14 Ekim 2011, 11:57 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Islâm tasavvufunda irşad ve mürşid İSLÂM TASAVVUFUNDA İRŞAD VE MÜRŞİD İrşad, doğru yolu göstermek, bir kimsenin haliyle ya da sözüyle hidayetine vesile olmak, İslamiyeti tanıtması ve yaymasıdır. Bu özelliklere sahip kimseler İrşad ediciler olarak nitelenir. Yani irşad ediciler Mürşid-i Kâmiller'dir. Seyyid Abdulhakim el Hüseyni (k.s.); ''Öyle zevatlarla sohbet etki sözü dimağını (beynini), özü kalbini ve ruhunu tedavi eder, hali de seni Allah'a kavuştursun'' diyor. Gavs (k.s.)'ın söylediği bu güzel veciz söz, aynı zamanda ''İrşad'' kavramının tarifidir. İslamiyeti tanıtmak, yaymak sanıldığın aksine herkesin yapabileceği bir olay değil. Öncelikle, irşad edecek olan kimselerin özü ve sözü bir olmalı, hatta bu hususiyetleri nefsinde taşıması gerekiyor. Günümüzde irşad yaptığını zannedenler, aslında irşad yapmıyor. Sadece laf üretiyorlar. Oysa tahkiki ve yakini delillerle, hak ve hakikatı talim etmekle irşad olunur. Bu konuda S. Abdulhakim el Hüseyni (k.s.); ''İrşad olmayan irşad edemez" diyor zaten. Demek ki; evvela irşad olacağız, sonra insanlara yol göstermek hakkı kazanacağız. Maalesef bugün dilimizden çıkan sözleri hayatımızda yaşamadığımız halde, insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz, ama netice itibariyle de başarılı olamıyoruz. Başarının sırrı önce yaşamak, sonra yaşadığını hal ve ahvalinle gösterip dilinle aktarmaktan geçer. Zaten, insanımız, laf'dan çok uygulamaya ve yaşantıya itibar ediyor. Ateşli konuşmaların ve heyacanlı nutukların biri bin ettiği devirler artık çok gerilerde kaldı. Kitleler daha çok pratik ve uygulamaya yönelik, özü ve sözü doğru olan şahsiyetlere itibar ediyor çünkü. Öyle zevatlar vardır ki, hiç konuşmadan binlerce insanı bend edebiliyor. Öyleleri de var ki ciltler dolusu heyecanlı, coşkulu konuşmalar yaptığı halde, camiden çıktığı zaman etrafında birkaç kişi, hatta bir bastonu bir de kendisi kala kalıyor. Maalesef durum bundan ibaret. Toplumlar yıllardır nice insanları dinleye dinleye bir hal almış, nice etkili konuşmalara şahit olmuş, belki de bir veya iki saat dinlediği konunun tesirinde kalıyor, ama o an için teselli oluyor. Zira İnsanlara uzun vadede etkili olmak, sadece ''söz''le olmuyor, ''hal''de göstermek gerekiyor. Mürşid; irşad eden, doğru yol gösteren, gafletten uyandıran, Peygamber (s.a.v.) varisi konumunda bulunan bir kılavuz ve bir önder demektir. Gerçek Mürşidin bizatihi kendisi irşad edici vasıflara sahiptir. İrşad 'Değer' ihtiva eder 'Kanun' ihtiva etmez çünkü. Her nedense bugüne dek deney ve laboratuvar bulgularının (yanlış idrakten dolayı) mürşidlerce irşad edilmesini hep bekledik durduk. Üstelik deney ve gözlemin mürşidlerce irşad edilemiyeceğini de birtürlü akıl edemedik. Oysa ilimle değer aynı şeyler değil. O halde her ikisini de birbirine karıştırmamalı, sadece ve sadece insanların irşad edilebileceğini bilmeliyiz. Çünkü deney ve ilim keşfini mürşidlerden beklemek adetullaha (sünnetullah) ters düşeceği muhakkak. Dolayısıyla İslâmiyet, ilim ve teknikte sebep ve netice ilişkisini esas alır. Malum olduğu üzere Allah (c.c.) yağmur yağdırmak için bulutu vesile kılmış, yani Rabbül âlemin herşeyi bir sebebe bağlamış. Dinimizde sebeplere başvurmak; ''Sünnetullah'' olarak addedilir. Hâsılı deneyin mürşidlerce irşad edilmesini bekleyip durmak boşuna bir çaba olsa gerektir. Batıcılar da başka türlü yanlış açmaza sürüklendi. Onlar da irşad görevini ilimden beklediler. Oysa ilim, tek başına mürşid olamaz. İlim daha çok vakıalarla (Deney ve gözlemle) ilgilenir. İrşad kavramı ise ''Değer''le alakalıdır. Belki değer düşünce taşımıyor, ama sonuçta insan ruhunun aydınlamasına merhem olabiliyor. Zaten irşadın düşünceye ihtiyacı yoktur. Problemlerini halletmiş, ruhunun susuzluğunu gidermiş, nefsini tezkiye etmiş ve kalbini tasfiye etmiş bir insanın düşünce dünyasında ne işi var ki? Cemil Meriç’in dediği gibi huzursuz, karmaşık ve çelişik hayat tarzlarının çocuğudur düşünce. Felsefi hayatın içine düşüpte bir türlü çıkamadığı girdap bunu doğruluyor da. Çok defa mürşitlerce söylenen sözlere dikkat edildiğinde cümlelerin içeriği düşünce taşımaz. Mürşid-i Kamiller konuştuğunda hem Allah için konuşur, hem de kısa ve öz sohbet ederler. Kelimeler, söylenen cümleler bir sesten ziyade, hem insanın ruhunu kuşatan, hem tedavi edici, hem de Allah'ı hatırlatan ''nur'' olarak görev yapar. Zira ruh aşkla dirilir. Mürşidler yüreklerinde sevgi ve aşk taşıdıklarından ister istemez insanlar onlara yöneliyor. Yüreğinde aşk ve sevgi taşımayanların bu dünyaya verecekleri sermayeleri yoktur. Dahası kişi madde kalıbından kurtulup ruhlaşmadıkça pirü pak olamaz. Bakın bir gün, Hazret Muhammed Dıyauddin (k.s)'ın evine sofiler ziyarete gelir. Sofiler edeb içinde Hazret Muhammed Diyauddin'in (k.s) sohbet etmesini beklerler. Fakat Hazret sohbet etmez. Aradan birkaç saat geçtikten sonra sofiler müsaade isteyip oradan ayrılırlar. Bu duruma şahit olan Hazretin (k.s) hanımı: —Efendim, Sofiler, seni ziyarete geldi, sen hiçbir sohbette bulunmadın, bekledikleri sözleri işitmeden hüzünlü bir şekilde ayrılmalarına sebep oldun.'' Bunun üzerine Hazret Muhammed Dıyauddin (k.s) celalli bir halde şöyle der: ''- Bizim sükûtumuzdan alamayan, sohbetimizden alamaz.'' Evet, bu sözler çok müthiş, söz değil sanki bir nur. Bu nur damlalarından insanoğlunun nice alacağı dersler olsa gerektir. İnsan istese, mürşidin huzurunda sükût halde bile irşad olabilir. Yeter ki âlimin yanında dilini, arifin yanında kalbine sahip ol dustürunu edep bilsin. İş lafın, güzelliğinde, biçiminde (şekli ve şemasında) değil, önemli olan manevi yoldan etkilenmekte, ya da ruhumuzun gıdasını alabilmekte. Yaldızlı ve parlak sözler belirli noktaya kadar yol arkadaşı olabilir. Bir noktadan sonra söz enerji olmaktan çıkar, başka güçlere ihtiyaç duyulur. Doğan çocuk patates yiyemez, önce süt içer, çocuğun dişleri çıkınca ancak o zaman patates yemeye geçebilir. İnsan da bebek misali, başlangıçta nasihatle ve sözle yol alır, fakat daha sonraki aşamada ise sohbetin yerini ''hal'' alması gerekir. Sözlerin, pratiğe ve uygulamaya geçmesi çocuğun emzikten çiğneme safhasına terfi etmesi gibidir. Albert Einstein gibi bir ilim adamı bile ruhunun susuzluğunu giderecek ilacı şu sözlerle ifade eder: ''Tecrübe edebileceğimiz, en güzel ve en derin heyecan, mistik duygudur. Bu heyecanı tatmayan ölü gibidir.'' A. Einstein'in en büyük talihsizliği, İslâm tasavvufunu tanıma şansına erememesidir. Eğer tanıma fırsatını yakalayabilseydi, Mürşid-i Kamillerin, yani Zat-ı Şahanelerin yılmaz destancısı olurdu. Onları öve öve, anlata anlata bitiremezdi belki de. Zatında kâmil, beşeriyeti irşad edebilecek, kemalatta mükemmil insana ''Arifibillah'' denir. Tasavvufta gaye, kâmil insanın ahlakıyla ahlaklanmaktır. Kamil insanın (İrşad edicinin) gönlü Hakkın aynasıdır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri; ''İşte, mürşidin ruhu ve kalbi aynadır. Allah'tan gelen feyze makes (akseden) olur'' diyor. Yani mürşit sadece ilahi feyzi aksettirir. Feyz, Allah'ındır, mürşid arada klavuzdur sadece. Onlar Allah'dan gelen feyz-i nuraniyi müridin kaldırabileceği dereceye indirirler. O açıdan evliyanın çok kelam etmesine gerek yoktur. Evliya-i Azam; insan irşad edicileri ve terbiyecileridir. Allah'ın (c.c) dünyada, rahmet halkaları, Hızır (a.s)'ları veya daireleridir dersek yeğdir. Terbiye olmadan kemalat beklenmez. Şu bir gerçek ki çıplak lisan ve nasihat günümüz insanına tesir etmiyor. Kalplere nüfuz etmek ve etkilemek gerekiyor. Zaten, insanlara sözle yaklaşılınca kaçıyor, tüm nasihatleri gürültü ve stres olarak algılıyor adeta. Çünkü lafların çoğu sloganik olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Bu yüzden sloganlarla insanları yönetmeye kalkışanlar, umduklarını bulamıyorlar. Sloganların herbiri; içi boş, kılıflardan ibaret dövizlerdir. Oysa dilden dökülen tane tane sözleri taçlandırmak gerekiyor. Nasıl bir taç derseniz; elbette ki; ''İlimle, amelle taçlanan sözler'' diyoruz. Yaşamadan, uygulamadan her söyleyeceğimiz söz, hem kendimizi kandırmak hem de başkalarını aldatmak demektir. Petrol uzmanları, kuyudan çıkardıkları hammaddeyi nasıl ki rafine edip 30–40 ürün elde edebiliyorlarsa, insanda hammadde misali irşad edicilerin elinde işlendikçe vücut sarayı etrafa ışık saçabilecek hale gelebiliyor pekâlâ. Tabir caizse ürün veren o vücut bundan böyle kimyadır, altındır artık. İnsanın işlenmesi, 'irşad' demektir çünkü. Nasıl ki, tabiatı işleyerek ''üretim'' gerçekleştiriliyorsa, insanın işlenmesiyle de ''irşad'' edilirliğin’’ gerçekleşmesi tabidir. Bütün mesele irşad olmakta! Hatta tam manasıyla irşad olanın vücudu pak olduğundan öldüğünde toprak dahi çürütemez. Kamil insanın kalbine melek hâkimdir. İrşad edicilerin kalbine melekler karargâh kurmuştur adeta. Şeytan bu durumdan dolayı muzdariptir. Neden mi? Gayet açık; dosta dost olmuşlar onlar, bu yüzden onlara Allah dostları denmiş. Dolayısıyla şeytan kolay kolay onların kalplerini bozamaz. Aynı zamanda Kamil insanlar, kalp uzmanlarıdır. Onun için derler ki, böyle zatlarla karşılaşıldığında yüzlerine doğrudan doğruya bakılmaz. Çünkü mürşid-i kâmiller, insanların bakışlarından kalp'lerini görürler, hatta ayıplarına vakıf olurlar. Onların huzurunda edeben yüzüne bakmayıp (Göz göze gelmemek), kalben düşünmek en doğru olanı. Yunus Emre; ''Bin defa hacca gidip geleceğine, bir gönle girmeye bak'' demekle bu edebe işaret etmiştir. Velhasıl; Bir gönüle ve kalbe girmekle irşad sarayına dalınır, bu böyle biline. | |
|
Etiketler |
irşad, islam, tasavvufunda |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Irşad sorumluluğu | Swat | Genel İslami Konular | 0 | 06 Şubat 2012 20:58 |
Bir mürşid terbiyesine girmekten maksat | Swat | İslamiyet | 0 | 31 Ocak 2012 21:04 |
Mürşid 4.0 Kur'an Programı | xtturks | Bilgisayar Donanımı | 17 | 10 Ekim 2011 11:56 |