şeyi bilen yüce Allah’ın aldatamayacağını çok iyi bilirler. Allah’ı aldatmaya kalkışan birinin kötülük, bilgisizlik ve büyük bir gaflet içinde olmasının zorunlu olduğunu çok iyi kavrarlar. Bu yüzden Allah’ı aldatmaya yeltenen bu adamlardan nefret ederler. onları hor görürler, küçümserler. Bu ataktan sonra, onların yüce Allah’ı aldatmaya kalkıştıkları anlatılmaktadır. Oysa “Asıl Allah onları aldatır.” Yani onlara süre tanır, sapıklıklarıyla baş başa bırakır. Kendilerine gelmelerini sağlayacak bir musibetle onları uyarmaz. Gözlerini açacak bir felaketle onları uyandırmaz. Uçurumdan aşağı düşene kadar kendi hallerinde bırakır. İşte yüce Allah’ın onları aldatması budur. Çoğu zaman felakettir ve sıkıntılar yüce Allah’tan birer rahmettir; kulların başına gelince çabucak hatadan dönmelerini sağlayan veya daha önce bilmediklerini öğreten… Aynı şekilde sapık günahkarların sağlıklı bir şekilde bolluk içinde hayat sürdürmeleri, yüce Allah’ın onlara süre tanıması anlamındadır çoğu zaman. Çünkü onlar, günah ve sapıklıkta öyle bir noktaya gelmişler ki, bir musibet, bir uyarı almaksızın en kötü sonuca ulaşıncaya kadar öylece bırakılmayı hakketmişlerdir. Ardından ayetlerin akışı, mümin gönüllerde, nefret ve horlamadan başka hiçbir etki bırakmayan ayıplayıcı ve aşağılık bir portrelerini çizmektedir. “Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları insanlara gösteriş yapmaktır. Allah’ın adını pek az anarlar.” Onlar Allah ile buluşmanın onun huzurunda durmanın, ona bağlanmanın, ondan yardım istemenin arzu ve hararetiyle namaza durmuyorlar. İnsanlara gösteriş yapmak için namaz kılıyorlar. Bu yüzden, ağır bir işi yapan ya da sıkıntılı bir işe koşturulan biri gibi ciddiyetsiz ve isteksiz ayakta dikilirler. Aynı şekilde Allah’ı da pek az anarlar. Onlar bir şey yaparken Allah’a yönelmezler, amaçları insanlara gösteriş yapmaktır. Bu, hiç kuşkusuz müminin zihninde nefret uyandıran bir tablodur. Gönüllerinde küçümseme ve tiksinti duygularını harekete geçirir. Bu bilincin bir gereği olarak, münafıklara mesafeli davranmalıdırlar. Kişisel ve çıkara dayalı ilişkilere önem vermemelidirler. Müminlerle münafıkların ilişkilerini kesmede, hikmetli eğitim metodunun bir aşamasıdır bu. Ayetin akışı, ayıplayıcı ve nefret uyandırıcı tabloyu çizmeye devam ediyor: “İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne de o tarafa yar olurlar. Allah’ın şaşırttığı kimseye sen yol bulamazsın.” Yalpalayıp duran, kararsız, sallantılı, istikrarsız ve dayanaksız bir konum. İki saftan birine; mümin ya da kafir saffa yar olmama… Böyle bir konum mümin gönüllerde, aynı şekilde küçümseme ve tiksintiden başka bir etki bırakmaz. Aynı zamanda münafıkların kişilik bakımından da zayıf olduklarını göstermektedir. Bu tarafta ya da o tarafta, kesin bir konum edinememelerine neden olan, bu kişilik zayıflığıdır. Gerek bu tarafta gerek o tarafta yer alıp, açıkça bir görüş, bir inanç ya da konum belirlemelerine engel teşkil etmektedir bu zayıflık. Bu aşağılayıcı portrelerin ve bu kararsız konumların ardından, yüce Allah’ın azabını hakketmelerine, hidayete ermeleri için yardım edilmeye layık olmadıklarına, bu yüzden kimsenin onları doğru yola iletemeyeceğini ve esasında doğru bir yolda bulunmalarının mümkün olmayacağına ilişkin bir ifade yer almaktadır: “Allah’ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın.” Buraya kadar ayetlerin akışı, münafıklardan tiksinmeleri, onları küçümsemeleri ve onları kişilik bakımından oldukça zayıf görmeleri konusunda mümin gönüllerde, büyük bir etki bırakmaktadır. Şimdi de münafıkların yoluna uymamaları konusunda uyarmak için, hitap müminlere yönelmektedir. Münafıkların yolu ise -daha önce söylendiği gibi- müminleri bırakıp kafirleri dost edinmektir. Ayet-i kerime, onları Allah’ın yakalayıp intikam almasından sakındırıyor. Bu arada ahirette münafıkların varacağı yer de tasvir etmektedir. Bu, dehşet verici, korkunç bir yerdir. Küçültücü olduğu kadar aşağılık bir yerdir de. 144- Ey müminler, sakın müminleri bırakıp kafirleri dost edinmeyiniz. Yoksa Allah’a, aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz? 145- Hiç şüphesiz münafıkların yeri cehennemin en alt katıdır. Onlara yardım edecek hiç birini bulamazsınız. 146- Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’ın ipine sarılanlar, sırf Allah’a bağlananlar bir dindarlığı benimseyenler işte bunlar, müminlerle beraberdirler. Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir. Burada, müminleri, çevrelerinde bulunan insanlardan ayıran, onları farklı kılan sıfatlarıyla yapılan çağrı tekrarlanmaktadır. Bununla hayat sistemleri, davranış biçimleri ve realiteleri iyice belirginleşmektedir. Bu sıfatla çağrıya karşılık vermektedirler, direktiflere bununla uymaktadırlar. Münafıkların yoluna uymaktan, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmekten sakındırılmaları konusunda, bu sıfatla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz o günkü müslüman toplum da böyle bir çağrıya ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü müslüman toplum içinde yer alan kimi müslümanlarla; Medine’deki yahudiler, duygusal yönden de olsa kimisiyle de; Kureyşliler arasındaki bağlar henüz devam ediyordu. Kimi müslümanlar diyoruz, çünkü cahiliye toplumuyla -babaları, oğulları dahi olsa- tüm bağlarını koparan başka müslümanlar da vardı. Etrafında birleştirecek tek bağ, korunacak tek ilgi, yüce Allah’ın öğrettiği gibi sadece inançtı onların yanında. İşte nifak ve münafıkların o aşağılayıcı, nefret uyandırıcı ve iğrendirici tabloları çizildikten ve Allah’ın gazabından, yakalayıp intikam almasından sakındırıldıktan sonra, nifak ve münafıkların yolu budur, uyarısına sürekli ihtiyaç duyan bu kimi müslümanlardı: “Yoksa Allah’a aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” Allah’ın yakalayıp intikam almasıyla karşılaşmaktan korktuğu ve titrediği kadar hiçbir şey, mümin bir kalbi korkutup titretemez. İfadenin soru şeklinde sunulması bu yüzdendir. Mümin gönüllere ulaşmak için, soru şeklindeki bir iman yeterlidir çünkü. Mümin gönüllere doğru uzanan bir yola daha başvuruluyor. Ancak doğrudan onlara yönelmiyor, sadece ima ederek yöneliyor. Münafıkları bekleyen korkunç, dehşet verici ve aşağılayıcı sonucu açıklamaktan ibarettir bu yol: ” . Hiç şüphesiz münafıkların yeri cehennemin en alt katıdır. onlara yardım edecek hiç birini bulamazsın.” En alt kat… Kendilerini kurtaramadıkları, üzerine çıkamadıkları, toprağın üzerlerine yapıştırdığı, yeryüzü ağırlığına uygun bir dönüş yeridir bu. Arzu ve isteklerin, ihtiras ve korkunun, zaaf ve aşağılığın ağırlığıdır. Bu ağırlık onları, müminleri oyalayıp kafirleri dost edinme çukuruna yuvarlatmıştır. Böylece hayatta bu aşağılık konumu benimsemişlerdir. “İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ve ne de o tarafa yar olurlar.” Onlar daha dünya hayatındayken kendilerini bu aşağılık yere hazırlayıp alıştırıyorlardı: “Cehennemin en alt katı…” Burada ne bir yardımcıları ne de bir kurtarıcıları söz konusudur. Onlar dünyadayken kafirleri dost edinmişlerdi. Şimdi kafirler onlara yardım etseler ya? Bu korkunç sahneden sonra kurtuluş kapısı açılıyor onlar için. Kurtulmak isteyenlere tevbe kapısı açık tutuluyor: “Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’ın ipine sarılanlar, sırf Allah’a bağlanan bir dindarlığı benimseyenler, işte bunlar, müminler ile beraberdirler. Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir.” Başka yerlerde “Tevbe edenler, durumlarını düzeltenler bu hükmün dışındadırlar.’ denmektedir. Çünkü tevbe ve durumu düzeltmek; Allah’a bağlanmak ve dini bütünüyle Allah’a özgü kılmak da belirtilmektedir. Çünkü bu ayet, yalpalayıp duran, münafıklık yapan ve Allah’tan başkasını dost edinen ruhlarla karşılaşıyordu. Bu yüzden, tevbe ve durumu düzeltmenin yanında, Allah için her şeyden soyutlanmanın, sadece ona bağlanmanın ve bu ruhların şu kararsız duygulardan, kaypak huylardan kurtulmalarının da belirtilmesi son derece uygun düşmektedir. Böylece sadece Allah’ı bağlamakla, güç ve birlik sağlayabilirler. Allah için her şeyden kurtulmakla, samimi ve arınmış olabilirler. Bununla, münafıkları dünya hayatında yere yapıştıran, ahiret hayatında da cehennemin en alt tabakasına yuvarlatan ağırlık hafiflemiş oluyor. Bununla, tevbe eden münafıklar, sadece Allah’ın ,şerefi ile şereflenen, imanla yücelen, iman gücüyle yeryüzü ağırlığından kurtulan müminlerin saffına yükselirler. Müminlerin -ve onlarla birlikte olanların- mükafatı ise bellidir. “Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir.” Bu çeşitli mesajlarla; müslüman toplumda yer alan münafıkların gerçek durumları ortaya çıkarılmış, etkileri azaltılmış, müminler, nifak dönemeçlerine sapmaktan uyarılmış ve onları bekleyen sonuçtan sakındırılmış oluyor. Bu arada, içinde iyilik bulunanların kendini kurtarmaya, sadakatle, isteklice ve içtenlikle müslüman saffa katılmaya çalışması için, münafıklara da tevbe kapısı açık tutuluyor. Son olarak şu olağanüstü, duygulandırıcı ve derin etkili ifade yer almaktadır. O, korkunç cezayı ve büyük mükafatı bildirdikten sonra. Bununla, yüce Allah’ın, kullarına azap etmeye ihtiyaç duymadığını, insanlara kavratma amacı güdülmektedir. Yüce Allah’ın onlara şahsi bir kinimi var ki, bunun için üzerlerine azap yağdırsın? Yüce Allah’ın, gücünü ve otoritesini bu yolla göstermeye ihtiyacı yoktur. Aynı şekilde, insanları cezalandırmak için de bir arzusu söz konusu değildir. Nitekim putperest efsaneleri, bu tür düşüncelerle doludur. Aksine, Allah’a iman edip, O’na şükretmek insanların çıkarınadır. İman ve Allah’a şükür atmosferinde birbirlerini sevmeleridir istenen. Kuşkusuz yüce Allah, salih amel işleyenlere karşılığını verir ve O ruhların gizliliklerini çok iyi bilir: 147- Eğer Allah’a şükreder, inanırsanız, O sizi niye azaba çarptırsın ki? Hiç şüphesiz Allah, şükre karşılık verir ve her şeyi bilir. Evet, şayet şükreder ve inanırsanız, Allah sizi niye cezalandırsın? O, inkar ve nankörlüğün karşılığı olarak azap verir. Belki şükretmeye ve inanmaya yöneltir diye, bir tehdit olarak kullanır azabını. Azap etmek istediği, işkenceye arzusu, acı çektirmekten zevk almak, güç ve otorite gösterisinde bulunmak, söz konusu değildir. Yüce Allah, bütün bunlardan yücedir, uludur. Ne zaman şükür ve iman ile korunursanız, Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu ile karşılaşacaksınız. Allah’ın, kuluna karşılık verişini ve kullarından haberdar oluşunu göreceksiniz. Yüce Allah’ın, kuluna teşekkürle karşılık vermesi, göçüle derin şefkat duygularını akıtmaktadır. Yüce Allah’ın teşekkür etmesinin hoşnutluk anlamında olduğu bilinmektedir. Hoşnutluğun gerektirdiği sebep anlamı da vardır. Ancak yüce Allah’ın teşekkür etmesi, ifade olarak derin etkileri söz konusudur. Yoktan var eden, lütfedip nimetler veren, alemlere ihtiyacı bulunmayan yüce yaratıcı… İyi davranışları, imanları ve iyilikleri karşısında kullara teşekkür ediyorsa… Onlara, imanlarına, şükür ve iyiliklerine ihtiyacı olmadığı halde yoktan var eden, lütfedip nimetler veren ve alemlere ihtiyacı bulunmayan yüce yaratıcı teşekkür ediyorsa… Rızıkları veren, lütfedip nimet bahşeden, yaratıcı karşısında, yaratılmış, sonradan var edilmiş ve Allah’ın nimetleri içinde yüzen kulların ne yapması gerekir? Dikkat edin, bu kalpleri harekete geçiren, utandıran ve karşılık vermesini sağlayan, derin olduğu kadar şefkatli bir ifadedir. Dikkat edin bu, yolun belirtilerine yönelik aydınlatıcı bir işarettir. Bahşeden, nimetler veren, kullarına teşekkür eden ve herşeyi bilen yüce Allah’a giden yolun.. Kur’an’ın otuz cüzünden biri olan bu cüz, müslüman toplum hayatında girişilen uygulama, inşa, onarım, arındırma ve sağlamlaştırma faaliyetlerinin şu olağanüstü kısmını içermektedir. Böylece ruhsal alanda, toplum pratiğinde ve sosyal düzende şu muazzam, uyumlu ve geniş yapıyı meydana getirmektedir. Yeni bir insanın doğuşunu ilan etmektedir. İdealistlik ve realistlik her alanda beşeri enerjisini sarf etmesine yardımcı olmakla beraber arınmışlık ve temizlik bakımından, bundan önce ve sonra, insanlık bu doğuşun bir benzerini görmemiştir. İlahî hayat sisteminin cahiliye bataklığından çıkardığı; yavaş, yavaş daha yükseğe, erişilmez zirveye kolaylık, şefkat ve yumuşaklıkla çıkarttığı insanın… 6. CÜZ Bu cüz iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm dördüncü cüzün sonlarında başlayan beşinci cüzün tümünü kapsayan son kısmı da, şu cüzde yer alan Nisa sûresini bütünlemektedir. İkinci bölüm ise -kalan cüzün önemli bir kısmını oluşturmaktadır- Maide sûresinin başlangıcıdır. Burada birinci bölüm hakkında sözü kısa tutacağız. Amacımız Maide sûresinin “kişiliğini” ve konularını bu kitapta uyguladığımız yöntem uyarınca bir bütün olarak sunmaktadır, Allah’ın yardımı ile… Nisa sûresinin geri kalan kısmı da dördüncü cüzde yer alan girişinde açıkladığımız sûrenin genel metodu doğrultusunda devam etmektedir. Ancak çok özel bir şekilde de olsa burada sûrenin sunuş metoduna değinmemiz yerinde olacaktır. Kuşkusuz bu sûre, İslâm’ın, daha yükseğe, erişilmez zirveye çıkarmak için cahiliye bataklığından çekip çıkardığı insanların oluşturduğu müslüman toplumun vicdanında, İslâm düşüncesinin tutarlı yapısını kurmaktadır. Aynı şekilde bu vicdanlarda çöreklenen cahiliye kalıntılarını gidermektedir. Yada daha önce dediğimiz gibi cahiliyenin izlerini silip yerine İslâm’ın belirtilerini yerleştirmektedir. Sonra bu sûre, -yeni düşüncenin ışığında- müslüman ümmetin vicdanını, ahlâki yapısını ve toplumsal geleneklerini; yeni baştan düzenlemek, gerek ahlâk, gerekse gelenek bakımından cahiliye kalıntılarından kurtarmaktadır. Düşünce ve inanç noktasında cahiliye tortularını giderdiği gibi, sağlam yapılı ilahi sistem uyarınca toplumsal hayatını ve ailesel ilişkilerini de düzenlemektedir. Sûre, -bunların yanında- bozuk inançları ve bu inançları benimseyen müşrikleri, yahudi ve hıristiyanlardan oluşan Ehl-i Kitab’ı karşılamaktadır. Bu inançları düzeltme yönüne gitmekte ve bu inançların bozulmasına neden olan sapıklıkları giderip, doğrusunu yerleştirmektedir. Ardından sûre, müslüman toplumla birlikte genelde Ehl-i Kitab, özelde yahudilere karşı, şiddetli bir savaşa tutuşmaktadır. Çünkü Rasulullah (salât ve selâm üzerine olsun)’ın Medine’ye varmasından beri, bu yeni çağrıya karşı çıkan onlardır. Yahudiler, bu yeni çağrının, Medine’deki varlıklarına ve seçkin konumlarına, Allah’a yakınlık bakımından öncelikli olma iddialarına ve kendilerini Allah’ın seçkin halkı olarak kabul etmelerine karşı bir tehlike oluşturduğunu anladıkları andan itibaren karşı koymuşlardı. Her türlü silaha başvurarak, yeni çağrıya karşı başlattıkları savaşın nedeni budur. Bu arada sûre, onların gerçek özelliklerini, başvurdukları yöntemleri ve kendi peygamberleriyle geçirdikleri tarihi gözler önüne sermektedir. Temsilcisi kim olursa olsun, kendilerinden olan bir peygamber, bir komutan bir uyarıcı dahi olsa, hak çağrısı karşısındaki tutumlarını ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca sûre -bütün bunlardan sonra- müslüman ümmete omuzlarına yüklenen sorumluluğun büyüklüğünü, kendisine takdir edilen rolün önemini açıklamaktadır. Bu arada, hazırlanmalarının, arındırılmalarının, vicdanlarında ve hayatlarında cahiliye kalıntılarının giderilmesinin hikmetini, bu işin gerektirdiği uyanıklık ve güç hazırlama zorunluluğunun nedenini ve bu önemli rolün istediği yükümlülükleri yerine getirmesinin kaçınılmazlığının sebebini açıklamaktadır. Ruh aleminde, realite dünyasında verilen cihad ve katlanılan ağır fedakarlıklar bu yükümlülükler karşısında yer almaktadır. Tüm bölümleriyle sûre bu doğrultuda devam ediyor. Sûrenin bu cüzde yer alan kısmı da aynı yöntemin bir parçası olarak yoluna devam etmektedir. Bu cüz, vicdan ve toplum temizliğinin bir yönüyle başlamaktadır. Müslüman toplum atmosferinde, güven duygusunu yaygınlaştırmakta, haksızlığa misillemede bulunurken adaletli olmayı, affetmeye ve hoşgörülü davranmaya teşvik etmenin yanında, toplum içinde dedikodu çıkarmayı da önlemektedir. Bu arada zulme uğramış birinin misillemede bulunmasının dışında, yüce Allah’ın kötülüğün yaygınlaşmasından hoşnut olmadığını açıklamakla birlikte, yüce Allah’ın kötülüğü affetmeyi sevdiğini de açıklamaktadır. Çünkü O, bağışlayıcıdır, herşeye gücü yetendir. Sonra İslâm düşüncesinin mahiyeti açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre, Allah’ın dini tektir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm peygamberler de bu tek dinin taşıyıcıları ve sürekli bir kafile konumundadırlar. Peygamberler arasına bir ayırım koymanın, getirdiklerine farklı gözle bakmanın açık küfür olduğunu açıklamaktadır cüz. Bu açıklama, kendi peygamberleri dışında ırkçılık ve kindarlık nedeniyle peygamberliği inkar eden -Ehl-i Kitap’tan- yahudilerin eleştirildiği bir sırada yapılmaktadır. Bu noktada; yahudilerin kendi peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları olan Musa (a.s)’ya verdikleri eziyetleri ortaya çıkaran bir gezinti başlıyor. Bu sayede kötü hareketleri, en büyük peygamberleri Musa (a.s) da dahil olmak üzere hakka ve hak davetçilerine karşı tutumları, ortaya çıkmaktadır. Hz. İsa (a.s)’ya ve annesine karşı tutumları -Allah’ın yasakladığı ve sevmediği dedikoduları çıkarmaları- da gözler önüne serilmektedir. Bu arada peygamberimize İslam’a ve görünüm olarak hakkın son davetine karşı takındıkları tavır da gün yüzüne çıkmaktadır. Yahudilerin Mesih (a.s)’e attıkları iftiralar ve O’nu öldürmekle övünmeleri münasebetiyle, Kur’an-ı Kerim, bu iddianın mahiyetini bildirmektedir. Haksızlık yapmaları, insanları Allah’ın yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklandığı halde faiz almaları ve insanların mallarını gayr-i meşru yollarla yemeleri nedeniyle yüce Allah’ın yahudileri nasıl cezalandırdığını, dünyada kendilerine daha önce helal kılınan bazı şeylerin haram kılındığını ve ahirette kendilerine bekleyen acıklı azabı hatırlatmaktadır. Bu arada ilimde derinleşenler ve hakkı öğrendikten sonra iman edip hakka uyanlar bu hükmün dışında tutulmaktadır. Kur’an-ı Kerim, yahudilerin Hz. Peygamberin peygamberliğini inkar etmelerine cevap verirken, bunun son derece tabii ve alışılmış bir şey olduğunu hayret edilecek, garipsenecek ya da inkar etmeyi gerektirecek birşey olmadığını bildirmektedir. Çünkü Hz. Peygamberimiz Nuh (a.s)’dan sonra İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları İsa, Eyyüb, Yunus, Harun, Süleyman ve Davud (selâm üzerlerine olsun) gibi yahudilerin kimini kabul ettikleri kimini de taassub ve kinlerinden dolayı kabul etmedikleri peygamberlerden buyana, yüce Allah’ın insanlara elçi gönderme kanunu uyarınca gelmişti Resulullah. Yüce Allah’ın kullarına müjdeleyici ve korkutucu peygamberler göndermesi de son derece doğaldır. “Peygamberlerden sonra insanların ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri olmaması için.” (Nisa Suresi, 165) Bu doğallığın ötesinde zorunlu bir iştir de. Ancak yahudilerin inkarı karşısında, yüce Allah’ın ve meleklerin şahitliği yer almaktadır ayet-i kerimede. Allah’ın şahitliği yeterlidir kuşkusuz. Bunun yanında kafir olanlar ve Allah’ın yolundan insanları alıkoyanlar; kafir ve zalimler, tehdit edilmektedirler. Yüce Allah’ın onları bağışlamayacağı, içinde sürekli kalacakları cehennemin yolundan başka bir yola hidayet etmeyeceği bildirilmektedir. Bunun ardından tüm insanlara yönelik bir çağrı yer almaktadır. Onlara bu peygamberin hak üzere Rableri tarafından gönderildiği bildirilmektedir. Ayrıca bu peygambere inanmaları istenmektedir, aksi takdirde göklerde ve yerde bulunan herşeyin Allah’a ait olduğu gerçeği ilan edilmektedir. Kuşkusuz insanlar bu peygamberliğin doğruluğunu gözleriyle gördüler ve bu çağrıyla da muhatap oldular. O halde, göklerin ve yerin sahibinin çağrısı karşısında takındıkları tavrın sonucuna da katlanacaklardır. Böylece Ehl-i Kitab’tan yahudilerle yapılan gezinti de sona ermiş oluyor. Bu sayede özellikleri, başvurdukları yöntemleri, eskiden beri alışkanlık haline getirdikleri kötülükleri ortaya çıkarılmış oluyor. Bu şekilde hile ve tuzakları etkisiz hale getirilmiş ve Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)’in peygamberliği hakkında gerçek söz söylenmiş oluyor. Bu konuda yüce Allah’ın şahitliği insanlara bir delil olarak sunuluyor. Bunun yanında peygamberlerin ve hak davetçilerin büyük sorumlulukları da bildirilmektedir. Bir taraftan insanlar için kanıt oluşturmak, öte taraftan tüm insanların sorumluluğunun peygamberlerin ve müminlerin boynunda olması, bu sorumluluk içinde yer almaktadır. Bunun nedeni, insanları Allah’ın azabından kurtarmak ya da cezayı hakk edenin, bir delilden sonra hakketmesini sağlamaktır. Kuşkusuz bu son derece önemli ve ağır bir sorumluluktur. Yahudilerle yapılan bu gezinti sona erdikten, yüce Allah, Meryem oğlu İsa (selâm üzerine olsun) ve annesi hakkında çıkardıkları söylentileri yalanladıktan sonra, İsa (selâm üzerine olsun)’ya uyan hıristiyanlarla yapılan ikinci bir gezinti başlamaktadır. Bununla, Allah’ın kulu ve peygamberi olan Mesih’e ilişkin aşırılıklarını düzeltmek, onları bu aşırılıklardan el çektirmek ve bu konuda gerçeği yerleştirmek amaçlanmaktadır. Kuşkusuz Mesih (a.s) Allah’ın kuludur ve ona kul olmaktan da kaçınmaz. Melekler de öyle. Böylece Ruhul Kudüs’e ilişkin iddiaları düzeltilmiş, teslis inancı ve yüce Allah’ın baba olduğu savı reddedilmiş oluyor. Bu düzeltme işlemi esnasında, dosdoğru İslam düşüncesi de yerleştirilmiş oluyor. Böylece sorun tamamıyle ilahlık ve kulluk çerçevesinde ele alınıyor. Yüce Allah’ın, ilahlığı, O’ndan başka herkesin ve herşeyin kulluğu… Kuşkusuz bu İslâm inancın büyük bir kuralı, açık bir özelliği ve temel bir ilkesidir. Bunun için müminlere yönelik müjdeleme yer alırken, Allah’a kul olmaktan kaçınan kafirlere yönelik de bir korkutma yer almaktadır. Yahudilerle birlikte çıkılan birinci gezintinin sonunda olduğu gibi burada da Rabbleri tarafından bir kanıt, apaçık bir nur geldiğine, bundan sonra karşı çıkanların ileri sürebilecekleri bir bahanenin, kuşku ve mazeretin olmadığına ilişkin, tüm insanlara yönelik bir duyuru yer almaktadır. Sure (Kalale: Babası ve çocuğu olmayan ölü) konusunda, mirasın geri kalan hükümlerini içeren bir ayetle son bulmaktadır. Kalale’nin bazı durumları daha önce sûrede açıklanmıştı. Bu ayet Kalaleye ilişkin hükümlerin geri kalan kısmını oluşturmaktadır. Bununla İslâm, müslüman toplumu -sûrenin başlarında dediğimiz gibi- kendine özgü belirgin özellikleri ve bağımsız bir düzeni olan bir ümmete dönüştürmüştür. Böylece beşer hayatında, insanlık aleminde üstlendiği önemli rolü yerine getirmiş oluyor. İnsanlığa öncülük, önderlik ve yol göstericilik yapmak… Sûrenin bütününde ve ondan bir parça olan şu kısımdan, toplumsal ve ekonomik düzenleme ile ahlâkı güzelleştirme, inanç ve düşünceyi düzeltme, müslüman cemaate pusu kuran düşmanlarla savaşa tutuşmak, bu toplumun yerine getirmek zorunda olduğu sorumluluk ve rolün önemini vurgulamak bir arada yürütebileceği anlaşılmaktadır. Bir de -bu davanın kitabı ve bu ümmetin anayasası olan- Kur’an’ın, bütün bunları son derece kapsamlı, eksiksiz, dengeli ve özenli bir şekilde yerine getirdiği anlaşılmaktadır. Kur’an’ın uyguladığı bu yöntem, yeni baştan sorumluluğunu ve rolünü yüklenmesi için bu ümmeti, yeniden inşa etmek, yaşatmak ve diriltmek isteyen herkesin, davet metodunu ve hareket metodunu, Kur’an’dan almasını zorunlu kılmaktadır. Kur’an, ilk defa olduğu gibi şimdi de rolünü yerine getirmeye hazırdır. O, her zaman aşamasında, insan ruhuna yönelik Allah’ın kitabıdır. Onu en iyi anlayan, onunla kafirlere, münafıklara, sapık Ehl-i Kitab’a karşı cihad eden ve insanlık tarihinde onunla eşine rastlanılmayan bir ümmet meydana getiren zatın dediği gibi, tekrarlamakla olağan üstünlükleri tükenmez, yıpranmaz, Kur’an’ın. Bu Kur’an, yeni bir ümmet meydana getiriyordu. İslâm, içinde, yüzdükleri cahiliye bataklığından çekip çıkardığı müslüman toplumlardan, bir ümmet oluşturuyordu. Böylece elinden tutup daha yükseğe, erişilmez, zirveye çıkarmayı, -oluşumunu tamamladıktan sonra- insanlığın önderliğini teslim etmeyi ve bu önderlikle birlikte üstlendiği önemli rolü açıklamayı amaçlıyordu. Bu inşa sürecinin başka etkenlerinin arasında, toplum vicdanlarının arındırılması, içinde yaşanılan toplumsal atmosferin temizlenmesi ve ahlâksal, ruhsal düzeyin olgunlaşacak bir noktaya çıkarılması yer almaktadır. Bu toplum, bu düzeye ulaştığı zaman, itikadî düşüncesinin üstünlüğü oranında, yeryüzünün diğer sakinlerine karşı, bireysel ve toplumsal ahlak bakımından da üstünlük sağlamıştır. O zaman yüce Allah, yapabildikleri kadar yeryüzünde onlarla dilediğini yapmıştır. Onları, dininin ve hayat metodunun koruyucuları, sapık insanlığı aydınlığa ve hidayete götüren önderler; insanlığın önderleri ve doğru yolu bulması için güvenilir kişiler kılmıştır. Bu toplum, bu özellikleriyle sivrildiği sürece, bütün yeryüzüne üstünlük sağlamıştır. Artık bunun insanlığa önderlik yapması son derece tabii, fıtrî ve düzgün temellerine dayanan bir işti. Bu seçkin konumu nedeniyle de bilim, uygarlık, ekonomi ve siyaset alanında da üstünlük sağlamıştır. Bu son üstünlüğü de inanç ve ahlâksal düzey noktasındaki üstünlüğünün ürünüdür. Yüce Allah’ın fert ve toplumlara ilişkin değişmez yasası işte budur. Fert ve toplumun, arındırılmasının bir yönü, şu iki ayette söz konusu edilmektedir. 148- Allah zulme uğrayanların dışında hiç kimsenin açıkça kötü söz söylemesini sevmez. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir. 149- Bir iyiliği açığa vursanız da gizli tutsanız da veya bir kötülüğü bağışlasanız da biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir. Toplum oldukça duyarlı olur ve bu yüzden bu duyarlığına uygun toplumsal davranış kurallarına ihtiyaç duyar. Kimi sözler vardır ki, söyleyen ötesini hiç hesaplamaz. Çoğu söylentiler de onu çıkaran sadece bir insanı kastetmiştir. Ancak bu toplumun kişiliği, ahlâkı, gelenek ve atmosferi üzerinde öldürücü etkiler bırakır. Artık olay hedeflenen bireyi aşmış toplumun alanına girmiştir. Her ne şekilde olursa olsun dille kötü söz söylemek, vicdanda sakınma ve Allah korkusu yoksa, dile kolay gelir. Bu kötülüğün yaygınlık kazanması, toplum vicdanında derin etkiler bırakır. Bu toplumda çoğu zaman karşılıklı güven yok olur. İnsanlar gittikçe kötülüğün her tarafı kapladığını düşünürler. İçlerinde kötülük işleme isteği bulunmasına rağmen, bunu yapmaktan çekinen çoğu kimsenin, kötülüğün toplumun alışkanlığı haline geldiğini ve yaygınlaştığını görmesi onu işlemesine neden olur. Artık böyle bir durumda çekinmelerine ve saklamalarına gerek yoktur. İlk defa onları yapmıyorlar ki! Çoğu zaman kötülükten tiksinti duymanın nedeni kötülükle, fazlaca içiçe yaşamaktır. Çünkü insan, ilk karşılaştığında kötülükten şiddetli bir şekilde iğrenir. Ancak yapılması ya da söylenmesi sıklaştıkça iğrenmenin ve tiksinmenin oranı düşer. Giderek kötülüğü işitmek -hatta görmek bile- basit gelir kalplere. Artık kötülüğü değiştirmek için harekete geçmez olurlar. Bütün bunlar, -kötülükten uzak oldukları halde- kötülükle itham edilen ve haklarında dedikodu çıkarılan insanlara yapılan haksızlığın yanında olmaktadır. Ancak kötülük yaygınlık kazandığı zaman, kötülüğü açıklamak kolay ve alışılmış bir şey olduğu zaman, iyilerin de kötüler gibi haklarında dedikodu çıkarılır. İftira ve ithamdan çekinmeksizin, kötülüğe karışır iyiler de. Dilleri kötü söz söylemekten alıkoyan ve çoğu kimsenin kötülük yapmasına engel olan kişisel ve toplumsal utanma duygusu kaybolup gider. Kötülüğü açığa vurmak -sövmek ve iftira etmek şeklinde- kişisel ithamlarla başlar. Toplumsal çözülme ve ahlâkî bozulma ile sonuçlanır. Fert olsun toplum olsun insanların birbirlerini değerlendirme ölçekleri sapıtır. Artık insanların birbirlerine olan güvenleri sarsılır. İthamlar öylesine yaygınlaşır ki, diller çekilmeksizin geveleyip dururlar bu söylentileri. Bütün bunlardan dolayı yüce Allah, müslüman kitlenin içinde dedikodunun yaygınlaşmasını hoş karşılamamıştır. Sadece zulme uğrayan birinin kendini savunmak için, zalime karşı söyleyebileceği kötü sözle sınırlandırmıştır; kötülüğü açıklama hakkını. Tabii ki bu hak, uğranılan zulmün sınırları içinde olacaktır: “Allah zulme uğrayanlar dışında hiç kimsenin açıkça kötü söz söylemesini sevmez.” Böyle bir durumda -hukuk terminolojisinde sövme ve iftira kapsamına girmekle beraber- kötülükle vasfetme, zulümden intikam almak, düşmanı savmak, bizzat kişinin uğradığı kötülüğe karşılık vermek içindir. Ayrıca toplumun mazluma yardım etmesini, zalimi zulmetmekten alıkoymasını sağlamak içindir. Böyle olunca zalim yaptığının sonucundan çekinir, bir daha yapma konusunda tereddüt geçirir. O zaman da kötülüğü açıklayacak kaynak sınırlıdır. Zulme uğrayan kişi sebebi de sınırlandırmıştır. O da mazlumun nitelendirdiği belli bir zulümdür. Kendisinden zulüm kaynaklanan kişiye karşı bizzat söylenebilir. O zaman bu açıklama sonucu gerçekleşen iyilik, kötülüğü karşılamış olur. Sırf teşhir etmek değil de adalet ve hakkaniyetin gerçekleşmesi hedeflenmiş olur böyle bir durumda. Kuşkusuz İslâm -zulmetmedikleri sürece- insanların namına ve şanına saygı gösterir. Ancak zulmettikleri zaman bu saygıyı hakketmezler. Ancak o zaman zulme uğrayana, zulmedenin kötülüğünü açıklama izni verir. Dillerin kötü söz söylemesine ilişkin yasağın tek istisnası budur. Böylece İslâm’ın, zulme imkan tanımayan adaleti koruması için ferd ya da toplumun utanma duygusunun yırtılmasına izin vermeyen ahlakî koruması birbirine uygun düşmektedir. Bu açıklamanın ardında Kur’an’ın akışında şu değerlendirme yer almaktadır: “Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işiten ve görendir.” Amaç, bu işi başlangıçta Allah’ın sevgi ve hoşnutsuzluğuna bağladıktan sonra, sonuçta da Allah’a bağlamaktır. Allah hiç kimsenin açıkça kötü söz söylemesini sevmez. Maksad; insan kalbinin, niyet ve sebeplerin, söz ve ithamların değerlendirilmesinin, söylenen her şeyi işiten ve bunların ötesinde göğüslerin gizlediklerini bilen yüce Allah’a ait olduğunu bilmesidir. Kur’an’ın akışı, kötülüğü açıklamayı yasaklamakla pasif bir pozisyonda durmuyor aksine, genel ve aktif bir iyiliğe yöneltiyor insanı. Kötülüğü affetmeye sevk ediyor kişiyi. İnsanı tutup hesaba çekebildiği halde, insanları bağışlayan yüce Allah’ın bu sıfatını öne çıkarmasının amacı, ellerinden geldiği ve ‘ yapabildikleri kadariyle müminlerin Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmalarını sağlamaktır: “Bir iyiliği açığa vursanız da gizli tutsanız da veya bir kötülüğü bağışlasanız da biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir.” Böylece ilahî eğitim sistemi, mümin bireyi ve müslüman toplumu bir üst dereceye daha yükseltmektedir. İlk derecede, yüce Allah’ın kötülüğün, açıklanmasından hoşnut olmadığından söz etmektedir. Bu arada zulme uğrayan ; birinin intikam almak ya da adaletin gerçekleşmesini istemesi durumunda, zulme uğradığı konuda ve uğradığı oranda, zulmedenin kötülüğünü açıklamasına için verilmektedir. İkinci derecede ise, hepsini birlikte iyilik yapmaya yöneltmektedir. Zulme uğrayan kişiyi de -zulmü açığa vurmak şeklinde intikam alması mümkünken- affetmeye ve vazgeçmeye yöneltmektedir. Ancak gücü yettiği zaman, yoksa gücü dahilinde olmayan şeyi affetmek söz konusu değildir. Kişiyi intikam almaktan vazgeçirip, hoş görecek bir düzeye yükseltmektedir bu. Kuşkusuz bu, çok daha yüce ve üstün bir düzeydir. Bu durumda, iyilik açıklandığı zaman, müslüman toplum içinde yaygınlık kazanır. Gizli tutulduğu zaman ise, ruh terbiyesindeki rolünü gerçekleştirir. -Çünkü, iyiliğin gizlisi de açığı da güzeldir- Böyle bir durumda bağışlamak duygusu, insanlar arasında yaygınlaşır. Artık kötülüğü açığa vurmaya imkan kalmaz. Ancak bu bağışlama olgusu insanın elinde olmalıdır. Kişinin hoş görüsünden kaynaklanmalıdır, acizliğin verdiği zilletten değil. Aynı zamanda, gücü yettiği halde bağışlayanın amacı, yüce Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmaya yönelik olmalıdır. “Biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir.” YAHUDİLER Bundan sonra ayetlerin akışı genel olarak Ehl-i Kitap’la yeni bir gezintiye başlıyor. Sonra bir turda yahudilere geçiyor, diğer turda da hristiyanlarla yol alıyor. Yahudiler -yalan ve iftira ederek- Meryem ve İsa hakkında kötü sözler sarf ediyorlardı. Bu dedikodulara gezinti esnasında değinilmektedir. Böylece bu gezinti ile sûrenin akışında geçen iki ayetin içerdiği bu açıklama, birbirine bağlanmaktadır. Gezinti tümüyle başlangıçta Kur’an’ın, Medine’de müslüman kitlenin düşmanlarına karşı giriştiği çarpışmanın bir yönünü oluşturmaktadır. Bu çarpışmanın diğer yönleri bu surede, Bakara suresinde ve Al-i İmran suresinde ele alınmıştı. Şimdi Kur’an’ın akışında yer aldığı gibi sunmaya başlayalım: 150-151- Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler, Allah ile peygamberleri arasında ayırım yaparak; `Buna inanır, fakat şuna inanmayız’ diyenler böylece, iman ile küfür arası bir yol tutturmak isteyenler var ya, onlar gerçek anlamı ile kafirdirler. Biz kafirler için onur kırıcı bir azap hazırladık. 152- Buna karşılık Allah’a ve peygamberlerine inananlara ve peygamberler arasında ayırım yapmayanlara gelince, Allah onların mükafatını ilerde verecektir. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir. Yahudiler kendi peygamberlerine inandıklarını iddia ediyorlardı. Ancak, İsa ve Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliklerini inkar ediyorlardı. Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı ilahlaştırmalarına ek olarak; Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliğini de inkar ediyorlardı. İşte Kur’an hem onları hem de bunları reddediyor. Allah ve peygamberlerinin, ayrıca bütün peygamberlerin arasını ayırmaksızın iman etmeye ilişkin kapsamlı ve eksiksiz İslam düşüncesini yerleştiriyor. İşte bu kapsayıcılığıyla “din”, İslâm’dır. Allah, bunun dışında insanlardan başkasını kabul etmeyecektir. Çünkü yüce Allah’ın birliğine ve bu birliğin gereklerine uygun tek din budur. Kuşkusuz yüce Allah’ın mutlak birliği, onunla peygamberlerin insanlara gönderildiği “dinin” tekliğini gerektirmektedir. Aynı şekilde bu emaneti insanlığa taşıyan peygamberlerin birliğini zorunlu kılmaktadır. Peygamberlerin ya da peygamberliğin birliğini inkar edenler, gerçekte Allah’ın birliğini inkar etmektedirler. Ayrıca bu durum onların, yüce Allah’ın birliğinin gerekleri hakkındaki yanlış düşüncelerini göstermektedir. Yüce Allah’ın ïnsanlığa gönderdiği dininin ve onlar için seçtiği hayat’ sisteminin kaynağı değişmediği gibi esasları da değişmez. Bu nedenle, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler, ayetin akışında; “Allah’a inanan fakat peygamberleri inkar edenler” olarak, ifade edilmektedir. Peygamberlerin arasını ayırmak isteyenler de; “bazısına inanan ancak bazısına inanmayan” olarak tabir edilmektedirler. Her iki grup da, “Allah’ı peygamberlerini inkar edenler” olarak; nitelendirilmektedirler. Böylece, Allah ve peygamberlerini ayırmak ve peygamberlerinin bazısını bazısından ayırmak; Allah ve peygamberlerini inkar etmek olarak değerlendirilmiştir. Kuşkusuz iman bölünmez bir bütündür. Allah’a iman etmek O’nun birliğine inanmaktır. Yüce Allah’ın birliği de, insanların hayatlarını (bir birlik gibi) esaslarına göre düzenlemelerini istediği dinin, birliğini gerektirmektedir. Aynı zamanda bu dini, kendi yanlarında yada onun irade ve vahyinin dışında bir kaynaktan getirmeyip, O’nun katından getiren peygamberlerin ve onlara karşı takınılacak tavrın birliğini gerektirmektedir. Mutlak küfür olmadan, bu birliği parçalamak imkansızdır. Taraftarları kimine inandıklarını kimini de inkar ettiklerini zannetseler de Allah katında cezaları, hepsine birlikte hazırlanan onur kırıcı azaptır. “Onlar gerçek anlamı ile kafirdirler. Biz kafirler için onur kırıcı bir aza hazırladık.” Müslümanlara gelince, onların itikadî düşünceleri, Allah’a ve peygamberlerine aralarını ayırmaksızın topluca iman etmeyi kapsamaktadır. Her peygamber onların yanında inanılması ve saygı gösterilmesi gereken kişidir. Semavi tüm dinler haktır, bozulmaları söz konusu olmadığı sürece. Çünkü bozulmamış tarafları kalmış olsa bile artık, Allah’ın dini olmaktan çıkmıştır. Yoksa Allah’ın dini tektir -Onlar, konuyu gerçekte olduğu gibi- şöyle düşünüyorlar: Bir tek ilah vardır ve bu ilah, insanlar için hoşlandığı tek bir din göndermiştir. Hayatları için bir tek sistem koymuştur. Peygamberleri bu din ve bu sistemle göndermiştir insanlara. Müminlerin düşüncesine göre iman kervanı, birbirine bağlı bir kervandır. Öncülüğünü Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve bütün bunların kardeşleri olan diğer peygamberler (Allah’ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun) yapmaktadır. Onlar kendilerini bu köklü kervana dayandırırlar. Onlar da bu büyük emanetin taşıyıcılarıdır. Şu kutlu yol boyunca uzanan iyiliğin varisleridir onlar. Ne bir ayrılık, ne bir farklılık ne de kopukluk… Bu gerçek dinin mirası sadece onlara aittir. Onların yanında bulunanların dışında kalanların tümü batıl ve sapıklıktan başka bir şey değildir. İşte, yüce Allah’ın ondan başkasını kabul etmediği “İslâm” budur. Yaptıklarına karşılık Allah katında mükafat ve yaptıkları kusurlardan dolayı bağışlanma ve merhamet hakkeden “müslümanlar” bunlardır: “Allah onların mükafatını ilerde verecektir. Hiç şüphesiz Allah affedicidir, merhametlidir.” İslâm, Allah ve peygamberlerine ilişkin birlik inancını son derece sıkı tutar. Çünkü bu birlik, müminin ilah anlayışına ilişkin düşüncesine yakışır bir temeldir. Ayrıca ayrılığa, kargaşaya terk edilmemiş bir düzenin varlığına da yaraşır bir temeldir. Çünkü bu nereye bakılırsa bakılsın, varlık alemine egemen yasanın birliğini gören insana layık bir inançtır. Bu düşünce, müminleri küfür saflarına karşı duracak tek bir kafilede toplamayı, şeytanın hizbine karşı duracak bir hizipte bir araya getirmeyi garantileyen bir düşüncedir. Ancak bu tek saf, -semavi bir temele dayansa bile- sapık inançların taraftarlarının oluşturduğu saf değildir. Bu saf, dosdoğru imanın ve sapıklık bulaşmamış inancın taraftarlarının oluşturduğu saftır. Bunun için “din” “İslâm”dır ve müslümanlar da “insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmettir.” Doğru akideyi benimseyen ve bu akideyi uygulayan müslümanlar kastedilmektedir. Yoksa bir müslüman aileden doğan yada İslâm kelimesini geveleyip duranlar değil elbette. Bu açıklamanın ışığında, Allah’ın ve peygamberlerinin arasını ayıranlar, peygamberlerden bazısını bazısından ayıranlar, iman kervanından ayrılmış, Allah’ın topladığı birlikten ayrılmış ve Allah’a iman etmenin dayandığı birliği inkar etmiş oldukları ortaya çıkmış oluyor. Peygamberler ve peygamberliğe ilişkin iman ve küfür gerçeği hakkında İslâm düşüncesinde yer alan bu başlıca kural yerleştirildikten sonra, yahudilerin, bu alanda takındıkları kimi tavırlarını ve dersin başlangıcında yer alan kötülüğü açıklama hususunda sergiledikleri hareketlerini sunmaya başlıyor. Yahudilerin, peygamber (salât ve selâm üzerine olsun)’e ve O’nun peygamberliğine karşı takındıkları tavır -mucize ve işaretler istemek suretiyle incitmeleri- kınanmaktadır. Böylece bu tutumları ile kendi peygamberleri Musa’ya (a.s.) ve ondan sonra Allah’ın peygamberi İsa (a.s)’a karşı takındıkları tavır arasındaki benzerliğe işaret edilmiş oluyor. Bu, onların ardarda gelen tüm nesillerinden belirginleşen karakterleridir. Ayetlerin akışı, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)’ı karşılayan nesil ile, Hz. İsa (a.s)’ı karşılayan nesli ve daha önce Hz. Musa (a.s)’yı karşılayan nesli bu noktada birleştirmektedir. Böylece bu anlam pekiştirilmiş ve bu karakterleri ortaya çıkmış oluyor. Yahudiler Arap yarımadasında İslâm ve İslâm peygamberine karşı düşmanca; katı ve inatçı bir tutum içinde bulunuyorlardı. Ona karşı Kur’an’ın ayrıntılarıyla açıkladığı; bizim de birkaç örneğini Bakara sûresinde, Al-i İmran sûresinde ve bu sûrede -beşinci cüzde- sunduğumuz gibi, inatçı ve sürekli tuzaklar kuruyorlardı. Ayetlerin burada ele aldığı da bu tuzaklardan bir başkasıdır. 153- Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni isterler. Onlar vaktiyle Musa’dan bundan daha büyüğünü isteyerek, `Bize Allah’ı açıkça göster’ demişlerdi. Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım çarpmıştı. Arkasından kendilerine açık belgeler geldikten sonra buzağıya taptılar. Bunu da bağışladık ve Musa’ya açık bir mesaj verdik. 154- Kesin söz vermeleri üzerine, başları üzerinde asılı duran kayayı yukarı çektik. Kendilerine, o kasabanın kapısından secde ederek içeri giriniz ve `Cumartesi yasağını çiğnemeyiniz’ dedik, bu konularda onlardan sağlam bir söz aldık. 155- Yahudiler verdikleri sözlerinden caydılar. Allah’ın ayetlerini inkar ettiler, Peygamberlerini, sebepsiz yere öldürdüler ve `Bizim kalplerimiz kılıçta kaplıdır’ dediler. Oysa Allah kafirlikleri sebebiyle kalplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, pek azı dışında iman etmezler. 156- Kafirliklerinden dolayı ve Meryem’e büyük iftira atmalarından dolayı. 157- Ve `Biz Allah’ın resulü Meryemoğlu İsa-Mesihi öldürdük’ demelerinden ötürü. Oysa O’nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir. Yoksa onu kesinlikle öldürmediler. 158- Tersine Allah, O’nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir. 159- Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölümünün eşiğinde İsa’ya iman etmemiş olsun. Fakat kıyamet günü İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir. 160-161- İşte yaptıkları bunca zulümlerden, bir çok kimsenin Allah yoluna girmesini engellemelerinden, men edilmiş olan faizi almalarından ve insanların mallarını haksız yollara başvurarak yemelerinden dolayı, daha önce helal olan bazı temiz maddeler Yahudilere haram kılındı. Ayrıca onların arasındaki kafirlere acı bir azap hazırladık. Onlar Resulullah’ı (salât ve selâm üzerine olsun) sıkıştırıp kendilerine, gökten bir kitap indirmesini istiyorlardı. Yazılmış, somut, elleriyle dokunabilecekleri yazılı bir kitap indirmesini istiyorlardı. “Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni isterler.” Yüce Allah, peygamberinin yerine cevap vermeyi üzerine alıyor. Yahudilere karşı, O’na ve müslüman topluma, onların tarihinden; peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s)’ı ve kıssalarını anlatıyor. Yahudiler Musa’ya iman ettiklerini iddia ediyorlardı. İsa’nın ve Peygamberimizin peygamberliğini doğrulamıyorlardı. Bu karakterleri yeni ortaya çıkmamıştır. Sadece onların bu nesline de özgü değildir. Tersine bu, onların eskiden beri var olan karakterleridir. Onlar peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s) döneminde ne idilerse şimdi de öyledirler. Duyguları son derece kabadır. Somut şeylerden başkasını algılayamazlar. Onlar, hep sıkıntı verirler, baskı ve güçten başkasına teshiri olmayacak kadar bozulmuşlar. Onlar, küfür ve ihanette son derece ileri gitmişlerdir. Verdikleri sözden çok çabuk dönerler ve yine aksini yaparlar. -Sadece insanlara karşı değil, Rabblerine karşı da öyledirler- Onlar oldukça kaba ve iftiracıdırlar. Verdikleri sözden dönmek pek de zor değildir onlar için. Çirkin şeyleri açıkça söylemekten de utanmazlar. Dünya nimetlerine de çok düşkündürler. Haksız yollarla insanların mallarını yemek isterler. Bu arada Allah’ın emrinden ve O’nun katında bulunan sevaptan da yüz çevirirler. Ayet-i Kerime’nin bu girişimi, onların iç yüzlerini ortaya çıkarıp rezil etmektedir. İfadenin güçlülüğü ve çok yönlülüğü o zamanlar yahudilerin, İslâm ve İslâm peygamberine karşı kurdukları iğrenç tuzaklar karşısında takınılması gereken tavrı göstermektedir. Onlar, bu iğrenç tuzaklarını bu gün bile bu din ve bu dine inananlara karşı kurmaktan geri kalmıyorlar. “Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni istiyorlar.” Bu istekleri seni sıkmasın. Bunda şaşılacak bir şey yok. Garip bir şey söz konusu değildir. “Onlar vaktiyle Musa’dan daha büyüğünü isteyerek “Bize Allah’ı açıkça göster” demişlerdi.” Yüce Allah’ın, peygamberi Musa’nın eliyle gösterdiği apaçık mucizeler; yahudilerin duygularını harekete geçirmeye, vicdanlarını uyandırmaya ve gönüllerini güven ve teslimiyete yöneltmeye yetmemiştir. Üstelik yüce Allah’ı açıkça görmeyi istemişlerdir. Bu istek, imanın sevecenliğinden nasibini almış yada inanma yeteneğini kaybetmemiş bir karakterden çok, kendini beğenmiş bir karakterden gelebilir. “Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım çarpmıştı.” Buna rağmen yüce Allah onları bağışladı. İçlerinden Musa’nın duasını, bir başka sûrede yer aldığı gibi de kabul etti: “Onlar bir titreme tutunca: `Rabbim, dileseydin daha önce onları da beni de yok ederdin. Bizden beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin? Bu ancak senin bir denemendir. Bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin. Bizim dostumuz sensin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bu dünyada ve ahirette bize iyilik ver. Biz sana yöneldik…’ dedi.” (A’raf Suresi, 155-156) “Arkasından kendilerine açık belgeler geldikten sonra buzağıya taptılar.” Samiri’nin, Mısır’dan çıkarken Mısır’lı kadınları aldatarak topladığı süs eşyasından yaptığı altın buzağının, etrafında toplanıp, Musa’nın Rabbine dua etmek üzere ve içinde nur ve hidayet bulunan levhaları indirmek için kendisine kararlaştırdığı sürede yokluğundan yararlanarak onu tanrı edinmişlerdi. “Bunu da bağışladık.” Ancak yahudi yahudidir. Zor ve korku olmazsa iflah olmaz. “Musa’ya açık bir mesaj verdik.” “Kesin söz vermeleri üzerine başları üzerinde asılı duran kayayı yukarı çektik. Kendilerine o kasabanın kapısından secde ederek içeri giriniz ve “Cumartesi yasağını çiğnemeyiniz” dedik, bu konularda onlardan sağlam bir söz aldık.” Yüce Allah’ın Musa’ya (a.s) verdiği yetkin mesaj, genel kanıya göre, levhaların içerdiği şeriattır. Çünkü Allah’ın şeriatı O’nun yetkisine sahiptir. Allah’ın şeriatından başka yüce Allah hiçbir şeriata, bu yetkiyi vermemiştir. Bu nedenle, insanların kendileri için koydukları şeriat ve kanunların kalpler üzerinde hiçbir ağırlığı olmaz. Bir gözetleyici yada cellatın kılıcı olmaksızın bu kanunları uygulamak mümkün değildir. Allah’ın şeriatına gelince; kalpler ona boyun eğer ve itaat eder. Gönüllerde bir heybeti ve ürpertisi vardır. Ancak kalpleri imanı algılamayan yahudiler, levhalarda belirtilen teslimiyetten yüz çeviriyorlar. O zaman da kaba haraketlerine uygun düşen maddi bir yaptırım geliyor. Birden bire tepeleri üzerinde asılı duran bir kaya görüyorlar. Teslim olmadıkları, Allah’ın kendilerinden aldığı söze bağlı kalmadıkları ve levhalarda yapmalarını istediği sorumlulukları yerine getirmedikleri takdirde bu kaya, tepelerine düşecek gibi duruyor. Şimdi teslim oluyorlar. Sözleşmeye yanaşıp söz veriyorlar. Hem de sağlam bir söz. Destekli ve kesin bir söz. Ayet-i Kerime, verilen sözü, tepelerinde asılı duran kayanın ve göğüslerindeki kalbin katılığına uygun düşsün diye bu şekilde nitelendiriyor. Öte yandan Kur’an’ın, olayları tasvir eden, hissettiren, somutlaştırarak düşündüren yöntemi uyarınca; bu anlam uygunluğunun yanında ifadede bir irilik, bir dayanıklılık, bir sağlamlık yer almaktadır. Beyt’ul Mukaddes’e secde ederek girmeleri, kendileri için bayram olmasını istedikleri Cumartesi gününe saygı göstermeleri, verdikleri sözler arasındaydı. Ama sonra ne oldu? Sadece korku ortadan kalkınca, baskı kaybolunca kesin sözden yan çizip aksine davranmaya başladılar. Allah’ın ayetlerini inkâr ettiler. Haksız yere peygamberlerini öldürdüler. Ardından övünerek: “Kalplerimiz öğüt dinlemez. Çünkü her söze karşı kılıfla kaplıdır kalplerimiz” dediler. Sonra, yüce Allah’ın ayetlerin akışı içinde yahudilere karşı peygamberine ve’ müslümanlara anlattığı tüm marifetleri de sergilediler. “Yahudiler verdikleri sözden caydılar. Allah’ın ayetlerini inkâr ettiler, peygamberlerini sebepsiz yere öldürdüler ve “Bizim kalplerimiz kılıfla kaplıdır” dediler.” “Bizim kalplerimiz kılıfla kaplıdır” sözlerinin yanında, inanmamaları ve karşılık vermemeleriyle gerek O’nu üzmek, gerekse O’nu, kendilerini davet etmesinden dolayı alaya almak; yalanlayıp, sözlerine kulak vermemekle, övünmek amacıyla sarf ettikleri bu sözün yanında, ayetin akışı, onlara cevap vermek için kesiliyor: “Oysa Allah, kafirlikleri sebebi ile kalplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar pek azı dışında iman etmezler.” Kalpleri tabii olarak kılıflı değildir elbette. Tersine kendi kafirlikleridir ki yüce Allah’ın kalplerini mühürlemesine neden olan. Böylece kalpleri donuk, perdeli bir kayaya dönüşmüştür. Ne imanın güzelliğini algılayabilirler ne de tadına varabilirler. Bu yüzden pek azı dışında hiçbiri iman etmemiştir. Onlar da kendi davranışları sonucu, yüce Allah’ın kalplerini mühürlemesini hakketmeyen kimselerdi. Yada kalplerini, hakkı algılayacak şekilde açan ve onunla onurlanan ve yüce Allah’ın hidayete erdirip, imanı nasip ettiği kimselerdi bunlar. Yahudilerin içinde küçük bir azınlığı oluşturur bunlar da. Abdullah b. Selam, Sa’lebe b. Sa’ye, Esed b. Sa’ye ve Esed b. Ubeydullah gibi. Bu düzeltme ve değerlendirmeden sonra, ayetlerin akışı; dünyada bazı güzel şeylerin kendilerine haram edilmesini, ahirette onları beklemesi için cehennemin kendilerine hazırlanmasını hakketmelerine neden olan davranışlarını saymaya devam ediyor: “Kafirliklerinden dolayı ve Meryem’e büyük iftira atmalarından dolayı…” “Ve `Biz Allah’ın Rasulü Meryem oğlu İsa-Mesihi öldürdük’ demelerinden ötürü…” Bir kötülükleri zikredildiğinde yanında küfür sıfatı da zikredilmektedir. Peygamberleri haksız yere öldürmeleri hatırlatılırken bu sıfat da zikredilmişti. -Peygamberlerin haklı olarak öldürülmeleri aslında hiçbir zaman mümkün değil- Bu şekilde ifade edilmesi ise olayı belirlemek amacına yöneliktir. Burada, Meryem’e büyük bir iftira atmaları münasebetiyle de, tekrarlanmıştır bu sıfat. Tertemiz Meryem hakkında, yahudilerin başkasının söyleyemeyeceği bir dedikodu çıkarmışlardı. -Allah hepsine lanet etsin- Sonra Mesih’i öldürmek ve çarmıha germekle övünüyorlardı. Hz. İsa’nın peygamberliğini alaya alarak, `Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa-Mesih’i öldürdük’ diyorlardı. HRİSTİYANLAR Ayetlerin akışı bu iddialarını aktarırken, onlara cevap vermek ve doğrusunu bildirmek için tekrar kesiliyor: “Oysa onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece bir sanıya uymaktan ibarettir. Yoksa onu kesinlikle öldürmediler.” “Tersine Allah O’nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah, üstün iradeli ve hikmet sahibidir.” İsa (a.s)’nın öldürülmesi ve çarmıha gerilmesi sorunu, yahudilerin ve hıristiyanların zanna dayanarak dillerine doladıkları bir sorundur. Yahudiler; O’nu öldürdüklerini söylüyorlardı. Allah’ın peygamberi olduğuna dair sözünü alaya alıyorlar ve bu sıfatı, dalga geçmek için kullanıyorlardı. Hıristiyanlar ise; onun çarmıha gerildiğini, ardından defnedildiğini, ancak üç gün sonra mezarından doğrulduğunu söylüyorlardı. Tarih ise; bu konu kendisini ilgilendirmiyormuş gibi, Hz. Mesih’in ne doğumundan ne de akıbetinden söz etmektedir. Ne bunlardan ne de onlardan hiç biri kesin bir bilgiye dayanarak konuşmuyordu. Olaylar çelişkili gelişiyordu. Söylentiler birbirine karışmış, öyle bir döneme gelinmişti ki; doğruyu bulmak son derece zor olmuştu, yüce Allah’ın anlattıklarının dışında.. İsa (a.s)’ın yakalanmasını, çarmıha gerilmesini, defnedilmesini ardından mezarından doğrulmasını rivayet eden İncillerin dördü de İsa (a.s)’dan çok sonra yazılmıştır. O dönemde İsa (a.s)nın dinine ve talebelerine büyük işkenceler yapılıyordu. Olaylar büyük bir gizlilik ve perişanlık atmosferi içinde araştırılabiliyordu. Bunların yanında birçok İncil daha yazılmıştır. Ancak miladi ikinci yüzyılda bu dördü seçilmiş, resmen kabul edilmiş ve her zaman kuşku götüren nedenlerden dolayı tanınmıştır. O dönem yazılmış bir çok İncil arasında, öldürme ve çarmıha germe olayında itibar edilen dört İncille çelişen bir İncil daha yer almaktadır; Barnabas İncili. Barnabas bu konuda şöyle der: “Yahuda ile birlikte askerler İsa’nın bulunduğu yere yaklaşınca, İsa büyük bir kalabalığın yaklaştığını duydu. Bu yüzden korkarak eve çekildi. o arada onbir havarisi de evde uyuyordu. Allah kulunun başındaki tehlikeyi görünce, Cibril, Mihail, Refail ve Evril adlı elçilerine İsa’yı dünyadan almalarını emretti. Bu temiz Melekler gelerek, İsa’yı güney tarafta açık pencereden çıkarıp üçüncü göğe taşıdılar. Sürekli Allah’ı tesbih eden Meleklerin arasına bıraktılar. Yahuda öfkeyle İsa’nın göğe çıkarıldığı odaya girdi. Talebelerinin tümü uyuyordu. O esnada yüce Allah, harikulâde bir olay meydana getirdi. Yahuda’nın, konuşmasını ve yüzünü değiştirerek tamamen İsa’ya benzetti. Öyle ki bizler bile O’nun İsa olduğuna inanmaya başladık. Ancak O bizi uyandırdıktan sonra, Hocanın (İsa) nerede olduğunu araştırmaya başladı. Bunun üzerine şaşırdık ve `Hocamız sensin ey efendimiz, şimdi bizi unuttun mu?’ diye cevap verdik.” Böylece hiçbir araştırıcı, şafak öncesi gecenin zifiri karanlığında meydana gelmiş bu olaya ilişkin kesin bir belgeyi bulacak durumda değildiler. Bu konuda ihtilafa düşenler de bir rivayeti diğerine tercih ettirecek bir dayanağa sahip değildirler: “Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir.” Ancak Kur’an net gerçeği bildiriyor: “O’nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü.” “… Yoksa O’nu kesinlikle öldürmediler..” “Tersine Allah O’nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah, üstün iradeli°ve hikmet sahibidir.” Kur’an-ı Kerim, bu göğe çıkarılma olayına, ayrıntılarıyla dalınıyor. Daha hayattayken ruh ve cesetle birlikte mi göğe çıkarıldı yoksa öldükten sonra sadece ruh olarak mı? Ve bu ölüm ne zaman ve nerede meydana geldi? Bunlara değinmiyor. Buna göre onlar O’nu öldürmediler, çarmıha germediler, sadece O’na benzettikleri birini öldürüp çarmıha gerdiler. Kur’an-ı Kerim bu gerçeğin ötesinde başka bir ayrıntıya girmiyor. Sadece başka bir sûrede şöyle demektedir: “Ey İsa ben senin canını alacak ve katıma yükselteceğim.” (Al-i İmran Suresi, 55) Bu da diğer ayet gibi İsa’nın ölümüne ilişkin ayrıntı vermiyor. Bu ölümün mahiyetini ve vaktini de açıklamıyor. Biz de bu tefsirde, uyduğumuz yöntem uyarınca, Kur’an’ın gölgesinden ayrılmak istemiyoruz. Elimizde bir kanıt olmadığı gibi, böyle bir kanıtı elde etmek imkanına da sahip olmadığımız halde, çeşitli söylentilerin ve efsanelerin arasına dalmamıza gerek yoktur. Kur’an’ın akışıyla birlikte konunun geri kalan kısmına dönüyoruz: “Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölümünün eşiğinde İsa’ya iman etmemiş olsun. Fakat kıyamet günü İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir. İlk kuşak tefsirleri, “ölümünün…” kelimesindeki zamirin kime dönük olacağı konusunda farklı görüşlerden hareketle, ayetin anlamı bakımından farklı sonuçlara varmışlardır. Bir grup, “kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce (yani İsa’nın) İsa’ya iman etmemiş olsun” anlamını çıkarmışlardır. Bu da kıyamet öncesi dünyaya inişine ilişkin görüşe uygun düşmektedir. Başka grub tefsir bilgini de ayetten şu anlamı çıkarmıştır: “Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölmeden önce (yani Kitap Ehli’nden olan kişi) İsa’ya iman etmemiş olsun.” Bu da -ölümün eşiğinde olan kişiye, gerçeğin tüm çıplaklığıyla göründüğüne ancak, bu bilmenin yarar sağlayamadığına ilişkin görüşe kanıt teşkil etmektedir. Biz bu ikinci görüşe eğilimliyiz. Ubeyy okuyuş tarzında; ayetin, “illa leyu’minenne bihi kable mevtihıin” şeklinde okunması da, bu görüşü desteklemektedir. Bu okuyuş tarzında, fiildeki zamirin kime dönük olduğu açıkça görülmektedir. Bu durumda anlam şöyle olur! İsa (a.s)’ı inkar eden yahudiler, bu inkarlarını sürdürdükleri, onu öldürdüklerini ve çarmıha gerdiklerini söyledikleri halde, bunlardan birinin ölümü yaklaştığında can boğaza dayandığı anda, kendisine gerçek görünmekte, İsa’nın doğru söylediğini, peygamberliğinin hak olduğunu görmekte ve O’na iman etmektedir. Ancak böylesi bir imanın hiçbir yarar sağlayamadığı bir sırada… Kıyamet günü de İsa, bunların aleyhine şahitlik yapacaktır. Böylece Kur’an-ı Kerim, çarmıha gerilme (Haç) hikayesinin asılsız olduğunu kestirip atmaktadır. Ardından yahudilerin kötülüklerini ve gerek dünyada gerekse ahirette bunlara karşılık hakkettikleri dehşetli cezalarını sıralamaya devam etmektedir. “İşte yaptıkları bunca zulümlerden, birçok kimsenin Allah yoluna girmesini engellemelerinden, men edilmiş faizi almalarından ve insanların mallarını haksız yollara başvurarak yemelerinden dolayı, daha önce helâl olan bazı temiz maddeler yahudilere haram kılındı. Ayrıca onların arasındaki kâfirlere acı bir azap hazırladık.” Burada daha önce anlatılan kötülüklerine yenileri eklenmektedir; zulüm, birçoklarını Allah yolundan alıkoymak ve bu davranışlarını ısrarla sürdürmek. Faiz almaları, bilgisizlik yada az uyarılmalarından dolayı değil elbette, yasak edildiği halde sürdürmeleri. İnsanların mallarını, faiz ve diğer gayri meşru yollarla yemeleri… Bu ve daha önce ayetlerin akışında anlatılan kötülükleri nedeniyle, daha önce helal olan bazı temiz maddeler onlara haram kılındı. Ayrıca yüce Allah, onlardan kâfir olanlar için acı bir azap hazırlamıştır. Böylece bu saldırıyla, yahudilerin karakterleri ve tarihleri gözler önüne serilmektedir. Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) karşı büyüklenmeleri O’na olumlu karşılık vermemeleri ve O’nu sıkmaları kınanmaktadır. Peygamberleri, önderleri ve uyarıcılarını da sıkıntıya sokmakla itham edilmektedirler. Kendi işledikleri kötülükleri gizlerken, peygamberler ve salih kimseler hakkında kötü söylentiler çıkarmaları, hatta bunları öldürmeleri ve bununla da övünmeleri, ayıplayıcı bir uslupla gözler önüne serilmektedir. Böylece yahudilerin, müslüman safta meydana getirdikleri desiseleri, kurdukları tuzakları, hile ve komploları etkisiz hale gelmekte, boşa çıkmaktadır. Bu sayede müslüman kitle, yahudilerin özelliklerine, karakterlerine araç ve yöntemlerine gerek kendilerinden olmayan birinin gerekse, kendilerinden birinin temsil ettiği hakka karşı takındıkları tutuma ilişkin -müslüman ümmetin her zaman bilmek zorunda olduğu- şeyler öğrenmektedir. Onlar hakka ve taraftarlarına düşmandırlar. Dost, düşman kim olursa olsun, tüm hak temsilcilerine ve her zaman hidayet taşıyıcılarına düşman olmuşlardır. Çünkü fıtratları bizzat hakka düşmandır. Kalpleri katılaşmıştır. Gönülleri taş kesilmiştir. Tepelerine balyoz inmedikçe boyun eğmezler. Boyunlarının üzerinde kuvvetin kılıcı asılı durmadıkça hakka teslim olmazlar. İnsanlardan bir gruba ilişkin bu tanımı, Medine’deki ilk müslüman kitlenin hayatına özgü kılmak doğru değildir. Çünkü Kur’an yaşadığı sürece, bu ümmetin kitabıdır. Düşmanlarına ilişkin bir şey öğrenmek istediğinde bu ümmeti aydınlatır Kur’an. Bir konuda öğüt almak isterse öğüt verir. Yolunu aydınlatmasını isterse, yolunu gösterir kendisine. Nitekim yahudiler konusunda bu ümmeti aydınlatmış, öğüt vermiş ve yol göstermişti. Onlar da bu ümmetin egemenliğini kabul ettiler. Sonra ne zaman ki Kur’an’dan uzaklaştılar, bu sefer kendileri yahudilere boyun eğmek zorunda kaldılar. Nitekim görüyoruz, küçük bir yahudi çetesi onları yeniyor. Onlar da halâ kitaplarından; Kur’an’dan habersiz, onun yol göstericiliğinden uzakta yaşamaktadırlar. Kur’an’ı arkalarına atmış, falanın filanın sözüne uyuyorlar. Kuşkusuz Kur’an’a dönmedikleri sürece, yahudilerin tuzağında ve baskısı altında boğulmaya mahkum olacaklardır. Ayetlerin akışı, mümin bir azınlığı onlardan ayırmadan konuyu bitirmiyor. Onların güzel bir mükafat alacaklarını bildirerek, onları soylu iman kervanına katmaktadır. Ayrıca bilgi ve iman sahibi olduklarına şahitlik etmektedir. Aynı zamanda dinin tümünü, yani hem Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) indirilen hem de ondan önce indirilenleri doğrulamalarını sağlayanın bilgide derinleşmek ve iman olduğunu bildirmektedir. 162- Fakat onlardan bilim alanında derinleşenlere, hem sana ve hem de senden öncekilere indirilen kitaba inanan müminlere, namaz kılanlara, zekat verenlere, Allah’a ve ahiret gününe inananlara büyük bir mükafat vereceğiz. Derinleşmiş bilgi ve aydınlatıcı iman.. Bu ikisi kişiyi dinin tümüne inanmaya yöneltir. Bir olan Allah’ın katından gelen dinin tek olduğu sonucuna götürür. Derinleşmiş bilginin, iman gibi, kalbi nura açan dosdoğru tanımaya bir yol olarak tavsif edilmesi, o günkü pratik durumu tasvir ettiği kadar, insan ruhunun her zamanki olgusunu da tasvir eden Kur’an’ın ifade tarzının bir özelliğidir. Buna göre yüzeysel bilgi inatçı küfür gibidir. Bu ikisi, kalp ile sağlam bilgi arasına girip engel oluşturur. Bunu her zaman görmemiz mümkündür. Çünkü ilimde derinleşenler ve ondan gerçek bir pay alanlar, kendilerini imanın evrensel kanıtlarının önünde bulurlar. Yada en azından bu evrenin, bir tek ilahının olduğuna, bu ilahın her şeye egemen olduğuna, dilediği gibi evirip-çevirip tasarrufta bulunduğuna, biricik irade sahibi olduğuna ve bu evrensel tek yasağı koyduğuna inanmaktan başka cevabı bulunmayan, birçok evrensel soruların belirtilerin karşısında bulacaklardır kendilerini. Böylece, hidayet arzusu gönüllerine dolan bu müminlerin, kalplerini yüce Allah açar ve ruhlarını hidayete bağlar. Ancak sırf bu bilgi peşinde koşup kendini bilgin zannedenler, kabukta kalınış bilgiyi, kalpleri ile iman kanıtlarını kavrama arasına engel yaparlar. Yada eksik ve yüzeysel bilgileri nedeniyle, kafalarında soru uyandıracak işaretleri göremezler. Bunlar, kalpleri doğru yolu bulmak için çarpmayan ve böyle bir arzu duymayan kimseler gibidirler. Her iki durumda da kalp, iman noktasında tatmin olmak için araştırma ihtiyacı duymaz. Yada bir dine bağlı bulunmayı bilgisizlik saplantısı kabul ederler. Yahut da herşeye tek başına hakim yüce Allah’ın katından birbirine bağlı Resuller (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) kervanının eliyle gelen gerçek dinleri birbirinden ayırırlar. Yaygın rivayete göre, Kur’an’ın bu işaretinden en başta, Resulullah’ın (sâlat ve selâm üzerine olsun) çağrısına uyan yahudi grubu kastedilmektedir. Bunların da isimlerini daha önce belirtmiştik. Ancak ayet geneldir. Her zaman onlardan, derin bilginin yada gerçeği gören inancın yol göstericiliğinde, bu dini kabul edenleri kapsamaktadır. Kur’an’ın akışı hem bunları hem de onları, sıfatlarını belirlediği müminler kervanına katıyor: “Namaz kılanlar, zekat verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar.” Bunlar, müslümanların ayırıcı sıfatlarıdır; namaz kılmak, zekat vermek Allah’a ve ahiret gününe inanmak. Bunların mükafatı da yüce Allah’ı belirlediğidir: `… Büyük bir mükafat vereceğiz.” Ayette geçen `Mukiymines-salah (Namaz kılanlar)’ deyimi, alışık olmadığımız bir kalıpta yer almaktadır. Bunun nedeni, bir yoruma göre namaz kılmanın önemini iyice vurgulamalıdır. Özel bir münasebetle akış içinde özel bir anlamı belirginleştirmek için, bu tur ifade tarzına Arap üslubunda ve Kur’an`da rastlamak mümkündür. Her ne kadar İbn-i Mes’ud (r.a) mushafında, “Mukiymunes-salah” şeklinde merfu olarak yer almışsa da diğer tüm mushaflarda bu şekildedir. Ayetlerin akışı Ehl-i Kitap’la -burada özellikle yahudilerle- yeniden karşılaşmaya başlıyor. Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliğine karşı tutumlarına ve yüce Allah’ın kendisini peygamber olarak göndermediğini iddia etmelerine karşılık vermektedir. Peygamberleri birbirinden ayırmaya kalkışmalarını ve peygamberliğine delil olarak üzerlerine gökten bir kitap indïrmesini istemek suretiyle O’nu sıkmalarını dile getirmektedir. Böylece peygambere valıyin gelmesinin, şimdiye kadar görülmemiş ve garip bir şey olmadığını belirtmektedir. Bu, Nuh (a.s)’dan Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)’a kadar tüm peygamberlerin gönderilişinde uygulanan bir kuraldır. Bu peygamberlerin tümü de müjdelemek ve korkutmak için gönderilmişlerdir. Allah’ın kullarına karşı rahmeti böyle gerektirmiştir. Böylece onlara karşı bir delil ve hesap gününden önce bir uyarı kılmıştır bunu. Tüm peygamberler bir tek hedefi gerçekleştirmek için, bir tek vahiyle gelmişlerdir. Onların arasını ayırmak, hiçbir kanıta dayanmayan sırf inatçılıktan kaynaklanan bir davranıştır. Ancak onlar inat ediyorlarsa, Allah şahittir. -Zaten O şahit olarak yeterlidir- Melekler de şahittir. (Fi Zılal-il Kur'an Seyyid Kutub) | |
|
Etiketler |
ayet, fizilal’il, kur’an, kutub, nisa, seyyid, suresi’nin, tefsiri, – |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Nisa Suresi’nin 90-125 .Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub | Elysian | İslamiyet | 0 | 29 Mart 2014 19:44 |
Nisa Suresi’nin 56-89.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub | Elysian | İslamiyet | 0 | 29 Mart 2014 15:03 |
Nisa Suresi’nin 29-55.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub | Elysian | İslamiyet | 0 | 29 Mart 2014 14:29 |
Nisa Suresi’nin 1-28.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub | Elysian | İslamiyet | 0 | 29 Mart 2014 13:51 |
Al-i İmran Suresi’nin 146-175.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub | Elysian | İslamiyet | 0 | 29 Mart 2014 10:33 |