Ebeveynin sorumluluğuna giren terbiye müfredatının ana mes'elelerini gördükten sonra, bu bahsi, mühim bir hususla noktalamamız gerekmektedir. Dikkat çekeceğimiz hususa "mühim" diyoruz, zira terbiyevî faaliyetin itidalini koruması ve birçok durumlarda karşılaşılan başarısızlık karşı-smda fütura düşmeden terbiyevî gayretin devam ettirilmesi bunun anlaşılmasına bağlıdır.
Geçen bahislerde görüldüğü üzere, bir kısım âyet ve hadîsler, başta baba olmak üzere ebeveyni vesayetleri altında bulunan çocukların dinî terbiyesinden sorumlu tutarken, diğer bir kısım âyet ve hadîsler onların gayretine mutlak bir başarı vâdetmemekte ve hattâ başarısızlık örnekleri vermektedir. Bu hususa en muknî misâl Hz. Nûh ve onun oğlu ile alâkalı olanıdır: Kur'ân-ı Kerim'in belirttiği üzere, Hz. Nûh, kavmini "gizli ve açık"[249] her şekle baş vurarak "gece ve gündüz"[250] hiç durmadan Hakka çağırmış bulunduğu halde, kendi oğlu, bütün arzu ve gayretlerine rağmen "kâfirlerden" ayrılmamış ve "boğulanlardan" olmuştur.[251] Hiç kimse Hz. Nuh'un bu hummalı irşad işinde Ailesini ihmal ettiğini, aile efradı ve bu. meyânda oğlunun hidâyeti için uğraşmadığını söyleyemez. Evlâdına karşı bir babanın taşıdığı şefkati ifâde için müşahhas örneklerden biri olarak kaydedilen Hz. Nuh'un, kendi çocuklarını ebedî ateşten kurtarmak için başkalarına sarfettiği gayretten daha fazlasını sarfettiğini, bu işte daha çok fırsat sahibi bulunduğunu söyleyebiliriz. Öyle ise onun oğlu, bir peygamber babanın gösterebileceği,, en kesif, en muknî irşad faaliyetlerine rağmen sapık çevresine uyup, küfründe direnmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, ebeveynin gayretine rağmen küfründe direnecek olanlara kıyamete kadar rastlanabileceğini ifâde zımnında, bir başka pasaja daha yer verir. Ebeveynin irşadına kulak tıkayıp, küfründe ısrar eden ve inadım, onlarla cedelleşmeye gidecek kadar ileri götüren evlâd örneğinin sunulduğu bu pasajda, şahıs muayyen değil, mutlaktır:
"Anesine, babasına; 'Öf ikinizden (sizden bıktım), benden Önce nice nesiller gelip geçmişken beni, tekrar diriltilmemle mi tehdîd ediyorsunuz?' diyen kimseye, anne babası, Allah'a sığınarak 'Sana yazıklar olsun! İnan, doğrusu Allah'ın sözü gerçektir' diye cevap verirler. İşte onlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde Allah'ın azâb va'-dinin aleyhinde gerçekleştiği kimselerdir. Doğrusu onlar hüsranda olanlardır."[252]
Şu halde, Kur'ân-ı Kerîm, bu kaydedilenlerin ışığında şu dersi vermek istiyor: Anne ve babalar, her halükârda çocuklarının irşadı için çalışacaklar, ellerinden geleni yapacaklardır. Bu durumda, istenen gaye hâsıl olmasa bile, Allah nazarındaki sorumluluktan kendilerini kurtarmış olurlar.
Peygamberlik vazifesinin ifasında mühim bir esas olan ve bu sebeple birçok defalar[253]"Teblîğ edip netice beklememek" ve hattâ "icbar edici olmamak" düstûru ailevî terbiyede de mürşid ve rehber olacaktır:
Meâlen: "Eğer yüz çevirirlerse, (ey Muhammed),. sana düşenin sâdece açıkça tebliğ olduğunu bil."[254]
Meâlen: "(Ey Muhammed!) Sen duyur! Esasen sen sâdece bir duyurucusun. Sen onlara zor kullanacak değilsin."'[255]
Tebliğden netice hâsıl olmaması, tebliğ işine devanı hususunda fütur vermemeli, azmi kırmamalıdir. Zira hidâyeti veren Allahtır:
Meâlen: "(Ey Muhammed!) Sen sevdiğim doğru yola eriştiremezsin, ama Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir."[256]
Bu durum, terbiye müfredatının en mühim kalemini teşkil eden dinî terbiyede böyle olduğu gibi, başta meslekî terbiye olmak üzere diğer kalemlerde de böyledir.
Dinî terbiye örneğinde temel prensip böylece tesbît edildikten sonra, aynı pransibin terbiye müfredatına giren diğer kalemler için tekrar açıklanmasına hacet kalmaz.[257]
6. Terbiyeyi İlgilendiren Bir Kaç Mühim Mes'ele
Terbiye mevzuuna giren mes'eleler sâdece din ve meslek eğitimi müfredatı, eğlence vs. gibi yukarıda kaydettiğimiz konulara münhasır değildir. Herkesin bilmesi gereken daha pek çok mes'elesi vardır. Burada hepsini ele alarak teferruata girmeyeceğiz. Bununla beraber, Kur'ân-ı Kerîm'in yer verdiği, hattâ bâzılarında tekrar tekrar üzerinde durup teferruatlarını açıkladığı birkaç mes'eleye daha dikkat çekmemiz gerekmektedir. Bunlardan biri terbiye yaşı ve bununla, alâkalı bâzı mes'eleler, diğeri de süt devresi'dir. Bilhassa süt devresi üzerinde Kur'ân-ı Kerî defalarca durmuştur. Bu hal, terbiye açısından ehemmiyetini herkesin lâyıkıyla kavrayıp değerlendiremediği bu devrenin aslında büyük önem taşıdığını, o devreyi ilgilendiren -başka gıda rejimi olmak üzere- pek çok mes'elenin üzerinde hassasiyetle durmak gerektiğini ifâde eder. Biz de ehemmiyetine binâen, bu mes'eleyi açıklayarak bahsimize gireceğiz:[258]
Süt Devresi
Kur'ân-ı Kerime göre, çocuğun terbiye ve bakımında en mühim devrelerden biri süt devresidir. Zira zahiren ehemmiyetsiz ve kısa. olan bu devre ile alâkalı olarak muhtelif hükümler vazedilmiş, mes'ele farklı âyetlerde tekrarla ele alınmıştır:
1. Ahkâf sûresinde "hamilelik ve sütten kesme müddetinin otuz ay" olduğu bildirilir.[259]
2. Bu âyette mübhem kalan süt devresinin müddeti, Lokman Sûresinde iki yıl olarak tahdîd edilir.[260]
Bakara Sûresinde tekrar ele alman bu devre, babanın isteğine bağlı olarak "tam iki yıl" olarak kesin hükme bağlanır:
Meâlen: "Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlatmak isteyen babalar için tam iki yıl emzirirler."[261]
Âyetin devamı, bu iki yılın vecîbe olmadığını, anne ve babanın mutabakatı ile daha önce de sütten kesilebileceğini ifâde eder:
Meâlen: "Anne-baba aralarında istişare ederek ve anlaşarak sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur."
3. Yukarıdaki âyette, çocuğun anne tarafından emzirilmesi esas kılınmış olmakla birlikte "süt anneye" verilmesi de tecvîz edilmiştir. Ancak, âyetten âlimler, iki yıllık devre içinde çocuğu emzirmeye annesinin ehakk olduğu, emzirmek istediği takdirde, babanın başka bir sütanne arama hakkına sahip olmadığı, hükmünü çıkarmışlardır.[262] Ayrıca âyetin devamında, "Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun bir şekilde öderseniz, size sorumluluk yoktur" denmektedir.
4. Boşanan ailelerde, emzikli çocuğun emzirtil mesi mes'elesi ayrıca ele alınmakta ve bu durumda annesi emzirdiği takdirde annesine emzirme ücretinin verilmesi emredilmektedir. Annesine emzirtilmesi bâzı zorluklar çıkaracak ise, bir' sütanneye verilmesi de tavsiye edilmektedir.[263]
Terbiye Yaşı
Mutlak mânâda alınınca fiilî terbiye, insanın bedenî, ruhî ve aklî kapasitelerini, dinî idealler çerçevesinde, herhangi bir sınırla kayıtlı olmayan sonsuz mertebeler içerisinde, âzami şekilde geliştirip yüceltmek maksadıyla, doğumdan ölüme bütün hayatını ihata eden mütemâdi bir faaliyettir. Ancak, bu faaliyetlerin en kesafetlisi ve velînin sorumluluğu altında bulunan safhası bulûğ çağma kadar olan terbiyedir. "Terbiye" denince nassen de, örfen de öncelikle bu anlaşılır.
Kur'ân-ı Kerîmde, yanında ebeveyninden biri veya her ikisi yaşlanmış olan kâhil (yâni olgun yaşta) bir kimsenin, bu yaşlı anne ve babasına karşı nasıl davranması gerektiğini tesbît ederken kâhil kimseye, ebeveyni için şöyle demesi emredilir:"Ey Rabbim, küçükken beni terbiye ettikleri gibi sen de onlara merhamet et! de."[264]
Burada ebeveynin evlâdlarmı, "küçükken terbiye" etmeleri gereği nazar-ı dikkate verilir.
Hz. Peygamber (a.s.m.) ebeveynin sorumluluğunda olan çocukluk çağındaki terbiyede kazandırılan bilgi, ahlâk, davranış gibi her çeşit aklî ve ruhî muktesebât, kişi şahsiyetinde silinmesi zor, derin ve ciddî izler bıraktığını birçok hadîsleriyle ifâde eder:
"İlmi gençken öğrenen sanki taş üzerine nakşetmiş gibidir, büyüdüğü zaman öğrenen ise sanki su yüzüne yazı yazmış gibidir."[265]
"Hayra alışın, zira hayır âdet {ve alışkanlık) ile kaimdir"[266] "sözüyle her çeşit iyi şeylerin öğrenilip kazanılarak alışkanlık hâline getirilmesinde en mühim devre olan çocukluk devresine, İslâm dininin müstesna bir ehemmiyet atfedeceği her çeşit izahtan' varestedir. Âyet ve hadîste gelen gerek işârî ve gerekse açık beyanlar "dal küçükken eğilir1 hükmünü tefhim ve te'yîd ederler.
Her çeşit terbiyevî faaliyetin mümkün mertebe erken başlatılması gereğine Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sünnetinde fiilî örneklere çokça rastlarız: Yeni doğan çocuğun kulaklarına ezan ve ikamet okunması[267] -az ilerde açıklanacağı üzere- konuşmaya başlar başlamaz dinî mesâilin ezberletilmeye; sağını solundan tefrike, yirmiye kadar saymaya başlar başlamaz da namaz kıldırmaya başlatılması gibi."[268]
Küçük Yaşta Hikmet:
Kur'ân-ı Kerim, normal olarak, doğuştan çocukların herhangi bir ilimle mücehhez olmadıklarını, hiçbir peşin ilim sahibi olmaksızın doğduklarım ifâde eder:
Meâlen: "Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştı. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir."[269]
Şu halde ilim, normalde, göz, kulak, kalb gibi organlar yaratılış gayelerinde kulanılarak, onların tâbi olduğu belli bir gelişme müddeti içerisinde kesbedilecektir. Nitekim Hz. Yûsufla ilgili âyette:
Meâlen: "Olgunluk çağına[270] erince ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükâfatlandırdık." buyurulmaktadır.[271]
İlmî terakkide insanların kahir ekseriyetinin tâbi olduğu normal vetire bu olmakla birlikte, yine Kur'ân-ı Kerîm'de bir kısım çocukların küçük yaşta "büyük hikmet" sahibi olabileceklerine işâreten, Hz. İsa ile Hz. Yahya örnekleri verilir. Hz. Yahya ile alâkalı âyet söyle:
Meâlen: Ey Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl' deyip daha çocukken ona hüküm, katımızdan kalb yumuşaklığı ve safiyet verdik. O Allah'a karşı da takva sahibi idi."[272]
Âyette Hz. Yahya'ya, henüz çocukken verildiği ifâde edilen "hüküm"den muradın "hikmet, ilim ve nübüvvet"[273] ve bu yolda gösterdiği "ciddiyet, azim, hayra olan düşkünlüğü ve hayırdaki gayreti"[274] olduğu belirtilmiştir. Hz. Peygamber'den (a.s.m.) gelen açıklamalar Hz. Yahya'nın daha sekiz yaşlarında bir çocukken gerçekten hikmetli sözler söylediğini göstermektedir: "Kardeşim Yahya'ya Allah rahmetini bol kılsın, çocuklar onu oyun oynamaya çağırdıkları vakit, -daha (sekiz yaşlarında çocuk olmasına rağmen)- 'Oyun için mi yaratıldım?' demiştir. Henüz günahları yazılma yaşma ulaşmayan böyle derse, ulaşan ne demelidir?"[275] Keza Hz. İsa'nın da, bir mû'cize eseri olarak, daha beşikte iken konuştuğu belirtilir ve söylediği sözler kaydedilir.[276]
Kur'ân-ı Kerîmin muhtevasında yer eden her meseleden, mü'min muhatapların alacakları mutlaka bir ders-i ibret olduğuna göre, bu iki örnekten, -cüz'î bir azınlık da olsa- bir kısım çocukların, küçük yaşlarda ilim ve hikmetçe terakki edebilecekleri hükmü çıkarılabilir. Durum böyle olunca gerek ebeveyn, gerek cemiyet, bu çeşit kabiliyetlerin inkişâfına veya husûsî talîm ye terbiyelerine hem fikren ve hem de teçhizat ve imkânlarıyla her an hazır olmalıdır.[277]
Nitekim on dört asırlık uzun İslâm târihi içerisinde gerek ilmî, gerek askerî ve siyâsî sahalarda, günümüze kadar şöhretini devam ettirebilen büyüklerin pek çoğu, küçük yaşlarda tahsil ve terbiyelerini ikmal ederek yirmi yaşına varmadan kariyer yapmış kimselerdir. İmam Şafiî, İmam Buhârî, Süfyân İbnu Uyeyne, İbnu Sina, Fâtih Sultan Mehmed bunlardan ilk akla gelenlerdir.[278]
Çocukla İstişare
Bir kısım âyetler, çocuğun hayata hazırlanma safhasında, büyüklerin, yâni terbiyecilerinin, hep ona emredici değil, onu da dinleyici, fikrini alıcı ve böylece ona değer verildiğini ihsas edici olmasını tefhim etmektedir.
Bu hususta kaydı gereken bir örnek Hz. Yûsuf la ilgilidir. Hz. Yûsuf henüz on iki yaşlarında bir çocuk iken[279] gördüğü rü'yâyı te'vîl ederek: "Oğulcuğum, rü'yâyı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar" der.[280] Râzî'nin kaydettiği bir rivayete göre, Hz. Yûsuf, yedi yaşında iken gördüğü buna benzer bir rü'yâyı babasına anlatmış, babası daha o zaman da, Yûsufu ciddiyetle dinleyip, rü'yâsmı kardeşlerine anlatmamasını tenbîh etmiştir.
Mevzûmuz açısından daha da mühim olanı Hz. İsmail'le alâkalı olan âyettir. Hz. İbrahim, oğlu İsmail'in kurban edilmesi ile alâkalı rü'yâyı görünce durumu ona acar.
Meâlen: "Çocuk kendisinin yanısıra yürümeye başlayınca: 'Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin?"[281]
Burada vazıh bir şekilde çocukla yapılan istişare görülmektedir. Bâzı rivayetlerde Hz. İsmail'in bu esnada on üç yaşlarında olduğu söylenmiştir.[282]
Şu halde, çocukların terbiyesinde, onların rü'yâlarını dinlemekten tut, tâ kendilerini ilgilendiren meselelerde fikirlerini almaya varıncaya kadar, pek çok mes'elede, onlara değer vererek şahsiyet tanımak Kur'âni terbiyenin esaslarından biri olmaktadır.[283]
Küçük Kimdir?
Yeri gelmişken, dinî kitaplarımızda sıkça geçen ve "büyüğe hürmet", "büyüğün yanında susmak", "haddini bilmek" emredilen "küçük"ün kim olduğunu belirtmeye çalışalım,,
İslâm âlimleri, bir kısım hadîslerde geçen "küçük" tabiriyle her seferinde "yaşça küçüklüğü anlamamışlardır. Bir kısım hadîslerde şüphesiz büyüklük-küçük-lük ölçüsünden murad yaştır.
Ancak bâzı- durumlarda yaş değil, "ilim" ve "makam" büyüklük ölçüsüdür. Âlimlerimiz hakikî ilim sahibinin yaşı ne olursa olsun "büyük", câhil kimsenin de âlime nazaran, yaşça pîr-i fâni de olsa "küçük" olduğunu ifâde etmişlerdir.
Nitekim, "Küçükler nezdinde ilim aramak kıyamet alâmetlerindendir"[284] mealindeki hadîste istiskal edilen küçüğün yaşça küçük olmadığı, buradaki küçükten muradın "kendi re'yi ile fetva verenler", "dinî meselelerde selef âlimlerinin yolunda gitmeyenler", "başkalarının re'yini ashâb-ı kiramın re'yine tercih edenler", "ehl-i bid'a" vs. olduğu başta İbnu'l-Mübarek olmak üzere birçok âlimler tarafından ifâde edilmiştir.[285]
Bizzat İmam Buhârî, ilim alınacak hocanın yaşı hususunda tereddüdü reddederek; "Bir kimse (yaşça ve ilimce) kendi fevkinde, mislinde ve dûnunda (yâni aşağısında) olandan ilim almadıkça ilimde kemâle eremez" demiştir.[286]
Gençler Ve Tebliğ
Kur'ân-ı Kerîm, insan psikolojisini alâkadar eden unsurlar açısından tahlil edildikte, tesbit edilebilecek pekçok noktalardan iki tanesi mevzûmuzu ilgilendirir:
1. Bütün[287] peygamberlere karşı çıkıp küfürde direnenlerin ittifakla kullandığı[288] delillerden biri "Babalarımızı hangi din üzere buldu isek ondan ayrılmayız" sözünde ifâdesini bulan taklitçiliktir.
2. Bir cemiyetin saplanmış bulunduğu her çeşit sapıklıklarına karşı gelenler, öncelikle ve çoğunlukla
"gençlerdendir.
Kur'ân-ı Kerîm birinci hususla alâkalı pekçok âyet-i kerimeye yer verirken, ikinci hususu te'yîd eden birkaç örnek verir:
1. Ashâb-ı Kehf, gençlerden müteşekkil bir gruptur: Bizzat âyet-i kerîmede,
yâni "Şu bizim milletimiz Allah'ı bırakıp Ondan başka tanrılar edindiler-"[289] diyerek içinde yaşadıkları cemiyeti terkettikleri belirtilen "Mağara Ashâbı"nın "birkaç genç"ten ibaret olduğu, "genç" kelimesi iki ayrı sefer tekrar edilerek bilhassa tebarüz ettirilir.[290]
2. Kavminin putperestliğine karşı gelerek putları kırmakla meşhur olan Hz. İbrahim'in de (a.s.) genç olduğu belirtilir. Âyet-i kerimeyi mealinden takip edelim: "(İbrahim, kavmine içinden) Allah'a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınıza bir tuzak kuracağım' dedi. (Münâsib bir anda da) hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bıraktı. Milleti 'tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o; zâlimlerden biridir' dediler. Bâzıları, 'İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk' dedi"[291]
Kur'ân-ı Kerim böylece, kültür değişmelerine ve her çeşit yeni fikirlerin benimsenme veya benimsetilmesine gençlerin daha açık olduğunu ifâde etmiş olmaktadır.[292]
Oyun - Eğlence
Çocuk deyince en ziyâde hatıra gelen hususlardan biri oyundur. Kur'ân'da çocuklarla alâkalı olarak oyuna yer veren bir âyet mevcuttur: Hz. Yûsuf la ilgili kıssada, Hz. Yûsufun kardeşleri, Yûsufu bir kuyuya atmak üzere karar aldıktan sonra babalarına gelerek:
Meâlen: "Ey babamız! Biz Yûsuf a karşı hayırhah olduğumuz halde onu niçin bize emniyet etmiyorsun? Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin oynasın; Biz onu herhalde koruruz." dediler.
Peygamber olan babaları Hz. Ya'kûb, "oynamasına dâir teklifi" reddetmiyor, ancak endişesini dile getiriyor:
Meâlen:"Babaları: 'Onu götürmeniz beni üzüyor, siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkarım' dedi"[293]
Âyet-i kerime, çocuğun gezinti ve oyuna salınmasının cevazını ifâde etmekten başka, bu sırada gelebilecek tehlikelerin düşünülüp tedbîr alınmasını da tazammun eder. Ayrıca burada, çocuk hakkındaki endişeyi "kurtla ifâdenin eskiliğine Kur'ânî bir şahit görülmektedir.[294]
Kur'ân-ı Kerîm'de "oyun" mânâsına gelen "Ia'ib" kelimesi ile bu kökten türeyen fiillerin kullanılışında büyük bir hassasiyet görülmektedir. Zira, yukarıda keydedilenin dışında bu kelime büyükler hakkında’da[295] veya "aldatıcı" olduğu belirtilen "dünya hayati"nın[296] tavsifi sadedinde, bir de "mahlûkatın bir "eğlence" olsun diye yaratılmadığını" beyan maksadıyla[297] kullanılır ve her defasında tezyifi (pejoratif) mânâdadır. Hiçbirinde "oyun"u te'yîd eden, tasvîb ve ona teşvîk eden müsbet mânâda görülmez.
Bu durum hadîslerde daha vazıh görülür. Hz. Peygamber "menedilen eğlenceden"[298] saymadığı "atma, binme, yüzme, yürüme ve hanımıyla eğlenme" gibi faydalı olanlar[299] dışında kalanları "oyun için yaratılmadık''[300] diyerek büyükler hakkında reddederken, "Çocuğu olan onunla çocuklaşsın"[301] diyerek çocuklar hakkında bunu tecviz etmiştir. Hz. Peygamberin (a.s.m.) çocukları bizzat eğlendirdiğine dâir rivayetler de çoktur.[302]
Okulmu, Ailemi?
Çocuğun terbiyevî sorumluluğu ile alâkalı olarak Kur'ân-ı Kerim'den kaydettiğimiz nâslardan çıkan bir sonucu burada, husüsen belirtmede fayda var: Çocuğun her çeşit terbiyesinden öncelikle babası ve ailesi mesûldür.
Babanın normal şartlarla mevcudiyeti hâlinde, başka bir sorumlu merci kesinlikle mevzubahis değil. Devletin sorumluluğu da en sonunda söz konusu olmakta.
Bu durum, günümüzdeki tatbikata taban tabana zıd düşmekte ve mes'ele üzerinde değerlendirmeye gidildiği takdirde, hem İslâmî ruhtan büyük bir uzaklaşma görülmekte, hem de birçok ferdî, ailevî ve içtimaî ızdırap-larımızm hakikî sebepleri hakkında daha mâkul, daha gerçekçi bir teşhiste bulunulabilmektedir. Şöyle ki:
Dinimiz, çocuğun dinî, dünyevî her çeşit terbiyesini içine alan "temel eğitimden aileyi sorumlu tutarken, aileler bu işi "okul'a bırakmış durumdadırlar. Okullar ise, çocuğun tek başına hayata atılmasını gerçekleştirecek her çeşit zarurî bilgilerin verilmesi demek olan "temel eğitim" devresinde, bu hayatî bilgilerden, en başta meslek olmak üzere, pek çoğunu ihmal etmekte, faydalılık derecesi henüz yeterince araştırılıp münâkaşa edilmemiş olan okuma-yazma dışında ciddî, işe yarar bir şey vermemektedir.
Netice olarak, insan ömrünün bu en kıymetli devresi, afakî ve lüzumsuz şeylerin öğretimi suretinde bir nevi "oyalamaca" ile geçmekte, çocuk hiçbir hayatî hazırlığa sahip olmadan 18-20 yaşlarına, yâni müstakil ekonomik bir unsur olarak hayata atılma devresine gelmiş bulunmaktadır. Söz gelimi ilkokula 7 yaşlarında başlayan bir çocuk 5 yıl ilk, 6 yıl da orta tedrisâtta okuyarak 18 yaşlarında liseden me'zûn olunca hiçbir meslek sahibi olmamaktadır. Üniversiteye girme şansı ise, son yıllara kadar yüzde on olunca, girebilenler istisnayı teşkil etmektedir. Orayı bitirenlere de bir iş ve meslekî icraat garantisi yine de mevcut değildir. Öyle ise bunca zahmet ve bunca masraflar niye yapılmaktadır?
Sırf dünyevî terbiye açısından bakılsa bile, ortadaki sakatlık açık bir şekilde meydana çıkmakta ve gencin gerçek ihtiyâcı ile tezad arzetmektedir. Programlarda dinî ve millî değerlerin noksanlığından başka pratik çalışma zevkini kazandırma tedbîrlerinin yokluğu gibi eksiklikler de göz önüne alınacak olursa, günümüzdeki aylak, gayesiz, avare ve binnetîce anarşist gençliğin çıkış sebeplerine inilmiş, hâl-i hazır millî ızdırabımıza mâkul bir izah getirilmiş olur.
Şüphesiz burada "mekteb"e karşı olmak söz konusu değildir. Tâ bidayetlerden, Ashâb devrinden itibaren İslâm âlemi "küttâb" veya "sıbyân mektebi" gibi adlar taşıyan çeşitli tedrisât müesseselerine yer vermiştir. Bilâhare de "medreseler" kurulmuştur. İslâm-medeniyetinin, çeşitli isimler altında kurulup gelişen tedrisât müesseselerine dayandığı, inkârı gayr-ı kabil bir gerçektir.
Burada maksadımız, ebeveynin sorumluluk durumuna nazar-ı dikkati çekmektir. Dinimiz, çocuk, hocaya veya mektebe verilse, bile, neticede yine ebeveyni sorumlu tutmaktadır. Daha önce de kaydettiğimiz gibi, ebediyete kadar hükümverma olan Kur'ân-ı Kerîm, yeni yetişenlerin "ateşe düşmelerinden" aile reislerini sorumlu tutmakta ve ihmalkârları "gerçek hüsran sahibi" ilân etmektedir. Başarılarında da keza büyük payı ebeveyne ayırmakta ve Ölse bile hayır defteri açık kalacak birkaç kalem bahtiyarlar arasında "hayırlı evlât yetiştirenleri" zikretmektedir.[303]
Klâsik terbiye kitaplarımız[304] anne-babayı, bu hayat veren, başarı ve terakkinin de zenbereği olan "ebeveynlik mes'ûliyeti"nden azade etmemek ve çocuğun hocaya verilmesi hâlinde bile devamlı hoca-velî irtibatını zinde tutabilmek için, . Hz. Peygamber'den (a.s.m.) gelen rivayetlere dayanarak şu hükmü koymuştur: Hoca, te'dîb maksadıyla çocuğa üçten fazla vuramaz. Ancak, başarısına te'sîr edecek yaramazlığı sebebiyle daha fazla dövülmeyi hak ederse, bu fazlalık için çocuğun velisinden izin ister. İzinsiz fazla vurması haramdır...
Gerçek bu iken, nasıl çıktı, kim çıkardı bilemiyoruz, çoğunlukla Müslüman velî, bu müsâadeyi asırlardan beri, peşinen vermiş, daha çocuğu hocaya teslim ederken, "benden izin talebine hacet kalmaksızın istediğin kadar döv" mânâsında: "Eti senin, kemiği benim" demiştir. Bu söz, hiç şüphe yok, her gün çocuğu murakabe gibi oldukça zor ve sıkıntılı bir mes'ûliyetten zahmetsiz bir kaçıştır. Çoğu kere, te'dibî olmaktan çıkıp, keyfî ve hissî olan dayağa ve hattâ, daha fenası, yeterli pedagojik formasyondan mahrum kişilerin, -günümüzde bile görüldüğü üzere- fıtrî ve tabiî yaramazlıkları karşısında şaha kalkan kaba beşerî öfkesini tatmine yönelen ezici, yıldırıcı, okumadan nefret ettirici falaka ve işkencelere verilen bu peşin izin, veliye, belki "gözünün nuru", "kalbinin sürürü", "ömrünün semeresi" bildiği evlâdı hakkında kahramanca bir fedâkârlıkta bulunmanın neşve ve hazzını da vermiştir.
Ne var ki, bu müsaade, evlâdının yetişme işini bir tesadüfe, sonu meçhul bir maceraya terketme olmuştur.
Bu, İslâm cemiyetine hayat bahşeden, terakki ve yükselmeye zenberek ve kamçı olan temel İslâmî prensiplerin birinden, belki de birincisinden ilk uzaklaşma olmuştur.
Bu, Kur'ân'ın, maveradan gelen o ilâhî sesin yükseldiği en mukaddes emânetten, bir diğer ifâde ile yeni yetişen neslin istikametini kontrol mes'ûliyetinden ebeveynin ilk kaçışıdır.
Bu, ferdî mes'ûlîyetler üzerine kurulup evc-i alaya yükselen bir medeniyetin yıkılışına atılan ilk adımdır.
Evet, velî, külfetten kurtulmuştur, ama rahmetten de mahrum kalmıştır: Kur'ânî mes'ûliyeti müdrik nesillerin ortaya koyduğu parlak bir medeniyet peyderpey elden çıkmış, hâkimiyetin yerini tezellül almıştır.
Bugün en dindar velîler bile, hâlâ bu aldatmacanın kurbanı olarak, çocuğunun hayata hazırlanma mesuliyetini "okul"a bırakmakta ve teslim ederken, sonu nereye vardığını hiç tartmadığı aynı cümleyi tekrar ederek: "Eti senin, kemiği benim" demekte ve mesuliyetten kurtulduğunu zannetmektedir.
Fakat bu bir şeytan oyunu ve nefis aldatmasıdır.
Başını kuma sokan devekuşunun, düşmanın nazarından kendini sakladığını zannetmesi nevinden bir aldatmaca ve aldanma.
Zira, âyet-i kerîme: "Ey imân edenler! kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun" derken ne okula, ne de hocaya hitap etmektedir. Kıyamet günü de bir neslin ve ona bağlı olarak medeniyetin yıkılış hesabı yine o sorumsuz anne-babalara sorulacak. Hesabını veremeyenler, dünyada çektikleri zillete ilâveten emânete hıyanet cezası olarak cehennemle tecziye edileceklerdir.
Şu halde, ister reform, ister rönesans, isterse "tecdîd" veya "ıslâh" diyelim, hangi kelimeyle ifâde edersek' edelim, biz Müslümanların yeni bir kurtuluş, yeni bir hamle ve terakkî hareketi bu ferdî mes'üliyetimizi yeniden idrâk ve kabullenmeden geçecektir.
O zaman göreceğiz ki, kahve köşelerinde öldürecek, siyâsî gevezeliklerde heder edecek vaktimiz yoktur. Zarurî meşguliyetlerden arta kalan zaman bu mukaddes vazifenin ifasına ancak yeterlidir.[305]