IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  digitalpanel

Etiketlenen Kullanıcılar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 29 Mart 2014, 14:29   #1
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Nisa Suresi’nin 29-55.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub




İKTİSADÎ KONULAR

Bu dersin ikinci bölümünde İslâm toplumunda geçerli olacak olan mâli ilişkilerin bir kısmı işleniyor, bu ilişkilerin uygulanma yolları düzenleniyor, genel anlamda fertler arası mali ilişkilerin dürüst oluşu güvenceye bağlanıyor, arkasından kadınların da tıpkı erkekler gibi mülk edinme ve kazanma haklarına sahip oldukları, hem erkeklerin hem kadınların belirlenmiş payları oranında mülk ve kazanç edinebilmeleri belirtiliyor. Bölümün sonunda cahiliye döneminde ve İslâm’ın ilk yıllarında geçerli olan “velâ sözleşmeleri (Akraba olmayanlara mirastan pay verilmesini öngören sözleşmeler)” konusunda uygulamanın nasıl olacağı anlatılıyor, bu sistemin tasfiye edilmesi gerektiği” mirasın sırf akrabalar arasında bölüştürülmesinin uygun olduğu, artık yeni “vela sözleşmesi” imzalamaktan kaçınılması hükme bağlanıyor:

29- Ey müminler, birbirinizin mallarını gayrı meşru yollar kullanarak değil, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir.
30- Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.
31- Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz.
32- Aranızda derece farkı doğuran ilahi bağışlara özlem beslemeyiniz. Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar. İstediklerinizi Allah’ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir.
33- Kadın-erkek herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir.


Bu ayetler demeti hem eğitim ve hem de kanun koyma zincirinin bir halkasını oluşturur. Zaten İslâm sisteminde eğitim ve kanun koyma işlemleri birbirinden ayrılmaz, ya içiçedirler, ya da birbirlerini bütünlerler. Sebebine gelince; kanun koyma işlemi, pratik hayatı düzenleme amacı güttüğü gibi eğitme amacını da içerir. Bunun yanısıra yasama hükümlerine eşlik eden direktifler bu yasaların amaca uygun biçimde yürürlüğe konmalarını, bu yasaların ciddiliklerini gözeten ve yarar sağlamalarını ön plânda tutan bir bilinç ile uygulanmalarını ve hüküm olma amaçları yanında vicdanları eğitme amacını da göz önünde tutarlar. Ayrıca yasama hükümleri ile bu hükümlere eşlik eden direktiflerin ortak amacı kalbi Allah’a bağlamak, kalbi yasaları ve direktifleri bünyesinde bütünleştiren bu İlâhi sistemin kaynağının bilincine vardırmaktır. Hem pratik hayatın ve hem de insan vicdanının ihtiyaçları ile bağdaşan bu bütünlük, insan hayatını düzenleyen bu ilâhi sistemin karakteristik özelliğidir.
Bu ayetler de müminlere “Birbirlerinin mallarını gayri meşru yollarla yemelerinin” yasaklandığını, mal dolaşımına ilişkin helal kazanç yolunun ticaret yolu olduğunun açıklandığını görüyoruz. Bunun yanısıra “Gayri meşrû biçimde mal yeme” insanın kendi kendini öldürmesi, intihar etmesi, mahvolması, helâk olması benzetmeleri ile ifade ediliyor. Ayrıca böyleleri ahiret azabı ile ve Cehenneme atılmakla tehdit ediliyor. Bir yandan da bağışlama, günahları silme, insan zaaflarına ve kusurlarına hoşgörü ile karşılık verme vaad eden kolaylık müjdeleri ile karşılaşıyoruz.
Yine bu ayetlerde yüce Allah’ın kimi kullarına bağışladığı nimetlere göz dikilmemesini, bunun yerine bir şey isteneceği sırada bağışlama ve lütfetme yetkisini tekelinde bulunduran yüce Allah’a yönelmeyi telkin eden eğitim amaçlı bir uyarı ile karşılaşıyoruz. Bu uyarının hemen arkasından gerek erkeklerin ve gerekse kadınların kazançları oranında hak ve pay sahibi olacaklarını ilkeleştiren hüküm geliyor.
Gerek bu uyarı ve gerekse bu hüküm, ikisi birlikte, “yüce Allah’ın herşeyi bildiği” olgusuna bağlanıyor. Tıpkı bunun gibi akraba olmayan kimselere mirastan pay verilmesini öngören “velâ sözleşmeleri”ne ilişkin tasarruflar ve bu sözleşmeleri yerine getirme emri de “yüce Allah’ın herşeyin şahidi olduğu” olgusuna dayandırılıyor.
Bu mesajların hepsi insanın mahiyetini psikolojik yapısının özelliklerini, bu yapının çok sayıdaki giriş ve sızma yollarını herkesten iyi bilen yüce Allah’tan geliyor ve yasal hükümlerin eşliğinde vicdanları olumlu yönde etkilemeyi amaçlayan eğitici direktifler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Şimdi de okuduğumuz bu ayetleri sıra ile incelemeye çalışalım:
“Ey müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak değil, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir.”
“Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.”
İlk ayet müminlere yönelik bir sesleniş ile söze girerek onları birbirlerinin mallarını gayri meşru yöntemler kullanarak yemekten sakındırıyor. Tekrarlıyoruz:
“Ey müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak yemeyiniz.”
Bu cümle; o günkü İslâm toplumunu cahiliye hayatından artakalan tortulardan temizlemeyi, “Ey müminler” çağrısı ile söze girerek müslümanların vicdanlarını coşturmayı,yüce Allah’ın kendilerine seslenirken, onları birbirlerinin mallarını gayri meşru yöntemlerle yemekten sakındırırken kullandığı “mümin”lik sıfatlarının gereklerini canlandırmayı amaç edindiği mesajını veriyor.

“Gayri meşrû yöntemlerle mal yemek” ifadesi insanlar arasında görülen ve yüce Allah’ın izin vermediği ya da açıkça yasakladığı bütün gayri meşrû mal dolaşımı biçimlerini içerir. Aldatma, rüşvet, kumar, zorunlu tüketim mallarını pahalandırmak amacı ile bekletme gibi kazanç yolları bu deyimin kapsamına girdikleri gibi başta faizcilik olmak üzere bütün yasaklanmış alış-veriş türleri de bu kategoriye girer. Bu ayetin, faizin yasaklanışından önce mi, yoksa sonra mı indiğini kesin olarak bilemiyoruz. Eğer faizin yasaklanmasından önce indi ise, bu ayet, yasaklamaya yönelik bir ön hazırlık niteliği taşır. Çünkü faiz, gayri meşrû biçimde mal yemenin en somut, en aşırı yöntemidir. Yok eğer faizin yasaklanmasından sonra indi ise o zaman da getirdiği yasaklama, diğer haram mal yeme yöntemleri yanında faizciliği de içerir.
Ayette satıcı ile alıcı arasında karşılıklı anlaşma yolu ile gerçekleşen ticaret işlemleri, bu yasaklama hükmünün dışında tutuluyor, istisna ediliyor. Okuyoruz:
“Yalnız karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz konusu ise o başka”
Bu cümlede istisna edilen “ticaret” bir “gayri meşru mal yeme türü” değildir. Arap dilinde bu tür istisnalara “kopuk”, “ayrıldığı bütünle ilişkisiz” anlamına gelmek üzere “İstisnâ-ı Munkatı” denir. Buna göre bu istisna cümlesini şöyle açıklayabiliriz: “Yalnız eğer seçtiğiniz mal kazanma yöntemi, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret işlemi ise,bu işlem, bir önceki cümlenin kapsamına girmez.”
Fakat “ticaret” deyimini içeren istisna cümlesinin böyle bir yerde gelişi, ticaret ile haram mal yeme yöntemleri olarak nitelenen diğer işlemler arasında bir tür benzerlik olduğu izlenimini verir. Öncelikle Bakara suresinde okuduğumuz faizi yasaklayan ayeti bu istisna cümlesi ile birlikte değerlendirince bu yanıltıcı benzerliği daha iyi kavrarız. Bilindiği gibi o ayette faiz yasağına karşı çıkanlar “Alış-veriş de faiz gibidir” diyorlardı ve Allah onlara şöyle karşılık veriyordu; “Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır” Faizciler “Ticaret, mal artışı sağlıyor, kazanç getiriyor, bundan dolayı o da faiz gibidir, o halde ticareti helal sayıp faizi yasaklamak anlamsızdır” diyerek lânetli ekonomik düzenlerini savunurken aslında demagoji yapıyorlar.
Sebebine gelince her şeyden önce ticarî işlemler ile faize dayalı işlemler arasında nitelik bakımından dağlar kadar fark vardır. Bunun yanısıra ticaretin üretici ile tüketici arasında yaptığı hizmetler ile faizciliğin gerek ticaretin kendisi ve gerekse tüm halk yığınlarının başına yağdırdığı belalar arasında nasıl benzerlik görülebilir?

Ticaret üretici ile tüketici arasında köprü oluşturan bir aracılık hizmetidir. Ticaret üretilen malları tüketim yerlerine ulaştırıp pazara sunar, böylece bu malları güzelleştirir ve bulunup satın alınmalarını kolaylaştırır. Buna göre ticaret her iki tarafa, yani hem üreticiye hem de tüketiciye yönelik bir hizmettir ve bu iki yönlü hizmet karşılığında yarar sağlama işlemidir. Bu yarar sağlama, maharete ve çalışmaya dayandığı gibi aynı zamanda hem kâra hem de zarara açıktır.
Faiz ise bunun tam tersi bir işlev görür. O bir yandan üretim girdilerine eklenerek sanayinin sırtına yük olurken bir yandan da malların üretim, maliyetlerine bindirdiği ilâve fonlar nedeniyle ticaret sektörünün ve tüketicinin sırtına da yük olur. Bunun yanısıra kapitalist ekonominin en katıksız ve denetimsiz aşamasında açıkça görüldüğü gibi faiz, hem sanayii hem de sanayii dışı üretimi, ne sanayinin ve ne de sanayii dışı üretimin yararını umursamayan, birinci derecedeki amacı kâr marjını olabildiği oranda yüksek tutarak sanayi sektörüne yatırılan kredilerin faizlerini ödemek olan sömürü aracıdır. Bu arada zarurî ihtiyaç mallarını pazarda yeterince bulamayan halk yığınları lüks tüketim mallarının akınına uğramış, üretim faaliyetleri; içgüdüleri gıdıklayan ve insanın yapısını dejenere eden en pespaye projelere kaymış, faizci kapitalizmin umurunda bile değildir. Bütün bunların ötesinde faizci sistemde sermaye sürekli kârdadır; ticaret gibi zarar sarsıntılarını paylaşmaya katılmaz, ayrıca ticaretin gerektirdiği insan emeğinin, insan çabasının faiz kazancında hemen hemen hiç rolü yoktur. Faizci düzenin boynunda taşıdığı kara yaftanın suç listesi, bu saydıklarımızdan çok daha kabarıktır. Bu suç listesi onun hakkında idam hükmünün verilmesini gerektirecek kadar ağır cinayetler içerir. Nïtekim İslâm’ın onun hakkında verdiği hüküm budur.
Diyebiliriz ki insanlar faiz ile ticaret arasında böylesine yanıltıcı bir benzerlik kurdukları için gayrı meşrû yöntemler ile mal yemeyi yasaklayan hükmün hemen arkasından “Yalnız karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz konusu ise o başka” şeklindeki açıklamaya, dil bilginlerinin deyimi ile “kopuk (munkatı)” türü bir istisna cümlesine yer verilmiştir. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
“Kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir.”
Bu yorum, insanların mallarını gayrı meşrû yöntemler kullanarak yemenin toplum hayatında ortaya çıkardığı yıkıcı sonuçları ifade ediyor. O yüzden bu tür mal yeme yöntemi aslında bir öldürme, bir cinayet eylemidir. Yüce Allah müminleri, böylesine yıkıcı bir yola sapmaktan sakındırmakla onları rahmetinin şemsiyesi altına almak istiyor.
Bu gerçekten böyledir. Eğer bir toplumda faizcilik, aldatma, kumar, karaborsacılık, yolsuzluk, hilekârlık, dolandırıcılık ve hırsızlık gibi yöntemler ile birbirinin malını yeme alışkanlığı yaygınlaşır ve ırz, namus, güven, vicdan, ahlâk ve din gibi asla ticaret konusu yapılmaması gereken değerler satışa çıkarılırsa -ki gerek eski ve gerekse şimdiki cahiliye toplumlarının pazarlarında ve pazarlıklarında bu değerlerin tozu dumana karışmaktadır- bu tür kirli mal kazanma yöntemlerini bünyesinde yaygınlaştıran toplum kendi kendini öldürmeye, yok oluş uçurumuna yuvarlanmaya mahkûmdur!
Yüce Allah, müminlere rahmeti ile yaklaşarak onları sosyal hayatı mahveden ve vicdanları aşağılatan bu bilinçsiz intihar girişiminden uzak tutmak istiyor. İşte yüce Allah’ın insanların yüklerini hafifletme iradesinin, insan olmaktan kaynaklanan zayıflıklarını telâfi etmesinin, Allah’ın çağrısına sırt dönerek şehevi ihtiraslarının tutsağı olmuş kimselerin propagandalarına kananların belini büken insan yetersizliğine önlem getirmesinin bir anlamı da budur.

Arkasından Ahiret azabını içeren bir tehdit geliyor. Birbirlerinin mallarını gayrı meşrû yöntemlerle yiyen zalimlere saldırganlara yönelik tehdit. Bu zalimler, dünya hayatlarını mahvetmekten kendi kendilerine kıymaktan sakındırıldıktan sonra Ahiret azabı ile tehdit ediliyorlar. Gayrı meşrû yöntemler ile mal yiyenler de yedirenler de bu tehdidin ortak hedefleridir. Çünkü toplumda, ortak sorumluluk ilkesi geçerlidir. Eğer bir toplum, meydanı zalimlere ve açgözlü saldırganlara bırakır da bu kimselerin gayrı meşrû yöntemlerle mal yeme alışkanlıklarını yaygınlaştırmalarına göz yumarsa yüce Allah’ın hem dünyaya ve hem de ahirete ilişkin tehditleri bu toplumlar hakkında gerçekleşir. Okuyalım:
“Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu cehennem ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.”
İşte böylece İslâm sistemi, koyduğu kanunlar ve verdiği direktifler ile ilgili olarak insan vicdanını hem dünyada hem de ahirette müeyyide kanatları altına alıyor ve böylece insan vicdanına, bu direktiflere uymayı sağlama ve bu yasaları uygulatma konusunda uyanık bir bekçi rolü yüklüyor; toplumun bütün bireylerini de birbirlerini gözetlemekle, denetlemekle görevlendiriyor. Çünkü toplumun bütün fertleri ortak biçimde sorumludur, dünyada gerçekleşecek olan ölüm ve mahvolma hepsinin ortak akıbeti olacağı gibi ahirette de, gayrı meşrû kazanç yöntemlerinin çevrelerinde alıp yürümesine göz yummalarından ve toplumlarının bozulmasını umursamamalarından ötürü hesaba çekileceklerdir.
“Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.”
Çünkü Allah’ın bu cezayı vermesine hiç kimse engel olamaz ve hiçbir şey onu önleyemez, gerekçeleri varolduktan sonra onun gerçekleşmesi kaçınılmaz olur.
Bir sonraki ayette yüce Allah, müminlere “büyük günahlar”dan sakınmaları karşılığında rahmetini ve bağışlayıcılığını vaadediyor. Amaç, yüce Allah tarafından iyi bilinen zayıflıklarını göz önüne alarak onlara kolaylık göstermek, kalplerini rahatlatmak, büyük günahlardan sakınmalarını sağlayacak cehennem ateşinden kurtulmalarına yardım etmektir. Okuyoruz:
“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınınsanız, küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz.”
İçerdiği bütün yükselme, yücelme, temizleme, arınma ve itaat çağrılarına; ihtiva ettiği bütün yükümlülüklere, sınırlamalara, emirlere ve yasaklamalara rağmen . -ki bunların tümünün amacı temiz ve dürüst vicdanlar ile temiz ve sağlıklı bir toplum meydana getirmektir- bu din ne kadar hoşgörülü ve ne kadar kolay yöntemli bir dindir!
Aynı zamanda bu çağrılar ve bu yükümlülükler insanın zayıflığını ve yetersizliğini göz ardı etmiyor, onun gücünün ve yapısının sınırlarını aşmıyor, onun fıtratını, bu fıtratın kapasitesini, içgüdülerini ve nefsinin iniş-çıkışlarını bilmezlikten gelmiyorlar.
Böyle olduğu içindir ki, bu dinde yükümlülük ile insan kapasitesi arasında, özlemler ile kaçınılmazlıklar arasında, içgüdüler ile frenleyici mekanizmalar arasında, emirler ile yasaklar arasında, özendirmeler ile caydırmalar arasında, işlenebilecek günahlara yönelik azap tehdidi ile yüce Allah’ın engin bağışlayıcılığına bağlanan ümidin iyimserliği arasında kararlı bir denge kurulmuştur.

Bu dinin insanlardan beklediği tek şey; yüce Allah’a yönelmek, bu yönelişte gerçekten samimî olmak, olanca güçlerini ortaya koyarak O’na itaat etmek ve hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Bu adımın sonrasında zaaflara hoşgörü ile yaklaşan, yetersizlikleri anlayışla karşılayan, tevbeleri kabul eden, kusurlara göz yuman, günahları bağışlayan, kötülükten dönenlerin yüzüne kapıyı açık tutan, pişmanlıkları cana yakınlık ve lütufla karşılayan ilâhi rahmet mutlaka imdada yetişir.
Sözünü ettiğimiz “olanca gücü ortaya koyma”nın belirtisi yüce Allah tarafından yasaklanan büyük günahlardan uzak durmaktır. Son derece belirgin ve göze batar nitelikte olan bu büyük günahları işleyenler onları bilmeyerek ya da farkında olmayarak işlediklerini ileri süremezler. Bu durum insanın bu alanda istenen çabayı harcamadığını, direnme gücünü yeterince seferber etmediğini gösterir. Böyle bile olsa ihlâslı bir tevbe ile bu günahlardan vazgeçme kararı her zaman için geçerlidir, yüce Allah merhameti ile bize bu tevbeleri kabul edeceğini bildiriyor. Yüce Allah, bu tevbekârları “takvalı kullar” diye andığı aşağıdaki ayetinde şöyle buyuruyor:
“Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah’tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda, bile bile ısrar etmezler.” (Al-i İmran Suresi, 135)
Bizim burada vurgulamak istediğimiz gerçek, büyük günahlardan sakınılınca yüce Allah’ın kendi insiyatifi ile ve tek taraflı olarak küçük günahları bağışlayacağıdır. Yüce Allah’ın yukardaki ayette dile gelen vaadi ve müminlere yönelik müjdesi budur.
Peki “büyük günahlar” nelerdir? Bu konuda elimizde bulunan hadisler bu günahların birçok türünü saymakta, fakat kesin sayısını belirtmemektedir. Bunun böyle olduğunu, bu konudaki hadislerden herbirinin diğerinde yer alan büyük günahların bazan daha azını ve bazan da daha çoğunu içermesinden anlıyoruz. Anlaşılan, bu hadisler gündelik olaylara bağlı olarak söylendikleri için her hadiste, o andaki özel şartların sayısı ve türü toplumdan topluma, kuşaktan kuşağa değişir; ama bununla birlikte bunların neler olduklarını bilmek müslüman için zor bir iş değildir.
Bu konuda halife Hz. Ömer ile ilgili bir olayı anlatmak istiyoruz. Bilindiği gibi Hz. Ömer günaha karşı son derece duyarlı, sert tutumlu ve günah hususunda hoşgörüsü kıt yaratılışlıdır. Buna rağmen bu olayda İslâm’ın O’nun duyarlılığını nasıl yumuşattığını, toplumsal problemleri çözerken ve insanlara ilişkin meseleleri ele alırken elindeki adalet terazisini nasıl dengeye kavuşturduğunu göreceğiz. Olay şù:
İbn-i Cerir’in Yakub b. İbrahim yolu ile İbn-i Avn’e dayandırarak bildirdiğine göre Hasan-ı Basrî şöyle diyor:
-Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Mısırlı birkaç kişi Abdullah b. Amr’e başvurarak dediler ki; “Kur’an’da uygulanması emredilen bazı hükümler görüyoruz ki, bunlar uygulanmıyor. Bu konuyu halife Ömer ile görüşmek istiyoruz.
Bunun üzerine Abdullah b. Amr bu adamları yanına alarak Medine’ye geldi ve Hz. Ömer ile buluştu. Hz. Ömer kendisine “Ne zaman geldin?” diye sordu. Abdullah b. Amr “Falanca günden beri buradayım” dedi. Hz. Ömer “İzinli olarak mı geldin?” diye sordu. Abdullah’ın bu soruya ne cevap verdiğini bilmiyorum. ‘Fakat sözlerine devam ederek halifeye şunları söyledi; “Ey müminlerin emiri birkaç Mısırlı bana başvurdu ve Kur’an’da uygulanması emredildiği halde uygulanmayan bazı meseleler olduğunu, bu konuyu seninle görüşmek istediklerini söylediler”.

Hz. Ömer Abdullah’a “O adamları topla, yanıma getir” diye emretti. Abdullah da onları toplayıp halifenin huzuruna götürdü. (Ravilerden İbn-i Avn’e göre bu toplantı Behu denen yerde düzenlenmişti.)
Hz. Ömer, bu Mısırlı grubun en sonunda oturan adamına dönerek kendisine “Allah sana zihin açıklığı versin. İslâm hakkı için söyle bakalım, Kur’an’ı baştan sona kadar okudun mu?” diye sordu. Adam “Evet, okudum” dedi. Hz. Ömer “Peki, onu nefsinde, kendi şahsında uyguladın mı?” diye sordu. Adam; “Allah bilir ki hayır” dedi. Eğer “Evet” deseydi, Hz. Ömer onunla tartışmaya girişecekti. Hz. Ömer, adama “Peki, O’nu gözlerine uyguladın mı?, sözlerine uyguladın mı?, davranışlarına uyguladın mı?” diye sordu. Arkasından, aynı soruları sonuncu adama kadar heyetin bütün üyelerine sordu ve sonra şunları söyledi: “Anası evlâtsız kalası Ömer yandı! Sizler, onu (Allah’ın kitabını, Kur’an’ı) insanlara tam olarak uygulatmakla yükümlü mü tutuyorsunuz? Oysa bizim günah işleyeceğimizi Allah, daha işin başında, biliyordu” ve arkasından: “Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınınsanız, küçük günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz” ayetini okudu.
Sonra adamlara dönerek “Sizin gelişinizden Medinelilerin ‘haberi oldu mu? (ya da geldiğinizden haberi olan var mı?)” diye sordu. Adamlar “Hayır, olmadı” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer “Eğer Medineliler gelişinizden haberdar olsalardı, sizi vesile ederek bu konuda bir vaaz verirdim” diye sözlerini bağladı” (İbn-i Kesir Tefsiri)’
İşte günaha karşı son derece duyarlı ve sert tabiatlı olarak tanınan Hz. Ömer, kalpleri ve toplumu böyle yönetiyordu. Kur’an onun aşırı duyarlılığını yumuşatmış, kendisine ince bir denge kazandırmıştı. Bu dengenin gereği olarak “Allah daha işin başında bizim günah işleyeceğimizi biliyordu” demişti. Kuşku yok ki biz, O’nun Rabbinin bildiğinden başka türlü olamayız. Önemli olan ve bizden beklenen doğruya yönelmek, gerçeği kabul etmek, yükümlülüklerimizi yerine getirmek konusunda arzu göstermek, girişimde bulunmak, bu hususta olanca gayreti ortaya koymaktır. Bu denge, ciddiyed, kolaylık gösterme ve ölçü ilkelerine dayanan bir tutumdur.

KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ

Toplumda malların el değiştirme süreci ile bağlantılı olarak kadın-erkek arasındaki malı ilişkilere, akraba olmayanlara mirastan pay vermeye ilişkin
hükümlere ve bu hükümler ile genel miras sistemi arasındaki ilişkilere ek açıklamalar getiriliyor. Bilindiği gibi bu iki konu hakkındaki ayrıntılı açıklamalar bu sûrenin baş taraflarında yer almıştı. Okuyalım:
Aranızda derece farkı doğuran ilâhi bağışlara özlem beslemeyiniz. Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar. İstediklerinizi Allah’ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir.”
“Kadın-erkek herkese ana-babalarının, akrabalarının ve yeminli sözleşmeler yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz. Hiç şüphesiz Allah herşeyin şahididir.”
İnsanlar arasında derece farkı doğuran üstünlüklere karşı özlem duymayı yasaklayan bu hüküm geneldir. Resmi görevi, mevki, yetenekleri, becerileri, malı-mülkü, kısacası şu hayatta farklı oranlarda dağılım gösteren bütün seçkinlik paylarını içerir. Bunun yanısıra ayette belirtilen her türlü dileği Allah’a yöneltme, herşeyi doğrudan doğruya O’ndan isteme emri de geneldir. Evet mümin, insanlar arasındaki farklılıklara göz dikerek yazıklanmalarla kendini mahvedeceğine, bu göz dikme sonucunda içini kemirerek kin, kıskançlık; çekememezlik ve intikam gibi yıkıcı duygulara kapılacağına; içinde kaybetmişlik ve mahsumiyet, aşağılık ve boşluğa düşmüşlük kompleksleri çöreklendireceğine, bütün bu duyguların ve komplekslerin sonucu olarak yüce Allah’ın adaletinden ve her şeyi kulları arasında isabetli biçimde dağıttığından kuşkulanacağına istediklerini yüce Allah’tan istemelidir. Yoksa sözünü ettiğimiz duygular ve kompleksler insanı mahveder, gönül huzurunu ortadan kaldırır endişeye ve mutsuzluğa yol açar, insan enerjisini çirkin kuruntular ve çirkin yönelişler peşinde harcar.
Oysa doğrudan doğruya yüce Allah’ın bağışına başvurmak nimet ve ihsan kaynağına yönelmenin ilk adımıdır. O nimet ve bağış kaynağı ki, engin nimetleri vermekle bitmez, kapılara üşüşecek istekli kalabalık yüzünden sıkıntıya düşmez! Bunun yanısıra bu tutum gönül huzuru meydana getirici, umut uyandırıcı, başarıya ulaştıracak somut gerekçelere olumlu bir biçimde el atmayı sağlayıcı; buna karşılık yapıcı enerjiyi hayıflanma, yazıklanma, kin, aşağılık kompleksi ve bunalım uğrunda kurban etmeyi önleyici bir tutumdur.
Bu geniş çerçeveli yönlendirme bakımından ayetin hükmü, geneldir. Fakat gerek sonraki cümleler ile bağlantısı ve gerekse iniş sebebine ilişkin bazı rivayetler bu genel anlamı sınırlar, onu belirli bir farklılığa, belirli bir üstünlüğe indirger. Sözünü ettiğimiz belirli farklılık, ayetin devamını oluşturan genel ifadeli cümlelerden açıkça anlaşılacağı üzere bu ayetin çözüme bağlamak amacı ile indiği erkek ve kadınların mal paylarına ilişkin farklılıktır.
Bu farklılığın yol açtığı kuşku bulutlarının dağıtılması iki insan cinsi arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, bu ilişkilerin hoşnutluk ve bütünleşme temeline oturtulması, arkasından da bu hoşnutluğun müslüman ailelere ve topluma yayılmasının yanısıra kadın-erkek arasındaki görev ve fonksiyon farklılığının zihinlere yerleştirilmesi son derece önemlidir. Fakat bütün önemine rağmen bu mesele, ayette dile gelen hükmün özel sebepten hareket eden bir genel hüküm olmasına engel teşkil etmez. Bundan dolayı klasik tefsirler bu iki açıklamanın her ikisine de yer verirler.
Nitekim İmam-ı Ahmed’in Sufyan ve Ebu Necih yolu ile Mücahid’e dayandırarak bildirdiğine göre bir keresinde Hz. Ümm-ü Seleme, Peygamberimize; “Ya Resulullah, erkekler savaşıyor, biz savaşa katılmıyoruz. Bir de mirasta bize erkeklerinkinin yarısı kadar pay veriliyor” dedi. Bunun üzerine yüce Allah “Aranızda derece farkı doğuran ilâhi bağışlara özlem beslemeyiniz…” ayetini indirdi.
Yine İbn-i Ebu Hatem’in, İbn-i Cerir’in, İbn-i Merduye’nin ve Hakim’in Sevri ve Ebu Necih yolu ile Mücahid’e dayandırarak bildirdiklerine göre bir defasında Hz. Ümmü Seleme Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) “Ya Resulullah! Biz ne savaşıp şehit düşebiliyoruz ve ne de mirasta erkekler ile eşit pay alabiliyoruz” dedi. Bunun üzerine bu ayet indi. Sonra bir de şu ayet indi:
“Ben birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden, erkek-kadın, hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam. Buna göre göç edenlerin, yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin kusurlarını örtecek ve kendilerini Allah tarafından verilmiş bir ödül olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim. Ödüllerin güzeli yalnız Allah katındadır.” (Al-i İmran Suresi, 195)
Tefsir bilginlerinden Sediy ise bu ayeti açıklarken şöyle diyor; “Bazı erkekler `Mirasta nasıl kadınların payının iki katını alıyorsak iyiliklerimizin sevabının da kadınlarınkinin iki katı olmasını istiyoruz’ dediler. Buna karşılık bazı kadınlar da `İstiyoruz ki, şehidlerin sevabı kadar sevap kazanalım. Biz savaşa katılamıyoruz, oysa eğer bize savaşmak farz olsaydı, savaşırdık’ dediler. Yüce Allah her iki tarafın sözlerini reddederek `İstediklerinizi benim lütfumdan isteyiniz, ama amacınız dünya malı olmasın’ buyurdu.”
Tefsir bilginlerinden Katade’nin de bu yolda bir açıklama yaptığı rivayet edilir. Buna karşılık elimizde bu ayetin anlamının genel olduğunu savunan rivayetler de vardır. Nitekim Ali b. Ebu Talha’nın bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas bu ayeti açıklarken “Hiç kimse `Falancanın malı ya da ailesi keşke benim olsa’ gibi sözler söyleyerek başkalarının elindeki varlıklara göz dikmemelidir. Allah bunu yasaklıyor. Bunun yerine herkes istediğini yüce Allah’ın lütfundan istemelidir” diyor. Ünlü tefsir bilginleri Hasan, Muhammed b. Sirin, Ata ve Dahhak bu ayet hakkında buna benzer açıklamalar yapıyorlar.

Birinci grubu oluşturan açıklamaların içerdiği sözlerde kadın-erkek ilişkilerine ilişkin cahiliye tortularının izlerini ve bunun yanısıra erkek-kadın arası rekabetin kokusunu buluyoruz. Belki de bu tartışmalara İslâmiyet’in kadınlara tanıdığı yeni özgürlükler ve yeni haklar yol açtı; İslâmiyet, her iki cinsi ile tüm insanlığı onurlandırmak, her cinsten ve her sınıftan teker teker her insanın hakkını güvenceye almak amacı taşıyan genel prensibi uyarınca kadınlara bu özgürlükleri ve hakları tanımıştır.
Ama İslâm, bu tutumu ile kendi eksiksiz sistemini bütün yönleri ile gerçekleştirmeyi amaç edinmiştir. Amaç ne tek taraflı olarak kadınların yararı ve ne de tek taraflı olarak erkeklerin yararıdır. Amaç “İnsan”dır, müslüman toplumdur, genel ve mutlak anlamı ile halktır, kamu yararıdır, hayırdır, dört başı mamur eksiksiz adalettir.
İslâm sistemi kadınlar ile erkekler arasında görev bölümü yaparken ve mali payları dağıtırken fıtratın gereğine uyar. Fıtrat her şeyden önce erkeği erkek, kadını da kadın olarak yaratmış, her birine belirli görevler yüklemek için cinsiyetine has belirli özellikler bağışlamıştır. Bu özel nitelikler, ne fıtratın özel yararı ve ne de bu iki cinsin tek taraflı yararı için verilmiştir. Bu ilahi bağışın amacı; bu iki cinsin farklı olması, bunların farklı özellikler taşıyıp farklı fonksiyonlar gerçekleştirmesi sayesinde varlığını sürdüren, düzen kuran karakteristik fonksiyonlarını bir bütün olarak yerine getiren ve yeryüzü halifeliği ile yüce Allah’a kul olma amacını gerçekleştiren insanın hayatıdır. Özel yeteneklerin ve görevlerin farklılığı, yükümlülüklerin, mali payların ve sosyal konumların farklılığını beraberinde getirir. Bütün bunlarda, “hayat” denen büyük kurumun ve yüce ortaklığın yararı içindir.
Eğer ilk önce İslâm sistemi bir bütün olarak incelendikten sonra tek bir insan bütününün iki parçasını oluşturan kadın-erkek cinsleri arasındaki ilişkileri düzenleyen bir İslâm hükmü ele alınıp değerlendirilirse ne yukardaki tarihi rivayetlerin bize haber verdiği eski tartışmalara gerek görülür ve ne de günümüzün aylak erkeklerinin ve aylak kadınlarının hayatını dolduran, hatta kimi zaman kamuoyunun baskısı ile bu çerçeveyi de aşarak ciddi erkek ve kadınların gündemine de girebilen yeni tartışmaların yeri olur.
Kadınlar ile erkekler arasında sanki amansız bir savaş varmış gibi bir hava estirerek bu iki cins arasındaki karşılıklı konumlardan ve başarılardan söz etmek saçmalıktır. Bunun yanısıra bazı ciddî yazarların “kadın”ı küçük düşürmeye, kişiliğini hırpalamaya ve her türlü uğursuzluğun sembolü gibi göstermeye yönelik girişimleri de -bu girişimler ister İslam adına, isterse bilimsel inceleme ve araştırma adına ortaya konmuş olsun- saçmalık ve boş iş olmaktan ileriye gitmez. Çünkü mesele kesinlikle savaş meselesi değildir; mesele cinsiyet farklılığı, fonksiyon-görev farklılığı, birbirini tamamlama ve bunların ötesinde ilâhi sistemin öngördüğü bir eksiksiz adalet sistemi meselesidir.
Bu konuda cahiliye toplumlarında savaş olabilir. Çünkü bu toplumlarda yasal düzenlemeler ya görünür kısa vadeli yararlar uyarınca veya egemen sınıfların, oligarşik ailelerin ve imtiyazlı fertlerin menfaatleri gözetilerek kendi keyiflerinin ürünü olarak ortaya çıkar. Böyle olunca da ya insan bir bütün olarak algılanmadığı, ya da kadın ve erkeğin hayattaki görevleri doğru olarak belirlenemediği yahut erkek ile aynı işte çalışan kadınlara düşük ücret vererek ekonomik sömürü çarkını döndürmek için veyahut miras bölüşümüze ve malî tasarrufa ilişkin ekonomik çıkarların olumsuz baskısı yüzünden, ya da bu tür bir başka gerekçe ile kadın hakları çiğnenebilir. Nitekim günümüzün cahiliye toplumlarında yapılan budur.
Fakat İslâm sisteminde bunların hiçbirinin yeri yoktur. Orada savaş diye bir şey bulunmaz. Bu sistemde dünyalık çıkarlar üzerinde yarışa girişmek anlamsızdır. Erkeğin kadına yüklenmesi ya da kadının erkeğe saldırması ve bu iki cinsden birinin diğerini alt etmesi ile onun kişiliğini hırpalaması ya da kusurlarını araması bu sistemin özüne aykırıdır. Bunun yanısıra kadın-erkek arasındaki yapı ve yetenek farklılığının yükümlülük ve görev farklılığına yol açmayacağını, bu ayrılığın beraberinde uzmanlık alanlarındaki ve sosyal konumlardaki ayrılığı da beraberinde getirmeyeceğini ileri sürmenin de bu sistemde yeri yoktur. Bütün bunlar bir yandan saçmalık ve öbür yandan da İslâm sistemini yanlış anlamaktır.
Şimdi de cihad ve şehidlik konusu ile kadının bu konudaki rolüne ve sevabına gelelim. Bu konu dünyaya ilişkin görevlerini eksiksiz yerine getirmekle birlikte tüm varlıkları ile ahirete yönelen bazı saadet devri kadınlarının kafalarını kurcalamıştı. Bunun yanısıra miras meselesi ile erkek ve kadının miras payları konusu üzerinde de durmalıyız. Çünkü bu konu hem eski dönemlerde ve hem de günümüzde çok sayıda erkeğin ve kadının aklına takıla gelmiştir.
Yüce Allah, kadına cihad etmeyi, savaşa katılmayı farz kılmadı. Fakat eğer bu konuda kadına ihtiyaç olur da bu ihtiyacı erkekler karşılayamazsa onun savaşa katılmasını yasaklamış ve haram saymış da değildir. Nitekim tek-tük de olsa İslâm tarihi boyunca savaşlara katılan, hem de hemşire ve cephane taşıyıcısı olarak değil, doğrudan doğruya savaşçı olarak cephede yer alan bazı kadınlar görülmüştür. Yalnız bu katılım ihtiyaçlarla ve zorunluluklar ile kayıtlanarak sınırlanmıştır. Normal işleyen bir genel kural değildir. Kısacası yüce Allah cihad etmeyi, yani savaşmayı erkekler gibi kadınlara farz kılmış değildir.
Cihad-savaş kadına farz kılınmadı. Çünkü kadın cihad edecek, savaşacak olan erkekleri doğuruyor. O hem organik hem psikolojik yapısı ile bu erkekleri doğurmaya, onları cihada, savaşa ve hayata hazırlamaya elverişli ve yatkındır. O bu alanda daha güçlü ve daha yararlıdır. Daha güçlüdür, çünkü organizmasının bütün hücreleri gerek anatomik ve gerekse psikolojik bakımdan bu işe yetenekli olarak yaratılmıştır. Kadının bu işe olan yatkınlığı sadece organizmasının dış yapısının özelliğinden kaynaklanmıyor, bunun da ötesinde ana rahminde döllenme olayının gerçekleştiği ve bu yumurtadan erkek mi, yoksa dişi mi üreteceği yüce yaratıcı tarafından belirlendiği andan itibaren oluşan bütün hücrelerinin, fonksiyon farklılığından kaynaklanıyor. Sonra bu gerekçeye dış organik farklılıklar ile psikolojik yatkınlıklar gerekçesi eklenir.

Milletlerin uzun vadeli yararlarını görebilen geniş bir çerçeveden bakınca bu tutumun daha faydalı olduğunu anlarız. Çünkü girişilen savaşlar eğer bir milletin erkeklerini biçer de kadınlarını geride bırakırsa o zaman meydana gelen nüfus boşluğunu telâfi edecek yeni kuşakların üreyeceği kaynaklar elde kalmış olur. Oysa eğer hem erkekler hem kadınlar kırılırsa, hatta kadınlar kırıma uğrar da erkekler geride kalırsa durum böyle olmaz. Çünkü İslâm düzeninde bütün kolaylıklar ile bütün imkanların kullanılması gerektiğinden bir erkek dört kadını doğurgan ve üretken hale getirebilir, böylece bir süre sonra savaşta uğranılan nüfus kaybı telâfi edilebilir. Fakat binlerce erkek bir araya gelse bile bir kadına bir erkeğin sağlayabileceğinden daha büyük bir doğurganlık kapasitesi kazandırıp savaşta uğranılan insan kaybını bu yoldan kapatmaya katkıda bulunamazlar.
Bu faktör, kadının savaşma yükümlülüğünden muaf tutulmuş olmasının ilâhi hikmetlerinin sadece bir tanesidir. Bu hükmün gerek toplumun ahlâkına ve oluşum biçimine ve gerekse her iki cinsin özelliklerinin korunması endişesine ilişkin daha bir çok gerekçesi vardır ki, bunları burada ayrıntıları ile saymak mümkün değildir. Onları ayrı ve bağımsız bir araştırmada ele almak gerekir.
Savaşa katılmanın ve şehid olmanın getireceği sevap konusuna, kazandıracağı mükâfat meselesine gelince yüce Allah bu konuyu bütün erkekleri ve bütün kadınları tatmin edecek bir ilkeye bağlamıştır. Bu ilkeye göre omuzlarına yüklenen görevi titizlikle yerine getiren her insan, görevinin türü ve cinsiyeti ne olursa olsun, yüce Allah katında kesinlikle “ihsan” mertebesine ulaşacaktır.
Miras konusu da böyledir. Bu alanda da “Erkeğe kadının iki katı kadar pay” veren kural yolu ile ilk bakışta erkek kayırıldı, kadına üstün tutuldu gibi görülebilir. Fakat meseleye yakından bakınca bu yüzeysel görüş, yerini kadın ile erkeğin konum ve yükümlülükleri arasında tutarlı bir bütünlüğün olduğu gerçeğine bırakır. Her nimetin bir külfeti olduğu ilkesi, İslâm sisteminin köklü ve değişmez bir kuralıdır.
Bu kuralın ışığında erkek ile kadının durumunu gözden geçirelim: Her şeyden önce erkek kadına evlenirken mehir vermek zorundadır. Oysa kadının kocasına böyle bir ödemede bulunması söz konusu değildir. Erkek, karısının ve çocuklarının geçimlerini sağlamakla yükümlüdür. Oysa kadın malı bile olsa böyle bir yükümlülük altında değildir. Erkeğin bu yükümlülükteki asgari payı bu görevini savsakladığı takdirde hapis cezasına çarpılmaktır. Erkek yakın akraba dayanışması çerçevesi içinde aileye yüklenecek adam öldürme ve yaralama diyetlerinin ödenmesine katkıda bulunmak zorundadır. Oysa kadın böyle bir ödeme zorunluğundan muaftır. Erkek yine yakın akrabalar arası dayanışma ilkesinin gereği olarak yakınlık sıralarına göre yoksul, düşkün ve çalışma gücünden yoksun akrabalara mâlî yardımda bulunmakla yükümlüdür. Oysa kadın bu geniş aile dayanışmasının maddi yükümlülüklerinden muaftır. Erkek, ayrı yaşadığı ya da boşadığı karısına kendinden olma çocuğu için emzirme ve bakım ücreti ödemek zorundadır. Erkek bu ücretleri nafaka ile birlikte kadına ödemekle yükümlüdür.
Görüldüğü gibi İslâm sistemi karşılıklı tamamlayıcılık ilkesine bağlı tutarlı bir sistemdir. Bu sistemde sorumlulukların dağılımı, mirasın bölüşümü belirlenmektedir. Aslında erkeğin yükümlülükleri mirastaki payından daha fazla, daha ağırdır. Bu yükümlülük dağılımında erkeğin çalışıp kazanmaya yatkın özelliği ile kadına tam anlamı ile huzurlu ve güvenli bir hayat sağlamasının teminata bağlanması gözetilmiştir. Böylece kadın, değeri hiçbir malla biçilemeyecek, hiçbir sanayi ürünü ve hiç bir kamu yararı amaçlı hizmetle karşılaştırılamayacak derecede değerli olan çocuğunun, bu ortak insanlık hazinesinin bakımı ile meşgul olsun, kendini bu yüce uğraşa adasın istenmiştir.
İşte her işi bir hikmete dayanan ve her şeyi bilen yüce Allah’ın yasallaştırdığı hikmetli İslâm sistemini biraz yakından inceleyince onun içerdiği yaygın dengenin ve duyarlı değerlendirmenin işaretlerini görmekte gecikmeyiz.
Şimdi İslâm’ın, bu ayetle kadına tanımış olduğu “ferdî mülkiyet” hakkı konusunu irdeleyelim. Okuyoruz:
`Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar.”
Arap cahiliye döneminde diğer eski cahiliye toplumlarında olduğu gibi kadına bu hakkı ya hiç baştan tanınmaz ya da çok ender durumlarda tanındığı zaman hemen ilk fırsatta bu hakkın çiğnenmesine girişilirdi. Çünkü söz konusu toplumlarda bizzat kadının kendisi miras yolu ile ele geçirilecek bir mal gibi görülüyordu.
Modern cahiliye toplumları da kadının bu hakkını çiğnemeye, savsaklamaya devam ediyorlar. Oysa bu toplumlar kadına başka hiç bir sistemin vermediği hakları verdiklerini, başka hiç bir uygarlığın tanımadığı saygınlığı tanıdıklarını ileri sürerler. Bu toplumların bir kısmı ölenin mirasını en büyük erkek mirasçıya verirler. Bir kısmı da kadının herhangi bir malî anlaşma imzalamadan önce velisinin iznini almasını şart koşarlar. Diğer bir bölümü de kadının kendi öz malında girişmek isteyeceği her tasarrufu kocasının mutlak onaylaması gerektiğini yasalarına geçirmişlerdir. Üstelik bu uygulamalar kadınların haklarını elde etmek için verdikleri bir çok mücadeleler, birçok devrimler sonunda gelen iyileştirmelerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Kadının konumunu tümü ile sarsıntıya uğratan, aile düzenini zedeleyen ve genel ahlâkı yozlaştıran bunca sancılı mücadelelerin kadınlara kazandırabildiği haklar bunlar olmuştur.
Oysa İslâm, kadına bu ferdi mülkiyet hakkını kadının hiçbir isteği, hiçbir başkaldırısı olmadan, kadın derneklerinin ve kadın parlamenterlerin ateşli mücadelelerine hacet bırakmadan kendi insiyatifi ile vermiştir. İslâm kadına verirken önce bir bütün olarak insanı, sonra da tek insanda bütünleşen insanlığın yarısını onurlandırmayı, aile kurumuna dayalı bir sosyal düzen kurmayı ve bu aile yuvasını; sevgi, dayanışma ve bireysel güvenlik garantileri ile donatmayı amaçlayan genel dünya görüşüne uygun bir adım atmıştır.
Bundan dolayı İslâm’da erkek ile kadına ferdi mülkiyet ve kazanç sağlama alanında eşitlik tanınmış olması herşeyden önce bir ilke meselesidir.
Dr. Abdulvahid Vâfi “İnsan Hakları” adlı kitabında kadının gerek İslâm’daki konumunu ve gerekse Batı ülkelerindeki durumunu titiz bir gözlemin süzgecinden geçirdikten sonra şunları söylüyor:
“Öte yandan İslâm kadın ile erkeği kanun önünde eşit tutmuş ve bu eşitliği bütün medenî haklarda -gerek evli ve gerekse bekâr- tüm kadınlar için geçerli saymıştır. İslâm’da evlilik, hristiyan Batı milletlerinin çoğundaki evlilikten farklıdır. Çünkü İslâm’.a göre kadın evlenmekle ne evlilik öncesi soyadını ne hukukî kişiliğini ne sözleşme yapabilme yetkisini ne de mülkiyet hakkını yitirmez. Tersine evlendikten sonra adını ve kızlık soyadını, bütün yurttaşlık haklarını, maddî yükümlülük üstlenebilme ehliyetini evlilik öncesindeki gibi sürdürür. Alış-veriş, ipotek, hibe ve vasiyet gibi her tür sözleşmeyi yapıp yürütebilir. Tek başına mülk edinebilir, başka hiç kimse bu hakkına müdahale edemez.
Kısacası İslâm’a göre kadının eksiksiz bir hukukî kişiliği bağımsız bir mal edinme yetkisi vardır, kocası onun bu haklarına ve bu mal edinme yetkisine karışamaz. Kocası onun malını -bu malın az ya da çok bir bölümünü- elinden alamaz. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Eğer eşinizi bırakıp başka bir kadın ile evlenmek isterseniz önceki eşinize gayet yüklü miktarda mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir şey geri almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha girerek mi verdiğinizi geri alacaksınız?” (Nisa Suresi, 20)
“Kadınlara evliyken verdiklerinizden bir şeyi geri almak helâl değildir.” (Bakara Suresi, 229)
Görüldüğü gibi bu ayetlerde yüce Allah erkeğe, evlenirken eşine verdiği malların tamamını ya da bir bölümünü geri almamasını emrediyor. Eğer erkek, karısına kendi eli ile verdiği bir malı geri alamıyor ve böyle bir yola başvurması caiz değilse kadının kendi öz malına el koyması haydi haydi, caiz değildir. Yalnız kadın gerek kendi malını gerekse evlenirken kocasından aldığı bir malı serbest rızası ile, gönüllü olarak kocasına verebilir. Bu konuda da yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar gönüllü olarak mehirlerinin bir bölümünü size bağışlarlar ise bunu afiyetle yiyiniz. ” (Nisa Suresi, 4)
Bunların yanısıra erkek, karısının izni olmadıkça ya da ona kendi adına sözleşme yapmak üzere vekâlet vermedikçe kadının malına ilişkin hiçbir tasarrufta bulunamaz. Ayrıca kadın, bu yolda kocasına verdiği vekâleti istediği anda geri alıp başkasına vekâlet verebilir.
Gelişmiş, çağdaş demokratik ülkelerde en modern kanunlar çıkarıldıktan sonra bile kadın bu eşitlik düzeyine çıkabilmiş değildir. Meselâ Fransa’da kadın, yakın zamana kadar bir tür köle konumunda idi, hatta halâ bile aynı konumdadır. Çünkü bu ülkede yürürlükte olan medenî kanun onu bir çok yurttaşlık haklarından yoksun tutmuş, erkeğin kullandığı bir çok hakları kadına tanımamıştır. Nitekim Fransız medeni kanununun ikiyüz onyedinci maddesi aynen şöyle der:
`Evli kadın, kocasının katılmadığı bir sözleşme yolu ile malını bağışlayamaz, mülkünü devredemez, ipotek işlemi yapamaz, ne bedelini ödeyerek ve ne de karşılıksız biçimde mülk edinemez. Bu tür işlemlere girişebilmesi için kocasının yazılı iznini alması gerekir. Evlilik sözleşmesi karı ile kocanın mallarının birbirinden ayrı kalacağı esasına dayandırılmış olsa bile bu böyledir.!
Gerçi bu maddede daha sonra bazı değişiklikler yapıldı, yasaklamalarına bazı kısıtlamalar getirildi; ama Fransız kadınının hukukî konumu, günümüze kadar, bu maddenin öngördüğü sınırlamaların etkisinden kurtulamadı.
Batılı kadına empoze edilen kölelik benzeri statünün bir başka belirtisi de şudur: Batılı ülkelerin kanunlarına ve geleneklerine göre kadın, evlenince evlilik öncesi soyadını kaybeder, artık “Falanın kızı filanca” diye anılmaz, bunun yerine “Madam (bayan) filânca” diye anılır. Yani isminin arkasından gelen kızlık soyadı silinerek yerine kocasının soyadı yazılır. Bu soyadı değişikliği aslında basit bir gelenek değildir: Tersine daha bir çok kısıtlamalar ile birlikte evli kadının hukukî kişiliğini yitirerek kocasının hukukî kişiliği içinde eritildiğini sembolize eder.
Ne gariptir ki, çoğu hanımlarımız bu aşağılatıcı uygulamada bile Batılı kadınlara özenerek evlendiklerinde İslâm düzenine uyarak kızlık soyadlarını taşımaya devam edecekleri yerde kocalarının ailesinin soyadını almaya razı oluyorlar. Bu tutum, körü körüne taklitçiliğin akla gelebilecek en aşırı örneğidir. Bundan daha tuhaf olanı şu ki, bu gözü kapalı özentiye kapılan kadınlar, aynı zamanda kadınların haklarının ve kadın-erkek eşitliğinin ateşli savunucularıdır. Oysa bu hanımlar, söz konusu soyadı değişikliğine özenmekle; İslâmiyet’in kendilerine bağışladığı ve erkekler ile denk tutarak onurlarını yükselttiği bir haktan kendilerini tek taraflı olarak yoksun bıraktıklarının farkında değildirler.”
Şimdi, sıra yukardaki ayetler demetinin sonuncusuna geldi. Bu âyet, miras sisteminin yürürlüğe girişinden önce uygulanan “velâ sözleş neleri”ne ilişkindir. Aşağıda ayrıntılı biçimde anlatılacağı gibi, miras hükümleri, mirasın sadece akrabalar arasında bölüştürülmesini yasalaştırırken “velâ sözleşmeleri”nin öngördüğü sistem, sözleşme yolu ile akraba olmayanlara da mirastan pay verilmesini geçerli sapıyordu. Önce ayeti okuyalım:
“Kadın-erkek herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını veriniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir.”
Bu ayetler gurubunda erkeklerin ve kadınların kazançlarından pay alacakları belirtildikten ve daha önceki bir ayette erkeklerin ve kadınların miras payları açıklandıktan sonra bu ayette herkesin, ölünce malına mirasçı olacak akrabaları olduğu, kişiye ana-babasından kalan malın ölünce bu mirasçılar arasında bölüşülmesi gerektiği anlatılıyor. Böyle olunca mallar miras yolu ile kuşaktan kuşağa el değiştirir. Varisler ellerine geçen miraslara kendi kazançlarını eklerler ve sonra bütün birikmiş mallarını ölünce arkalarında kalan akrabalarına miras bırakırlar. Bu İslâm sisteminde malın elden ele dolaşmasını somut uygulamaya yansıtan bir uygulamadır. Böylece mal ne bir kuşağın ne bir ailenin ve ne de bir tek kişinin elinde toplanır. Tersine sürekli bir sahip değiştirme, sürekli bir elden ele geçme, kesintisiz bir yeniden bölüşme süreci yaşanır ve bu sürecin sonucu olarak zaman içinde malların sahipleri de miktarları da değişikliğe uğrar.
Ayetin bundan sonraki bölümünde İslâm hukukunun geçerli saydığı ve kimi zaman akraba olmayan kimselerin mirasçı olmalarına gerekçe olan sözleşmeler, İslâm hukuku deyimi ile “Ukûd-ul muvalât” ele alınıyor. İslâm toplumu bu sözleşmelerin birkaç türünü tanımış ve geçerli saymıştır:
1- Bunlardan birincisi “Azadlı köleyi akraba edinme (velâ-i ıtk)” sözleşmesidir. Bu sözleşme yolu ile azad edilen köleler efendilerinin ailelerinin üyeleri haline gelirler. Buna göre eğer böyle bir sözleşmeli eski köle diyet vermeyi gerektiren bir cinayet işlerse eski efendisi onun adına diyet öder. Yani cinayet işleyen öz akrabası karşısındaki yükümlülüğün aynısını akrabalık sözleşmesi ile ailesine kattığı eski kölesine karşı da taşır. Ayrıca adam öldüğünde kimsesi olmazsa eski kölesi mirasçısı olur.
2- Bir Arabın başka bir ırktan olan biri ile yaptığı akrabalık (muvalât) sözleşmesi. Bu anlaşma hiçbir varisi olmayan bir Arabın başka ırktan birini ailesine katmasını sağlar. Bu durumda Arab olan, sözleşmeli akrabasının işleyeceği cinayetin diyetini ödemekle yükümlüdür. Ayrıca ölünce sözleşmeli akrabası adamın mirasçısı olur.
3- Medine döneminin ilk yıllarında Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) buyruğu üzerine Mekkeli göçmenler (Muhacirler) ile Medine yerlileri arasında yapılan kardeşlik sözleşmesidir. Bu anlaşma uyarınca göçmenler, Medinelilerin ailelerinden biri haline geliyorlar, hatta eğer Medineli müslümanın ailesi müşrik ise yani kendisi ile ailesi arasında inanç ayrılığı var ise, sözleşmeli müslüman kardeşi ona diğer iman etmemiş aile fertlerinden bile daha yakın oluyor ve bu konumu ile ölünce mirasçısı oluyordu.
4- Bu sözleşme türü bir cahiliye geleneği idi. Buna göre; Herhangi bir kimse istediği bir kimseye “Sen benim mirasçım ol, ben de sana mirasçı olayım” teklifinde bulunur ve teklifini karşı taraf kabul ederse bu iki kişi birbirlerinin sözleşmeli mirasçısı olurlardı.
İslâmiyet akrabalığın, mirasçılığın tek geçerli gerekçesi olduğu ilkesini getirerek bu sözleşmeleri, özellikle bunların üçüncü ve dördüncü türünü tasfiye etme yoluna girdi. Fakat daha önce yapılan bu tür sözleşmeleri de geçersiz saymadı. Bunları, yenileri yapılmamak şartı ile yürürlükte tuttu. İşte yüce Allah bu anlaşmalar konusunda aşağıdaki ayette şöyle buyuruyor:
“Yeminli sözleşmeler yaptığınız kimselere miras paylarını veriniz.” Ayetin son cümlesinde bu meseleye önem veren ağırlıklı bir dil kullanılarak Allah’ın, bu sözleşmelerin ve onlarla ilgili tasarrufların şahidi olduğu hatırlatılıyor:
“Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir.”
Öte yandan Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
“İslâm’da sözleşmeli akrabalık (hılf) yoktur. Fakat cahiliye döneminde yapılan akrabalık sözleşmelerine İslâm sadece destek (uygulamaya yönelik ağırlıklı yaptırım gücü) katmıştır.” (Müslim, Ahmed)’
İslâmiyet bu tür sözleşmeleri tasfiye konusunda diğer mali düzenlemeleri tasfiye ederken kullandığı metodun aynısını kullanmış, yani getirilen yasaklama hükmünün geriye doğru yürümeyeceği ilkesine uymuştur. Bilindiği gibi faizi kaldırırken de aynı yöntemi kullanarak yasaklayıcı ayetin iniş tarihini başlangıç noktası kabul etmiş, eski defterleri kapatmış, ayetin inişinden önce alınan faiz taksitlerinin geri verilmesi zorunluluğunu getirmemiş, yalnız eğer, işlemiş faiz taksitleri tahsil edilmemiş ise bunların tahsil edilmelerini öngören eski sözleşmelerin yürürlükte sayılmasını kabul etmemiştir.
Fakat sözünü ettiğimiz sözleşmeleri, yenileri yapılmamak şartı ile tanımış, geçerli saymıştır. Çünkü bu sözleşmeler malî içeriklerinin ötesinde taraflardan birine öbürünün aile üyesi olma hakkı kazandıran son derece karmaşık ilişkileri kapsıyordu. İslâm bu sözleşmeleri bu karmaşık içerikleri yüzünden yürürlükte tuttu, titizlikle uygulamalarına ağırlık verdi ve böylece eskilerinin çözüm gerektiren problemlere yol açmalarına meydan vermeksizin yenilerinin ortaya çıkmasının yolunu kapattı.

Bu uygulamada derinliğin, geniş görüşlülüğün, hikmetliliğin, kapsamlı bakış açısının yanında kolaylaştırmanın, işi zora koşmaktan kaçınmanın izleri de açıkça görülür. Şöyle ki, İslâm, her direktifi ile ve her yasal düzenlemesi ile günden güne cahiliye toplumunun karakteristiklerini silerken bununla ters orantılı bir biçimde de İslâm toplumunun karakteristiklerini oluşturuyordu. (Abdullah b. Abbas tarafından yapıldığı bildirilen açıklamaya göre bu ayet, akraba olmayanların mirasçı olmalarını yasaklamış, fakat bunun yanında eski sözleşmeliler için yardım, bağış ve kayırma kapılarını açık bırakmıştır.)

AİLE DÜZENİ

Bu dersin son konusu; aile kurumunu düzenlemek, denetim altına almaktır. Ayrıca bu kurumda; iş bölümü, görevleri belirleme, elden geldiği oranda disiplini sağlamak için ne gibi önlemler alınacağını açıklama ve bu kurumu şahsî ihtirasların ve çatışmaların yıkıma ve mahvolmaya götürücü unsurların sarsıntısından korumaktır. Okuyoruz:

34- Allah’ın erkekleri, kadınlardan üstün yaratmış olması ve erkeklerin mali harcamaları karşılamaları gerekçesi ile erkekler kadınları yönetmeye yetkilidirler. Buna göre iyi kadınlar; saygılı olanlar ve kocalarının yokluğunda Allah’ın korunmasını emrettiği mahremiyetleri koruyanlardır.
Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt veriniz, kendilerini yataklarında yalnız bırakınız ve dövünüz. Eğer uslanıp size itaat ederler ise kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız. Hiç şüphesiz .Allah yüce ve büyüktür.
35- Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişè ederseniz onlara biri erkeğin ve öbürü kadının akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterlerse Allah onların arasını bulur. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır.


Bu iki ayetin ayrıntılı açıklamasına, bu ilâhi buyrukların psikolojik ve sosyal amaçlarının irdelenmesine girişmeden önce şu sayfaların elverdiği oranda İslâm’ın aile kurumuna yönelik bakış açısına, bu kurumun kuruluşuna ve korunmasına ilişkin ‘yöntemine, bu kurumdan neler beklediğine kısaca değinmek gerekir. “Kısaca” diyoruz; çünkü bu konuyu ayrıntılı bir şekilde anlatabilmek için uzun ve ayrı bir araştırma yapmak gerekir.”

İnsan denen şu varlığın yaratıcısı “Çift olma” ilkesini bu varlığın yaratılış mayasına katmıştır. Tıpkı şu evrendeki tüm yaratıkları gibi. Okuyoruz:
“Düşünüp ibret alasınız diye her şeyi çifter çifter yarattık.” (Zariyat Suresi, 49)
Sonra insan çiftinin bir tek kişiden oluşmasını, aynı insan biriminin iki parçası biçiminde ortaya çıkmasını diledi. Okuyalım:
“Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi, tek bir kişiden türetti, o tek kişinin eşini de kendi özünden yarattı. ” (Nisa Suresi, 1)
Daha sonra bu tek bütünün iki parçasının bir araya gelmesini psikolojik huzur, sinir yatışıklığı, ruh güveni, vücut rahatı sebebi yaptı. Yine bu bir araya gelişi, karı-koca için; örtü, korunak ve sığınak oluşturdu. Bunların yanısıra bu birleşme insan soyunun üretim tarlası oldu, hayatın sürekliliğini sağladı; sakin, huzurlu, güvenli, mahremiyetli ve korunaklı bir yuvanın gözetimi altında sosyal hayatın kesintisiz gelişmesinin çekirdeğini oluşturdu. Bu noktalara değinen ayetleri okuyoruz:
“Allah’ın ayetlerinden, varlığının belgelerinden bir de kendi özünüzden sizin için eşler yaratması, bu eşleri sizin için huzur sebebi yapması, karşılıklı sevgi ve merhamet duyguları ile sizleri kaynaştırmasıdır.” (Rum Suresi, 21)
“Kadınlar sizin, siz de kadınların örtüsü, elbisesisiniz.” (Bakara Suresi, 187)
“Kadınlarınız sizin çocuk üreten tarlalarınızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varınız. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapınız ve Allah’tan korkunuz.”·(Bakara Suresi, 223)
“Ey müminler, kendinizi ve aile fertlerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz.” (Tahrim Suresi, 6)
“Kendileri iman ettikleri gibi soyları da iman ederek kendilerine uymuş olanlara soylarından gelenleri de katarız, onların amellerinin sevabında hiç bir kısıntı yapmayız.” (Tur Suresi, 21)
Bilindiği gibi bu dersin daha önceki kısmında gerek Allah katındaki ödül ve sevap konusu gerek mülkiyet ve miras hakkına sahip olması noktası ve gerekse bağımsız hukukî kişilik taşıması yönünden ‘kadının erkekle eşit olduğunu belirtmiştik. Kadının bu onurlandırılmışlığı ve bu kanun önündeki eşitliği aynı özün iki parçasını oluşturan bu iki insan cinsinin yüce Allah katındaki eşitliğinden ve yüce Allah’ın bir bütün olarak insanı onurlandırmış olmasından kaynaklanır.
Aynı insan bütününün iki parçasını bir aile kurumu oluşturmak amacı ile bir araya gelmesinin önemi ve bu kurumun sorumluluğunun büyüklüğü, öncelikle iki nokta üzerinde yoğunlaşır. Bu iki nokta şunlardır:
1- Aynı insan bütününün her iki yarısına huzûr, güven, örtü ve korunmuşluk sağlamak,
2- Uygun üreme ve gelişme faktörlerini devreye sokarak insan toplumunun sürekliliğini teminat altına almak.
İşte bu kurumun bütün ayrıntılı ihtiyaçlarını garantiye bağlayan bütün kesin ve ince içerikli yasal düzenlemeler bu amaçlara yöneliktir.
Bu sûre sözünü ettiğimiz düzenlemelerin önemli bir .bölümünü içerir. Bunları önce dördüncü cüzde, arkasından elimizdeki beşinci cüzün ilk sayfalarında incelemiştik. Bu yasal düzenlemelerin diğer bir bölümünü Bakara suresi içerir ki, bunlara da ikinci cüzde değindik. Diğerleri de çeşitli surelere serpiştirilmiştir. Özellikle onsekizinci cüzdeki Nûr suresinde yirmi birinci ve yirmi ikinci cüzlerdeki Ahzab sûresinde ve yirmi sekizinci cüzdeki Talâk ve Tahrim sûrelerinde bu hükümlerle yoğun biçimde karşılaşırız. Bu parça parça hükümler bir araya getirilince bu temel insanî kurumu düzenleyen eksiksiz, geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir aile hukuku meydana çıkar. Bu hükümlerin sayıca çokluğu, çeşitliliği, ayrıntılılığı ve geniş kapsamlılığı İslâm sisteminin bu son derece ağırlıklı kuruma dayalı insan hayatına ne kadar büyük bir önem verdiğini kanıtlar.
Şu satırların okuyucusunun bu konuda bu cüzün daha önceki bölümlerinde yazmış olduklarımızı okumuş olmasını temenni ederiz. O sayfalarda şu noktalara parmak basmıştık: İnsan yavrusunun çocukluk dönemi, diğèr canlı yavrularının yavruluk döneminden bir hayli uzundur. İnsan yavrusunun bu dönemde her şeyden önce kendisini, besinini kendi gücü ile sağlayacak yaşa gelinceye dek koruyacak bir yuvaya ihtiyacı vardır. Bundan da daha önemlisi, bu yuva insan yavrusunu eğiterek onu sosyal fonksiyonunu yerine getirmeye, insan toplumunun gelişiminde kendine düşen görevi yapmaya, insan toplumunu devraldığından daha ilerlemiş bir düzeyde kendinden sonraki kuşağa teslim etmeye hazırlamaktır. Aile kurumunun değerini anlatırken, İslâm’ın onun fonksiyonlarına yönelik bakış açısını, bu kuruma ilişkin beklentilerini irdelerken; onu uzak-yakın her türlü yıkıcı faktörden nasıl sakındırdığını, her türlü muhtemel tehlikeden nasıl koruduğunu ortaya koyarken de bu noktaları hatırda tutmanın özel bir önemi vardır.
Kısaca değindiğimiz bu noktalar İslâm’ın aile kurumunu hangi gözle gördüğünü, ona niçin önem verdiğini; onun kalıcılığına istikrarına ve iç huzuruna yönelik güvenceleri sağlamak hususunda ne kadar titiz olduğunu açıkça ortaya koyar. Az yukarda da bu ilâhi sistemin kadını onurlandırdığını, ona bağımsız bir kişilik kazandırdığını, onu saygın konuma yükselttiğini, ona kendi insiyatifi ile geçmişte örneği olmayan birçok haklar verdiğini, bütün bunları kadını kandırmak için değil; tümü ile insanı onurlandırarak ve böylece insan hayatının düzeyini yükseltmek gibi büyük amaçlarını gerçekleştirmek için yaptığını anlatmıştık. İşte yukardaki noktalar ile bu anlattıklarımızın ortak ışığı altında, bu kısa ön açıklamadan sonra okuduğumuz son ayeti incelemeye girişebiliriz:
Bu ayetin amacı; evlilik kurumunu düzene koymak, bu kurumdaki iş ve görev bölümünü yasal kurallara bağlamak ve böylece aile fertleri arasında çıkabilecek çatışmaları, sürtüşmeleri önlemektir. Bunun için tüm aile fertlerini ihtiraslarının, psikolojik reaksiyonlarının ve bencilliklerinin tutsaklığından sıyırarak yüce Allah’ın hükmüne bağlamaktır. İşte temel amacını böylece vurguladığımız bu ayet aile kurumunun yönetim yetkisini erkeğe veriyor, aile reisinin erkek olduğunu belirliyor ve bu tercihini şu sebeplere bağlıyor: Yüce Allah, erkeği bu yöneticiliğin, bu amirliğin dayanakları bakımından üstün kılmış, onu bu yöneticiliğin yetenek ve maharetleri ile donatmıştır. Bunun yanısıra erkek, aile kurumunun maddî ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü tutulmuştur. Erkeğe verilen bu yöneticilik yetkisine dayalı olarak, bu yetkinin aile kurumunu bozulmaktan kurtarmaya, onu gelip geçici taşkınlıklara karşı korumaya, ortaya çıkacak bu taşkınlıklara nasıl karşı konacağına ilişkin imtiyazlar da belirleniyor. Son olarak da iç önlemler bu konuda başarısız kalınca başvurulabilecek dış önlemlerin neler olduğu açıklanıyor, yuvaya yönelik somut tehlikeye dikkat çekiliyor, bu tehlikenin sadece aynı insan biriminin iki yarısını oluşturan karı-kocayı tehdit etmediği, aynı zamanda bu yuvanın sıcak kucağında gelişen ve son derece korumaya muhtaç olan yavruyu da tehdit ettiği vurgulanıyor. Şimdi bu önlemlerin gereklerini ve gerekçelerini görebildiğimiz kadarı ile anlatmaya çalışalım. Önce ayetin baş tarafını tekrarlayalım:
“Allah’ın erkekleri kadınlardan üstün yaratmış olması ve erkeklerin mâli harcamaları karşılamaları gerekçesi ile erkekler kadınları yönetmeye yetkilidir.”
Daha önce söylediğimiz gibi aile, insanlık hayatının ilk kurumudur. Bir defa hayat yolunun her aşamasını etkileyen bir başlangıç noktası olması açısından “ilk”dir. . Bunun yanısıra önem açısından da “ilk”dir. Çünkü insan unsurun üretim ve geliştirme alanıdır. İnsan unsuru ise, İslâm düşüncesine göre, bu evrenin en onurlu unsurudur.
Toplumda; hepsi de aileden daha az önemli, daha düşük değerli bir çok kurumlar vardır. Mâlî, sinaî, ticarî ve benzeri kurumlar gibi. Bu kurumlar, normalde rast gele kimselerin eline teslim edilmez, tersine bu işlere aday olanların en yeterlilerinin ellerine verilirler. Bu adaylar da yöneticilik ve işletmecilik yeteneklerinin ötesinde alanlarında uzman olmaları ve bilimsel bir eğitimden geçmiş olmaları şartı aranır.
Aileden daha az önemli ve daha düşük değerli sosyal kurumlarda durum böyle olunca şu evrenin paha biçilmez unsuru olan insanı yetiştiren aile kurumunun bu ilkeye haydi haydi uyması gerekir.
İlâhî sistem bu ilkeyi ve bu ilkenin ışığında kadınla erkeğin görevleri ile uyumlu olan yeteneklerini göz önünde bulundurur. Bunun yanısıra kadın ile erkek arasında yükümlülükleri adaletli biçimde bölüştürme ilkesini, her iki tarafa doğuştan getirdikleri yetenekler uyarınca yatkın ve hazırlıklı oldukları sorumlulukları dengeli biçimde dağıtma prensibini de gözetir.

Her şeyden önce şurası tartışmasız bir gerçektir ki, erkek de kadın da yüce Allah’ın yaratıklarındandırlar. Yüce Allah, belirli bir görev için hazırladığı, yatkınlık kazandırdığı, bu görevi en iyi şekilde yapması için gerekli olan yetenekler ile donattığı yaratıklarının hiç birine haksızlık ve zulüm yapmak istemez.
Yüce Allah, insanları evrenin tümüne egemen olan genel kanuna uygun olarak kadın-erkek çiftlerinden oluşmuş olarak yarattı ve kadına, er kek ile arasındaki ilişkinin ürünü olarak meydana gelen yavruyu karnında taşıma, doğurma, emzirme ve bakma görevini verdi. Bu görev hem büyük, hem de önemlidir. Bu görev, kadının yapısında kök salan derin organik, psikolojik ve aklî yatkınlıklar ve ön hazırlıklar olmaksızın yerine getirilebilecek kolay ve basit bir görev değildir. Bu yüzden evin ekonomik ihtiyaçlarını karşılama ve kadını koruma görevinin karşı cinse, yani erkeğe yüklenmesi adalet gereğidir. Böylece kadın, kendini tamamen öz görevine adasın, bir yandan karnında çocuk taşır, onu doğurur, emzirir ve bakarken öte yandan kendini ve çocuğunu geçindirmek için çalışmak, çabalamak ve gece-gündüz demeden emek harcamak zorunda kalmasın. Bunun yanısıra erkeğin organik, sinirsel, aklî ve psikolojik yapısını bu görevi yerine getirmesini sağlayacak yetenekler ile donatmak da adalet gereğidir. Kadını da kendi görevini yerine getirmesini mümkün kılacak organik, psikolojik, sinirsel ve akli yetenekler ile donatmak da bu adalet terazisinin öbür kefesini oluşturur.
İşte fiilen gerçekleşen, pratiğe yansıyan oluşum da budur. Çünkü “Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez.” (Kehf Suresi, 149)
Yüce Allah, bu gerekçe ile, kadına -diğer özellikleri yanında- incelik, şefkat, hızla reaksiyon, çocuğun isteklerini bilinçsiz ve düşüncesiz bir refleks ile hemen karşılama yetenekleri ile donatmıştır. Çünkü insanın kaçınılmaz, köklü ihtiyaçları tümü ile -tek tek fertlerde bile- bilincin, düşüncenin zaman alan tercihlerine bırakılmamış, bunların irade-dışı bir tepki ile karşılanması sağlanmıştır. Böylece bu ihtiyaçlar, hemen ve zorlamayı andıran bir irade ile karşılansın diye. Fakat bu zorlama içten gelen bir zorlamadır, yoksa dıştan kaynaklanan bir dayatma değildir. Böyle olduğu için çoğunlukla haz veren ve hoşlanılan bir zorlamadır. Bu sayede ihtiyacı karşılama için harcanacak çaba ne kadar sıkıntı verici olsa ve ne kadar fedakârlık gerektirse de bir yandan hızlı bir refleks ile harcanmakta ve öbür yandan da bu iş gönüllü olarak yapılmaktadır. “Bu herşeyi en titiz şekilde ortaya koyan Allah’ın yaratış üslûbu… ” (Neml Suresi, 88)
Bu özel yetenekler yüzeysel değildir. Tersine kadının biyolojik, organik, sinirsel, psikolojik ve aklî yapısının derinliklerinde kök salmışlardır. Hatta bu alanın büyük uzmanlarının söylediklerine göre bu özel yeteneklerin özleri kadın organizmasının her hücresinde vardır. Çünkü bu yetenek özleri, bütün ana karakteristikleri ile bölünüp çoğalması, insan yavrusunu meydana getiren ilk anaç hücrede gizlidir.
Kadının yanısıra erkek de -diğer bir çok özel yetenekleri yanında- sertlik, katılık, reaksiyon ve tepki ağırlığı, harekete geçmeden ve uyarılara karşılık vermeden önce düşünme, bilinç süzgecinden geçirme yetenekleri ile donatıldı. Çünkü hayatının ilk aşamasında yaşadığı ilk avlanma tecrübesinden tutun da eşini ve çocuklarını korumak için sürekli biçimde verdiği savaşın her aşamasına kadar, ailenin geçimini sağlamadan tutun da diğer bütün yükümlülüklerine varıncaya kadar omuzlarında taşıdığı bütün görevler, genellikle ileri atılmadan önce soğukkanlı bir iç değerlendirme yapmayı, düşünüp taşınmayı ve ölçülü reaksiyonlar göstermeyi gerektiren görevlerdir. Bu özel yetenekler de, tıpkı kadının mukabil yetenekleri gibi, erkeğin yapısının derinliklerine kök salmışlardır.
Erkeğin bu özel yetenekleri onu yöneticilikte kadından daha güçlü ve daha üstün bir konuma getiriyor. Bunun yanısıra iş bölümünün gereği olarak omuzlarına yüklenen evi geçindirme yükümlülüğü de ona yöneticilikte ve reislikte öncelik sağlıyor. Çünkü aile kurumunun geçimini sağlamak bu yöneticilik, reislik konumunun içinde vardır ve ailenin malî tasarruflarına yön verme sorumluluğunu üstlenmek, erkeğin karakteristik yapısına ve aile içindeki fonksiyonuna kadına göre daha uygundur.
İşte Kur’an-ı Kerim, İslâm toplumunda erkeklerin, kadınları yönetecek,
onlara reis olacak konumda olduklarını belirlerken bu iki gerekçeyi vurguluyor ve bu iki faktöre özel yeteneklerden kaynaklanan yapısal sebepleri olduğu gibi görev ve yetenek bölüşümüne dayanan sebepleri vardır. Bunların yanısıra adaletli iş bölümünün gerektirdiği, görevleri bölüştürürken her iki cinse yapabilecekleri, fıtrî yatkınlıkları ile gerçekleştirmeye hazır oldukları fonksiyonları yükleme tutarlılığının ön plâna çıkardığı sebepleri de mevcuttur.
Erkeğe tanınan aileyi yönetme yetkisi, reisliğe ilişkin yeteneklerin ve ön yatkınlığın varlığına dayanması sebebiyle yerindedir. Bu görevi onun omuzlarına yüklemeyi, gerektiren. sebepler vardır; çünkü aileden daha az önemli ve daha düşük değerli diğer sosyal kurumlar başsız bırakılmazken ailenin reissiz olması, yöneticisiz yürümesi düşünülemez. Bunun yanında erkek bu göreve hazırlıklıdır, yaratılış özellikleri bu görevde ona destekçidir ve bu görevin yükümlülüklerini taşımaya elverişlidir. Buna karşılık öbür cins, yani kadın bu göreve hazırlıklı değildir, yaratılıştan getirdiği yetenekler ona bu görevde destek sağlamaz. Eğer kadına, diğer kendinë özgü sorumlulukları yanında bir de evi yönetme görevi yüklenirse bu zulüm olur. Eğer kadın, potansiyel yetenekleri harekete geçirilerek, bilimsel ve uygulamalı eğitimden geçirilerek evi yönetme görevine hazırlanacak olursa, bu defa analık görevine ilişkin yetenekleri körelir, dumûra uğrar. Çünkü analık görevinin kendine has gerekleri ve yetenekleri vardır. Bunların başında reaksiyon çabukluğu ve uyarılara hemen cevap verme yatkınlığı gelir. Bunların arka plânında da biyolojik ve sinirsel yapıda kökleri olan özel yetenekler ile bu yeteneklerin davranışlara ve reaksiyonlara yansıyan izleri bulunmalıdır.
Bunlar önemli meselelerdir, insan arzularının egemenliğine bırakılmayacak kadar, insanların bilinçsiz deneme-yanılma girişimlerine havale edilemeyecek kadar önemli meselelerdir. Bu konular gerek eski cahiliye dönemlerinde ve gerekse şimdiki cahiliye sistemlerinde insanların keyiflerine bırakılınca bu umursamazlık, gerek varlığının özü bakımından gerekse insan hayatına anlam ve üstünlük sağlayan insancıl özellikler ve yetenekler bakımından insanlığı büyük bir tehlikenin tehdidi altına sokmuştur.
Erkeğin aile reisi olması ilkesinin varlığına, etkinliğine ve insanlar üzerinde yürürlükte olan kanunları bulunduğuna bizzat insan fıtratı tanıklık ediyor. İnsanlar bu ilkeye karşı da çıksalar, onu kabul de etmeseler ve onu tanımazlıktan da gelseler bu realite ortadan kalkmaz. Bu fıtrî kuralın varlığını gösteren kanıtların bir bölümü şunlardır: Ne zaman bu kurala yan çizilmiş ise, ne zaman ailede otorite sarsılmış ise, ne zaman bu otorite çarpıtılmış ise ve ne zaman bu otoritenin köklü ve fıtrî ilkesine sırt çevrilmiş ise insanlık hayatı yozlaşmış, bozulmuş, sarsılmış, gerilemiş; hatta yok olma ve mahvolma tehlikesi ile yüzyüze gelmiştir.
Yine bu kanıtlardan biri de belki şudur: Bizzat kadının vicdanı, fıtrî yapısına ters düşen aile reisliği görevini üstlenmekten kaçınıyor ve bundan hoşlanmıyor. Aile reisliği görevini üstlenmeyen, bu görevin gerektirdiği nitelikler konusunda eksiği olan, bu yüzden bu görevi eşinin üzerine yıkan erkekle bir arada yaşamak durumunda kalan kadın; eksiklik, boşluk, endişe ve mutsuzluk duygusuna kapılıyor. Bu sosyal hayattä somut izlerine rastlanan bir realitedir. Öyle ki, bunun böyle olduğunu, gerçeklere ters düşmüşlüğün karanlıklarında bocalayan sapıtmış kadınlar bile itiraf ediyorlar.
Bu kuralın köklülüğünü gösteren bir başka kanıt da şu olabilir: Baba tarafından yönetilmeyen ailelerde büyüyen bazı çocuklar görülür. Ailenin baba yönetiminden yoksun oluşu çeşitli sebeplerden kaynaklanır. Ya babanın kişiliği zayıftır, bu yüzden ananın kişiliği ona baskın çıkar ve evin dizginlerini kadın ele alır. Yahut ailede baba yoktur. Ya öldüğü için yoktur, ya da ortada meşrû bir baba olmadığı için yoktur. Bu tür ortamlarda büyüyen çocuklar ender olarak normal olurlar. Genellikle bu tür çocuklarda, ya sinirsel ya psikolojik yapılarında veya davranışları ve ahlâklarında mutlaka anormallikler, sapıklıklar görülür.
Bütün bunlar, ailede erkeğin reisliği ilkesinin varlığına, etkinliğine ve insanlara egemen kanunlarının bulunduğuna, işaret eder. Bunlar, insanlar karşı da çıksa red de etse ve tanımazlıktan da gelse bu realitenin geçerli olduğunu gösteren somut kanıtların bazılarıdır.
Erkeğin yöneticilik yetkisine, bunun dayanaklarına, gerekçelerine, zorunluluklarına ve insan fıtratına dayandığına ilişkin yaptığımız bu açıklamayı burada noktalamamız yerinde olur. Fakat sözü bağlarken şu gerçeği bir kere daha vurgulamalıyız. Erkeğin yöneticilik yetkisi -daha önce belirttiğimiz gibi kadının ne ev içinde ve toplumdaki kişiliğini ve ne de hukukî kişiliğini ortadan kaldırma niteliği taşımaz. Bu ilke sadece aile-içi iş-bölümüne ilişkin bir uygulamadır; amacı bu son derece önemli kurumu yönetmek, korumak ve ayakta tutmaktır. Herhangi bir kurumun bir yöneticiye sahip olması ne o kurumun ortaklarının ve ne de çeşitli kademelerinde çalışanların varlıklarını ve kişiliklerini ortadan kaldırır. Ayrıca İslâm, Kur’an-ı Kerim’in başka ayetlerinde bu erkek reisliğinin nasıl olması gerektiğini açıklamıştır. Bu yöneticilik yetkisinin erkeğe; eşine ve çocuklarına karşı acıma, gözetme, koruma, kanat germe, kendinden ve malından fedakârlıklarda bulunma yükümlülükleri getirdiğini belirlemiş ve ev-içi davranışlarda uyacağı edep kurallarını açıklığa kavuşturmuştur.’

SALİHA (İYİ) KADINLAR

Erkeğin aile reisliğine ilişkin görevleri, yetkileri, sorumlulukları ve yükümlülükleri anlatıldıktan sonra ideal mümin kadının nasıl olması gerektiği, aile içindeki imana dayalı davranış ve uygulamalarının niteliği konusuna geçiliyor. Okuyalım:
“Buna göre iyi kadınlar, saygılı olanlar ve kocalarının yokluğunda Allah’ın korunmasını emrettiği mahremiyetleri koruyanlardır.”
Demek ki ideal mümin kadın gerçek müminliğinin gereği olarak mutlaka kocasına karşı saygılı olmalıdır ve bu sıfat onun ayrılmaz niteliğini oluşturmalıdır. “Saygılı olmak”, ayetin deyimi ile “Kunût”; baskı altında, zorlamalı, isteksiz ve baştan savmacı bir itaat demek değildir. Aksine isteyerek, benimseyerek, gönüllü ve arzulu bir şekilde gösterilen itaat anlamına gelir. Bundan dolayı yüce Allah “İtaat edenler” dememiş, “saygılı olanlar” buyurmuştur. Çünkü ikinci deyimin anlamı psikolojiktir, insan ruhuna ılık esintiler yansıtıcı bir içerik taşır. Bir tek insan bütününün iki yarısı arasında bulunması gereken dirlik, sevgi, örtü ve korunak oluşturma havasına uygun düşen; bağrında büyüyen yavrulara havasının, nefeslerinin, esintilerinin ve meltemlerinin damgasını vuran insan yuvasına yakışan tutum budur.
İdeal mümin kadının, müminliğinin ve idealliğinin gereği olan kişiliğinin başka bir sıfatı da kocası ile arasındaki kutsal ilişkinin dokunulmazlığını, sadece kocasının varlığında değil, yokluğunda da titizlikle korumasıdır. Aynı insan bütününün yarısını oluşturmaları hasebiyle sırf kocasına açık olan mahremiyetlerini başkalarının gözlerinden ve dokunmalarından kesinlikle uzak tutmalıdır.
Kadının, yabancılara kapalı tutması gereken mahremiyetlerinin neler olduklarını ne kadın ve ne de erkek belirliyor. Bunları belirleyen, yüce Allah’ın bizzat kendisidir; ayetteki “Allah’ın korunmasını emrettiği” ifadesi bu gerçeği ortaya koyar.
Demek ki, ideal kadın için mesele sadece kocasının rızası meselesi değildir. Kocasının gerek yanında ve gerekse yokluğunda yabancılara açılmasına izin verdiği, açılışına kızmadığı mahremiyetleri konusunda kadın, sorumluluğu kocasının sırtına yıkarak işin içinden çıkamaz. Bu konuda yüce Allah’ın sisteminden sapmış bir toplumun gelenekleri ve modaları da kadın için geçerli bir mazeret olamaz.
Sözünü ettiğimiz “mahremiyetleri koruma” noktasına sınırlama getiren bir tek geçerli hüküm vardır. Kadın, mahremiyetlerini bu hüküm uyarınca, yani “Allah’ın korunmasını emrettiği” biçimde korumalıdır. Kur’an-ı Kerim, bu mahremiyetleri koruma zorunluluğunu emir kipi ile dile getirmiyor. Bu zorunluluğu emir kipinden daha derin anlamlı ve daha vurgulayıcı bir dille ifade ediyor; “Allah’ın korunmasını emrettiği şekildeki muhafaza titizliği ideal kadınların karakteristik özelliklerinin ve ideal olma niteliklerinin vazgeçilmez gereğidir” diyor.
Durum böyle olunca sapık toplumun baskısı karşısında boyun eğen, bozguna uğrayan müslüman erkek ve kadınların bütün mazeretleri suya düşer ve “Allah’ın korunmasını emrettiği” prensibi uyarınca salih (ideal) kadınların gönüllü, istekli ve arzulu itaatleri eşliğinde koruma altında tutacakları mahremiyetlerin sınırları meydana çıkar.
İdeal (saliha) kadınların dışında kalan kadınlara gelince bunlar dik kafalı ve serkeş kadınlardır. Kur’an’da bu sıfatı ifade etmek için kullanılan “Neşz” kelimesi “yüksek yerde durmak” anlamına gelir. Bu ifade belirli bir psikolojik durumu kelimelere yansıtan somut bir ifadedir. Gerçekten dik kafalı, serkeş insan baş kaldırma ve kafa tutma konusunda sivrilen, göze batan insan demektir.
İslâm sistemi ailede dik kafalılığın gerçekten uygulamaya girmesini, isyan bayrağının çekilmesini, reislik otoritesinin kaybolmasını ve sonuç olarak yuvanın iki kampa bölünmesini pasif bir şekilde karşılamaz. Çünkü iş bu raddeye varınca çoğunlukla, problem çözülemez. Buna göre dik kafalılığın ve isyanın tohumları henüz filiz vermeden bunlara karşı önlem almak gerekir. Yoksa eğer bu tohumlar yeşermeye bırakılacak olursa iş, bu önemli kurumun bozulmasına ve yozlaşmasına varır. Artık orada huzur ve güven kalmaz. Artık yuva yavruların yetişmelerine uygun sıcaklığını ve korunaklığını yitirir. Daha beteri de var. Böyle gide gide birgün bu yuva dağılır, çöker ve temelli mahvolur. O zaman genç yavrular ya başıboş kalır; ya da psikolojik, sinirsel, organik hastalıklara, belki de türlü sapıklıklara yol açacak şartlar içinde büyümek zorunda kalırlar.
Demek durum son derece ciddi. O halde sözünü ettiğimiz dik kafalılığın ve isyankârlığın belirtileri ortaya çıkar-çıkmaz hemen bunları tedavi etmenin aşamalı önlemlerine başvurmak gerekir. İşte aile kurumunu sarsılmaktan ve yıkılmaktan korumak için kurumun bir numaralı sorumlusu olan kocaya çoğunlukla uslandırıcı sonuç veren bazı terbiye yöntemlerini kullanma yetkisi tanınıyor. Bu yöntemleri kullanmaktan maksat karşı taraftan intikam almak, onu küçük düşürmek ya da ona acı çektirmek değildir. Amaç; yola getirmek, dik kafalılığın bu başlangıç aşamasında yuvada açtığı deliği tıkamak ve gediği sıvamaktır. Şöylece:
“Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlära öğüt veriniz, onları yataklarında yalnız bırakınız ‘ve dövünüz. Eğer uslanıp size itaat ederler ise kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız. Hiç kuşkusuz Allah yücedir, büyüktür.”
Şimdi önce yukarda söylediklerimizi tekrar hatırlayalım: Yüce Allah (celle celaluhu) insan bütününün her iki yarısını, yani kadını ve erkeği ile insanı onurlu kılmıştır. Kadın hakları, onun insan olmasından kaynaklanan temel haklardır. Müslüman kadın, tüm vatandaşlık haklarına sahiptir. Bunların yanısıra erkeğin yönetimi altında olacağı ilkesi, kadının kendi hayat arkadaşını seçme özgürlüğünü, şahsı ve malı ile ilgili tasarruf yetkisini ortadan kaldırmaz. Gerek bunları ve gerekse İslâm sisteminin içerdiği diğer belli-başlı ilkeleri göz önüne getirelim. Bu arada aile kurumunun önemi hakkında yapmaya çalıştığımız açıklamaları da zihnimizde canlandıralım.
O zaman kalplerimiz şahsi ihtirasların tutsağı olmamış ve başlarımız şımarıklıktan dönmüş değil ise önce bu uslandırma amaçlı önlemlerin niçin ortaya konduğunu, sonra da bunların nasıl bir yöntem uyarınca uygulanmaları gerektiğini kolayca anlarız.
Bu önlemler, -dik kafalılık tehlikesi belirince- koruyucu birer tedbir olsunlar diye yürürlüğe konmuşlardır. Amaçları nefisleri islâh etmek ve problemleri kaynaklarında çözmektir. Yoksa bu önlemler kalpleri daha çok kırmak, kin ve nefretle doldurmak, yahut aşağılık kompleksine ve öc duygularına yuva yapmak için ortaya konmamıştır.
Burada söz konusu olan şey kadın-erkek savaşı değildir ki, bu önlemler aracılığı ile dik kafalılığa kalkışmak isteyen kadının burnu kırılsın veya kuduz köpek gibi zincire vurulsun!
Böyle bir şey asla İslâmî değildir. Böyle bir uygulama bazı dönemlerin toplumsal geleneği olabilir. Bu sadece erkeğin ya da sadece kadının alçalmasından, yozlaşmasından değil, bir bütün olarak “insan”ın alçalmasından ve izzet erozyonuna uğramasından kaynaklanan onur kırıcı bir gelenektir. Fakat İslâm gündeme gelince mesele hem biçim, hem yöntem hem de amaç bakımından farklılık kazanır. Ayeti inceleyelim.
“Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt veriniz.”
İşte ilk önlem bu. Yani öğüt vermek. Bu önlem aile reisinin yani evin baş sorumlusunun ilk görevidir. Her durumda kendisinden başvurulması beklenen; sürekli bir eğitim faaliyetidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ey müminler, kendinizi ve aile fertlerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz.” (Tahrim Suresi, 6)
Fakat ayetin anlattığı endişe karşısında erkek, bu önleme belirli bir amaca ulaşmak için başvurur. Bu belirli amaç; dik kafalılık hastalığını henüz palazlanmadan, henüz tam anlamı ile açığa çıkmadan tedavi etmektir.
Fakat kimi zaman öğüt vermek işe yaramayabilir. Kadın kontrolsüz bir bencilliğe veya bilinçsiz bir burnu büyüklük kompleksine kapılmış olabilir. Güzelliğine, malına, soyluluğuna, ya da bir imtiyazına güvenerek aile kurumunun ortak üyesi olduğunu; kapris yapacak, böbürlenecek ya da çatışmaya girişecek bir rakibi olmadığını unutabilir. İşte o zaman sıra ikinci önleme gelir. Bu önlem kadının kof gururunu kırma amacı taşır. Kadının güzellik, çekicilik gibi erkeğe hava atmak için koz olarak kullanmaya kalkıştığı ya da yönetilen konumunda olduğu bu kurumun üyesi olmayı içine sindirememesine sebep olan bütün üstünlüklerine yöneliktir. Okuyoruz:
“Onları (eşlerinizi) yataklarında yalnız bırakınız.”
Yatak, bir tahrik ve cazibe yeridir. Şımarmış, dik kafalı kadın burada egemenliğinin doruğuna ulaşır. Eğer erkek bu tahrik karşısında arzularını frenleyebilirse şımarık karısının en etkili silâhını elinden almış olur. Erkeğin en kritik anda ortaya koyacağı bu güçlü irade ve kişilik tezahürü karşısında ve bu kararlı direniş önünde genellikle kadının geri çekildiği, yumuşadığı görülür.

Yalnız bu önlemin, yani erkeğin karısını yatağında yalnız bırakışı tedbirinin uygulanışı sırasında gözetilmesi gereken belirli bir âdâbı vardır. Bu da bu yatakta yalnız bırakma eyleminin yatak odasının dışına taşırılmaması, karı-koca arasında kalmasıdır. Olay çocukların önünde cereyan eden bir yatak boykotuna dönüşmemelidir. Dönüşürse onların gönüllerine kötü ve yıkıcı duyguların tohumlarını eker. Bunun yanısıra bu önlem yabancıların gözleri önüne serilen gösterişli bir eylem şekline de bürünmemelidir. Yoksa kadının onurunu rencide eder ve onun dik kafalılığını azdırır. Amaç kadını küçük düşürmek ya da çocukların zihinlerini bulandırmak değil, dik kafalılık kompleksini tedavi etmektir. Hem dik kafalılığa karşı bir ders vermenin ve hem de bu işi kadını başkaları önünde küçük düşürmeden yapmanın konu edilen önlemin ortak amaçları oldukları açıkça görülür.
Fakat bu önlem de başarılı olmayabilir. O zaman ne olacak? Aile kurumu yıkıma mı terk edilecek? Hayır. Sırada bir üçüncü önlem var. Belki öbür ikisine göre biraz sert, ama kadının dik kafalılık kompleksi yüzünden aile yuvasının tamamen yıkılmasından daha kolay göze alınır ve daha az risklidir kuşkusuz. Okuyoruz:
“Onları (eşlerinizi) dövünüz.”
Eğer bu önlemi yukardaki inceliklerin ve bu tedbirlerin ortak amacının ışığı altında ele alırsak söz konusu dövmenin öc alma, sadist duyguları tatmin etme amacı güden bir acı çektirme ya da kadının onurunu kırma, kişiliğini hırpalama eylemi anlamına gelmeyeceği, bunların yanısıra kadının istemediği bir hayatı zorla, baskı ile yaşatma aracı olarak kullanılamayacağı açıkça anlaşılır. Bu eylem terbiye edicinin sevecen duygularına eşlik eden bir uslandırma girişimi olmakla sınırlıdır. Tıpkı babanın çocuklarına ve öğretmenin öğrencilerine yönelik aynı türden uygulamalarında olduğu gibi.
Söylemeye gerek yok ki, eğer bu önemli kurumun ortakları arasında uyum varsa bu önlemlerin hiç birine yer yoktur. Bu önlemlere ancak sarsıntı ve bozulma tehlikesi karşısında başvurulur. Bu sarsıntı ve bozulma tehlikesi de ancak bu önlemler aracılığı ile tedavi edilmeye çalışılan bir sapmadan kaynaklanır.
Eğer ne öğüt verme ve ne de yatakta yalnız bırakma önlemleri işe yaramaz ise o zaman ortada başka türden ve başka düzeyde bir sapma var demektir ki ona karşı diğer önlemler çare olamazken bu önlem çıkar yol olabilir.
Bazı sapma türlerine ilişkin pratik deneyimler ve psikolojik araştırmalar bu dövme önleminin belirli bir psikolojik anormalliği tedavi edecek, aynı zamanda bu anormalliğin sahibinin davranışlarını düzeltecek ve onu tatmin edecek en uygun çare olduğunu söylüyorlar.
Yalnız burada sözünü ettiğimiz patolojik (marazi) sapma, psikanalizin belirleyerek isim taktığı anormallik olmayabilir. Çünkü biz psikolojinin ortaya koyduğu sonuçlara kesin bilimsel veriler gözü ile bakmıyoruz. Sebebine gelince psikoloji, Dr. Alexis Carrel’in de belirttiği gibi henüz bilimsel anlamda bir “bilim” dalı haline gelmiş değildir. Öyle kadınlar var ki, ancak pazu gücü ile kendilerini alt eden erkeklerin otoritesine sığınmak isterler ve ancak gücünü bu yolla kendilerine kanıtlayan erkeklerin eşleri olmaktan hoşlanırlar. Kuşkusuz bütün kadınların tabiatı böyle değildir. Fakat böyle kadınlar da vardır. İşte bu tür kadınları hizaya getirebilmek ve bunun sonucunda da bu önemli kurumun barış ve güvenliğini koruyabilmek için bu sön önleme başvurmak gerekli olabilir.
Ayrıca bu önlemleri belirleyen merci, tüm varlıkların yaratıcısıdır. O yarattığı insanları herkesten iyi tanır. Bu herşeyi bilen ve her şeyin içyüzünden haberdar olan yüce merciin sözünden sonra yapılacak her tartışma dayanaksız bir demogojidir; yaratanın bu tercihine yönelik her inatlaşma ve boyun eğmeme girişimi, insanı iman alanının dışına çıkmaya sürükleyen bir adım olur.
Yüce Allah bu önlemleri niteliklerini, beraberlerinde taşıdıkları niyeti ve güttükleri amacı belirleyecek tarzda nitelikte ortaya koyuyor. Öyle ki, cahiliye dönemleri insanlarının yanlış anlamalarını, yüce Allah’ın sistemine yakıştırmaya imkân bırakılmıyor. Çeşitli cahiliye dönemlerinde erkeğin din adına cellat kesildiği, yine din adına kadının köleye dönüştürüldüğü, erkeğin kadına ve kadının erkeğe özendiği, karşı cinslerin birbirlerine benzemeye yeltenerek kişiliklerinden uzaklaştıkları, ya da ilerici bir din anlayışı adı altında her iki cinsin kadın ile erkek arası üçüncü bir karmaşık cinse dönüşmeye giriştikleri sık sık görülür. Fakat müminlerin vicdanlarında bu sapık akımları katıksız İslâm’dan ve onun gerektirdiği uygulamalardan ayırd etmek hiç de zor değildir.
Bu önlemler dik kafalılık kompleksinin belirtilerini henüz bu kompleks palazlanmadan, tedavi etmek için ortaya kondu ve hemen arkasından kötüye kullanılmalarını önleyecek uyarılar gündeme getirildi. Bunun yanısıra Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) gerek eşlerine yönelik pratik uygulamaları ile ve gerekse sözlü direktifleri ile bu konudaki yanlış anlamaları düzeltmeye ve orada-burada görülen aşırı uygulamaları frenlemeye yöneldi.
Nitekim Muaviye b. Hıdet-ül Huşeyri’nin; “Ya Resulullah, eşlerimizin üzerimizdeki hakları nelerdir?” diye sorması üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Kendin yiyince ona da yedirmen, kendin giyince ona da giydirmendir. Ayrıca yüzüne vurmazsın, ona hakaret etmezsin ve kendisini yatakta yalnız bırakmayı evin dışına taşırmazsın.” (Müsned, Ashabussünen)
Yine bir keresinde Peygamberimiz “Allah’ın cariyelerini (kadınlarınızı) dövmeyiniz” buyurduktan bir süre sonra huzuruna çıkan Hz. Ömer “Ya Resulullah! Kadınlar, kocalarına karşı dik kafalılık etmeye başladılar” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, erkeklerin eşlerini dövmelerine izin verince çok sayıda kadın, Peygamberimizin eşlerine başvurarak kocalarından şikâyetçi oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:”Çok sayıda kadın Muhammed’in eşlerine (eşlerime) başvurarak kocalarından şikâyetçi oldular. O erkekler sizin iyilerinizden değildirler.” (Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace)
Bu arada Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“İçinizden biri, gündüz dişisini çifteleyip de gece olunca onunla çiftleşen merkepler gibi davranarak eşini dövmesin.” (Sahhah)
Yine Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir başka hadisinde ise bu konuda şöyle buyuruyor: ‘
“En iyileriniz, eşlerine karşı en iyi davrananlarınızdır. Ben içinizde eşlerine karşı en iyi davrananızım.” (Tirmizi, Taberani)’
Bir yandan bu nasslar ile bu direktifler öbür yandan da bu konuda gelişen ve kimi zaman bu direktiflere ters düşen pratik uygulamalar bize şunu gösteriyor. O günün İslâm toplumunda bu alanda İslâm sisteminin direktifleri ile cahiliye düzeninin kültürel kalıntıları birbirleri ile çatışma halinde idiler. Ama bu durum sadece bu alanda görülen bir manzara değildi. İslâm’ın direktifleri ile cahiliye kültürünün tortuları hayatın diğer birçok alanında da çatışıyordu. Bu çatışma İslâm toplumunda yeni değerler ve kurumlar iyice yerleşinceye ve müslümanların vicdanlarının ve bilinçlerinin derinliklerinde kök salıncaya kadar sürmüştür.
Her neyse, yüce Allah bu önlemlerin önüne aşılmaması ve önlerinde durulması gereken sınırlar koymuştur. Bu önlemlerin herhangi bir aşamasında amaç gerçekleşince artık ötesine geçilemeyecektir. Okuyoruz:
“Eğer (kadınlarınız) uslanıp size itaat ederlerse kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız.”
Amaç gerçekleşince araca başvurma girişimi durduruluyor. Bu da varılmak istenen sonucun söz konusu amaç -yani kadının kocasına itaat etmesini sağlama amacı- olduğunu açıkça gösteriyor. Sağlanması istenen itaat zorlamalı itaat değil, gönüllü itaattir. Çünkü zorlamalı itaat, toplumun temeli olan aile kurumu için sağlıklı bir dayanak oluşturamaz.
Ayetin aşağıdaki cümlesi bize açıkça gösteriyor ki, itaat amacı gerçekleştikten sonra bu önlemleri uygulamaya devam etmek aşırılık, keyfî uygulama ve ölçüyü çiğnemektir. Okuyoruz:
“…İtaat ederlerse kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız.”
Bu yasaklamanın arkasından gelen uyarı cümlesinde yüce Allah’ın yüceliği ve ululuğu vurgulanıyor. Böylece Kur’an’ın bilinen özendirme ve caydırma üslubu uyarınca kalplere su serpiliyor, mağrur başlar eğdiriliyor, bazı gönüllerden geçmesi muhtemel aşırılık ve bencillik duygularının kökü kazınıyor. Okuyalım:
“Hiç şüphesiz Allah yücedir, büyüktür.”
Bu önlemler dik kafalılığın açığa vurulmadığı, sadece ön belirtilerinin görüldüğü durumlar içindirler. Bir de bu dik kafalılığın açığa vurulduğunu düşünelim. O zaman bu saydığımız önlemlere başvurulmaz. Çünkü o durumda bunların hiç bir yararı, hiçbir olumlu sonucu olmaz. O durumda karı-koca anlaşmazlığı, birbirinin başını ezmeyi amaçlayan bir çatışmaya ve bir savaşa dönüşmüş demektir. Oysa amaç ve istenen şey bu değildir.
Ayrıca erkek, bu önlemlere başvurmanın hiçbir yarar getirmeyeceğini, tersine yuvanın dirliğinde meydana gelen çatlağı daha da genişleteceğini, dik kafalılığı açığa vurduracağını ve henüz kopmamış duran evlilik bağlarının da kopmasına yol açacağını düşünebilir ve bu önlemleri yürürlüğe koymadan önce yapacağı durum değerlendirmesinde bu görüşe varabilir. Ya da bu önlemleri fiilen uygular da hiç bir olumlu sonuç elde edemez.
Bu durumlarda hikmetli İslâm sistemi bu önemli kurumu yıkımdan kurtarmak için, kenara çekilerek onu yıkıma bırakmak zorunda kalmadan önceki son girişimi olmak üzere başka bir önlem öneriyor. Okuyoruz:
“Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz onlara biri erkeğin ve öbürü kadının akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların arasını bulur. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve her şeyden haberdardır.”
Görüldüğü gibi İslâm sistemi, dik kafalılığın ve gerginliğin olumsuz sonuçlarına teslim olmayı uygun görmediği gibi hemen evlilik bağını çözmeye ve aile kurumunu, içinde yaşayan küçük-büyük herkesin; dirliğin bozulması konusunda hiç bir rolü, hiçbir günahı ve hiçbir engel olma gücü olmayan zavallı aile fertlerinin başına yıkmaya kalkışılmasını uygun bulmuyor. Çünkü aile kurumu İslâm’ın gözünde değerlidir. Bu değerlilik, bu kurumun toplumun yapılanmasındaki önem ile, topluma sağladığı gerekli tuğlalar aracılığı ile onun varlığının sürdürülmesine, gelişmesine, ilerlemesine sağladığı katkı ile doğru orantılıdır.
Bu gerekçe ile İslâm ayrılık tehlikesi baş gösterince bu ayrılık fiilen gerçekleşmeden önce davranarak şu son önlemini devreye sokar: Biri kadının ve öbürü erkeğin akrabası olan, taraflarca onaylanacak iki hakemin işe el koymasını önerir.

Bu hakemler karı-koca ilişkilerini gölgeleyen psikolojik gerginliklerden, bilinçlerde çöreklenmiş tatsız hatıralardan ve ortak hayatın olumsuz şartlarından uzak bir soğukkanlılık içinde bir araya gelirler. Bu hakemler, aile yuvasının havasını zehirleyen, işi çıkmaza sokan ve pençesine düştükleri için karı-kocaya, ortak hayatlarının iyi taraflarından daha baskın gelen bütün olumsuz ve yıkıcı etkilerden uzaktırlar. Her ikisi de ailelerinin adı kötüye çıksın istemez ve yuvasız kalma tehlikesi ile karşı karşıya olan küçük çocuklara karşı şefkat duyguları ile doludurlar. Böylesine tatsız bir duruma düşmüş karı-kocaya egemen olabilecek olan karşı tarafı alta düşürme kompleksinden uzaktırlar. İstedikleri tek şey dargın karı-kocanın, çocuklarının ve yıkılma tehlikesi ile yüzyüze gelen yuvalarının iyiliğidir, mutluluğudur. Bunların yanısıra karı-koca bu hakemlerin önünde gizli sırlarını açmaktan çekinmezler. Çünkü bunlar tarafların akrabalarıdırlar. Bu sırları yayacaklarından korkulmaz. Sebebine gelince bu sırları ortalığa yaymak kendilerinin de yararına değildir. Hatta onların yararı bu sırların saklanmasında ve çözüme kavuşturulmasındadır.
İşte bu iki hakem bir araya gelerek dargın karı-kocanın arasını bulmaya koyulurlar. Eğer tarafların gönlünde barışma eğilimi var da bu eğilimi frenleyen tek faktör karşılıklı öfke ise bu hakemlerin barıştırmaya yönelik güçlü arzuları sayesinde yüce Allah, bu dargın çifte barışmayı ve uyuşmayı nasip eder. Okuyalım:
“Eğer bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların arasını bulur.”
Arabulucular barıştırmayı isteyecekler, Allah da onların dileğini kabul edecek ve girişimlerini başarıya ulaştıracaktır.
İşte insanların kalpleri ve çabaları ile yüce Allah’ın dilemesi ve takdiri arasındaki ilişki budur. İnsanların hayatında yer alan gelişmeleri yüce Allah’ın takdiri gerçekleştirir. Fakat insanların elinde adım atmak ve girişimde bulunmak yetkisi vardır. Bundan sonra olacak olan şey, yüce Allah’ın takdiri ile olur. Üstelik bu olacak olan şey sırları bilen ve her şeyin en yararlısından haberdar olan yüce Allah’ın bilgisi altında gerçekleşir. Okuyoruz:
“Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir, her şeyden haberdardır.”
Böylece -bu bölümde- İslâm’ın; kadına, karşıt cinsler arasındaki ilişkilere, aile kurumuna ve aile-toplum ilişkilerine ne kadar ciddi ve önem verici bir gözle baktığını görmüş olduk. İslâm sisteminin insan hayatının bu kesimini yasal düzenlemeler ile donatmak için ne kadar yoğun bir çaba harcadığına tanık olduk. Bunun yanısıra İslâm cemaatını, cahiliye bataklığından alarak kendisinden başka hidayet olmayan İlâhi hidayetin doruğuna tırmandırmaya çalışan bu yüce sistemin bu yolda harcadığı çabaların pratik örnekleri ile karşılaşmış olduk.
ÖZETLE KONU
Bu bölümde inceleyeceğimiz ayetler ile bir yandan bu surenin ekseni ve temel konuları arasında ve öte yandan yine bu cüzde yer alan bir önceki ayetler kümesinin konuları arasında birçok ortak noktalar vardır.
Bu bölümü oluşturan ayetler şu konular üzerinde yoğunlaşıyor: Müslüman toplumun hayatını düzenlemek, onu cahiliye tortularından arındırarak yeni İslâmi karakteristikleri özümleyen bir yapıya kavuşturmak; bu toplumu ehl-i kitap -Medine yahudileri- konusunda, bunların öteden beri sürüp gelen şirretlikleri ve katı inatları ve müslüman topluma yönelik bozgunculukları konusunda uyarmak; kişilerin İslâm toplumunun gelişmesini, ilerlemesini engellemek için harcadıkları çabaları büyüteç altına almak, özellikle bu yıkıcı çabaların ahlâka ve toplumsal dayanışmaya yönelik olanlarına, bu yeni toplumun gelişen gücünü sergileyen bu iki dinamik faktöre dönük yahudi düşmanlıklarına dikkatleri çekmektir.
Bu ayetler bu konularda yeni bir bakış simgeledikleri için İslâm toplumunun temel dayanağını oluşturan Tevhid ilkesini, yüce Allah’ı kayıtsız-şartsız bir bilme, prensibini vurgulayarak söze giriyorlar. İslâm toplumunun hayatı ve her alanda, her yönde bu hayatı düzenleyen sistemi bu temel ilke olan Tevhid’den kaynaklanır.
Bu derste aile düzenlenmesi ve toplumsal düzenleme alanları hareket
noktası alınarak ileri aşamalara ulaşılıyor ve sosyal düzenleme sürecine yeni boyutlar kazandırılıyor. Geçen konuda aile kurumundan, bu kuruma ilişkin yasal düzenlemelerden, bu kurumun varlığını koruyacak önlemlerden ve yapısını pekiştirip sağlamlaştıracak ilişkilerden söz edilmişti.
Bu derste ise, İslâm toplumunda egemen olması gereken aile-içi ilişkiler ve bu ilişkiler ile bağlantılı insanlar-arası ilişkiler gündeme getiriliyor. Bu ilişkiler ile aile arasındaki bağ ana-babadan ve ana-baba ilişkisinin uzantısı olan bir sosyal ilişki sürecinden söz edilerek kuruluyor. Çapı gitgide genişleyen bu sosyal ilişkilerin aile yuvasının sıcak ve sevecen ortamında gelişen duyguların yoğunlaşmasından kaynaklandıkları vurgulanıyor. Değişik insan kesimlerine yönelen bu yapıcı ilişkilerin, ilk önce aile ocağının bağrında ve bu duyarlı yuvanın okşayıcı kanatları altında öğrenildiği vurgulanıyor. Devamla aile yuvasında vicdanlara ekilen bu kucaklayıcı ilişki tohumlarının yeşerip boyatması ile bütün insanlardan oluşan ortak insanlık ailesi içinde kaynaşmayı arayan geniş perspektifli bir ilişki ağının temelinin atıldığı belirtiliyor.

Bu ders gerek bildiğimiz büyük aileyi ve gerekse bütün insanlığı kapsamına alan büyük insanlık ailesini gözetmeyi ve bu alanda herkesin yararlanabileceği değer yargılarını ve kriterleri geliştirmeyi telkin eden direktifler içeriyor. Bu yüzden bu ders İslâm toplumunda egemen olan bütün değer ölçülerine ve hayat sisteminin tümüne kaynaklık eden temel ilkeyi hatırlatarak söze giriyor. Sözünü ettiğimiz temel ilke Tevhid ilkesi, yani yüce Allah’ın birliğini onaylama prensibidir. Arkasından bütün hareketler, bütün faaliyetler, bütün duygular ve bütün reaksiyonlar yüce Allah’a kulluk etme kavramının kapsamına alınıyor. O Allah’a kulluk kavramı ki, müslümanın vicdanında ve hayatında bütün insanî faaliyetlerin tek amacını oluşturur.
Bu geniş kapsamlı Allah’a kulluktan söz açılmışken bununla bağlantılı olarak bu dersin ikinci fıkrasında namazın ve namaz öncesi temizlenmenin bazı hükümleri gündeme getiriliyor. Bunun yanısıra o zaman henüz yasaklanmamış olan içkinin yasaklanması yolunda yeni bir adım atılıyor. Bu yasaklama adımı bir yandan yeni toplumda sürekli ve aşamalı bir yaklaşımla uygulanan İslâmî eğitim proğramının bir parçasını oluştururken öbür yandan ibadet ile namazla ve Tevhid ilkesi ile ilişkilendirilerek atılıyor.
Gerek bu dersi oluşturan ayetler zincirinin halkaları arasında, gerek bu ders ile bir önceki ders arasında ve gerekse yine bu ders ile elimizdeki surenin ekseni arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu gözlüyoruz.

ALLAH’A KULLUK

36- Allah’a kulluk ediniz. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya akrabalara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara,uzak komşulara,yakın arkadaşlara yarı yolda kalanlara, elinizin altındakilere iyilik ediniz. Allah kendini beğenmiş kibirlileri kesinlikle sevmez.
37- Bunlar kendileri cimrice davrandıkları gibi başkalarına da cimri olmayı önerirler ve Allah’ın lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları gizlerler. Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık.
38- Yine bunlar başkalarına gösteriş olsun diye mal verirler, Allah’a ve ahiret gününe inanmazlar. Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır!
39- Eğer onlar Allah’a ve ahiret gününe inansalar ve Allah’ın kendilerine bağışladığı mallarının bir bölümünü hayr yolunda harcasalardı, ne olurdu? Hiç kuşkusuz Allah onların yaptıkları her şeyi bilir.
40- Hiç şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer bu bir iyilik olursa onu bir kaç kat büyütür ve karşılığında kendi katından büyük bir mükâfat verir.
41- Her ümmete karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı şahit göstereceğimiz gün acaba onların halleri nasıl olacak?
42- Kâfirler ve Peygamberlere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar Allah’tan hiçbir söz saklayamazlar.


Bu ayetler demeti sırf yüce Allah’a kulluk etmeyi emrederek ve O’na herhangi bir şeyi ortak koşmayı yasaklayarak söze giriyor. Ayetin başındaki “ve” bağlacı bu emir ve yasağı, geçen dersin sonlarında yer alan ailenin düzenlenmesine ilişkin emirlere bağlıyor. Bu iki konunun birbirine bağlanması, İslâm’daki genel, kapsamlı ve bütünleştirici birliği kanıtlar.
Yani İslâm sırf vicdanda saklı duran bir inanç sisteminden ve sırf ibadet törenlerinden ibaret olmadığı gibi bu inanç sistemi ve ibadet amaçlı hareketler ile ilişkisi olmayan sırf dünyaya dönük yasal düzenlemelerden ibaret de değildir. İslâm, bütün faaliyet türlerini içeren, onların çeşitli kesimleri arasında ilişki kuran ve hepsini en temeldeki ana ilkeye bağlayan bir dindir. Bu ana ilke yüce Allah’ı bir bilmek ve bütün bu faaliyet kesimlerinde başka hiçbir yerden değil, sırf O’ndan talimat almaktır. Başka bir deyimle bu ilke yüce Allah’ı hem kendisine ibadet edilen bir ilâh olarak ve hem de bütün insanî faaliyetlerde yasa koyma ve direktif kaynağı olarak bir ve ortaksız bilmektir. İslâm’da ve genel anlamı ile yüce Allah’ın yozlaştırılmamış dininde Tevhidin bu iki türü birbirinden ayrılmaz.
Bu yüce Allah’ı bir bilme emrini ve O’na ortak koşma yasağının arkasından önce küçük aileden, sonra da büyük insanlık ailesinden olan yardıma muhtaç insan guruplarına iyilik etmeye ilişkin emir geliyor. Sonra cimrilik, kendini beğenmişlik, böbürlenme, başkalarını cimriliğe özendirme; yüce Allah’ın verdiği mal, bilgi ve din gibi nimetleri kıskanma, başkalarından saklama gibi kötü huylar kınanıyor; şeytanın izinden gidilmemesi hatırlatılıyor ve yüce Allah’ın onur kırıcı ve rezil edici azabından sakınılması vurgulanıyor. Böylece bütün bu hatırlatmalar yüce Allah’ı bir bilme ilkesine bağlanıyor; yüce Allah’ı bir bilip O’na hiçbir şeyi ortak koşmayanların talimat kaynakları belirleniyor. İbadet edilecek Allah nasıl bir ise, bu talimat kaynağı da tektir, birden fazla olamaz. Yüce Allah’ın, nasıl ilâh bilinmekte ve bütün insanların ibadetlerine muhatap olmakta ortağı yoksa yasa koymakta ve direktif vermede de ortağı yoktur.

ALLAH’A ORTAK KOŞMAK

“Allah’a kulluk ediniz. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara, yakın arkadaşlara, yarı yolda kalanlara, elinizin altındakilere iyilik ediniz.”
İslâm sisteminde tüm yasal düzenlemeler ve tüm direktifler tek kaynağa. dayanır ve tek ağırlık noktası üzerinde yoğunlaşır. Söz konusu tek kaynak yüce Allah’a inanmak ve söz konusu ağırlık merkezi de bu inancın karakteristik göstergesi olan kayıtsız-şartsız Tevhid ilkesidir. Böyle olduğu içindir ki, bu yasal düzenlemeler ile direktifler birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar, aralarında uyum gözlenir, herhangi birini öbüründen ayırmak zordur, herhangi birini dayandığı ana kaynağa başvurmaksızın incelemek eksik bir çabadır. Bir bölümünü uygulayıp diğerlerine sırt çevirmek ne insana müslüman sıfatını kazandırma konusunda ve ne de İslâm sisteminin hayata yönelik meyvelerini elde etme konusunda yeterli olur.
Evren ile, hayat ile ve insanlar ile ilişkileri düzenleyen bütün temel kavramlar, bütün temel düşünceler yüce. Allah’a inanma ilkesinden kaynaklanır. Sosyal, ekonomik, siyasi, ahlâkî ve evrensel bütün sistemler bu temel kavramlara dayanır. Bu temel kavramlar insanların birbirleri ile olan bütün ilişkilerini etkilerler. Yeryüzündeki bütün insani faaliyetlere yön ve biçim verirler; hem fertlerin vicdanlarına ve hem de toplumsal pratiğe damgalarını basarlar. Böylece insanlar arasındaki ilişkilere ibadet niteliği kazandırırlar. Çünkü bu ilişkiler yüce Allah’ın sistemine ve denetimine uymayı içerir. İbadetleri, insanlar arası ilişkilerin dayanağı yaparlar. Çünkü bu ibadetler insanın vicdanını ve davranışlarını arındırır. Yine bu temel kavramlar hayatı son çözümde, sırf Allah tan kaynaklanan, sırf O’ndan alınmış talimatlara dayanan, dünyada ve Ahretteki tek merci yüce Allah olan kenetlenmiş bir bütüne dönüştürürler..
İslâm inancının, İslâm sisteminin, yüce Allah’ın yozlaştırılmamış dininin bu temel özelliği taşıdığını burada şundan anlıyoruz: Daha önce söylediğimiz gibi ana-babaya, akrabalara ve toplumun diğer bazı kesimlerine yardım edilmesini emreden ayet, yüce Allah’a kulluk edilmesi, O’nun bir bilinmesi direktifi ile söze giriyor. Bunun yanısıra ana-babanın yakınlığı ile söz konusu toplum kesimlerin yakınlığı birleştiriliyor. Bu yakınlıkların her ikisi de yüce Allah’a kulluk etme, O’nu bir bilme ilkesine bağlanıyor. Üstelik bu Allah’a kulluk ve Allah’ı bir bilme ilkesi -daha önce değindiğimiz gibi- geçen dersin sonlarında anlatılan aile hukuku ile bu derste işlenen geniş çaplı insanlar arası ilişkiler prensibini birbirine kaynaştıran bir arakesit görevi yapıyor. Amaç o hukuku ve bu prensibi bütün bağları birleştiren o ortak bağa bağlamak ve bu bağlar ile ilgili yasaları koyan ve direktifleri veren kaynağı tekleştirmektir. Okuyoruz.
“Allah’a kulluk ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayız.”
Önce yüce Allah’a kulluk etme emri, ikinci olarak da kendisi ile birlikte bir başkasına kulluk etme yasağı ile karşılaşıyoruz. Bu yasak insanoğlunun öteden beri bildiği bütün ilâhları, bütün putları içeren geniş kapsamlı ve aynı zamanda kesin ifadeli bir yasaktır. Tekrarlıyoruz:
“O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız.”
Nasıl bir “şey” olursa olsun. Cansız madde, hayvan, insan, hükümdar veya şeytan fark etmez. “Şey” deyince akla gelen her şey, bu geniş kapsamlı kavramın kapsamına giren her varlık olabilir bu ilâh, ya da put.
Sonra özellikle ana-babaya ve genel olarak tüm akrabalara iyilik edilmesi emrediliyor. Çoğunlukla evlâtların, ana-babayı gözetmeleri emir konusu oluyor. Gerçi evlâtlarını gözetsinler diye ana-babaya yöneltilmiş emirlere de rastlıyoruz. Ayrıca yüce Allah’ın evlâtlara karşı, onların ana-babalarından daha merhametli olduğunu da biliyoruz. Sebebine gelince çocuklar, ana-babaya, yani kendilerini bakmış ve korumuş olan kuşağa iyilik etme direktifine muhatap olmaya daha çok muhtaçtırlar. Çünkü çocuklar genellikle bütün varlıkları ile, bütün şefkatleri ile, bütün duyguları ve bütün çabaları ile gelecek kuşağa yönelirler, kendilerinden önceki kuşağı ihmal ederler. Hayatın akıntısına kapılarak ileri doğru giderlerken dönüp arkalarına bakmak akıllarına gelmez. İşte bu gerekçe ile esirgeyen ve kayıran yüce Allah’ın direktifi ile sık sık muhatap olurlar. O Allah ki ne ana-baba ve ne de evlâdı hesap dışı bırakır ve ne de evlâdı ve ana-babayı unutur. O Allah ki, gerek evlâd ve gerek ana-baba olsun tüm kullarına, birbirlerine karşı merhametli davranmalarını öğretiyor.
Bu ayette -ve daha birçok ayette- şunu görüyoruz: İyilik etme direktifi öncelikle yakın-uzak akrabalardan işe başlıyor, sonra bu eksen etrafında çapını büyüterek insanlık ailesinin tüm gözetime muhtaç kesimlerini kapsamına alacak şekilde genişliyor. Her şeyden önce bu sistem insan fıtratı ile uyumlu ve bağdaşıktır. Sebebi ise acıma duygusu ve katkıda bulunma bilincinin önce evde, yani küçük ailede gelişmeye başlamasıdır. Aile yuvasının bağrında bu duyguyu tatmamış ve bu bilinci geliştirmemiş olan vicdanlarda sonradan bu duygunun ve bu vicdanının geliştiği çok az görülür.
Bunun yanısıra insan vicdanı -fıtratının ve doğal yapısının gereği olarak yardım etmeye akrabalarından başlamaya eğilimlidir. Eğer bu noktadan ve bu eksenden başlanarak gitgide yardımseverlik dairesi genişletilecek ise bunun bir sakıncası ve bir zararı yoktur. Ayrıca bu yardımseverlik metodu İslâm’ın sosyal düzenleme yordamı ile de uyumludur. İslâm dayanışmayı aile içinde başlatır ve arkasından sosyal çevreye yayar. Böylece sosyal yardımlaşma faaliyetlerinin devlet kurumlarının hantal ellerine düşmesine meydan vermemiş olur. Eğer yerel küçük kurumlar yetersiz kalırsa o zaman başka. Çünkü normal olarak küçük yerel birimler sosyal yardımlaşmayı daha iyi başarır. Bu görevi hem uygun zamanında, kolaylık ve rahatlıkla ve hem de hayata insana yaraşır bir nitelik kazandıran sevgi ve merhamet duygularının eşliğinde yerine getirir.
Ayette iyilik etme görevi ana-babadan başlatılıyor, sonra akrabaları içerecek şekilde genişletiliyor. Arkasından evleri komşulardan uzakta da olsa yetimlere ve yoksullara sıra getiriliyor. Çünkü bu iki kesim, komşulardan daha çok yardıma muhtaçtır. Sonra akrabadan olan komşuya sıra geliyor ve onu yabancı komşular izliyor. Gerek akraba ve gerekse yabancı komşular yakın arkadaşların önüne geçiriliyor. Çünkü insan komşusu ile sık sık yüzyüze gelir; oysa yakın arkadaşı ile ara sıra karşılaşır. Sonra yakın arkadaşlara sıra getiriliyor. “Yakın arkadaş” bir yoruma göre normalde “samimi dost” ve yolculuk sırasında da “yoldaş” anlamına gelir. Arkasından sıra ailesinden ve malından uzak kalmış yolcuya gelir. sonra da çeşitli hayat cilveleri yüzünden, başkalarının eline düşen kölelere sıra geliyor. Bunlar gerçi özgürlük nimetinden yoksun kalmışlardır, ama birbirlerine ortak bağlar ile bağlı tüm insanlık ailesinin birer üyesidirler.

BÖBÜRLENME ve CİMRİLİK

Ayette iyilik etme emrinin arkasından kendini beğenmişlik, büyüklenme, cimrilik, başkalarını cimriliğe özendirme, yüce Allah’ın nimetlerini ve bağışlarını saklama, başkalarından kıskanma, gösteriş olsun diye yardımda bulunma gibi kötü huylar kınanıyor ve bütün bu kötü huyların ortak sebebi ortaya konuyor
Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
u sebep yüce Allah’a ve Ahiret gününe inanmamak, şeytana uymak ve O’nu yoldaş edinmektir. Okuyoruz:
“Allah kendini beğenmiş, kibirlileri kesinlikle sevmez. Bunlar kendileri cimrice davrandıkları gibi başkalarına da cimri olmayı önerirler ve Allah’ın lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları gizlerler. Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık.
Yine bunlar başkalarına gösteriş olsun diye mal verirler, Allah’a ve Ahiret gününe inanmazlar. Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır!”
Bu ayetlerde İslâm sisteminin o temel mesajı bir kere daha gözler önüne seriliyor. Bu mesaj bütün dış davranışları, bütün iç duyguları ve bütün sosyal ilişkileri inanç sistemine bağlamaktır. Sebebine gelince yüce Allah’ı kullukta ve talimat almakta tek bilme ilkesini yüce Allah’ın rızasını kazanmaktan ve ahirette vereceği sevabı beklemekten başka bir amaca yer vermeyen insanlara iyilik etme davranışı izliyor. İnsanlara iyilik ederken edepli ve nazik kavranılacaktır. Bilinecektir ki, kul, başkalarına yardım ederken sadece yüce Allah’ın yarattığı rızkın bir bölümünü vermektedir, rızkın yaratıcısı kendisi değildir ve bu rızka sırf yüce Allah’ın bağışlaması sayesinde sahip olabilmektedir.
Buna karşılık yüce Allah’a ve ahiret gününe inanmamak; böbürlenmeyi, kibirlenmeyi, cimriliği, başkalarını cimri olmaya teşvik etmeyi, yüce Allah’ın bağışını ve nimetini saklamayı, iyilik ve yardım yolu ile bu bağış ve nimetin izlerini dışa vurmaktan kaçınmayı ya da ïnsanlara gösteriş yapmak ve sırf başkalarının övgüsünü kazanabilmek, yardımseverlik gösterisi yapmayı beraberinde getirir. Çünkü Allah’a ve ahiret gününe inanmayan insan övünmekten, halk arasında çalım satmaktan başka bir ödüle inanmaz!
Böylece “ahlâk”ın niteliği belirlenmiş olur. “İman ahlâki” ile “küfür ahlâkı” yani. İyi amelin, iyi ahlâkın motifi, sürükleyici sebebi, yüce Allah’a ve Ahiret gününe inanmaktır ve ahiret mükâfatıdır. Bu yüce bir motiftir, onun sahibi insanlardan ödül beklemez, üstelik bu motif insanların keyfi değerlendirmelerinden ve geleneklerinden alınmamıştır.
Ama eğer insan hoşnutluğu aranan, rızasına yönelik arzuya dayanılarak amel işlenen bir Allah’a ve yine bu insan, mükâfat ve cezaların verileceği bir ahiret gününe inanmıyorsa o zaman, insanların keyfî değerlendirmelerine dayanan kıymetleri elde etmeye yönelir. Bu keyfï değerlendirmelerde ise bırakınız her zamana ve dünyanın her yerine egemen olacak bir değişmezliği, bir kuşak boyunca aynı ülkede egemen olacak bir değişmezliği ve belirliliği bile bulamazsınız. İşte bu inançsızların amellerinin motifleri bu oynak değer yargıları olur. O zaman da insanların keyfi arzularında ve değer yargılarında belirecek değişmelere paralel olarak bu davranış motiflerinde de değişmeler ve oynamalar olacaktır. Bu değişmelerin yanısıra da böbürlenme, büyüklenme, cimrilik, cimriliği özendirme, insanlara gösteriş yapma gibi çirkin sıfatlar ortalıkta cirit atacaktır. Böylece yüce Allah’ın rızasına bağlanmanın ve ihlâsın zerresine rastlanmayacaktır.
Bu ayet, yüce Allah’ın böylelerini “sevmediğini” belirtiyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah için “nefret etme” ve “sevme” gibi duygusal tepkiler söz konusu değildir. Burada insanların alışkanlıklarına göre bu duygusal tepkiye eşlik eden kovma, cezalandırma ve azab etme gibi sonuçlar kasd edilmiştir. Okuyoruz:
“Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık.”
Buradaki “onur kırıcılık (ihanet)” bu adamların büyüklenmelerinin, haşa atmalarının karşılığı olan bir cezadır. Fakat ayette, asıl amaç olan bu anlamın yanısıra daha düşündürücü bir mesaj veriliyor. İnsanların zihinlerine işlemesi istenen etkileyici bir mesaj. Ayette vicdanlarda bu sıfatlara ve bu davranışlara karşı antipati, küçümseme ve tiksinme duyguları uyandırılıyor. Özellikle bu adamların şeytanın yoldaşları oldukları vurgulanmakla söz konusu nefretin frekansına yükseklik kazandırılıyor. Okuyoruz:
“Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır.”
Bize kadar gelen bilgilere göre bu ayetler bir gurup Medine yahudisi hakkında inmiştir. Bu sıfatlar yahudilere yakışıyor. Aynen onlar gibi münafıklara da yakışıyor. O günün müslüman toplumunda bu gurupların her ikisi de vardı. Buna göre belki de ayette yer alan “Allah’ın lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları gizlemeleri” suçlamasından maksat yahudilerin İslâm dinine ve bu dinin “güvenilir” Peygamberi hakkında kitaplarında bulunan bilgileri gizlemeleridir. Fakat ifade geneldir ve sözün akışı mâlî yardıma ve insanlar arası dayanışmaya ilişkindir. Buna göre bu ifadenin genellik niteliğine dokunmamak gerekir. Çünkü bu nitelik sözün akışına daha uygun düşüyor.
Ayette bu kimselerin huylarının ve davranışlarının çirkinliği belirtildikten ve bu çirkinliklerin asıl sebebinin yüce Allah’a ve ahiret gününe inanmamaları ve buna karşılık şeytanı yoldaş edinmeleri, onun izinden gitmeleri olduğu vurgulandıktan ve bu kötülüklerin sahipleri için hazırlanmış olan cezanın “onur kırıcı” bir ceza olacağı haber verildikten sonra şu kınama ve paylama içerikli (istinkârî) soru ile karşılaşıyoruz:
“Eğer onlar Allah’a ve Ahiret gününe inansalar ve Allah’ın kendilerine bağışladığı mallarının bir bölümünü hayır yolunda harcasalardı, ne olurdu? Hiç kuşkusuz Allah onların yaptıkları her şeyi bilir.”
“Hiç şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer bu bir iyilik olursa onu birkaç kat büyütür ve karşılığında kendi katından büyük bir mükâfat verir.”
Evet, ne olurdu onlara? Ne kaybederlerdi? Hangi korku, yüzünden, hangi endişeye dayanarak yüce Allah’a ve ahiret gününe inanmıyorlar ve yüce Allah’ın kendilerine bağışladığı malın bir bölümünü muhtaç kimselere vermiyorlar? Oysa yüce Allah onların yapacağı yardımları ve kendilerine bu yardımları yapmaya özendirecek olan iç motifleri bilir. Ayrıca yüce Allah, hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz. O halde ne imanlarının ve yardımlarının bilinmez kalması ve ne de alacakları mükafat konusunda haksızlığa uğramaları tehlikesi söz konusudur. Tersine iyiliklerinin katlanarak büyütülmesi ve bu büyütülmüş iyiliklerine Allah’ın bağışı olarak hesapsız mükâfat verilmesi fırsatı ile karşı karşıyadırlar.
Demek ki, iman etme yolu onlar için her ihtimal karşısında, hatta maddeye dayalı kâr-zarar hesaplarına bel bağlamaları halinde bile, daha güvenceli ve daha kazançlıdır. Sebebine gelince, eğer yüce Allah’a ve ahiret gününe inanarak yüce Allah’ın bağışladığı malın bir kısmını güçsüzlere yardım olarak verseler ne kaybederler? Onlar kendi güçleri ile yarattıkları bir malı vermiyorlar ki. Verdikleri mal kendilerine Allah tarafından bağışlanmış rızkın bir bölümüdür. Buna rağmen, yani yaptıkları yardımı yüce Allah’ın bağışladığı rızıktan yapmalarına rağmen hem iyilikleri kat kat büyütülüyor ve hem de iyiliklerinin karşılığı fazlası ile veriliyor. Aman Allah’ım, bu ne kerem, bu ne lütuf! Zarara uğramaya mahkûm aptallardan başka kim böyle bir alış-verişe yan çizebilir?
Bu emirler ve yasaklar, bu özendirmeler ve teşvikler bir Kıyamet günü tablosu ile sona eriyor. Bu tablodä onların konumu somutlaştırılıyor, Kur’an’ın Kıyamet sahnelerine ilişkin bilinen üslubu uyarınca; adamların hareketlerinin ve duyguların dalgalanmalarının sanki resimleri çizilerek canlı bir kesit halinde gözlerimizin önüne seriliyor. Okuyalım:

ŞAHİDLİK

“Her ümmete karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı şahid göstereceğimiz gün acaba onların halleri nasıl olacak?”
“Kâfirler ve Peygambere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar Allah’tan hiçbir söz saklayamazlar.”
Bir önceki ayette “yüce Allah’ın zerre kadar haksızlık yapmadığı” vurgulanarak zihinler bu Kıyamet tablosuna hazırlanmıştı. Demek ki, terazisi bir kıl ucu kadar oynaklık göstermeyen katıksız adaletle karşı karşıyayız. Ayrıca iyilikler büyütülmekte ve ödülleri yüce Allah’ın karşılıksız bağışı eklenerek fazla fazla verilmektedir. Bu, rahmeti hakketmiş olanlara yönelik bir ihsandan ve imanları ve iyi amelleri ile Allah’ın lütfunu istemiş olanlara dönük katıksız bir lütuftan başka bir şey değildir.
Ama gelelim şu adamlara. Hani şu yanlarında ne iman ve ne de iyi amel birikimi getirmemiş olanlara. Hani yanlarında sadece küfür ve kötü amel getirmiş nasipsizlere. Acaba o gün onların hali nice olacak? Evet, “Her ümmete karşı birer şahid tutacağımız -Her ümmetin peygamberini o ümmetin aleyhinde tanıklık yapmaya çağıracağımız- ve seni de kendilerine karşı şahid göstereceğimiz gün” acaba ne yapacaklar?
İşte o anda tablonun canlandırdığı manzara, tüm somutluğu ile karşımıza dikiliyor. Uçsuz-bucaksız bir toplantı, bir hesap verme alanı. Her ümmet orada. Her ümmetin başına işledikleri ameller hakkında tanıklık edecek bir şahid dikilmiş. Şu kâfirler; hani şu kendini beğenmişler, hava atanlar, cimriler, pintilik teşvikçileri, yüce Allah’ın bağışladığı nimetlerin gizleyicileri, gösterişçiler ve yüce Allah’ın rızasını hiç umursamayanlar. İşte onlar. Satırların kelimeleri arasında neredeyse kendilerini görür gibi oluyoruz. Bu uçsuz-bucaksız alanda ayakta dikiliyorlar. Peygamberleri yanı başlarında, aleyhlerinde şahitlik yapmak için tetikte bekliyor. İşte onlar. Bütün gizledikleri ve açığa vurdukları amelleri ile, bütün kâfirlikleri ve inkârcılıkları ile, bütün gururları ve çalımları ile, bütün cimrilikleri ve cimrilik telkinleri ile, bütün gösterişçilikleri ve göz boyayıcılıkları ile işte onlar. Varlığını inkâr ettikleri Yaratıcının; bağışlarını sakladıkları, kıymığını bile vermeye kıyamadıkları rızkın sahibinin huzurunda duruyorlar. Hiç inanmamış oldukları bir günde ve direktiflerine karşı geldikleri Peygamberin yanı başında. Acaba halleri nicedir?!
Bu manzarada yoğun bir aşağılanma, horlanma, perişanlık, utanç ve pişmanlık görüntüleri karşısındayız. Yanısıra acı itirafların titrek sesleri geliyor kulaklarımıza. Çünkü inkârcılığın artık hiçbir yararı yok burada.
Ayet bu söylediklerimizi tek tek sayıp tasvir etmiyor. Fakat o insan ruhunun derinliklerine işleyen “psikolojik bir tablo” çiziyor,bu çizgiler işte o tabloda beliriyor, bu gölgelerin tümü bu çizgilerin yanlarında oynaşıyor. Perişanlık horlanmışlık, aşağılanmışlık, utanç ve pişmanlık gölgeleri. Okuyoruz:
`Kâfirler ve Peygambere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar Allah’tan hiçbir söz saklayamazlar:”
Bütün bu anlamları, bütün bu duygusal reaksiyonları bu canlı tablonun duygulandırıcı imajları aracılığı ile algılıyoruz. Bu anlamlar, bu duygular bu insanların üzerinde oynaşıyor ve titreşiyor. Onları başka hiçbir tasvirci ya da analitik ifade tarzının kelimelerinden algılayamayacağımız bir somutlukla, bir derinlikle, bir canlılık ve etkileyicilikle algılıyoruz. İşte Kur’an-ı Kerim’in Kıyamet sahnelerine ve tasvirli anlatımın kullanıldığı diğer tablolarına ilişkin canlandırma üslûbu böyledir.

İÇKİ HASTALIĞI

Bu ayetler gurubu yüce Allah’a kulluk etmeyi emretmek ve O’na herhangi bir şeyi ortak koşmayı yasaklamakla söze girmişti. Namaz, Allah’a kulluğun en ayrılmaz göstergesidir. Bu yüzden aşağıdaki ayette bu ibadetin ve O’na hazırlık niteliği taşıyan temizlenmenin bazı hükümleri anlatılıyor. Okuyoruz:

43- Ey müminler sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar ve de cünüpken -yolculuk hali dışında- yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız.

Eğer hasta ya da yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise ya da kadınlara dokunmuşsanız da bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz.
Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.
Burada İslâm sisteminin cahiliye bataklığından tutup çıkardığı müslüman topluma yönelik zincirleme eğitim sürecinin bir halkası karşısındayız. İçki cahiliye toplumunun köklü ve yaygın bir geleneği, aynı zamanda ayırd edici bir sembolü idi. O zaten eski-yeni hemen hemen bütün cahiliye toplumlarının ayırd edici bir simgesidir. Nitekim o cahiliyenin doruğuna tırmandığı günlerde eski Roma toplumunun ve aynı şekilde eski Pers-İran toplumunun da ayırd edici simgesi olmuştu. Bu kötü alışkanlık bugün de cahiliyenin doruğunda dolaşan Avrupa ve Amerika toplumlarının ayırd edici simgesidir. Bu durum klâsik cahiliye döneminden bile daha ilkel bir cahiliye dönemi yaşıyan geri kalmış Afrika toplumlarında da aynen böyledir.
Modern cahiliye uygarlığının en gelişmiş ülkelerinden biri olan İsveç’te geçen yüzyılın ilk yarısında her ailede, gündelik bir içki seansı düzenlenirdi. Kişi başına tüketilen içki miktarı ortalama olarak yirmi litre dolaylarında idi. Bu durumun tehlikeli olduğunu ve alkolikliğin hızla yayıldığını gören hükümet içki satışını azaltmaya, tüketimini frenlemeye yöneldi ve bunun için herkese açık yerlerde içki içmeyi yasakladı. Fakat birkaç yıl sonra bu sınırlamaların gevşetilmeye başladığı görüldü. Önce yemek yeme şartı ile lokantalarda içki içilmesine izin verildi. Arkasından belirli halka açık yerlerde gece yarısına kadar içki içmek serbest bırakıldı. Gece yarısından sonra sadece bira içilebiliyordu. Şimdilerde ise İsveç gençliği arasında alkoliklik katlanan bir hızla yayılmasını sürdürüyor!
Amerika’ya gelince bir zamanlar hükümet bu kötü alışkanlığa son vermeye girişti. Bu amaçla 1919 yılında alaycı bir ifade ile “Kurutma Kanunu” diye adlandırılan bir kanun çıkarıldı. Çünkü bu kanun içki aracılığı ile “ıslanmayı” yasaklıyordu! Kanun on dört yıl yürürlükte kaldı, fakat 1933 yılında hükümet bu kanunu yürürlükten kaldırmak zorunda kaldı.
Bu süre içinde bütün basın ve yayın organları seferber edilerek müthiş bir anti-alkolizm kampanyası yürütüldü. Bu uğurda birçok propaganda filmleri çekildi, çok sayıda bilimsel konferans verildi. Yapılan hesaplara göre devlet bu anti-alkolizm kampanyası için altmış milyon dolardan fazla para harcadı. Sırf bu amaçla yayınlanan kitaplar ve broşürler onlarca milyon sayfa tutuyordu. Devlet on dört yılda bu kanunu yürütebilmek için Mısır parası ile iki yüz ellimilyon harcamak zorunda kaldı. Bu kampanya boyunca üçyüz kişi idam edildi, beşyüz otuziki bin üçyüz otuzbeş kişi hapse atıldı. Kesilen para cezalarının toplam Mısır parası ile onaltı milyona ulaştı. Ayrıca bu kanuna göre el konan malların değeri yine Mısır para birimi ile dörtyüz milyon tutuyordu. Peki sonunda ne oldu? Hükümet bunca çabadan sonra geri adını atarak bu kanunu yürürlükten kaldırmak zorunda kaldı.
İslâmiyet’e gelince o cahiliye toplumunun bu derin yarasını Kur’an’ın birkaç ayeti aracılığı ile köklü çözüme kavuşturdu.
İşte gerek psikolojik hastalıkları ve gerekse sosyal rahatsızlıkları tedavi etme konusunda ilahi sistem ile eski-yeni bütün cahiliye sistemleri arasındaki fark budur.
Alkollü içki tutkunluğunun cahiliye toplumunda ne derece yaygın bir hastalık olduğunu kavrayabilmek için o dönemin gözde edebiyat türü olan şiire başvurmamız gerekir. O dönemin şiirlerini okurken “alkollü içki”nin başta gelen edebi malzemelerden ve en çok işlenen edebi temalardan biri olduğunu görürüz. Tıpkı sosyal hayatın en temelli unsurlarından biri olduğu gibi.
Bu toplumda içki ticareti o kadar yaygındı ki, “ticaret” kelimesi içki alış-verişi ile anlamdaş hale gelmiş, “ticaret” denince hemen akla içki alım-satımı gelir olmuştu. Nitekim ünlü muallâka şairi Lebid şöyle diyor:
“Ben o içki meclisinin baş sohbetçisi oldum.
İçkiler flâmasının dikildiği ve pahallandığı nice yere ilk koşan ben oldum.”
Şair Amr b. Kamia’nın şu beytinde de “ticaret” teriminin alkollü içki anlamında kullanıldığını görüyoruz:
“Elbisemi ve içindekini (kendimi) sürüklüyordum hani
En yakın içki satış yerine doğru ve sarhoşluğu silkeliyordum.”
İçkili toplantılara ilişkin tasvirler ve övgüler cahiliye şiirinde sık sık karşılaşılan ve bu şiire damga basan temaların başında gelir. Meselâ ünlü muallâka şairi İmri-il Kays şöyle diyor:
“Çocukluk çayı artık geride bıraktım. Fakat hayattan sadece şu dört şey ile yoldaş olmayı bekliyorum.
Bunlardan biri içki arkadaşlarıma, “Haydi buluşalım” demektir. Yeşil bir çimenlikte, dere başında geceleyin içki alemi yapalım
Bunlardan biri de üzerine ok atılan atları yüreklendirip şaha kaldırmaktır. Korkudan güvenli bir kuytuluğa sığınmaya kalkışan atları.
Bir başka ünlü Muallâka şairi olan Tarafa b. Abd da şöyle diyor:
“Eğer soylu bir delikanlının hayatına anlam kazandıran şu üç şey olmasaydı Dedemin ölüsünü öpeyim ki, son ziyaretçilerimin hayatımdan umut kesip ne zaman yanımdan kalktıklarını hiç umursamazdım.
Bunlardan biri sabahleyin her sarhoştan önce davranarak içki içmektir. Sürekli şekilde içki içerim, coşarım.
Hem kendi kazandığım ve hem de bana miras kalan her şeyi satar savururum.
Tüm kabilem beni bırakıp kaçıncaya,
Ve ölüme terk edilmiş sünepe deve gibi yalnız başıma kalıncaya kadar.
Yine ünlü bir cahiliye dönemi şairi olan A’şâ’nın bir şiiri şöyledir: “İyi bilirsin ki, ben içki içerim
Hem evimde otururken ve hem de yolculuk sırasında
Çayırda o kadar o kadar geç vakte kadar içerim ki,
“Çayıra çöken gece karanlığı amma da uzadı” dedirtirim.”
Bir başka tanınmış eski arap şairi de şunları söylüyor:
“İçki içerim
Küçük ve büyük kadehler ile Sarhoş olunca artık ben
Masallardaki konak ve sedir saraylarının sahibiyim Fakat ayılıverince, o zaman ben
Sadece körpe kuzunun ve devenin sahibiyim” Cahiliye şiirinden bu tür örnekler pek çoktur.
İslâm toplumunda içki yasaklamasının çeşitli aşamaları boyunca enteresan olaylar yaşandı. Bu olayların tanınmış kahramanları vardır. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Hamza, Hz. Abdurrahman b. Avf ve bunlar ayarında daha birçok ünlü isim bu kahramanlar arasında yer alır. Gerek bu enteresan olayları ve gerekse bu olayların ünlü kahramanlarını göz önüne getirince alkollü içki tutkunluğunun cahiliye dönemi Arap toplumunda ne kadar yaygın bir hastalık olduğunu, başkaca ayrıntılı bilgiye hacet kalmadan kavrarız.
Bir rivayete göre Hz. Ömer, nasıl müslüman olduğunu anlatan hatıraların bir yerinde der ki; “Ben cahiliye döneminde müthiş bir ayyaştım. Öyle ki, sürekli olarak `Falanca ayyaş ile buluşalım da birlikte içelim’ diye konuşurdum.”
Hz. Ömer müslüman olduktan sonra da şu ayet ininceye kadar içki içmeye devam etti:
“Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür.” (Bakara Suresi, 219)
Hz. Ömer, bu ayetin inişi üzerine “Allah’ım, bize içki hakkında kesin ve doyurucu bir açıklama yap” diye dua etti ve içki içmeye devam etti. Bir süre sonra incelemekte olduğumuz ayet indi:
“Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza durmayınız.”
Hz. Ömer, bu ayetin inişi üzerine de “Allah’ım, bize içki hakkında kesin ve doyurucu bir açıklama yap” diye dua ederek yine içki içmeye devam etti. Ta ki, şu kesin yasaklama ayetleri ininceye kadar:
“Ey müminler! İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz.”
“Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin tohumları ekmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz, değil mi?” (Maide Süresi, 90-91)
Bu ayetlerin inişi üzerine Hz. Ömer “Son verdik, son verdik” dedi ve içkiyi kesinlikle bıraktı.
“Ey müminler, sarhoşken namaza durmayız…” diye başlayan ayetin iniş sebebine ilişkin iki rivayet vardır. Bu iki rivayetin zincirinde muhacirlerden Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf ile Ensârdan Saad b. Muaz vardır. Rivayetlerin anlattığı olaylar şöyle:
İbn-i Ebu Hatem’in Yunus b. Habib yolu ile Ebu Davud’a dayandırarak bildirdiğine göre Musab b. Saad şöyle diyor: “Saad hakkında dört ayet indi. Şöyle ki, bir defasında Ensardan biri yemek hazırladı, Ensardan ve Muhacirlerden bazı arkadaşları çağırdı. Yedik, içtik, sonunda sarhoş olduk. Arkasından övünmeye başladık. Bu arada arkadaşlardan biri devenin çene kemiği ile Saad’ın burnunu yaraladı. Bu olaydan sonra Saad’ın burnu yaralı kaldı. Bu olay içkinin yasaklanmasından önce olmuştu. Bunun üzerine “Ey müminler, sarhoşken namaza durmayanız…” ayeti indi” (Bu hadis, Şubeden rivayet edilmiş olarak ayrıntılı şekilde Müslim’de yer alır.)
İbn-i Ebu Hatem, Muhammed b. Ammar, Abdurrahman b. Abdullah Deştukî, Ebu Cafer ve Ata b. Saib yolu ile Ebu Abdurrahman Es-Selemî’ye dayandırarak bildirdiğine göre Hz. Ali şöyle diyor; “Bir defasında Abdurrahman b. Avf yemek hazırladı ve bizi evine çağırdı. Bu arada bize içki de verdi. İçince sarhoş olduk. Namaz vakti gelince bir arkadaşımızı imamlığa geçirdiler. Arkadaşınız ne dediğini bilmediği için Kâfirûn suresini `Kul ya eyyuhel kâfirun maa’budu ma ta’budûn ve nahnu na’budu mata’budûn’ (Manası şudur; De ki, Ey kafirler ben sizin taptıklarınıza tapmam. Biz ise sizin taptıklarınıza taparız.) biçiminde okudu. Bunun üzerine `Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza durmayınız’ ayeti indi.

Cahiliye toplumunda içki tutkunluğunun ne kadar yaygın bir hastalık olduğunu kanıtlamak için daha çok rivayete, daha çok örneğe yer vermemize gerek yok. Sözün kısası içki ve kumar bu toplumun geleneklerinde bariz ve içiçe girmiş iki hastalık idi.
Peki, ilâhi sistem bu yaygın geleneğe karşı çıkmak için ne yaptı? Hiçbir ciddî, sağlıklı, bilinçli ve dengeli toplumun bünyesinde yer vermeyeceği bu hastalığa karşı İslâm ne yaptı? Bu sistem bir yandan birçok sosyal gelenekle içiçe girmiş, bir yandan da birçok ekonomik çıkara malzeme olmuş bu köklü alışkanlıkla nasıl mücadeleye girişmiştir?
İlahî sistem bütün bu problemleri aşama aşama inen birkaç ayet aracılığı ile ve yumuşak ve soğukkanlı bir yaklaşımla çözüme kavuşturdu. Bu mücadeleyi savaşsız, kurbansız olarak ve hiç bir kimsenin kamı akıtmaksızın kazandı. Akan sadece şarap fıçı ve tulumları ile sarhoşların ağızlarındaki son içki yudumları oldu. Çünkü az sonra anlatılacağı gibi adamlar içki yasağını ilân eden ayeti işitince ağızlarındaki içki yudumlarını yutmamışlar ve dışa tükürmüşlerdi.
İslâm’ın ne devlete ve ne de otoriteye sahip olmadığı sadece Kur’an’ın otoritesine sahip olduğu Mekke döneminde bu sistemin içki ile ilgili görüşünü çıtlatan bir ayet indi. İslâm’ın bu konuda ne düşündüğü bu ayetin kelimeleri arasında çıkan bir işaretle sezilebiliyordu.
Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
“Hurma ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden içki ve temiz besin elde edersiniz…” (Nahl Suresi, 67)
Bu ayette o zamanki Arapların hurma meyvalarından ve üzümden elde ettikleri sarhoşluk verici içki, temiz besinlerin karşısına konuyor, böylece içki ile temiz besinin ayrı nitelikte şeyler olduğu îma ediliyor. Bu ima körpe müslümanın vicdanına hafifçe dokunan bir fiskeden ibaretti.
Oysa içki alışkanlığı -daha doğrusu içki geleneği- kişisel alışkanlık boyutlarını aşan bir derinliğe sahipti. O ekonomik kökleri olan bir sosyal gelenekti. Bu yüzden böylesine okşayıcı ve dolaylı bir fiskeden etkilenmeyecek derecede köklü idi.
İslâm’ın devlete ve otoriteye sahip olduğu Medine’de de içkiyi devlet gücü ile, kılıç zoru ile yasaklama yoluna başvurulmadı. İlk önce Kur’an otoritesi ‘ devreye kondu.
Böylece ilâhi sistem. kollarını sıvayarak işe koyuldu. Çalışma yöntemi yumuşaklığa, zorlamasızlığa, insan psikolojisine ve toplumsal şartlara ilişkin engin bilgiye dayanıyordu.
İlk önce müslümanların sorduğu sorulara cevap niteliği taşıyan bir ayetle işe girişildi. Bu sorular içkiye ve kumara karşı müslümanların vicdanlarının uyanmak üzere olduğunu simgeleyen ilk şafak ışıklarının müjdecisi idi. Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
“Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür.” (Bakara Suresi, 219)
Bu ilk sesleniş idi. Bu ses müslümana akla yakın ve sıcak geldi, ayrıca İslâm hukukunun mantığı ile de bağdaşıyordu. çünkü her hangi bir şeyin helâl, haram ya da mekruh olmasının dayanağı ve gerekçesi o şeyde günahın mı, yoksa yararlılığın mı baskın olduğu sorusunun cevabı idi. Madem ki, içkinin ve kumarın günahı, faydasından daha büyüktü, mesele yok, burası yol ayrımı noktası oldu.
Fakat mesele bundan daha derindi. Nitekim bu yüzden Hz. Ömer -Evet, Hz. Ömer!- “Allah’ım, bize içki konusunda kesin, doyurucu bir açıklama yap” demişti. Sırf bu olay bile bu geleneğin Arap toplumu içinde ne kadar derin köklere sahip olduğunu göstermeye yeterli idi.
Arkasından da az önce anlattığımız,olaylar meydana geldi ve bu olaylar üzerine “Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayınız.” ayeti indi.
Böylece ileri görüşlü ve yumuşak yüzlü metod fonksiyonunu yürütmeye başladı.
Bu ayetle atılan adım, günahı faydasından daha büyük olduğunu gerekçe göstererek insanları içkiden nefret ettirmek ile şeytan işi bir iğrençlik olduğu gerekçesine dayanarak onu kesinlikle yasaklamak arasında bir orta aşama oluşturuyordu. Bu orta aşamanın fonksiyonunu “içki alışkanlığını kırmak” ya da “alkolikliğin beline darbe vurmak” idi.
Sebebine gelince bu aşamada namaz vakitlerine yakın saatlerde içki içmek yasaklanıyordu. Öte yandan namaz vakitleri gündüzün değişik saatlerine dağılmıştı. Namaz vakitleri arasındaki zaman aralıkları içki tutkunlarını tahmin edecek derecede içki içip de sonra “ne dediklerini fark edecek” oranda ayılmalarına yetecek genişlikte değildi. Üstelik alkoliklerin gelenekleştirdikleri belirli vakitli içki seansları vardı. Meselâ “sebuh” sabahleyin içilen içki ve “gabûk” akşamleyin içilen içki demekti. Oysa şimdi bu seanslar ya bir namaz vakti ile çakışıyor, ya da biraz sonrasında namaz vakti giriyordu. Bu durumda müslümanın vicdanı namazı kılmak ile. içki içme hazzını yaşamak arasında kalıyordu. Üstelik bu vicdan, namazı hayatının temel direği olarak algılama bilincine ermişti.
Bununla birlikte Hz. Ömer -evet, Hz. Ömer gibi seçkin bir müslüman!”Allah’ım, bize içki konusunda kesin ve doyurucu bir açıklama yap” demişti.
Sonra zaman geçti, olaylar birbirini izledi ve kesin darbeyi indirmek için sistemin öngördüğü uygun zaman geldi. Bunun üzerine Maide suresinde yer alan yukarda okuduğumuz şu iki ayet indi. Bu ayetleri tekrar okuyalım:
“Ey müminler! İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan-işi iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz.”
“Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin tohumları ekmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz, değil mi?” (Maide Suresi, 90-91)
Müslümanlar bu emri işitir-işitmez gerçekten içkiyi bırakıverdiler; her tarafta şarap fıçıları ve şarap testileri kırılarak içlerindeki içkiler sokaklara döküldü. Hatta bu emri içki içerken işiten ve henüz ağzına aldığı içki yudumunu yutmamış olan müslümanlar da ağızlarında bulunan bu içki yudumlarını dışarıya tükürdüler. Kur’an-ı Kerim davayı kazanmıştı, ilâhi sistem başarıya ulaşmış ve güç kullanmak gereğini duymaksızın otoritesini kabul ettirmişti!

Fakat bu nasıl olmuştu? Tarihte başka hiç bir örneğine rastlanmayan, bütün zamanların ve bütün ülkelerin yasal düzenlemelerinde, hukukî deneyimlerinde ve devlet yönetimi uygulamalarında başka bir eşi bulunmayan bu mucize nasıl gerçekleşmişti?
Bu mucize gerçekleşti. Çünkü ilahi sistem, insan psikolojisine kendine özgü yöntemi ile yaklaştı. Bu psikolojiye Allah otoritesi, Allah korkusu ve Allah gözetimi, bir an bile Allah’ın denetimi dışında,kalamayacağı gerçeği ile karşı karşıya bıraktı. Onu birbirinden kopuk istek ve arzuları ile değil, bir bütün olarak ele aldı. Kısacası insan fıtratını, bu fıtratın yaratıcısı olan yüce Allah’ın reçetesi uyarınca tedavi etmeye koyuldu.
İnsan ruhunu öyle büyük idealler ile doldurdu ki, orada içki neşesi ile sarhoşluk hayalleri ve sarhoşluğun beraberinde getirdiği kof övünme ve böbürlenmeler ile doldurulacak bir boşluk bırakmadı.
Bu din, insan ruhunun boşluklarını büyük idealler ile doldurdu. Bu ideallerden biri tümü ile insanlığı, şu şaşkın insanlığı cahiliyenin kupkuru çölünden, bu çölün kavurucu sıcaklığından, çarpıcı karanlığından, onur kırıcı tutsaklığından ve boğucu dar görüşlülüğünden çıkarıp İslâm’ın büyüleyici bahçesine, bu bahçenin ılık meltemine, parlak aydınlığına, onurlu özgürlüğüne ve dünya ile Ahireti kapsayan ufuk genişliğine kavuşturmaktır.
Yine bu sistem, insan ruhunun boşluğunu -en önemli ideali olan- iman ideali ile; o ılık meltemli, gönül okşayıcı, iç doyurucu ve çekici duygunun coşkusu ile doyurdu. Böylece insan ruhunun; içkinin yalancı neşesine, bu neşenin asılsız, hayalleri içinde yüzmeye, kandırıcı rüyaları içinde sayıklamaya artık ihtiyacı kalmadı. Çünkü o, imanın parlak kanatları ile yüce ruhlar aleminin aydınlığına doğru uçuyordu artık. Yüce Allah’ın yakınında, nûrunun ve yüceliğinin gölgesi altında yaşıyordu. Bu eşsiz yakınlığın tadına vardığı için içkinin tadından ve neşesinden iğreniyor, onun sarhoşluğunu ve coşturuculuğunu reddediyor, pisliğinden ve işin sonundaki burukluğundan tiksiniyordu.
Bu ilâhi sistem, fıtratı cahiliye hayatının tortularından arındırdı, onun kapısını başka bir anahtar ile açılamayacak olan kapısını -kendi şifreli anahtarı ile açıp içine girdi; köşe-bucaklarında, giriş yollarında, dehlizlerinde ve kuytuluklarında gezindi. Buralara aydınlık, canlılık, arınmışlık, temizlik, uyanıklık, idealizm, iyiliğe ve büyük işlere koşma gayreti ile yeryüzü halifeliği şevki aşıladı. Bu işi her şeyi bilen ve herşeyden haberdar olan yüce Allah’ın fıtratın mayasına koyduğu kurallar uyarınca, bunun yanısıra yüce Allah’ın buyruğu, şartları, kılavuzluğu ve ışığı uyarınca yaptı.
Şimdi, içki tutkunluğu, kumar tutkunluğu, bunların yanısıra diğer birçok alışkanlıkların tutkunluğu, sözde sportif oyunlar tutkunluğu, bu oyunlara seyirci olma tutkunluğu, hız-yarış tutkunluğu, sinema tutkunluğu, “moda” ve “çıplaklık” çılgınlığı, boğa güreşleri tutkusu; günümüz cahiliye uygarlığının, endüstri çağı cahiliyesinin, bilinçsiz insan sürülerini kendinden geçiren bir sürü hobilerini ve gülünç ihtiraslarını düşününüz.
Bütün bunlar günümüz insanının pençesinde kıvrandığı ruh boşluğunun göstergeleridir. Bu ruhlar en başta imandan yana, ikinci derecede de insan enerjisini yararlı biçimde kanalize edecek büyük ideallerden ve yüce ülkülerden yana boşturlar. Bu durum, bu uygarlığın insan enerjilerini normal yollardan tatmin edemediğinin, bu konuda iflasa uğradığının somut ve açık ifadesinden başka bir anlama gelmez. İşte insanları içkiye ve kumara sürükleyen, onları az önce saydığımız deliliklerin ve çılgınlıkların pençesine düşüren temel faktör; bu ruh boşluğu ve bu fıtri enerjileri doyuma kavuşturma alanındaki uygarlık iflâsıdır. Ayrıca zamanımızın insanlarını bildiğimiz, somut “deliliğin” çeşitli psikolojik ve sinirsel hastalıkların ve anormalliklerin kucağına atan sebep de yine bu boşluk ve bu iflâstır.
İslâm sisteminde bu eşsiz içkiyi bıraktırma mucizesini gerçekleştiren faktör, ilgili ayetlerin kelimeleri değildir. Bu mucizeyi gerçekleştiren faktör; bu kelimelerin belirdiği, ilkeleştirdiği sistemdir. “İnsan işi” olan değil, “insanların Rabbinin işi” olan sistem. İşte, bu sistem ile insanların benimsedikleri ve fazla işe yaramadığı tecrübelerle kanıtlanmış olan bütün kul sistemleri arasındaki köklü fark bu noktada yatar.
Mesele sadece söz söylemek değildir. Sözler çoktur. Herhangi bir filozof, herhangi bir şair, herhangi bir düşünür, herhangi bir devlet adamı sistem, akım ve felsefe ekolü görünümü veren parlak ve tutarlı bir takım yazılar yazabilir veya sözler söyleyebilir. Fakat insanların vicdanları bu sözleri veya yazıları otoriteden yoksun sesler ya da yazılar olarak algılayacaklardır. Çünkü bu yazılar ve sözlere ilişkin olarak “yüce Allah hiçbir güç, hiçbir destek indirmiş değildir.” (Yusuf Suresi, 40) Çünkü kelimelere güç veren, ve otorite kazandıran faktör bunların kaynağıdır. Üstelik insan kaynaklı sistemler, bu niteliklerinin kaçınılmaz gereği olarak yapılarında birçok yetersizlikler, şahsî ihtiraslar, bilgi eksiklikleri ve noksanlıklar taşırlar.
Acaba herşeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yaratıcının sistemini bir yana bırakarak insanlar için hayat düzeni ortaya koymaya kalkışanlar, hikmetli ve geniş görüşlü yaratıcının koyduğu kanunları bir yana bırakarak insanlar için başka yasalar koymaya yeltenenler, toplumlara yaratıcı ve tasarlayıcı Rabbimizin ilkelerinden başka ilkeler empoze etmeye kalkışanlar acaba bu yalın, bu çıplak gerçeği ne zaman kavrayacaklar?
Evet, acaba bu adamlar bu kendini beğenmişlik kompleksinden ne zaman kurtulacaklar ve bu saçma ukalâlığa ne zaman son verecekler?
Bu ara açıklamayı burada noktalayarak yeniden ayetin incelemesine dönelim:
“Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar ve de cünüpken -yolculuk hali dışında- yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız.”
Bu ‘ayet, müslümanlara sarhoşken -ne dediklerinin farkında oluncaya kadar- namaza durmayı yasakladığı gibi cünüpken de -yolculuk durumu dışında- yıkanmadıkça namaz kılmayı yasaklıyor.
Yalnız bu ayette yer alan “Yolculuk” ve “Namaza yaklaşma” deyimlerinin ne anlama geldikleri tartışmalıdır.
Bir görüşe göre ayetin anlatmak istediği şudur: Cünüp olan kimse yıkanmadıkça camiye ne yaklaşabilir ve ne de içine girip .durabilir. Yalnız eğer yolu caminin, mescidin ïçinden geçiyorsa bu durumda camiye, mescide girip çıkmasının sakıncası yoktur. Sebebine gelince Peygamberimizin zamanında bazı sahabilerin oturdukları odaların kapıları mescide açılıyor ve evlerine gidiş-dönüş yolları mescidden geçiyordu. İşte bu ayette bu kimselere cünüpken mescidden geçiş izni verilmiş oluyordu. Yalnız yıkanmadıkça mescidde kalamayacaklar ve tabiî olarak namaz kılamayacaklardı.

Başka bir görüşe göre ise buradaki “Namaza yaklaşmak” deyimi namaza durmak, namaz kılmak anlamındadır. Böyle olunca bu ayet, yolcu olmayan bir cünübün namaz kılmasını yasaklıyor. Cünüp kimsenin yıkanmadıkça camiye ya da mescide girip namaz kılabilmesi için teyemmüm etmesi gerekir. Bu durumda teyemmüm, yıkanmanın, boy abdesti almanın yerine geçmiş olur. Tıpkı abdest almanın yerine geçtiği gibi.
Birinci görüş daha haklı ve daha mantıklı gibi görünüyor. Çünkü ikinci varsayım, yani yolculuk durumu aynı ayetin daha sonraki cümlelerinde anlatılıyor. Bu yüzden eğer ayetin başlangıcındaki bu “Yolculuğu” normal yolculuk anlamına alırsak o zaman aynı ayette bir hüküm iki defa tekrarlanmış olur ki, bunun hiçbir zorunlu gerekçesi yoktur. Şimdi de ayetin devamını okuyoruz:
“Eğer hasta ya da yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise ya da kadınlara dokunmuşsanız da bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz.
Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.”
Bu ayet hem cünüp olup yıkanması, boy abdesti alması gereken yolcunun durumunu ve hem de abdestini bozup abdest alma zorunluluğu ile karşı karşıya kalan yolcunun durumunu kapsamına alır.
Ayet bu yolcunun durumu ile cünüp olan ya da abdestsiz olan hastanın durumunu, yanısıra helâdan gelen (Ayet-i Kerimede hela Gait şeklinde ifade edilmektedir. Gaitten maksat o dönemde insanların tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için kazdıkları çukura denir. Ayette kazılan çukura def-i hacette bulunmanın zikredilmesi yerine “O çukurdan gelme” ifadesi kullanılmıştır. ilahi kelama layık bir üslubtur.) yani abdest bozup abdest alması gereken kimsenin durumunu ve bunlara ek olarak “kadınlara dokunanlar”ın durumunu aynı sayıyor, bir görüyor. Yalnız ayette önemli bir incelik var. “Helâ” insanların abdest bozdukları çukur yerler demektir. Buradan abdest bozma eylemi “helâ”dan gelme biçiminde son derece nazik ve dolaylı bir dille ifade ediliyor.
“Kadınlara dokunma” deyimi hakkında da değişik görüşler, farklı yorumlar vardır. Şöyle ki:
Bir görüşe göre bu deyim “Cinsel ilişki işi”ni anlatmak isteyen dolaylı bir ifadedir. O zaman bu eylem, tabii ki, yıkanmayı, boy abdesti almayı gerektirir.
Başka bir görüşe göre bu deyim gerçekten bildiğimiz dokunma, yani erkek vücudunun herhangi bir organının, kadın vücudunun herhangi bir yerine
değmesi anlamına gelir. Bu durum bazı fıkıh mezheplerine göre abdest almayı gerektirir, bazı mezheplere göre böyle bir gereklilik doğurmaz. Bu mesele ile ilgili ayrıntılı tartışmalar fıkıh kitaplarında bulunabilir. Biz bu tartışmaları kısaca şöyle özetleyebiliriz:
a- Erkek ile kadının birbirine dokunmaları kesinlikle abdest tazelemeyi gerektirir.
b- Eğer dokunan ve dokunulan taraflar bu dokunma eylemi yüzünden nefislerinde bir uyanma hissetmişler ise o zaman bu dokunma eylemi abdest yenilemeyi gerektirir.
c- Eğer dokunan taraf kendi iç algısı ile bu dokunuşun nefsini uyandırdığını hissederse bu dokunuşundan dolayı abdest yenilemesi gerekir.
d- Kadına dokunmak kesinlikle abdest yenilemeyi gerektirmez. Erkeğin karısına sarılması, öpmesi de böyledir, yani abdesti bozmaz.
Ayrıntılı meselelere ilişkin bütün benzeri fıkıh tartışmalarında görüldüğü gibi bu meselenin bütün farklı görüşleri de Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) tercihlerini destekleyen sözlerine ve davranışlarına dayandırmaktadırlar.
Bizim kişisel tercihimize göre ayetteki “Ya da kadınlara dokunmuşsanız” ifadesi kinaye yolu ile yıkanmayı gerektiren eylem (cinsel ilişki) anlamına gelir. Böyle olunca bu eylemden dolayı abdest alınması gerektiğini ya da gerekmediği ileri süren bütün tartışmalı görüşleri burada zikretmeyi bizim açımızdan gereksiz buluyoruz.
Bütün bu durumlarda ister yıkanmak ve ister abdest almak gerekmiş olsun, eğer su bulunmaz ise ya da su bulunur da kullanılması zararlı olursa yahut yıkanmayı ve abdest alması gereken kimsenin su kullanacak gücü yoksa teyemmüm etmek, yıkanmanın ve abdest almanın yerine geçer. Okuduğumuz ayette teyemmümden şöyle söz ediliyor:
“…Temiz bir toprakla teyemmüm ediniz.”
Yani pak, temiz bir toprağa başvurunuz. Ayette kullanılan “saîd” kelimesi toprak, taş, duvar gibi yer cinsinden olan her şey anlamına gelir. Söz konusu toprak, havada uçuşup binek hayvanının sırtına ya da yatak döşeği üzerine konan tozlardan oluşmuş olabilir. Yeter ki, bu tozlar üzerlerine inecek el darbeleri arkasından havada uçuşabilsinler.
Teyemmüm almak için ya avuç içleri ile topraklı yüzeye bir kere vurulduktan sonra avuçlar silkelenerek önce yüz ve arkasından dirseklere kadar kollar ovulur, ya da avuç içleri ile toprağa iki kez vurulur ve birinci darbeden sonra yüz, ikinci darbeden sonra da dirsekler ovulur. Bu meseleye ilişkin ayrıntılı fıkıh tartışmalarının sebeplerini, dayanaklarını burada hatırlatmayı gerekli görmüyoruz. Çünkü bu din, kolay uygulanabilir bir sistem getiriyor ve teyemmüm hükmünün ortaya konması, bu kolaylığı açıkça ortaya koyan kanıtlardan biridir. Ayetin sonuç cümlesini okuyoruz:
“Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.”
Bu sonuç cümlesi bize söz konusu kolaylığın, yetersizlikleri anlayışla karşılamanın kusurları hoş görmenin ve hataları bağışlamanın sıcak mesajını vermektedir.

TEYEMMÜMÜN HİKMETİ

Bu ayetin açıklamasını ve bu dersi noktalamadan önce bu kısa ayetin içerdiği bir inceliğe değinmek istiyoruz. Ünce teyemmümün hikmeti üzèrinde duralım, daha doğrusu bu ibadetin yüce Allah’ın kavramamızı lütfettiği bazı hikmetlerini hatırlatmaya çalışalım.
Şunu hemen belirtelim ki, İslâm’ın yasal düzenlemelerinin ve ibadetlerinin hikmetlerini araştıranlar bazan şöyle bir sakat yola başvururlar. İnceledikleri yasal düzenlemenin ya da ibadetin bütün hikmetlerini teker teker arayıp buldukları ve ortada buldukları hikmetler dışında başka hikmet kalmadığı izlenimini uyandıran kesin bir dil kullanırlar. Eğer elimizde hikmetleri sınırlayan bizzat İslâm kaynaklı bir delilimiz yoksa Kur’an’ın nasslarına ve yasal hükümlerine böyle bir metodla yaklaşmamız son derece sakat bir tutumdur. Bunun yerine her zaman şöyle dememiz doğru olur: “Bu nass ya da bu hüküm hakkında bizim bulabildiğimiz, fark edebildiğimiz hikmet ya da hikmetler bu kadardır. Bu nassın ya da bu hükmün söylediğimiz dışında tarafımızdan fark edilemeyen ve algılanamayan başka sırları, başka hikmetleri olabilir”. Böyle demekle ilâhi hükümler karşısında insan aklını karşıt kutuplaşmaların aşırılıklarına düşmeden, layık olduğu gerçek yerine koymuş oluruz.
Bu hatırlatmayı yapmamın sebebi şudur: Aralarında iyi niyetlilerin de bulunduğu bazı kimseler İslâmiyet’in nasslarını ve hükümlerini insanlara aktarırken yanlarında pratik insan deneyimlerinden veya “Modern bilim”in buluşlarından derlenen belirli hikmetlerini sunmaya meraklıdırlar. Bu iyi bir tutumdur. Fakat bir yere kadar, aşılmaması gereken bir sınıra kadar. Bu sınır az önce değindiğimiz çizginin ötesine geçmemelidir.
Meselâ çoğu yorumlarda namazdan önce alınan abdestin hikmetinin temizlik olduğu söylene gelmiştir.
Abdestin böyle bir amacı içerdiği söylenebilir. Fakat eğer onun tek amacının bu olduğunu, bundan başka hiçbir amaç taşımadığını söylersek işte bu son derece sakat, aynı zamanda güvenilmez bir yaklaşım tarzı olur.
Sebebine gelince gün olmuş, bazı sivri akıllı İslâm düşmanları şöyle demeye başlamışlardır; “Böyle ilkel bir yola başvurmaya artık ihtiyacımız kalmadı. Çünkü şimdi temizlik diye bir problemimiz yok. İnsanlar temizliği zamanımızda gündelik hayatlarının proğramlı bir parçası haline getirmişlerdir. Madem ki, abdestin hikmeti temizlenmektir, buna göre artık namazdan önce abdest almanın hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Hatta artık namaz kılmanın bile bir gereği kalmadı!”
“Namazın hikmeti” konusunda da çoğu kere değişik yorumlarla karşılaşırız. Kimi zaman, namazın gerekçesinin vücudun tümünü çalıştıran jimnastik hareketleri yaptırmak olduğu ileri sürülür. Kimilerine göre ise namazın hikmeti müslümanı disipline alıştırmaktır. Önce vakitleri gözetme disiplini, ikinci olarak belirli hareketleri yapma disiplini, üçüncü olarak da düzgün saflar oluşturma ve imama uyma disiplini. Kimilerine göre de namazın hikmeti dua ve Kur’an okuma yolu ile yüce Allah (celle celaluhu) ile ilişki kurmaktır. Namazın bu ya da şu amacı içerdiği söylenebilir. Fakat “Namazın amacı sadece bu ya da sadece şudur, ya da bu söylenenlerdir” diye kestirip atmak, bu konudaki sağlıklı metodunu ve güvenlik çizgisini aşmak olur.
Nitekim öyle zamanlar geldi ki, bazı sapıkların şöyle amaçlar ileri sürdüklerini gördük; “Artık namazın içerdiği jimnastik hareketlerini yapmamıza gerek kalmadı. Çünkü günümüzde bir bilim dalı haline gelen spor faaliyetleri çeşitli bölümlerindeki çalışmaları ile bu organik ihtiyacı fazlası ile karşılamaktadırlar.”
Başka baza sapıklar da şöyle diyor; “İnsanlarda disiplin alışkanlığı meydana getirmek için artık namaz kılmamıza gerek yok. Çünkü en büyük disiplin ocağı olan askerlik eğitimi, bu ihtiyacı yeterince karşılamaktadır.”
Diğer bazı sapıklar da şöyle saçmalıklar gevelemeye koyulmuşlardır “Namazın şeklini belirlemeye, bu ibadeti kesin kalıpların çerçevesine oturtmaya gerek yoktur. Çünkü Allah ile ilişki kurmak herhangi bir tenha köşedeki fısıltılı yakarışlar yolu ile gerçekleşebilir. Bunun için bedenin belirli hareketler yapması gereksiz ve hatta yersizdir. Çünkü bu beden hareketleri, ruhi girişimleri ve psikolojik akrobasileri frenler.”
İşte eğer bu sakat yolu izleyerek İslâm’ın her ibadetinin, her yasal düzenlemesinin hikmetini “belirleme”ye kalkışırsak bu ibadetlere ve yasalara ya “insan akli” ya da “Modern bilim verileri” uyarınca birtakım gerçekler yakıştırıp da arkasından “Bu ibadetlerin, bu hükümlerin hikmetleri bunlardan ibarettir” diye kestirip atarsak yüce Allah’ın nassları ve hükümleri karşısında takınmak zorunda olduğumuz sağlıklı ve tutarlı tutumun uzağına düşmüş oluruz. Bunun yanısıra bu alandaki “Güvenlik çizgisi”ni de aşmış, düşmanca yorumlara kapı açmış oluruz. Üstelik böyle bir gerekçe yakıştırma metodu, özellikle modern bilimin verilerine bağlandığı takdirde her zaman köklü yanılgılara düşme ihtimali ile karşı karşıyadır. Çünkü modern bilimin verileri değişmez kesinlikler değildir. Tersine bu veriler hergün sürekli düzeltmelere ve değiştirmelere açık bir nitelik taşırlar.
Nitekim incelemekte olduğumuz konuya bu açıdan bakınca abdestin ve tüm vücudu yıkamanın hikmetinin “sadece” temizlik olmadığı açıkça görülür. Çünkü bu ibadetlerin yerini tutan teyemmüm ibadeti, söz konusu temizlenme hikmetini gerçekleştirmiyor. Buna göre abdestin ve yıkanmanın, teyemmüm yolu ile de gerçekleşen başka bir hikmeti daha olmalıdır.
Şimdi biz az önce değindiğimiz hataya kendimiz düşerek kesin konuşacak veya sözü kestirip atacak değiliz. Bunun yerine ihtiyatlı bir dille şöyle diyoruz: Belki de abdestin ve yıkanmanın bir diğer hikmeti normal gündelik meşguliyetler ile yüce Allah’ın huzuruna çıkma girişimi arasına herhangi bir uyarıcı eylem koyarak yüce Allah ile buluşmaya psikolojik bir hazırlık yapmaktır. Eğer bu düşüncemiz yerinde ise o zaman teyemmüm, söylediğimiz açıdan, yıkanmanın ya da abdest almanın yerini tutabilir.
Bunun ötesi insan ruhunun giriş yollarını, girintili=çıkıntılı Lâbirentlerini herkesten iyi bilen yüce Allah’ın kapsamlı ve engel tanımaz bilgisine kalmıştır. Geride kalan bir başka mesele de şudur: Biz kullar ulu, yüce ve her türlü ölçüler-üstü büyük olan Allah karşısında takınmak zorunda olduğumuz edebin kurallarını iyi öğrenmeliyiz.
Bu ayette dikkatimizi çeken bir başka nokta da şudur: Bu ilâhi sistem, her türlü özür, her türlü engel karşısında direnilerek namazın mutlaka kılınmasını özendiriyor. Bu yoldaki engelleri etkisiz hale getiriyor. Bu amaçla getirdiği bariz kolaylıklardan biri, teyemmümü, abdestin ya da yıkanmanın veya her ikisinin yerine koymaktır. Müslüman bu kolaylığa su bulamadığı ya da su kullanmaktan zarar görebileceği veya varolan az miktardaki suyu hayatın zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmak zorunda olduğu durumlarda ve bunların yanısıra bazı görüşlere göre su bulunsa bile yolculuk sırasında başvurabilir.
Ayrıca tehlikeli anlarda ve savaş alanlarında kılınacak namazlarda da birçok kolaylıklar tanınmıştır. Bütün bunlar açıkça şunu gösterir: Bu ilâhi sistem namaz kılmaya olağanüstü derecede önem veriyor, şartlar ne olursa olsun namaz kılmamaya açık kapı bırakmaya kesinlikle yanaşmıyor. Hiçbir mazeret namazı bırakmaya gerekçe sayılmıyor. Bu titizlik hastalık durumunda da açıkça görülür. Hastaların oturarak, yatarak, sayıklarken namaz kılmaları, vücudlarını ya da bazı organlarını kımıldatamayacak derecede ağır durumda iseler göz kapaklarının hareketleri aracılığı ile namaz kılabiliyorlar.
Çünkü namaz kul ile yüce Allah arasında kurulan bir ilişkidir. Yüce Allah, kulun bu ilişkiyi kesmesine razı olmuyor. Çünkü bu ilişkinin ve bu bağın kul için ne oranda gerekli olduğunu biliyor. Yoksa yüce Allah’ın ne insanlara ve ne de diğer varlıklara ihtiyacı yoktur. Ayrıca kulun namazı O’na hiçbir şey kazandırmaz. Namazın kazancı onu kılan kullara dönüktür. Namaz onları kötülüklerden uzak tutar. Namazla yüce Allah ile gerçekleştirdikleri bağlantı sayesinde ve yükümlülüklerini yerine getirmede Allah’tan yardım görme kolaylığı, kalplerinde huzur, gönüllerinde dirlik ve varlıklarında bir şevk tazeliği hissederler. Fıtratlarının isteklerine uygun bir yolla, yüce Allah’ın himayesi altında, yakınında ve gözetiminde oldukları bilincini kazanırlar. Hiç kuşkusuz yüce Allah onların bu fıtrî ihtiyacını, bu fıtrata neyin yararlı olacağını ve onu neyin islâh edeceğini bilir. Çünkü yarattıklarını herkesten iyi bilen, bilgisi önünde hiçbir engel bulunmayan ve herşeyin içyüzünden haberdar olandır.
Son olarak bu ayette geçen bazı nazik, bazı ince ifadelere dikkatleri çekmek istiyoruz: Ayette helâda abdest bozma eyleminden söz edilirken “İçinizden biri helâdan gelmiş ise…” deniyor, bunun yerine “şöyle şöyle yapınca” denmiyor, hatta abdest bozma eylemi, bu eylemin yapıldığı yerden dönme ifadesiyle dolaylı biçimde dile getiriliyor. Üstelik abdest bozma eylemi ikinci şahıslara (muhataplara) dayandırılarak “Eğer helâdan gelmişseniz…” de denmiyor, bunun yerine eylem üçüncü şahıslara (gaiplere) dayandırılarak “İçinizden biri helâdan gelmişse.” buyuruluyor. Böylece son derece nazik bir seslenme üslubu son derece ince imalı ifade tarzı kullanıyor, bu incelikli ve edepli üslubun insanlara; aralarındaki konuşmaları sırasında örnek olması isteniyor.
Tıpkı bunun gibi, aynı ayette, bildiğimiz kadın-erkek ilişkisinden sözedilirken “Ya da kadınlara dokunmuşsanız…” ifadesi kullanılıyor. Bu ifade son derece ince, muhteşem ve yüksek düzeyli bir ifadedir. “Dokunmak” deyimi hem bu eylemin ön girişimlerini ve hem de eylemin kendisini anlatabilir. Bu anlamlardan hangisi kasdedilmiş olursa olsun, bu anlatım tarzı yüce Allah’ın insanlara gösterdiği bir edep örneğidir. İnsanlar bu tür mahrem eylemleri açık açık anlatmak zorunda olmadıkları durumlarda bu tür dolaylı anlatım biçimleri kullanmalıdırlar.
Bu açıdan dikkatimizi çeken bir başka ifade şekli de şudur: Teyemmümün nasıl alınacağı anlatılırken topraktan “Pâk toprak” diye sözediliyor. Böylece her temiz şeyin pak ve her pis şeyin iğrenç olduğu anlatılıyor ki, bu ifade tarzı gönülleri etkileyen, nazik bir mesaj veriyor insana.
Ey ruhların yaratıcısı ve ey bu ruhların içyüzlerinin herkesten iyi bilicisi, sen ne kadar yücesin!

BİTMEYEN SAVAŞ

Bu sûrenin biraz ilerde okuyacağımız ayetler grubu, bir bütün olarak, müslümanları savaşa çağırıyor. Kur’an-ı Kerim’in başta yahudiler olmak üzere müslüman cemaatı kuşatmış olan cahiliye toplumunun bütününe karşı, müslümanlar eli ile girişmiş olduğu bir savaştır bu. Biz bu savaşın çatışmalarını ve alanlarını daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde de görmüştük. Savaş yine o savaş olduğu gibi düşman kamplar aynı kamplardır. Bu düşman kamplardan da gerek Bakara ve Al-i İmran surelerinin girişlerinde ve gerekse bu sûrenin girişinde sözetmiştik.
Evet, az ilerde okuyacağımız ayetler grubu müslüman cemaat eli ile müslümanları kuşatan düşman kamplara karşı bir dışa dönük savaş başlatıyorlar. Fakat aslında bu ayetler savaşın başlangıç çizgisini oluşturmaz. Sebebini şöyle açıklayalım: bilindiği gibi bu sûrenin şimdiye kadar incelediğimiz ayetlerinde İslâm’ın hukukî, ekonomik, ailevî ve ahlâkî düzenlerine ilişkin birçok hüküm ile karşılaştık. Bu ilâhi sistemin cahiliye bataklığından tutup çıkardığı İslâm toplumunda hâlâ varlığını sürdüren birçok cahiliye artığının silinmesi girişimlerine tanık olduk; İslâm’ın yeni ilkelerinin toplumda kökleşip egemen olmasına ilişkin yoğun çabaları izledik.
İşte bütün bu çabalar, İslâm toplumunun genel olarak Arap yarımadasındaki ve özellikle Medine’deki düşmanlarına karşı vereceği dışa dönük savaştan uzak ve kopuk faaliyetler değildir. Tersine sözkonusu içe dönük faaliyetler bu savaşı karşılamaya yönelik birer .hazırlık ve birer ön eğitim niteliği taşır. Başka bir deyimle bu içe dönük düzenlemeler bir kuruluş, bir yapılanma, bu genç toplumu İslâm sistemi uyarınca yeniden yapılandırma çalışmalarıdır. Ancak bu yeni yapılanma sayesinde bu genç toplum, çevresini saran düşmanlara karşı koyabilir, onlara üstün gelebilirdi.
Bu yüzden, Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde gördüğümüz gibi, öncelikle bu toplumun iç yapılanmasına önem veriliyor. Toplumun inanç sistemi, düşünceleri, ahlâkı, duyguları, hukuk sistemi ve kurumları yeni bir yapılanmaya kavuşturuluyor. Bu yeniden yapılanma süreci ile içiçe olarak müslüman topluma düşmanlarının içyüzü ve mücadele yöntemleri konusunda gerekli bilgiler verilerek düşmanlarının oyunları ve tuzakları konusunda uyarılıyorlar. Böylece müslümanlar kalpleri güvenle dolu, gözleri açık, iradeleri yoğunlaşmış-bilenmiş, önlerindeki savaşın niteliği ve kärşılarındaki düşmanın mahiyeti hususunda bilgi edinmiş olarak dışa dönük savaşa yöneltiliyorlar. Bu durumun bu sûrede de tıpatıp aynı olduğunu görüyoruz.
Bütün bu örneklerde Kur’an-ı Kerim, her cephede müslüman cemaatin yanında savaşa girer. Meselâ müslümanların vicdanlarında ve duygularında savaşa girer. Bu savaş sonucunda bu vicdanlarda yeni bir inanç sisteminin yapısını kurar, yeni bir Allah kavramını yerleştirir, evrene ve varlık alemine ilişkin yeni bir bakış açısı geliştirir, yeni ölçüler ve yeni değer yargıları oluşturur. Vicdanın orijinal fıtratını cahiliye kültürünün yozlaştırmalarından, kirlerinden, paslarından arındırır. Böylece vicdanlarda ve toplumlarda halâ etkili olan cahiliye değerlerini siler, bunların yerine İslâm’ın ışıklı ve alımlı değerlerini ve kurumlarını oluşturup yerleştirir. Bunun arkasından bu toplumu iç ve dış düşmanlarına karşı; yani münafıklara, yahudilere ve puta tapanlara karşı savaşa yöneltir. Yine Kur’an’ın rehberliği altında savaşa giren bu toplum inanç sisteminin, ahlâkının, sosyal ve hukukî sisteminin, kısacası iç yapısının sağlamlığı yüzünden artık düşmanları ile karşılaşmaya ve onlara karşı üstünlük kurmaya tam anlamı ile hazırlıklı durumdadır.
İslâm toplumunun çevresini kuşatan cahiliye toplumlarına -ki bunların arasında Medine’nin kalbinde yerleşmiş bulunan yahudi toplumu da vardı karşı sağladığı üstünlük, Kur’an’ın biçimlendirdiği ilâhi sistem sayesinde gerçekleşen ruhî, ahlâkî, sosyal ve hukukî üstünlüğünden kaynaklanıyordu; yoksa askerî, ekonomik ve maddi üstünlüğünden ileri gelmiyordu.
Hatta hiçbir zaman bu dönemde Müslümanların askeri, ekonomik ve maddi üstünlükleri söz konusu olmamıştı. Çünkü İslâm’ın düşmanları her zaman sayıca daha çok, daha güçlü, daha zengin ve genel anlamda maddi imkânlar bakımından daha avantajlı durumda olmuşlardı: Bu gerek Arap yarımadasındaki savaşlar sırasında ve gerekse daha sonra yarımada dışında gerçekleşen büyük fetihler sırasında böyle idi. İslâm toplumunun gerçek üstünlüğü öncelikle bu ruhi, ahlâkî, sosyal yapılanmasından ve bununla bağlantılı olarak eşsiz İslâm sisteminin ürünü olan siyasi ve idarî mekanizmasından kaynaklanıyordu.
İşte İslâm öncelikle ruhî, sosyal, ahlâkî yapılanmasının ve bununla bağlantılı siyasî ve idarî yapısının cahiliye toplumları karşısında sağladığı ezici üstünlük sayesinde düşmanlarını dize getirebildi. Onları ilk aşamada Arap yarımadasında dize getirdi. İkinci aşamada ise çevresinde öteden beri egemen olan iki uygar imparatorluğun, yani eski Pers-İran İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğunun kişiliklerinde cahiliye toplumunu dize getirdi. Daha sonra da yeryüzünün çeşitli yörelerinde egemen olan birçok cahiliye toplumu İslâm’ın bu ezici üstünlüğü önünde dize gelmek zorunda kaldı. Bu sağlam içyapısı sayesinde İslâm, orduları ve’ kılıçları ile olduğu gibi Mushaf’ı ve ezanı ile de cahiliyeye, önünde diz çöktürmeyi başarıyordu!
Eğer bu ezici üstünlük olmasaydı insanlık tarihinde başka bir benzeri görülmemiş olan o olağanüstü başarılar elde edilemez, o eşsiz harikalar meydana gelemezdi. Bu olağanüstü harikalar eski dönemlerdeki Moğol istilaları ve yakın zamanlardaki Hitler operasyonları gibi tarihte nam salmış askeri harekatlarda bile görülmez. Çünkü İslâm’ın zaferleri sadece askeri zaferler değildi; aynı zamanda birer inanç, kültür ve uygarlık zaferi olmuşlardı. Bu zaferlerde yenilgiye uğrayan halkların inançlarını, dillerini, adetlerini ve geleneklerini zor kullanmadan silip süpüren, ezici bir üstünlük görülür. Bu görüntünün eski-yeni hiç bir başka askeri zaferde kesinlikle eşi ve benzeri yoktur.
Bu üstünlük dört dörtlük bir “insanî” ilkelerde kendini gösteren tartışmasız bir üstünlük. Bu üstünlük insan için bir “Yeniden doğuş” göstergesi idi; yeryüzünün o güne kadar tanımış olduğu insan tipi dışında yepyeni bir insan tipinin doğuşunu müjdeliyordu. Bundan dolayı bu akıncı hareketi, ele geçirdiği ülkelere kendi rengini verdi, alınlarına kendine özgü damgasını vurdu. Yine bundan dolayı bu akıncı hareket bazı yörelerdeki binlerce yıllık egemenlik geçmişi olan uygarlıkların kalıntıları üzerinden silindir gibi geçti. Mısır’daki Firavunlar uygarlığı, Irak’taki Babil ve Asur uygarlıkları, Suriye’deki Fenike ve Süryanî uygarlıkları gibi. Çünkü İslâm uygarlığının bu eski uygarlıklara göre insan fıtratındaki kökleri daha derin, insan psikolojisi üzerindeki egemenlik alanı daha geniş, insanlığın hayatındaki dayanakları daha sağlam ve bu hayata ilişkin bakış açısı daha geniş kapsamlı idi.
Bu akıncı hareketin önünde diz çöken ülkelerdeki “İslâm dili”nin yerleşmesi ve üstünlüğü, şaşırtıcı bir olgudur. Bu şaşırtıcı olgu, henüz gerektirdiği düzeyde incelenmemiş, araştırılmamış ve değerlendirilmemiştir. Bana göre bu üstünlük inanç üstünlüğünden, inanç egemenliğinden daha şaşırtıcı bir gelişmedir. Çünkü dil, insan yapısının o kadar köklü ve insan toplumunun o kadar karmaşık bir kurumudur ki, onda meydana gelen bu sarsıcı değişmeyi tam anlamı ile bir mucize saymak gerekir. Bu inanılmaz başarı “Arap dili”ne mal edilemez. Mesele “Arap dili” meselesi değildir. Çünkü Arap dili daha önce de vardı. Fakat İslâm’dan önceki dönemde dünyanın hiçbir yöresinde böylesine bir mucizevi yayılışı gösterememişti. Bundan dolayı bu dile “İslâm dili” adını verdim. Çünkü Arap dilinde birdenbire beliren bu yeni güç, bu dilin eli ile meydana gelen bu mucizevi başarı, kuşku yok ki, “İslâm”dan kaynaklanıyordu.
Bu mucizenin göstergesi olarak özgürlüğe, aydınlığa ve serbestliğe açılan fethedilmiş ülkelerin o güne kadar ortaya çıkamamış dehâları, kendilerini ana dilleri aracılığı ile değil bu dil aracılığı ile ifade etmeye yönelmişlerdir. Bu dinin dili ile, İslâm’ın dili ile yani. Söz konusu dehalar bu dil aracılığı ile kültürün her dalında öyle parlak ve orijinal eserler ürettiler ki, bunların hiç birinde yabancı dilde yazı yazmanın, anadil dışındaki bir dili kullanmanın kaçınılmaz kıldığı kopyacılığa ve zorlamalı ifadelere rastlanmamaktadır. Başka bir deyimle “İslâm dili” pratikte bu dehaların anadili haline gelmiştir. Çünkü bu dilin taşıdığı kavram ve kültür birikimi o kadar zengin, o kadar üstün düzeyli ve o kadar insan fıtratı ile bütünleşmiş idi ki, insan vicdanları tarafından eski kültürlerinden, eski dil birikimlerinden daha öze yakın ve daha köklü olarak algılanıyordu.
Bu birikim yeni inanç sisteminin ve yeni düşünce tarzının birikimi idi. Bu birikimi İslâm sistemi, çok kısa bir süre içinde gerçekleştirdiği ruhî, , aklî, ahlâkî ve sosyal yapılaşmanın ürünü olarak ortaya koymuştu. Bu birikimin zenginliği, derin boyutluluğu ve fıtratla bütünleşmişliği o kadar üst düzeyde idi ki, bu niteliği İslâm diline karşı durulmaz bir otorite ve önüne geçilmez bir güç sağlamıştı. Tıpkı aynı kültür birikiminin ordulara, İslâm ordularına sağladığı karşı durulmaz güç gibi!
Bu eşsiz tarihi olguyu, yani İslâm dilinin bu sarsıcı yayılma ve hızlı benimsenme olgusunu başka türlü açıklamamız zor olur.
Her neyse, bu uzun boylu bir meseledir. Ayrıntılı açıklaması çok yer tutar. Bu tefsir kitabının akışını durdurarak yaptığımız bu kısa açıklama ile yetinmek istiyoruz.
PUSUDAKİ İSLÂM DÜŞMANLARI
Az sonra incelemeye koyulacağımız ayetler gurubu ile Medine’de doğan İslâm cemaati ile onun karşısında pusuya yatan düşman kamplar arasında amansız bir savaş başlıyor. Bu derste yahudilerin gerek bu yeni dine ve gerekse bu dini kişiliğinde temsil eden müslüman cemaate yönelik tutum ve davranışları şaşkınlıkla karşılanıyor. Onu izleyen ayetler gurubunda müslüman toplumun görevi, bağlı olduğu sistemin mahiyeti ve bu toplumun sistemini, hayat tarzını ve düzenini benzerlerinden ayıran İslâm’ın ve müminliğin şartı açıklanıyor.
Bunu izleyen ayetler gurubunda bu cemaat sistemini, varlığını ve kurumsal yapısını savunmaya çağrılıyor; bu sisteme karşı sinsice entrikalar çeviren münafıkların yüzündeki perde açılıyor; ölümün, hayatın ve bu iki olguya ilişkin ilâhi takdirin mahiyeti irdeleniyor. Bu ders müslüman cemaate yönelik eğitimin, bu cemaati dış düşmanları ile savaşma görevine hazırlamanın bir aşamasını oluşturur.
Onu izleyen ayetler gurubunda münafıklar hakkında verilecek bilgilerin devamı açıklanmakta, müslümanlar yahudilere karşı takınılacak tutum konusunda anlaşmazlığa düşmekten ya da yahudilerin davranışlarını savunmaktan sakındırılmakta; arkasından müslüman toplumun çevresindeki farklı düşmanlar karşısında nasıl bir tutum takınacağı, yani uygulayacağı devletlerarası hukukun ne gibi kurallara dayandığı anlatılmaktadır.
Onun arkasından gelen ayetler gurubunun konusu İslâm toplumunda yaşayan bir yahudiye yönelik örnek ve adil davranış tarzı somut biçimde gözler önüne, serilir. Bir sonraki derste puta tapıcılık ve puta tapanlar ile girişilen bir hesaplaşmaya tanık oluruz. Bu hesaplaşmada Arap yarımadasında yaşayan putperestlerin dayandıkları temellerin çürüklüğü vurgulanıyor. Bu dışa dönük savaşın arasında içe dönük bir yasal düzenleme bölümü girer; aile hukuku konusunu işleyen bu ara bölüm ile bu sûrenin başlangıç bölümü arasında bağ vardır.
Arkasından sıra bu cüzün son dersine gelir. Münafıklığı ve münafıkları konu edinen bu ders bu iki yüzlüleri cehennemin en alt katına indirir!
Önümüzde inceleyeceğimiz derslerin içeriklerine ilişkin bu son derece kısa açıklamalar bize ilk İslâm toplumunun vermek zorunda kaldığı gerek içe ve gerekse dışa dönük savaşların alanlarını ve değişik yönlerini, bunun yanısıra içe dönük ve dışa dönük savaşın bu toplumun hayatında nasıl bir uyum ve bütünlük gösterdiğini açıkca belirtir. Müslüman ümmetin savaşı hep aynı savaştır; bugün de yarın da özü ve temel karakteristikleri hiç değişmeyecektir!

44- Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.
45- Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size yeter.
46- Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile Tevrat’taki kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak “işittik ve karşı geldik “, “Dinle sözü dinlenmez olasıca!” ve “Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eş sesli bir hakaret deyimi)” ilerler. Oysa eğer (böyle diyecekleri yerde) “Duyduk ve uyduk “, “İşit ” ve “Bize bak ” deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve tutarlı olurdu. Fakat Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında- onlar iman etmezler.


SAPIKLIĞI SATIN ALANLAR

Şimdi bu dersi oluşturan ayetler gurubunun incelemesine geçiyoruz:
Bu ayetlerin birincisi, yahudilerin tutumunu hayret ve kınama ile karşılayan ve ilerde okuyacağımız benzerlerinin ilkini oluşturan bir ayettir. Bu ayette Peygamberimize ve O’nun kişiliğinde yahudilerin sergiledikleri şaşırtıcı ve kınanası tutumun farkına varan, sağduyu sahibi herkese sesleniliyor. Ayeti tekrarlıyoruz:
“Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.”
“Kendilerine kitap verilmesinin” doğal sonucu hidayete ermeleri idi. Yüce Allah ilk sapıklıklarından kurtularak hidayete kavuşsunlar diye onlara Hz. Musa (selam üzerine olsun) eli ile Tevrat’ı vermişti. Fakat onlar bu kurtarıcı “pay”ı tepiyorlar, hidayeti bırakıyorlar ve yerine sapıklığı satın alıyorlar. “Satın alma” deyimi bilerek ve karar vererek yapılan değiş-tokuş anlamına gelir. Yani yahudilerin ellerinde hidayet var; fakat onlar bu hidayeti bırakarak yerine sapıklığı alıyorlar. Burada bilmeyerek, yanılarak ya da farkında olmayarak yapılan bir hata karşısında değil; bilinçli, kararlı ve kasıtlı bir alış-veriş sözleşmesi karşısındayız. Bu şaşılacak ve kınanacak, son derece acayip ve son derece tuhaf bir durumdur.
Fakat yahudiler bu şaşılası ve kınanası noktada da durmuyorlar. Tersine daha da ileri giderek hidayete erenleri sapıklığa düşürmek istiyorlar, çeşitli yöntemler kullanarak ve çeşitli yollardan giderek müslümanları da doğru yoldan çıkarmaya çalışıyorlar. Bu yöntemler ve yollar daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde açıklandığı gibi bu surenin ilerde inceleyeceğimiz ayetlerinde de kısmen açıklanacaktır. Yani bu adamlar sapıklığı kendileri için satın almakla yetinmiyorlar, üstelik çevrelerindeki hidayetin belirtilerini kökten silmeye yelteniyorlar. Böylece ortalıkta ne hidayet ve ne de hidayete ermiş insanlar kalsın istiyorlar.
Ayetin gerek ilk gerek ikinci mesajı yahudilerin oyunlarına ve önlemlerine karşı müslümanlara yöneltilmiş bir uyarı ve bir sakındırma niteliği taşır. Aman Allah’ım, ne önlem! Ayrıca müslümanların vicdanlarında kendilerini tekrar sapıklık dönemlerine döndürmek isteyen kötü niyetlilere karşı antipati uyandırılmak isteniyor. Çünkü müslümanlar kavuştukları hidayetin değerini iyi biliyorlar, kendilerini tekrar cahiliye dönemlerine döndürmeye kalkışanlara düşmanlık besliyorlardı. Onlar hem cahiliyeyi ve hem de İslâm’ı yakından bildikleri için cahiliyeden nefret ederek İslâm’ı sevmişler ve bu bilincin sonucu olarak kendilerini şu ya da bu oranda cahiliye döneminin geriliğine döndürmek isteyenlere karşı da nefret duyar olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim onlara bu uyarıyı yöneltirken, elbette ki, yüce Allah onların kalplerindeki bu canlı duyguyu biliyordu.
Bundan dolayı bir sonraki ayette yahudilerin, müslümanların düşmanları oldukları açıkça dile getirilerek ve bu düşmanca girişim karşısında yüce Allah’ın (celle celâluhu) müslümanları koruması ve desteği altına aldığı gönüllere ferahlık aşılayan bir üslup ile dile getirilerek yahudilerin bu yıkıcı girişimlerine dikkat çekilmek isteniyor. Okuyoruz:
“Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size yeter.”
Böylece Medine’de müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki düşmanlık açığa vuruluyor, aleniyete dökülüyor ve saflar iyice belirginleşiyor.
Bir önceki ayette bir bütün olan Kitap ehlinin tutumu hayretle karşılanmıştı. Gerçi bu hayret belirtici ifade ile aslında yahudilerin kastedildiği anlaşılıyordu. Ama bir sonraki ayet bu anlaşılırlıkla yetinmeyerek yahudilerin kasdedildiğini açıkça belirtiyor. Sonra yahudilerin bu dönemdeki tutumları, davranışları ve Peygamberimize yönelik edepsizlikleri anlatılıyor. Anlaşılan bu olaylar hicretin ilk yıllarında, yani yahudilerin, Medine’de halâ borularının öttüğü, henüz burunlarının kırılmadığı dönemde meydana gelmiştir. Okuyoruz:
Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile Tevrat’taki kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak `İşittik ve karşı geldik’, `Dinle, sözü dinlenmez olasıca!’ ve “Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)’ derler.”
Yahudiler kaypaklığı yüzsüzlüğü ve yüce Allah’a karşı edepsizliği Tevrat’taki kelimeleri amaçları dışına çıkacak biçimde tahrif etmeye kadar ileri götürdüler. En kabul edilebilir yoruma göre buradaki “tahrif” eylemi, Tevrat’ın metinlerini amaçları dışında yorumlamak anlamındadır. Yahudiler bu tahrif eylemini Tevrat’ta yer alan son peygamberlik misyonuna ilişkin delilleri ortadan kaldırmak, bunun yanısıra son ilâhi kitap olan Kur’an’ın onaylandığı ve böylece her iki kitabın da aynı kaynaktan geldiğine ve bununla bağlantılı olarak Peygamberimizin gerçek peygamber olduğuna kanıt oluşturan hükümleri ve yasaları gözlerden kaçırmak amacı ile yapıyorlardı.
Şunu hemen belirtelim ki, insanların arzularına uyum sağlamak amacı ile semavî kitapların metinlerini amaçları ile bağdaşmayacak biçimde yorumlamak; dinlerinden saparak onu bir meslek ve bir geçim amacı haline getiren bütün din adamlarında görülen ortak bir tutumdur. Onlar bu sahtekârlığı her dönemdeki iktidar sahiplerinin keyiflerine ve dinin çerçevesi dışına taşmak isteyen halk yığınlarının arzularına uyum sağlamak için yaparlar. Yahudiler bu çarpıtma sanatının en maharetli ustalarıdırlar. Ama günümüzde İslâm’ı çarpıtmayı meslek edinmiş sahtekârlar arasından bu alanda yahudilere taş çıkartacak olanlar ve onlarla başa baş yarışabilecek olanlar hiç de az değildir!
Bunun yanısıra yahudiler kaypaklığı, yüzsüzlüğü, küstahlığı ve Peygamberimize karşı edepsizliklerini “Ya Muhammed, söylediklerini duyduk, fakat onlara karşı geliyoruz. Sana ne inanacak, ne uyacäk ve ne de itaat edecek değiliz” diyecek derece ileriye vardırdılar. Bu küstahça sözler, bu äyetlerin İslâm’ın başlangıç yıllarında indiklerini gösterir. Ayrıca küstahlıklarını edepsizlikleri, ahlâksızlıkları, yüzsüzlükleri ve kaypaklıkları ile de birleştirmekten çekinmeyerek Peygamberimize şöyle diyorlardı:
“dinle sözü dinlenmez olasıca!’ ve “Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)”
Yahudiler kullandıkları kelimelerin görünürdeki anlamlarına göre şöyle demiş sayılıyorlardı; “bizi dinlemek zorunda olmayarak dinle (nezaket belirtici bir deyim)” ve “Bize durumumuzu göz önüne alarak, konumumuzu hesaba katarak bak.” Onlar kitap ehli idiler ya, İslâm’a puta tapanlar gibi çağrılmaları yakışık almazmış! Kelimelerinin görünürdeki anlamlarına göre bunları söylemek istiyorlardı. Oysa ki, aynı kelimeleri dillerini ağız boşlukları içinde burarak telâffuz edince sözlerinin anlamı şöyle oluyordu; “Dinle, sözü dinlenmez olasıca, duymaz olasıca!”. “Raina” kelimesini ağızlarında geveleyip söyleyerek bir hakaret deyimine dönüştürüyorlardı.
Görüldüğü gibi küstahlık, edepsizlik, kaypaklık, göz boyayıcılık, sözleri çarpıtma ve ters anlamlarda kullanma hayasızlığı ile karşı karşıyayız.
Çünkü karşımızda yahudi var!
Yahudilerin bu çirkin marifetleri anlatıldıktan sonra ehli kitaptan olanların nasıl bir tutum takınmaları gerektiği, “kendilerine kutsal kitap payı verilenler”e yaraşan edepli davranışın nasıl olması beklendiği belirtiliyor, arkasından -bütün bu çirkin marifetlerine rağmen- hidayete, iyi karşılığa, ilahi bağışa ve hayırlı sonuca özendiriliyorlar. Tabii ki, eğer doğru yola koyulurlarsa. Fakat ümitlendirmenin yanısıra karakterlerinin özü de açıklanıyor. Bu karakter eskiden de öyle idi, şimdi de öyledir. Okuyoruz:
“Oysa eğer onlar (böyle diyeceklerine) `Duyduk ve uyduk’, `işit’ ve `bize bak’ deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve daha tutarlı olurdu. Fakat Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında- onlar iman etmezler.”
Bunlar gerçeğe böylesine açık, böylesine yalın, böylesine dolambaçsız bir şekilde yaklaşmazlar. Eğer gerçeği böylesine açık anlamlı ve kaypaklık amacı içermeyen sözler ile `Duyduk ve uyduk’, `işit’, `Bak bize’ diyerek ifade etselerdi kendileri hesabına daha hayırlı, karakterlerinin ve iç dünyalarının tutarlılığı ve sağlıklılığı için daha elverişli bir tutum benimsemiş olurlardı. Fakat aslında onlar kâfirlikleri, gerçeklere sırt çevirmeleri yüzünden yüce Allah’ın (celle celâluhu) hidayetinden kovulmuşlardır. Bundan dolayı onlar tek-tük bazı istisnalar dışında imana gelmezler.
Yüce Allah’ın bu sözü pratikte doğru çıktı. Uzun tarihleri boyunca çok az sayıda yahudi müslüman oldu. Bunlar iyiliği elde etmeye çalıştıkları, doğru yolu bulmak uğruna çaba harcadıkları için yüce Allah’ın hidayete ermelerini dilediği ve kendilerine hayır payı ayırdığı bahtiyar kimselerdir. Bu çok azınlığın dışında kalan ezici yahudi çoğunluğu bin dörtyüz yıl boyunca İslâm ile ve müslümanlar ile sürekli savaş halinde olmuştur. Bu amansız savaş İslâm’ın Medine’de yanı başlarında ortaya çıktığı andan içinde bulunduğumuz şu ana kadar sürmüştür. O andan itibaren yahudiler İslâm’a karşı kesintisiz bir komploculuk, vazgeçmek nedir bilmez bir kör inatçılık içinde olmuşlar; zaman zaman görünen biçim, renk ve yöntem farklılıklarına rağmen bu komploculukları, bu kör inatçılıkları her zaman yürürlükte kalmıştır. Tarih boyunca İslâm’a karşı kurulan bütün tuzakların oynanan bütün iğrenç oyunların arkasında ya doğrudan doğruya yahudi vardır, ya da bu iğrenç düzenbazlığın en büyük payı yahudiye aittir. Çok yönlü milletlerarası haçlılık ve sömürgecilik entrikaları da bu hükmün kapsamı içindedir.

YAHUDİLERE HİDAYET ÇAĞRISI

Bundan sonraki ayette “kendilerine kitap verilmiş” olanlara -yahudilere sesleniliyor; ellerindeki Tevrat’ı onaylayan Kur’an’a inanmaya çağrılıyorlar; arkasından çirkin marifetlerinin ve inatçılıklarının kaçınılmaz akıbeti olarak yüzleri çarpıtılmakla ve lânete uğramakla tehdit ediliyorlar; bunun yanısıra kendi dinlerinin de temelini oluşturan katıksız Tevhid ilkesinden sapmış olmakla damgalanıyorlar, bu arada yüce Allah’ın kendisine ortak koşanları kesinlikle affetmeyeceğini bilmeleri vurgulanıyor. Bu hatırlatma, aynı zamanda, geniş kapsamlı ilâhi bağışlayıcılığın sınırlarını çizen ve Allah’a ortak koşmanın af kapsamı dışında tutulmaya yol açtığını vurgulayan genel nitelikli bir duyurudur. Okuyoruz:

47- Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur’an’a iman ediniz. Yoksa Allah’ın emri her zaman kesinlikle yerine gelir.
48- Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma günahını bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa son derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur.


İlk ayetin girişinde yahudilere, yüce Allah’ın çağrısına ilk olumlu cevap verenlerden olmalarını gerektiren sıfatları ile, ilk müslümanlar arasında olmalarını sağlaması beklenen gerekçeleri ile sesleniliyor. Tekrarlıyoruz:
“Ey kendilerine kitap verilenler, elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur’an’a iman ediniz.”
Kendilerine kitap verilmiş olduğuna göre bu adamların hidayete ermeleri, doğru yolda olmaları şaşılacak, tuhaf sayılacak bir gelişme değildir aslında. Bunun yanısıra söz konusu kitabı kendilerine vermiş olan yüce Allah, onları ellerindeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiği Kur’an’a inanmaya çağırıyor. Bu Kur’an, onların elindeki Tevrat’ı onayladığına göre bu çağrının şaşılacak, garip görülecek bir yanı yoktur.
Eğer iman etmek; kanıtlayıcı delile, açık gerekçelere dayalı olarak meydana gelseydi, ilk inananların yahudiler olması gerekirdi. Fakat karşımızdaki yahudi! Bir sürü çıkarları, ihtirasları, bunun yanısıra bir sürü kinleri ve kör inatları var. Yahudi; karakteri gereği, sapık ve ensesi kalın adam demektir. Nitekim Tevrat onlardan “Kalın enseli halk” diye söz ediyor! O bundan dolayı iman etmez. Ama bundan dolayı da şu sert, şu iç karartıcı tehditle yüzyüze geliyor. Tekrarlayalım:
“…Biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur’an’a iman ediniz.”
“Yüzleri çarpıtmak (tams)” deyimi, yüzlerin insana ait olduklarını kanıtlayan özellikleri silmek, onları “ense taraflarına döndürmek” ise insanları geri geri yürümeye zorlamak anlamına gelir. Ayetin içerdiği tehdit, herkesin anladığı somut anlamda olabilir. Yani yahudiler gerçekten insan yüzlü görünümlerini yitirecekler ve yüzleri arkaya bakacağı için yürürken gerisin geri gideceklerdir. Cumartesi gününe ilişkin balık evlama yasağını çiğnemiş olan yahudilere verilen lânetlenme cezası da bu adamların fiilen maymun ve hayvan kılığına sokulmaları şeklinde gerçekleşmiş olabilir. Bunun yanında burada sözü edilen “çarpıtma”dan maksat bu adamların vicdanlarındaki hidayet ve basiret izlerini silmek; kendilerini Tevrat’ın inişinden önceki kâfirlik ve cahiliye dönemlerine döndürmek de olabilir. İmandan sonra tekrar kâfir olmak, doğru yolu bulduktan sonra yeniden sapıklığa düşmek öylesine dehşetli bir yüz ve basiret çarpılması, öylesine acı bir geriye dönüştür ki, bütün geriye dönmeler ve döndürülmeler onun yanında hiç kalır.
Ayetin maksadı ister o olsun, ister bu olsun; seslendirdiği tehdit gerek katı kalpli donuk yahudi karakterine, gerekse onların aşağılık ve iğrenç davranışlarına uygun, sert ve korkunç bir tehdittir.
Bu tehdit ile ürperip kendine gelerek hemen müslüman olan yahudiler vardır. Bunlardan biri ünlü Kââb-ul Ahbâr’dır.
Nitekim İbn-i Ebu Hatem’in İbn-i Nufeyl ve Amr b. Vakıd kanalı ile Yunus b. Celîs’e dayanarak bildirdiğine göre Ebu İdris Hulâni şöyle diyor; “Ebu Müslim Halîlî, Kaâb-ul Ahbar’ın hocası idi. Neden bir an önce gidip Peygamberimizi görmüyor diye bu öğrencisini sık sık ayıplardı. Sonunda onu Peygamberimize gidip nasıl bir insan olduğunu görmeye ikna etti” (Olayın bundan sonrasını Kââb-ul Ahbar şöyle anlatır
Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

“Binek hayvanımın sırtına atlayıp Medine’ye vardım. O sırada biri Kur’an okuyordu, okuduğu ayet şuydu; `Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden… elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur’an’a iman ediniz’. Hemen suya koşup yıkandım. Bu arada `Acaba çarpıldlm mı?’ korkusu ile sık sık elimi yüzümün üzerinde gezdiriyordum. Arkasından hemen müslüman oldum. ” (Yaygın rivayete göre Kaab-ul Ahbar, Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. İbn-i Cerir’e dayanan ve daha güvenilir olduğu belirtilen bu rivayette de Kâab’ın müslüman oluşu bu ayeti işitmesine bağlanıyor.)
Bu tehdidi izleyen yorum cümlesinde şöyle buyuruluyor:
“Yoksa Allah’ın emri, her zaman kesinlikle yerine gelir.”
Bu cümle az önceki tehdidi pekiştirir niteliktedir. Ayrıca yahudinin karakterine de uygundur!
Bunun arkasından ahirete ilişkin bir başka tehdit geliyor. Bu tehdit, yüce Allah’a ortak koşma suçu dışında kalan günahların önünde İlâhî rahmet kapısı açık olduğu ve yalnız bu ağır suçun kesinlikle af kapsamı dışında olduğunu açıklıyor. Okuyoruz:
“Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa son derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur.”
Bu ayetin yahudileri katışıksız imana ve Tevhide çağıran üslubûndan O’nun yahudileri yüce Allah’a ortak koşmakla suçladığı anlaşılıyor. Gerçi burada onların Allah’a ortak koşma anlamına gelecek hiçbir sözlerinden ya da davranışlarından bahsedilmiyor. Fakat Kur’an’ın başka ayetlerinde bu konuda ayrıntılı bilgi veriliyor. Meselâ bir ayette onların “Uzeyr, Allah’ın oğludur” dedikleri anlatılıyor. Tıpkı hristiyanların “Mesih (İsa) Allah’ın oğludur” demeleri gibi. Hiç kuşkusuz bu söz Allah’a ortak koşmak(şirk)’tir.” (Tevbe Suresi, 30) Bunun yanısıra Kur’an’da bize gerek yahudilerin gerekse hristiyanların “Allah’ı bir yana bırakarak hahamlarını ve papazlarını ilâh edindikleri” anlatılıyor.” (Tevbe Suresi, 31) Oysa biz biliyoruz ki, ne yahudiler hahamlarına ve ne de hristiyanlar papazlarına tapınıyorlardı. Yalnız her iki kesim de kendi din adamlarının yasa koyma, helâl kılma ve yasaklama yetkisi taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir. Oysa bu yetki sırf yüce Allah’ın tekelindedir, ayrıca bu husus İlahlığın gereklerinden biridir. İşte Kur’an, bu yüzden onları putperest (müşrik) saymıştır. İlerde ayrıntılı biçimde anlatacağımız gibi, bu ilke İslâm’ın tanımına ve imanın şartına ilişkin tutarlı düşünce açısından son derece önemlidir.
Her neyse, sözün kısası Peygamberimizin zamanında Arap yarımadasında yaşayan yahudilerin inançları putperestlik hurafeleri ile karışık ve dolayısı ile tek ilâh inancından uzaklaşmıştı. Bu yüzden bu ayette yer alan Allah’ın, kendisine ortak koşma günahı dışındaki günahları dilediklerine bağışlayabileceği, buna karşılık kendine ortak koşma günahını kesinlikle hoşgörü ile karşılamayacağı, eğer bir insan dünyada Allah’a ortak koşar da, bu inancından vazgeçmeksizin yüce Allah’ın huzuruna çıkarsa affedilmesinin asla beklenmemesi gerektiği şeklindeki vurgulamalı açıklama, yahudilere yöneltilmiştir.
Allah’a ortak koşma ((şirk)’ Allah ile kul arasındaki ilişkiyi keser. Buna göre yüce Allah’a ortak koşan bu kimseler eğer bu sapık inanca bağlı olarak’, başka bir deyimle Allah ile ilişkileri kesik olarak dünyadan ayrılırlar ise hiçbir affedilme ümitleri kalmaz. Bir insan düşününüz ki, yüce Allah’a ortak koşuyor, gerek evrenin görünen olaylarında ve gerekse peygamberlerin getirdikleri bilgilerde Allah’ın tekliğini kanıtlayan bunca delil, karşısında dururken bu sapık inançta ısrar ederek öylece ahirete göçüyor. Eğer o insanın yapısında iyilik ve yapıcılık unsurlarından bir teki bile varsa böyle bir şey yapmaz. Demek ki, yapan insanın yapısı geri dönülmez biçimde bozulmuş, Allah’ın lekesiz biçimde kendisine sunduğu fıtratı mahvolmuş, aşağıların aşağısı bir bataklığa yuvarlanmış ve kendi eli ile kendini cehennem hayatına hazırlamıştır.
Yüce Allah’a ortak koşmak açık, belirgin ve bariz bir günah; çirkin, küstahça ve son derece ağır bir zulümdür. Bunun dışında kalan bütün küçük ve büyük günahlara gelince yüce Allah onları dilediği kullarına bağışlar. Bunlar tümü ile af kapsamına girerler. Bu affedilme tevbe etme sonucu olabileceği gibï, Peygamberimizden gelen bazı belgeli rivayetlerin bildirdiklerine ,göre tevbe etmeksizin de olabilir. Yeter ki, günahkâr kul, yüce Allah’ın bilincinde olsun O’nun affını umsun, O’nun kendisini affedebilecek güçte olduğundan emin olsun, O kendisini bağışlasa da günah işlemiş olmasının yine de bir kusur olduğunun farkında olsun. Bu durum yüce Allah’ın rahmetinin bitmez-tükenmez olduğunu, affediciliğinin ne bir kapı ve ne de bir kapıcı tarafından engellenemeyeceğini son derece somut olarak gözlerimizin önüne serer.
Nitekim Kuteybe’nin, Cerir b. Abdulhamid ve Abdulâziz yolu ile Zeyd b. Vehb’e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Ebu Zerr (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor:
Bir gece dışarı çıkmıştım. Baktım ki, Peygamberimiz tek başına yürüyüş yapıyor. Yanında hiç kimse yok. Yürürken yanında bir başkasının olmasını istemediğini düşünerek ay ışığı altında yürümeye koyuldum. Peygamberimiz birden dönerek beni gördü. `Kim o’ dedi. `Kurbanın olayım, Ebu Zerr’ diye cevap verdim. Bana `Gel, ya Ebu Zerr’ dedi. Birazcık yanında yürüdüm. Bir ara bana şöyle buyurdu:
“Dünyada zengin olanlar Kıyamet günü fakir olacaklardır. Yalnız yüce Allah’ın hayırlı mal bağışladığı ve bu malı sağlarına, sollarına, önlerine, arkalarına dağıtarak onunla hayırlı işler yapan kimseler müstesna.”
Biraz daha yanında yürüdükten sonra bana dönerek `Burada otur’ dedi ve beni etrafı taşlarla çevrili bir düzlüğe oturttu. Arkasından `Ben geri gelinceye kadar burada otur’ dedi. Sonra önümüzde uzanan tek araziye doğru yürüdü ve gözümden kayboldu. Bir süre görünmedi. Bu süre oldukça uzamıştı. Sonunda onun `Zina etmiş, hırsızlık yapmış da olsa…” diye diye bana doğru geldiğini gördüm. Yanıma gelince dayanamadım, `Yä Resulullah, kurbanın olayım, alanın bir kenarında kiminle konuşuyordun. Ben bir ara sana doğru birinïn geldiğini duydum’ dedim. Peygamberimiz bana şu cevabı verdi:
“O Cebrail’di, alanın kenarında karşıma çıkarak bana “Ümmetine şu müjdeyi ver ki, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ölen kimse cennete girecektir.’ Kendisine “Ey Cebrail, hırsızlık yapmış ve zina işlemiş olsa da mı?” diye sordum, `Evet’ dedi. Tekrar `Hırsızlık yapmış, zina işlemiş olsa da mı?’ diye sordum. Bana `Evet, hatta içki içmiş bile olsa’ diye cevap verdi.” (Buhari, Müslim)
Bu arada İbn-i Ebu Hatem’in, Cabir b. Abdullah’a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Allah’a hiçbir ortak koşmaksızın ölen kimse affedilmeye hak kazanır. Allah onu dilerse azaba çarptırır, dilerse affeder. `Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar.”
Öte yandan yine İbn-i Ebu Hâtem’in bildirdiğine göre Abdullah b. Ömer şöyle diyor; “Bizler -Peygamberimizin sahabileri- adam öldürenlerin, yetim malı yiyenlerin, namuslu kadınları zina yapmakla suçlayanların ve yalancı şahitlerin hakkında şüphe etmiyorduk. Fakat `Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar’ ayeti inince Peygamberimizin sahabileri bu yolda şahitlik etmekten vazgeçtiler.”
Öte yandan İkrime’nin, Abdullah b. Abbas’a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:
“Yüce ve Ulu Allah (celle celâluhu) şöyle buyuruyor: `Kim benim günahları affetmeye muktedir olduğumu bilir de, eğer bana ortak koşmuş değil ise günahlarına aldırış etmeden kendisini affederim.” (Taberanî)
Özellikle bu son hadisin mesajı son derece açıktır. Demek ki, her şeyden önce kalplerin, yüce Allah’ın, gerçek anlamı ile bilincinde olmaları gerekir. Bunun arkasından iyilik, umut, kaygı ve korku bilinçlerine sıra gelir. Herhangi bir günah işlendiğinde eğer gerisinde bu özellikler varsa günahkâr kul, takva ve af kapsamında olduğundan emin olmalıdır.

ŞAŞKIN İNSANLAR

Daha sonraki ayette, Kur’an-ı Kerim, müslümanların safında Medine yahudileri ile savaşa giriyor. Yüce Allah’ın “seçilmiş halkı” olduklarını sanan, kendi kendilerine övünen ve bir yandan daha önce belirttiğimiz gibi kutsal kitaplarını tahrif eder, Allah’a ve Peygamberimize dil uzatırken, öte yandan ilerde anlatacağımız üzere “Putlara ve Tağut’a” taparken kendilerini kusursuz göstermeye yeltenen bu şaşkınların halı hayretle karşılanıyor. Onların kendilerini kusursuz ilân etmelerinin ve ne kötülük işlerler ise işlesinler, yine de yüce Allah’ın yakınları olduklarını sanmalarının asılsız olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz:

49- Şu kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun? Oysa Allah dilediği kimseyi arındırır, fakat hiç kimseye kıl payı kadar haksızlık yapılmaz.
50- Baksana Allah’a karşı nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli bir apaçık günahtır.


Yahudilerin “Allah’ın seçilmiş halkı” oldukları şeklindeki iddiaları eskidir. Gerçekten yüce Allah, onları kutsal emaneti taşımak ve bu emanetin gerektirdiği misyonu yerine getirmek için seçti. Onları o dönemde yaşayan diğer milletlere üstün tuttu. Mısır Firavun’u ile adamlarını onların hatırı için helâk etti ve kendilerini “kutsal topraklar”a mirasçı yaptı.
Fakat yahudiler bir süre sonra yüce Allah’ın sisteminden saptılar, dünyanın amansız zorbaları kesildiler. Yeryüzü, onların kötülüklerini kaldıramaz oldu. Hahamları onlara yüce Allah’ın helâllerini yasaklamaya ve yasaklarını serbest saymaya girişti. Onlar da bu konuda hahamlarına uydular. Yüce Allah’ın tekelinde olan yasaklama ve helâl kılma yetkisinin, çizmeyi aşan hahamları tarafından kullanılmasına karşı çıkmadılar. Yine bu yahudi hahamları yüce Allah’ın şeriatında değişiklik yaptılar. Bu değişiklikleri bir yandan iktidardakilerin ve seçkin azınlığın gönlünü yapmak ve bir yandan da halk yığınlarının isteklerini ve arzularını tatmin etmek için yaptılar. Böylece yahudiler yüce Allah’ı bir yana bırakarak bu şımarık din adamlarını ilâh edindiler. Faiz yemekten kaçınmadılar. Sonunda Allah’ın dini ile ve Allah’ın kendilerine indirmiş olduğu kutsal kitap ile aralarındaki bağlar zayıfladı.
Bütün bunlara -ve daha birçok marifetlerine- rağmen tarihleri boyunca yüce Allah’ın evlâtları ve sevdikleri olduklarını, birkaç sayılı gün dışında Cehennem ateşinin kendilerine değmeyeceğini, sadece yahudi olanların doğru yolda olduklarını ve yüce Allah tarafından beğenildiklerini ileri sürmeye devam ettiler. Sanki yüce Allah ile aralarındaki ilişki; akrabalık, soy ortaklığı ve kayırmacılık ilişkisi imiş gibi. Haşa! Yüce Allah bu tür yakışıksız isnadlardan uzaktır, kuşkusuz. Yüce Allah ile O’nun hiç bir kulu arasında akrabalık ve soy ortaklığı ilişkisi söz konusu değildir. O’nun ile kullar arasındaki bağı doğru inanç, iyi amel ve İlâhî sisteme kararlı bağlılık oluşturur. Kim bu bağı, bu ilişkiyi sarsıntıya uğratırsa yüce Allah’ın öfkesine çarpılır. Sapıklık dönemlerinde yüce Allah’ın hidayetine muhatap olan kimseler eğer tekrar eğri yola saparlarsa yüce Allah’ın kendilerine yönelik bu öfkesi, bu gazabı daha ağır olur.
Sözünü ettiğimiz yahudilerin, günümüzde, sözde müslüman olan bazı benzerleri var. Bunlar müslüman olduklarını ileri sürüyorlar, kendilerini Peygamberimizin ümmetinden sayıyorlar. Yüce Allah’ın mutlaka kendilerini destekleyerek işgalci yahudileri yurtlarından çıkaracağını bekliyorlar. Ama buna karşılık yüce Allah’ın önerdiği hayat sistemi olan Hak Din’den tamamen kopmuşlar, bu dini hayatlarının dışına atmışlar. Ne aralarındaki anlaşmazlıkların çözüme bağlanmasında ne ekonomik kararlarında, ne sosyal hayatlarını düzenlemede ne ahlâklarında ve ne de geleneklerinde Allah’ın kitabının hakemliğine başvurmuyorlar. Tek müslümanlık kanıtları, taşıdıkları İslâmî isimler ile bir zamanlar gerçek müslümanların doğdukları, Allah’ın dinini uygulamaya geçirdikleri ve hayat sistemini egemen kıldıkları topraklarda yaşıyor olmalarıdır!
Okuduğumuz ayette yüce Allah, Peygamberimize kendi kendilerini temize çıkaran yahudilerin durumunun hayret verici olduğunu ifade ediyor. Oysa günümüz “müslümanlar”ının durumu daha hayret verici, daha gülünç ve daha şaşırtıcıdır!
Sebebine gelince kendilerini aklama, temize çıkarma, iyiliği Allah’a yakınlığı ve O’nun seçilmiş kulu olmayı kendine mal etme yetkisi insanların yetkisinde değildir. Ancak Allah dilediklerini temize çıkarabilir, aklayabilir. Çünkü O, kalpleri ve davranışları herkesten iyi bilir. Eğer insanlar bu değerlendirme yetkisini Allah’a bırakarak iyi ameller işlemeye yönelirlerse, kof iddialardan uzak dururlarsa yüce Allah (celle celâluhu) insanlara zerre kadar haksızlık yapmaz. Eğer insanlar hiç kendilerini övmeden, alçakgönüllülükle, Allah’tan utanarak, kendilerini aklama ve şişirme iddialarından kaçınarak iyi ameller işleyecek olurlarsa Allah katında aldatılacak, herhangi bir iyi amelleri unutulacak ya da hakları yenecek değildir.
Yüce Allah kendi kendilerini aklayan, Allah’ın rızasını kazanmış olduklarını ileri süren yahudilerin yalan söylediklerini, kendisine iftira attıklarını açıkça belirtiyor ve onların bu çirkin marifetini kınıyor. Ayrıca bu davranışın iğrençliğine dikkatleri çekiyor. Okuyoruz:
“Baksana, Allah adına nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli bir apaçık günahtır.”
Burada yine kendimize dönelim. Bizler İslâm kaynaklı isimler taşıyoruz diye ve bir zamanlar gerçek müslümanların yaşadığı topraklarda oturuyoruz diye müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz. Oysa İslâm, hayatımızın hiçbir kesimine egemen değildir. Sosyal hayatımızın hiçbir alanında İslâm’a bu yetkiyi tanımıyoruz. Müslüman olduğumuzu ileri sürüyoruz, ama görüntümüz ile, realitemiz ile İslâm’ı lekeliyoruz. yabancılara İslâm’ı antipatik gösteren somut örnekler oluyoruz. Hz. Muhammed’in ümmetinden olduğumuzu söyleyerek yüce Allah’ın seçkin kulları olduğumuzu ileri sürüyoruz. Oysa Hz. Muhammed’in öğrettiği din, Hz. Muhammed’in uyguladığı sistem, hayatımızdan bütün-bütüne kovulmuş ve soyutlanmıştır. Bana kalırsa biz bu halimiz ile aynen yüce Allah’ın tutumlarını şaşırtıcı bulduğunu Peygamberimize anlattığı, Allah adına yalan söylemekle suçladığı ve büyük günah yükü altına girdiklerini belirttiği o yahudilere benziyoruz. Allah yardımcımız olsun!
Yüce Allah’ın dini bir hayat sistemidir. Allah’a itaat etmek demek, bu sistemi hayata egemen kılmak dèmektir. Allah’a itaat etmedikçe O’na yakın olunamaz. Şimdi bir bakalım, yüce Allah, O’nun dini ve sistemi nerede, biz neredeyiz? Sonra bir bakalım ki, acaba yüce Allah’ın hallerini hayretle anlattığı, kendi kendilerini aklamakla yüce şahsına iftira atma günahı altına girdiklerini belirttiği o şaşkın yahudiler ile aramızda ne fark var? İlke aynı ilkedir, durum da aynı durum. Hiçbir kul ile yüce Allah arasında soy ortaklığı, akrabalık ve kayırmacılık ilgisi yoktur!

KENDİLERİNİ TEMİZE ÇIKARANLAR

Ayetlerin akışı içinde kendi kendilerini temize çıkaran bu kimseler hakkında hayret ifade edilmeye devam ediliyor. Çünkü bu şaşkınlar bir yandan; yüce Allah’ın şeriatine dayanmayan, O’nun koyduğu herhangi bir kritere yaslanarak ölçü dışına taşma tehlikesini bertaraf etmemiş hükümlere, ayetin deyimi ile “puta ve Tağut’a” inanırken, öbür yanda; putperestliğe ve putperestlere arka çıkıyor, onlara yüce Allah’ın kitabına sistemine ve şeriatına bağlılık bakımından müslümanlara göre daha doğru yolda olduklarını söylüyorlar. Okuyacağımız ayetlerde onların tutumları karşısında hayret ifade edildikten ve bu gülünç manevraları gözler önüne serildikten sonra sert bir dille kınanıyorlar, aşağılayıcı bir ifade ile yerin dibine batırılıyorlar. Bunların yanısıra karakterlerinde gizli duran kıskançlığa ve cimriliğe parmak basılıyor, bağlıları olmakla övündükleri Hz. İbrahim’in dinine sırt çevirmeleri yanında bu gülünç tutumu takınmalarına yol açan diğer sebepler açığa vuruluyor. Bu kınama ve saldırı kampanyası “Öylelerine alevli cehennem yaraşır” cümlesi ile noktalanan kendilerine yönelik bir cehennem tehdidi ile son buluyor. Şimdi bu ayetleri okuyalım:

51- Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve tağut’a (şeytana) inanırlar ve kâfirler hakkında `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur’ derler.
52- Bunlar Allah’ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın.
53- Yoksa onların Allah’ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısı bile vermezlerdi.
54- Yoksa Allah’ın, lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim’in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.
55- Fakat İbrahim’in soyundan gelenlerin kimi O’na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi. Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir.


Kendilerine “Kitaptan bir pay verilenler”den şunlar beklenirdi: Bunlar herkesten önce Kitaba (Kur’an’a) inanmalıydılar, yüce Allah’ın yol göstericiliğine muhatap olmamış nasipsizlerin kapıldıkları putperestliğe karşı çıkmalıydılar, yüce Allah’ın kitabını hayatlarına egemen kılmalı ve tağutun yoluna koyulmamalıydılar. Tağut; yüce Allah’ın onayına dayanmayan herhangi bir hukuk sistemi ve yüce Allah’ın şeriatınca desteklenmeyen herhangi bir hüküm demektir.
Fakat kendi kendilerini aklayan ve yüce Allah’ın sevdikleri olmakla övünen yahudiler, kendilerine yakıştırdıkları bu asılsız konuma ters düşecek şekilde batıla ve putperestliğe uyuyorlar. Çünkü kâhinlerinin peşinden gidiyorlar, kahinlerine ve hahamlarına yüce Allah’ın onayına dayanmaksızın yasa koyma yetkisi tanıyorlar. Aynı anlamda “tağut”a inanıyorlar. Tağut, yüce Allah’ın şeriatı dışında kaynaklanan hüküm anlamındadır. Tağut, sözlük anlamı ile “azgınlık, taşkınlık, ölçü dışına çıkma” demektir. Sözünü ettiğimiz tutum da bir tür taşkınlık ve bir çeşit ölçüyü çiğnemektir. Çünkü yüce Allah’ın tekelindeki imtiyazlardan biri olan egemenliği insanlardan birine yakıştırmaya kalkışıyor. Bunun yanısıra yüce Allah’ın hakka ve adalete bağlayıcı şeriatının kurallarından birinin disiplini altına girmiyor. Bu niteliği ile bu tutum bir taşkınlık, bir kuralları çiğneme olayıdır. Bu tür kural dışı, taşkın hükümlere inananlar, uyum gösterenler ya Allah’a ortak koşmuşlardır ya da doğrudan doğruya kafirdirler. İşte yüce Allah bunların tutumlarını şaşırtıcı buluyor. Çünkü kendilerine kutsal kitap hazinesinden bir pay verildiği halde bu kitabın içeriğine bağlanmamışlardır.
Bu şaşkınlar sadece “puta ve Tağut’a” inanmakla kalmıyorlar. Bunun yanısıra yüce Allah’ın kitab verdiği, kendilerine Kur’an’ı gönderdiği müslümanlara karşı kâfirlerin tarafında yer alıyorlar, onlara hak veriyorlar. Tekrarlıyoruz:
“Kâfirler hakkında `Bunların yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur’ derler.”
İbn-i İshak’ın, Muhammed b. Ebu Muhammed ve İkrime yolu ile Ebu Said b. Cubeyr’e dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas diyor ki:
“Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza kabilelerini müslümanlara karşı birleştirip savaşa sürükleyenler Hayy b. Ahtab, Selâm b. Hakık, Ebu Rafi, Rebü b. Hakık, Ebu Amir, Vehûh b. Amir ve Hevde b. Kasy adlı kişilerdi. Bunlardan Venûh, Ebu Amir ve Hevele Vailoğulları kabilesinden, öbürleri ise Nadiroğullari kabilesinden idi.
Bu yahudi heyeti Kureyş kabilesi ile görüşmeye gidince onlara beraberlerinde getirdikleri din adamlarını göstererek şöyle dedi; `Bunlar Yahudi hahamlarıdırlar. İlk kutsal kitabı iyi bilirler. Sorun onlara, sizin dininiz mi, yoksa Muhammed’in dini mi üstündür?’ Kureyşlilerin bu yoldaki soruları üzerine yahudi hahamları `Sizin dininiz Muhammed’in dininden daha üstündür. Sizin yolunuz Muhammed’in ve O’nun peşinden gidenlerin yolundan daha doğrudur’ diye cevap verdiler. Bunun üzerine yüce Allah `Şu kendilerine kitaptan pay verdiklerimizi görmüyor musun…’ diye başlayan ve “… kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık” diye biten ayetler gurubunu indirdi.
Bu ayetlerde onlara lânet ediliyor, dünyada ve ahirette desteksiz ve yardımcısız kalmaya mahkûm oldukları bildiriliyordu. Çünkü onlar, Kureyş putperestlerine kendilerine destek sağlamak için gitmişler, bu sözleri de gönüllerini alıp taraftarlıklarını kazanmak amacı ile söylemişlerdi.
Nitekim Kureyşliler de yahudilerin bu isteklerini olumlu karşılayarak Hendek (Ahzab) savaşında onların tarafında müslümanlara karşı savaşa girdiler. Peygamberimiz bunlara karşı Medine çevresinde hendekler kazdırdı. Yüce Allah, onların kötülüklerine engel oldu, onları kinleri ile baş başa bıraktı, istedikleri sonucu elde edemediler. Yüce Allah savaşta ağırlığını müminlerden yana koydu. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir.
Gerçi yahudilerin “Putperest Kureyşlilerin dini Hz. Muhammed’in ve O’nun peşinden gidenlerin dininden daha üstündür; putperestlerin yolu, yüce Allah’ın kitabına (Kur’an’a) ve Peygamberine inananların yolundan daha doğrudur” demeleri aslında hayret edilecek bir tutumdur; ama, yahudilere çok görülmez, onlar için normaldir. Onlar hak ile batıl arasında, doğru ile eğri arasında, doğrular ile eğriler arasındaki tutumu her zaman budur. Onların doyumsuz hırsları, yatışmaz arzuları ve dinmez kinleri vardır. Onlar hakkın ve hak taraftarlarının yanında hırslarına, arzularına ve kinlerine destek bulamazlar. Bu yoldaki desteği ve yardımı her zaman ancak batılın, eğrinin ve eğrilik taraftarlarının arasında bulabilirler. Hakkın ve hak taraftarlarının aleyhine geçip batılın ve eğrinin taraftarlarının lehine tanıklık etmelerinin sebebi budur.
Onların tutumu her zaman budur ve bu tutumun sebebi de her zaman geçerlidir. Bu yüzden onların “Kureyş putperestlerinin yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur” demeleri kendi açılarından mantıklı ve normaldir, süpriz değildir.
Yahudiler aynı sözü bu günde söylüyorlar, yarın .da söyleyeceklerdir. Onlar günümüz dünyasının her yerindeki başarılı İslâmî hareketi, denetimleri altındaki propaganda ve yönlendirme araçları ile lekelerler; bu hareketleri gözden düşürüp kuvvet yolu ile ezmek isteyen batıl taraftarlarını olanca güçleri ile desteklerler. Tıpkı ilk İslâmî hareketi gözden düşürmek ve ezebilmek için putperest Kureyşlileri destekledikleri, kendileri ile güç birliği yaptıkları gibi.
Fakat iğrenç iki yüzlülüklerinden, hile ve düzenbazlık alanındaki erişilmez maharetlerinden ve zamanımız şartlarının öyle yapmalarını gerektirmesinden dolayı kimi zaman eğriyi ve eğrinin taraftarlarını açıktan açığa övmezler. Sadece hakkı ve hak taraftarlarını karalamakla yetinirler. Batılın hakkı ezmesine, sindirmesine böylesine dolaylı yoldan destek vermeyi uygun görürler. Çünkü günümüzde yahudilerin açık övgüsü, başlı başına bir suçlama gerekçesi ve taşınmaz bir töhmet yükü haline gelmiştir. Bu yüzden eğer desteklerini ve övgülerini açığa vururlarsa İslâmî hareketleri ezmek isteyen, dünyanın her yerindeki gizli ajanları ve onlardan aldıkları direktiflere göre çalışan sinsi zorbalar hakkında kuşku uyandırabilir!
Kimi zaman bu sinsi yanıltmacalarını o kadar ileri boyutlara vardırırlar ki kendileri hesabına hakkı ve hak taraftarlarını sindiren ajanları ile göstermelik düşmanlık ve savaş oyunu oynarlar ya da danışıklı propaganda savaşını gündeme getirirler. Amaçları uzun vadeli emellerini gerçekleştiren en sadık, en bağımlı dostlarını tamamen şüpheden uzak tutmaktır.
Fakat asla İslâm’ı ve müslümanları karalama, gözden düşürme kampanyasına ara vermezler. Çünkü İslâm’a karşı besledikleri kin o kadar koyu ve katıdır ki, en küçük bir İslâmî diriliş hareketine, hatta böyle bir hareketin gölgesine bile tahammül edemezler. İnsanları yanıltmak ve aldatmak için bile onun varlığına katlanamazlar.
Yahudilerin tarih boyunca sergiledikleri karakter, uyguladıkları strateji ve güttükleri amaç aynıdır. İşte yüce Allah bundan dolayı onlara lânet ediyor, kendilerini rahmetinden kovuyor ve desteğinden yoksun bırakıyor. Yüce Allah’ın desteğinden yoksun kalan kimse bütün yeryüzü halkının desteğini ve yardımını kazansa bile aslında destekçisiz ve yardımcısızdır. Okuyoruz:
“Bunlar Allah’ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın.”
Günümüzde bütün batılı devletlerin yahudileri desteklediklerini görünce paniğe kapılıp sorabiliriz: Hani Allah onları lânete çarptırdığını vaad etmişti? Hani Allah’ın lânetine uğrayanlar yardımcı ve destekçi bulamazlardı?
Fakat bilmeliyiz ki, asıl yardım edici, asıl destekçi insanlar değildir, devletler de değildir. Bu devletlerin ellerinde hidrojen bombaları ve türlü türlü füzeler de olsa bu böyledir. Asıl gerçek yardımcı yüce Allah’tır, iradesi karşısında bütün kullarına diz çöktürme gücünde olan yüce Allah! Bu rakipsiz güç karşısında ellerinde hidrojen bombaları ve çeşit çeşit füzeler bulunan kullar da kim oluyorlar?
Yüce Allah ise kendisini destekleyenin destekçisidir. Nitekim O bize “Allah dinini destekleyenleri kesinlikle destekler.” buyuruyor.” (Hacc Suresi, 40) Yüce Allah kendisine gerçek anlamda inananların, olanca güçleri ile sistemine bağlananların, hoşnutluk ve teslimiyet içinde sisteminin hakemliğine başvuranların yardımcısı ve destekçisidir.
Yüce Allah bu ayette kendisine inanmış, sistemine uyan ve şeriatının hakemliğini benimseyen bir ümmete sesleniyor. Bu yüzden bu ümmetin düşmanları olan yahudileri ve destekçilerini küçümsüyor. Yine yüce Allah bu ümmete yardım etmeyi, destek sağlamayı vaad ediyor. Çünkü düşmanlarının, yani yahudilerin yardım edicisi destekleyicisi yoktur. Yüce Allah o günkü müslümanlara karşı vaadini, fiilen gerçekleştirdi. Onun vaadi ancak gerçek müslümanlar hakkında gerçekleşebilir, ancak gerçekten inanmış bir kitle varolunca bunların eli ile bu durum pratiğe yansıyabilir.
O halde ateistlerin, putperestlerin ve hristiyanların hep birlikte yahudileri desteklemeleri, arkalamaları karşısında paniğe kapılmayalım ve yılgınlığa düşmeyelim. Onlar her zaman zaten İslâm karşısında, müslümanlar karşısında ve yahudilerin yanında olup onların destekçileri olurlar. Çünkü asıl güç dengesini değiştirecek destek ve yardım bunlarınki değildir. Fakat aynı zamanda Allah’ın yardımını peşin olarak yanımızda bilmek gibi bir yanılgıya da kesinlikle kapılmamalıyız. Çünkü yüce Allah’ın yardım vaadi ancak müslümanlar hakkında ve bu iddiayı ileri süren kimseler gerçek müslüman oldukları gün gerçekleşir.
Buna göre müslümanlär -bir kez olsun- gerçekten müslüman olmayı denemeye girişmelidirler. O zaman kendi gözleri ile baksınlar bakalım, ortada yahudileri destekleyen kalacak mı, ya da kalsa bile bu destekçilerin yahudiye bir yararı olacak mı?

İNSANLIĞIN BAŞ DÜŞMANLARI

Yüce Allah yahudilerin tutumlarını, davranışlarını ve sözlerini hayretle karşıladığını belirttikten ve bu yüzden onları lânetine çarptırıp yalnızlığın perişanlığına mahkûm ettiğini açıkladıktan sonra Peygamberimize ve müslümanlara karşı takındıkları başka bir tutumu kınamaya girişiyor ve yahudilerin müminlere yönelik ilâhi nimeti kıskanmalarını yeriyor. Bu nimet hak Din, zafer ve egemenlik-iktidar nimetidir. İşte yüce Allah’ın tek taraflı bir bağışı olarak müslümanlara karşı sunduğu bu nimet yahudileri kıskançlıktan çatlatıyor. Oysa nimeti veren, yüce Allah’tır, müslümanların bu ilâhi takdirde hiçbir yetki payları yok!
Aşağıdaki ayetlerde aynı zamanda yahudilerin pinti karakterlerine, başkalarının elindeki her şeyde gözü kalan çekememezliklerine de parmak basılıyor. Oysa yüce Allah onlara ve atalarına da bol bol nimet bağışladı. Fakat bu ilâhi bağışlar onlara ne cömertliği gösterebildi ve ne de kendilerini kıskançlıktan ve açgözlülükten vazgeçirebildi. Şimdi ayetleri okuyoruz:
“Yoksa onların Allah’ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısını bile vermezlerdi.
Yoksa Allah’ın karşılıksız lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden insanları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim’in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.”
Aman Allah’ım, ne tuhaf şey! Adamlar, yüce Allah’ın herhangi bir kuluna kendi katından bir nimet bağışlamasını çekemiyorlar. Yoksa bunlar -haşa- yüce Allah’ın ortakları mı? Yoksa O’nun mülkünde, varlığında payları mı var? Bir bölümünü bağışladığı, kullarına karşılıksız akıttığı mülkünde yani. Eğer bu mülkde, bu varlıkta payları olsaydı insanlara bir çekirdek kırıntısını, bir tohum zerresini bile çok görürlerdi. O kadar cimri ve o kadar pintidirler. Ayette geçen “nukre (çekirdek kırıntısı)” çekirdeğin sırtındaki cücük demektir. Eğer yahudinin, yüce Allah’ın mülkünde, varlığında payı olsa pintiliği ve iğrenç bencilliği yüzünden insanlara bu çekirdeğin cücüğünü bile vermeye eli varamazdı. Allah’a hamdolsun ki O’nun, bu mülkte payı yok. Yoksa tüm insanlar yandıydı, kendilerine bir çekirdek cücüğü bile verilmeyecektir.
Yoksa yahudilerin hastalığı kıskançlıklarından mı kaynaklanıyor? Yüce Allah’ın Peygamberimize ve müslümanlara bağışladığı imtiyazı mı kıskanıyorlar? Müslümanlara yepyeni bir varoluş kazandıran, onları yeniden doğmuşçasına başkalaştıran, kendilerine diğer insanlardan farklı bir kişilik sağlayan; onlara bir yandan aydınlık, ışık, güven duygusu ve gönül huzuru, öbür yandan temizlik, arınmışlık ve bunların yanısıra prestij ve egemenlik bağışlayan İslâm dinini mi kıskanıyorlar?
Evet, yahudilerin içini kemiren kurt, gerçekten bu kıskançlıktır. Üstelik bu din yüzünden arapların üzerine nice yıllardan beri kurmuş olduğu edebî ve ekonomik egemenlik de elden gidiyor; cahil, bölük-pörçük ve birbirleri ile sürekli çatışan zavallı Arapların sırtlarından, onların dinsiz günlerinde sağladığı çık arlar artık hayal olmak üzere!
Fakat yüce Allah başkalarına peygamberlik ve yeryüzü egemenliği verdi diye ne yüzle insanları kıskanıyorlar? Çünkü kendileri de Hz. İbrahim döneminden beri ilâhî bağışın denizi içinde yüzüyorlar. Bilindiği gibi yüce Allah gerek Hz. İbrahim’e gerekse soyundan gelenlere kutsal kitap, peygamberlik mevki, egemenlik ve iktidar vermişti. Fakat bu nankörler bu bağışın değerini bilmediler, bu nimete sahip çıkmadılar ve vaktiyle yüce Allah’a verdikleri sözü tutmadılar. Tersine bir kesimi inanmayanlar safına katıldılar. Oysa bu kadar nimete ve bağışa muhatap olan bir milletin bir kesiminin inkâra sapması, kâfir olması yakışık almaz. Okuyoruz:
“Oysa biz İbrahim’in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.
Fakat İbrahim’in soyundan gelenlerin kimi O’na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi.”
Yüce Allah’ın nimet ve bağışından bol bol pay almışların yine de başkalarını kıskanması, kıskançlık kompleksinin en acı verici tezahürüdür. Sebebine gelince nimetten yoksun olan kimse başkalarını kıskanınca bu duygu yüzünden kınanır, antipatik görülür. İlahî nimetlerden bol bol pay almış kimselerin kıskançlığına gelince bu köklü ve derin boyutlu bir bir şirretliktir. Yahudinin benzersiz ve kendine özgü şirretliği yani.
Bundan dolayı bu ayetin son cümlesinde alevli cehennem tehdidi ile karşılaşıyoruz. Bu tehdit, sözünü ettiğimiz iğrenç şirretliğin karşılığı olan cezadır. Okuyoruz:
“Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir.”

(Fi Zılal-il Kur'an Seyyid Kutub)

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet sohbet
Cevapla

Etiketler
2955ayet, fizilal’il, kur’an, kutub, nisa, seyyid, suresi’nin, tefsiri,


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Nisa Suresi’nin 1-28.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 13:51
Al-i İmran Suresi’nin 176-200..Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 10:41
Al-i İmran Suresi’nin 146-175.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 10:33
Al-i İmran Suresi’nin 95-145.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 10:22
Al-i İmran Suresi’nin 1-94.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub Elysian İslamiyet 0 29 Mart 2014 09:50