Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Tasavvuf Üzerine Düşünceler
Kültür dünyamızın şekillenmesinde özellikle X.yüzyıldan sonra etkili olmaya başlayan tasavvufun mahiyetini, önemini ve başlangıçtan günümüze kadar gelişim sürecini ana hatlarıyla incelemeye çalışacağız.
İnsanlık tarihinin gelişimi ile birlikte düşünebileceğimiz konulardan birisi de şüphesiz özünde ilâhi bilgi ve sırların bulunduğu mistik düşüncedir. Gizlilik anlamını ihtiva eden Latince kökenli bu kelime, zamanla felsefî ve dînî bir mahiyet almıştır. Bazı araştırmacılar ise mistisizmi, dînî, lâ-dînî, sonsuzluk ve kişilik mistisizmi gibi farklı tasniflere tabi tutmuşlardır. Belli ölçüde gizlilik esasına dayanan mistisizmde maddeye karşı bir tavır (zühd) ve seyr-i sülûk gibi bir takım uygulamalar olduğu görülmektedir.
Mistik yaşamın ve mistik anlayışın İslâm, Hıristiyan ve Musevî dünyasına, Yunan düşüncesine, Brahmanizm, Budizm ve Manihaizm’e farklı yansımaları olduğu söylenebilir. Burada özellikle mistisizmin tasavvufla ayrım noktalarını kısaca belirtmeyi yararlı görüyoruz:
Mistisizmde metotsuzluk ve pasiflik egemendir. Şeyhe bağlanma gibi bir durum söz konusu değildir, şeyh olmadığı için mürşitler silsilesi gibi bir gelenek de oluşmamıştır. Belirli zamanlarda yapılması gereken evrâd u ezkâr bulunmamakta ve insanlar yetenekleri ölçüsünde mistisizmin içinde kendilerine yer bulabilmektedir. Her hangi bir hiyerarşi yoktur ve en son varılabilecek nokta İlme’l-yakîn derecesidir.
Tasavvufta ise metot önemlidir, aktiflik esastır. Seyr-i sülûk bir mürşidin nezaretinde başlayıp devam eder. Mürşit merkezli bir yapılanma esas olduğundan silsile mevcuttur. Şeyhin belirlediği esaslar doğrultusunda yapılması gereken evrâd u ezkâr vardır; insanlar intisapla bu dünyaya girebilir ve şeyh, zikir ve riyazet gibi unsurlarla makamları aşabilirler. Tasavvufta herkesin yerinin belli olduğu piramide benzer bir yapılanma vardır. Sûfilerin varabilecekleri en son nokta Hakka’l-yakîn derecesidir.
Bu kısa açıklamadan sonra, mistisizmin İslâm dünyasında tasavvuf olarak şekillenmesi üzerinde duralım. Kişinin nefsini terbiye etmesi, ıslah etmesi, varlıktan geçerek Allah’a kavuşması amacını güden tasavvuf, kaynağı Kur’an ve hadis olmakla beraber, ortaya çıktığı dönemdeki ilimlerden (hadis, fıkıh, kelam gibi) de etkilenen ve İslâm âleminde doğup gelişen rûhî ve mânevî hayat tarzıdır. Bazı sûfilerce tasavvuf, sulhu olmayan bir savaş; nefse kul, şeytana zebûn olmamak, nefsin nasibini terk ederek Hakk’ın nasibini aramak; zâhirden uzaklaşıp bâtına yaklaşmak; mihnetleri gizlemek; cömertlik, zariflik ve temizlik olarak değerlendirilmiştir. Kuşeyrî, ilk sûfilerin hepsinin Sünnî olduğunu belirterek tasavvufun, ehl-i sünnetin bünyesinden çıktığını ileri sürmektedir.
İslâm kültür ve düşünce dünyasını derinden etkileyen bu cereyanın Arabistan’da doğmamış, gelişmemiş ve yerleşmemiş olduğuna dikkat çeken A.Yaşar Ocak, tasavvufun yapı itibarı ile İslâmı, kendi eski kültürleri çerçevesinde algılayan Araplar dışındaki Müslümanların, kitâbî ve nasçı İslam anlayışını temsil eden hâkim Arap Müslüman sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olması yönüne dikkat çekmektedir. Tabi ki bu tespitle, tasavvufun Arapları dışladığı düşünülmemelidir. Buradaki amacın, Arapların, özellikle Emeviler devri ile başlayan şiddet politikalarına yönelik bir eleştiri olduğu göz önüne alınmalıdır.
Kaynağı Kur’an ve hadis olmakla birlikte, bu iki kaynakta da geçmeyen Tasavvuf kelimesinin hangi kökten türemiş olduğu hususunda, araştırmacılar çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Tasavvuf kelimesinin, saflık, duruluk, berraklık anlamına gelen “safv” kökünden, “Benu Sûfe” kabilesinden, “suffe” ashabından, bir çöl bitkisi olan “sufane”den, Yunanca hikmet anlamına gelen “sophia”dan ve yün anlamına gelen Arapça “suf” kökünden türediği ileri sürülmüştür. Bu konudaki genel kanı, kelimenin en son ifade ettiğimiz yün anlamındaki “suf” kökünden türediğidir. Peygamberlerin ve zühd ehlinin, kibir, gurur ve bencilliğin belirtisi sayılan ipek elbiseler yerine, ekseriyetle yünden yapılmış elbiseler giymeleri, zühd ve takva belirtisi olarak değerlendirilmiştir. Bu anlayış, tâbiûn ve onları takip eden kuşaklar tarafından da devam ettirilmiştir.
Dünyayı âhiretle bir ve eşit tutmaya veya ondan daha üstün tutmamaya; maddeye ve eşyaya karşı tavır ortaya koymaya İslam tasavvufunda zühd denilmektedir. Bazı sûfiler zühdü, lüzumlu olanı, dünyayı ve parayı terk etmek; elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmaması; azlık, halvet ve açlık olarak ifade etmişlerdir. Zühd, tasavvufun temelidir, ibadet ise zühdün tabii bir sonucudur. İbadetlerin amacı, nefsi disiplin altına alarak Allah’a yaklaşmaktır. Tasavvuf ile zühd arasındaki münasebet de bu açıdan önemlidir. Zühdde korku, tasavvufta aşk unsurunun ağır bastığı görülür. Aşkın önemini göstermesi açısından Schimmel’in de örnek olarak verdiği, efendisi tarafından azad edilmiş bir köle olan Râbia Hatun’nun hikâyesi dikkat çekicidir: Bir elinde meşale ve diğer elinde ibrikle Basra sokaklarında yürüyen Râbia’ya bu davranışının hikmeti sorulduğunda o şu cevabı vermiştir: “Cenneti ateşe vermek, cehenneme ise bir son vermek için bu haldeyim. Böylece engeller ortadan kalktığında, Allah’a kimin aşkla, kimin cennet kaygısıyla ibadet ettiği görülecektir.”
İlk dönemlerden itibaren zühd ve tasavvufa yönelenler arasında Basralı Râbia Hatun gibi kadın zâhideler ve sûfiyeler de bulunmaktadır. Kuşeyrî, Kelebâzî, Hücvirî gibi sûfi yazarların, tasavvufla iştigal eden kadınlardan hiç bahsetmemiş olmalarına karşın, çeşitli dönemlerde yazılmış bazı sûfi tabâkat kitaplarında bu konuya yer verildiğini görüyoruz. Nefâhatu’l-Üns’te Râbia, Lübâbe, Şu’vâne, Fatıma-i Nişaburiye, Meryem Basriye, Ümmü Muhammed ve Ümmü Ali gibi otuzu aşkın kadın zâhideden bahsedilmektedir. Sülemî ve İbn Cevzî sûfi kadınlar hakkında geniş bilgi vermektedir. Bazı sûfilere göre ricâlu’l-gayb arasında kadın dervişlerin olduğu da ileri sürülmektedir.
Mevlânâ’nın kadınların düzenlediği semâ meclislerine gitmesi ve Mesnevî’de zaman zaman kadınları ön plana çıkarması, onun bu konudaki tavrını da yansıtmaktadır. Mevlevîlik’te kadın halifelerin bulunduğu bilinmektedir. Sultan Veled’in kızı Şeref Hâtun, bir çok mürideye sâhip bir Mevlevî halifesidir.
Bektâşilik’te de kadınlar âyin-i cem adı verilen tarikat törenine erkeklerle beraber iştirak ederler, muhabbet sofrasında beraber otururlar, beraber nefes okurlar ve semâ ederler. Tasavvufun kadını toplumsal hayatın içine çekme düşüncesi, medresenin baskısı ile sekteye uğramıştır. Bektâşilerin ve Alevîlerin dışında kadın dervişler, baskılar sebebiyle toplumdan ayrılmak zorunda kalmışlardır.
Hz. Peygamber, sahabe ve tâbiîn dönemlerinde insanlar, büyük ölçüde âyet ve hadislerin de tesiriyle zühd hayatına yönelmişti. Burada, Kur’an’ın Mekkî ve Medenî âyetlerini ve bunların önemini belirtmek yararlı olacaktır. Mekkî âyetler, genellikle iman hakikatlerine yönelik konuları dile getirmekte ve İslâmî zühd hayatının da temelini oluşturmaktadır. Bu dönemlerdeki Peygamber ve sahabe hayatı, bu yaşamın iskeletini oluşturmuştur. Hicretle birlikte Medine’ye yerleşen Müslümanlar, artık biraz daha toplumsal hayatın içine çekilmeye başlanmış ve Kur’an’ın Medenî âyetleri de bu sosyal düzenin oluşmasında en önemli unsur olmuştur. Ancak Medine’de bir İslam devletinin şekillenmeye başlamasıyla birlikte, daha Hz. Peygamber döneminde insanların kısmen zühd hayatından koparak dünya nimetlerine temâyül göstermeye başlamaları da dikkatlerden kaçmayan bir husustur. Dört halife dönemi ve özellikle de Emeviler’den itibaren bu tür yaşam biçiminin giderek rağbet edilen bir mahiyet aldığı görülmektedir.
Tasavvufun tarihi gelişimi incelenirken kaynakların, konuyu çeşitli tasniflerle ve belirli kıstaslara göre ele aldığı görülecektir. Konuyla ilgili olarak hazırlık sürecinde yaptığımız çalışmalardan yola çıkarak, tasavvufun tarihî gelişimini Kuşadalı İbrahim Halvetî’nin bakış açısı doğrultusunda ele almaya çalışacağız. Buna göre tasavvufun tarihî gelişimi, ilk devir, tekke devri ve son devir olmak üzere üç kısımda değerlendirilecektir.