18 Aralık 2010, 11:42 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Bir Mü'min Şiarı: İffet Devir, adalet timsali, müminlerin emiri Ömeru’l-Fâruk’un (radıyallâhu anh) hilâfet dönemidir. Medine’de âbidliği, zahitliği ve takvasıyla mâruf bir genç vardır. Hayatını ‘kalbi mescitlere bağlı bir kimse’ (Muvatta, Şi’r 14) olarak geçiren bir gençtir. Bu genç birden bire gözlerden kaybolur ve Fâruk-u A’zam da bunun farkına varır; cemaate nerede olduğunu sorar; onlar da gencin vefat ettiğini söylerler. Vefatı öncesinde evine gelip giderken bu gence nasılsa kötü niyetli bir kadın musallat olur; peşine takılır ve onu ağına çekmek ister. Genç, bu fettan kadına tam takılmak üzeredir ki, birden diline “Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A’râf, 7/201) âyeti takılır. Genç adam, gayr-i ihtiyarî bu âyeti defalarca tekrar eder. Böyle bir ihsasın vermiş olduğu heyecan ve duygu atmosferi içinde kalbi durur ve oracıkta ruhunu teslim eder. Hz. Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona: ‘’Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.’ (Rahmân, 55/46) Şimdi sen istediğine girebilirsin.” diye seslenir. Hz. Ömer sözlerini henüz bitirmiştir ki, o sırada herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: ‘Yâ Emire’l-Müminîn! Allah bana onun iki katını verdi.’ (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, II/218; İbn Asâkir, Târihu Dımeşk, XLV/450) Genç adam, takvalı ve iffetli yaşantısından dolayı Rabbinin katında mükâfatını fazlasıyla almıştır. Hiç şüphesiz yaşanan bu hâdise, keyfiyeti meçhul, sıra dışı, harikulâde bir hâdisedir ve Allah’ın rahmet ve lütfunun ne kadar sonsuz olduğuna bir işarettir. İffet Nedir, Afîf Kimdir? İşte bu bahtiyar insan, harama ve şehevanî duygulara karşı Rabbinin himayesi ve ona bahşettiği iffeti sayesinde kurtuluşa ermiştir. İffet ve afiflik nasıl bir hâldir ki, insanı böylesine yaman bir imtihanın eşiğinden çekip almaktadır. Lisan âlimleri iffeti, ‘haramdan uzak durmak, çirkin söz ve fiillerden sakınmak, hayâ ve edep dairesinde kalmak, ahlâkî değerlere bağlı bulunmak’ şeklinde tarif ederler. Gündelik dilde ise yaygın olarak, ‘namuslu, şerefli ve ahlâklı olma hâli’ diye tanımlandığına şahit oluruz. İslâm ahlâkı yazarları ve felsefecileri ise, ahlâk nazariyesinin bir bahsi olması itibariyle iffeti, ‘insanın tabiî duygularından biri olan ‘kuvve-i şeheviye’sinin mutedil işleyişinden hâsıl olan bir erdem’ diye tarif ederler. Müfredât yazarı Râgıb el-İsfahânî de, iffetliliğin iradeyle münasebetine temas ederek, âyet ve hadîslerde geçen ‘isti’fâf’(الإستعفاف) tabirini, “iffetli olmayı istemek, bu maksatla mümaresede bulunarak, belli bir disiplin uygulayarak ruhunda saklı bulunan bu fazileti geliştirmeye çalışmak” şeklinde açıklamaktadır. Dolayısıyla iffet, ‘beşerî şehvet duygusunun istikamet ve itidal üzere bulunması, meşru dairedeki zevk ve lezzetlere istekli olmakla birlikte gayr-i meşru arzu ve isteklere karşı iradî olarak karşı durma hâlidir.’ Dolayısıyla iffet erdemine, ancak şehevânî ve hayvanî zevkler karşısında nefsin arzularına gem vurarak erişilebilmektedir. (Râgıb el-İsfehânî, Müfredât, “İffet” mad) Kur’ân âyetleri ve hadîs-i şeriflerde işaret edilen mânâlar dikkate alındığında, iffet tabirinin iki farklı boyutta ele alındığı görülür. Bunlardan birincisi, ‘temelluk (dalkavukluk ) ve dilencilik yapmamak, başkalarının elinde avucundakine karşı müstağni olmak’; diğeri ise, ‘nefsin şehevânî isteklerine boyun eğmemek, harama meyleden uzuvları, eli-ayağı, dili-dudağı, gözü kulağı günahlardan korumaktır.’ İstiğnâ Eksenli İffet Kur’ân-ı Kerîm’de, ihtiyaç sahibi oldukları hâlde bu hâllerini başkalarından gizleyerek kimseye el-avuç açmayan, yüzsuyu dökmeyen kimselerden iffet timsali kimseler olarak bahsedilir ve bunlar hakkında, “Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hâllerini bilmeyen kimse, onları zengin sanır. Ey Resulüm, sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsuyu dökerek halktan bir şey istemezler.” (Bakara, 2/273; bk.Nisâ, 4/6) Bu âyetlerde iffetli olmak, mal-mülk ve yeme içme konularında ölçülü, itidalli ve kanaatkâr olmayı ifade etmektedir. İhtiyacı olduğu hâlde dilenmeyen ve şerefini muhafaza edebilmek için nefsinin arzularına boyun eğmeyen bu iffetli (afîf) kimseler takdirle yâd edilmiştir. Sadakaların kimlere verileceğinden bahseden bu âyet, ‘Ashab-ı Suffa’ diye bilinen fakir Muhacirler hakkında nazil olmuştur. Allah yolunun adanmış talebeleri olan, Mescid-i Nebî’de yatıp kalkan, zamanlarının büyük bir kısmını ibadetle, ilim tahsiliyle geçiren bu kimselerin iaşeleri, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) tarafından karşılanıyordu. Kendilerini ilim ve irfana vakfeden, mala-mülke değer vermedikleri için başka bir meslekte çalışmaya da vakit bulamayan bu tali’li insanlar, bu hâllerine rağmen iffetlerinden ötürü kimseye el-avuç açmıyor, dilencilik yapmıyorlardı. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II/227) Abdullah İbn Abbas’ın naklettiğine göre, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün Ashab-ı Suffa’nın yanına gelip onların hâllerini gözden geçirmiş, fakirliklerini ve çektikleri sıkıntıları görmüş ve gönüllerini almak için de şöyle buyurmuştu: “Ey Suffa Ashabı! Müjdeler olsun size! Her kim sizler gibi (istiğnâ insanı) olur da, hâlinden şikâyetçi olmayıp rıza dairesinde kalarak bana kavuşursa, o kimse kıyamet günü benim refikim olur.”(Ali el-Muttakî, Kenzü’l-ummâl, VI/200). İşte bu müstağni insanlardır ki, kimseden karşılıksız bir şey kabul etmezler, izzet-i nefislerini korumayı açlığa tercih ederler, yoksulluğa katlanıp asla isteme zilletine düşmezler. Âyetin ifadesiyle, görenler bunları zengin zannederler; fakat dikkat edilse hâllerinde fakirlik emaresi fark edilir. Ebû Saîd el-Hudrî’nin (radıyallâhu anh) naklettiğine göre, Ensâr'dan bazı kimseler Resûlüllah'dan (sallallâhu aleyhi ve sellem) (ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mal) istemişlerdi. Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) isteyen herkese muhakkak verirdi ve öyle de yaptı. Nihayet yanında infak edilecek hiçbir şey kalmayınca, onlara şöyle buyurdu: “Yanımda bulunan ne kadar mal varsa, onları sizden asla esirgemem. Şunu da iyi bilin ki, kim (istemeyip) iffetli kalmayı dilerse, Allah onu iffetli kılar. Kim de sabretmeye çalışırsa, Allah ona sabır ihsan eder. Kim insanlardan müstağni olmak isterse, Allah onu müstağni kılar. Sizlere sabırdan daha hayırlı ve daha büyük bir ihsanda bulunulmamıştır!” (Buhari, Rikâk 20) Bu ifadeler istiğna ve sabır eksenli iffetin farklı derinliğini gözler önüne sermektedir. Keza Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir kimsenin bir ip alıp sırtında odun taşıyarak onu az bir paha karşılığında satarak dilenmekten sakınmasının daha hayırlı olacağını” (Buhari, Zekât 50) belirtmesi ve “Allah, ailesinin geçimini üstlenmiş, fakir olduğu hâlde iffetli davranan (kimseye yüzsuyu dökmeyen) mümin kulunu sever.” (İbn Mâce, Zühd 5) sözleri de iffetin bu yönüne dikkat çekmektedir (Münâvî, Feyzu’l-kadîr, II/295). Ashab-ı Kirâm başkalarından bir şey istememeye itina gösterirlerdi. Bu insanlar, Medine’de yaşadıkları zorlu hayat şartları içerisinde çok ciddi sıkıntıya maruz kaldıkları hâlde yine de kimseden bir şey istememiş, hep iffetleriyle yaşamışlar ve bu afîf tavırlarıyla kendilerinden sonraki nesiller için numune-i imtisal olmuşlardı. Çok hadîs rivayetiyle tanınan Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), Hakîm b. Hizâm ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hizmetkârı Sevbân (radıyallâhu anhüm) gibi müstesna şahsiyetler istiğnada kutup insanlar olmuşlardı. Ebû Hüreyre’nin (ra), “İnsanlardan bir şey istemeye utanırdım da, sırf açlıktan dolayı kendimden geçerdim. Bu hâlimi görenler beni saralı (hastalanmış) zannederlerdi. Oysa beni bu hâle getiren sadece açlıktı.” (Buhârî, Et’ime 1; İ’tisâm 16). Sevbân (ra) da, Resûlü Ekrem’in, “Cennete kefil olmam mukabilinde, kim bana başkalarından bir şey istememeye kefil olur?” sorusu üzerine, O’na söz vermiş ve bir daha da kimseden bir şey istememişti. Ashap içerisinde bu sözü işiten öyle kimseler vardı ki, yere kamçısı düşse onu başkasından istemez, iner kendisi alırdı (Ebû Dâvûd, Zekât 27). Hadîs kaynaklarımızda müstağni olmaya ve kanaatkârlığa teşvik eden, başkasına el-avuç açmayı ve dilenmeyi zemmeden müstakil bölümler (bâblar) açılmış, bu başlıklar altında pek çok hadîs nakledilmiştir (bk.Müslim, Zekât 98-130). Ashabını istiğna ve iffet insanları olmaları konusunda teşvik ve terbiye eden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ömür boyu iffet âbidesi olarak yaşamış, kanaatkârlığın zirvesini tutmuş ve bu hâliyle de onlara numune-i imtisal olmuştu. Yeri gelmiş hurma lifinden dokunmuş hasır üzerinde yatmış, yeri gelmiş hane-i saadetinde ocak yanmadığı için günlerce açlık çektiği olmuştu. Fakat bütün bunlara rağmen ne kendisi ne de ashabı, yaşadıklarından dolayı bir kez olsun sitemde bulunmamışlar, istiğna derinlikli afîf bir hayat sürmenin en güzel örneğini (üsve-i hasene) sergilemişlerdi. Resulü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), sabah-akşam Rabbinden اَللّٰهُمَّ اِنّ۪ي اَسْأَلُكَ الْهُدٰي وَالتُّقٰي وَالْعَفَافَ وَالْغِنٰي “Allahım, Senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliğiyle beraber başkalarına muhtaç olmayacak kadar rızık istiyorum. (Müslim, Zikr 72) diye dua ve niyazda bulunur ve bu duasıyla da iffetli oluşun Allah’ın kuluna ihsan ettiği en nadide lütuflardan biri olduğunu ve bu hususta her zaman O’nun hususî inayetine muhtaç olduğumuzu beyan eder. Şehevanî Arzulara Karşı İffet İnsanın arzu, iştiha ve bedenî hazlarının menşei olarak kabul edilen ‘kuvve-i şeheviye (şehvet duygusu)’, beşer hayatında ya ifrat ya tefrit veya itidal hâlinde varlığı hissedilen fıtrî bir duygudur. Şehvet duygusu, insanda ifrat seviyesinde bulunması hâlinde, kişiyi hayâ hissinden tamamen sıyıracak ve her türlü cürümü işletecek kadar fısk u fücûra doğru sürükler ve bu duygu bu hâliyle ‘şereh’ diye isimlendirilir. Tefrit hâlinde ise, insanın, meşru dairedeki en tabiî nimet ve lezzetlere karşı dahi hissiz ve hareketsiz kalmasına sebep olur ki, şehvetin bu hâline de ‘humûd’ denir. Şehevî gücün istikamet ve itidal üzere olması ve meşru dairedeki zevk ve lezzetleri istemekle birlikte, gayr-i meşru arzu ve isteklere karşı kapalı olması hâli de var ki, bu da ‘iffet’ diye isimlendirilmiştir. (Cürcânî, Ta’rîfât, I/518) Kur’ân-ı Hakîm, müminlerin ‘iffetlerini koruduklarını (وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ) ve yalnızca eşleriyle beraber olduklarını; bu ilişkilerinden dolayı da ayıplanamayacaklarını’ beyan eder (Mü’minûn, 23/5-6; bk. Meâric, 70/29-30). Keza mümin erkekler ve mümin kadınlar ayrı ayrı zikredilerek ‘onların ırz ve namuslarını korudukları (وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ) ve Allah’ın bunlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırladığı’ ifade edilir (Ahzâb, 33/35). Meşru ölçüler dairesinde ‘evlenme imkânı bulamayanların da, Allah’ın, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korumaları (وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا)’ emredilir (Nûr, 24/33; bk.Nûr, 24/60). Kur’ân, mü’minlerin iffetli olmaları gerektiğine dair bu genel ifadeleri nazara verdikten sonra, iffet âbidesi olarak tanınan Hz. Yusuf ve Hz. Meryem’in, iffetleri uğruna göze aldıkları meşakkatli durumlarına işaret eder: Yusuf (aleyhisselâm), zor bir imtihandan geçer, sarayda vezirin hanımı tarafından kendisine uygunsuz bir teklif yapılır. Bu takva âbidesi insan, bizatihi Rabbisi'nin kendisine apaçık delilleri göstermesiyle düşürülmek istenilen şeytanî tuzaklardan kurtulur ve iffetini korumayı başarır. Çünkü o, şeytanın tuzaklarına karşı Rabbisi'ne sığınması gerektiğini bilmektedir. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II/457) Rabbinin nehyettiği zina gibi bir harama düşmektense zindana girmeyi tercih eden (Yûsuf, 12/33) Hz. Yusuf’un (as) iffet, ismet ve nezaheti o kadar yüksek idi ki, kendisini baştan çıkaracak her çeşit tuzağın planlandığı o anda bile, ‘Rabbinin burhanı sayesinde haramın ve iffetsizliğin çirkinliğini bütün çıplaklığıyla aynelyakin görebiliyordu.’ (bk. Yûsuf, 12/24) Allah’a itaat etme ve ettirme misyonu için seçilmiş bu iffet âbidesi insan, vezirin hanımı tarafından bile şu sözlerle yâd ediliyordu: “(Evet) Ben onun nefsinden kâm almak istedim, ama o iffet ve ismetine sımsıkı kilitli kaldı.”(Yûsuf, 12/32) Haksız bir şekilde zindana atıldığı hâlde Hz. Yusuf’un (as) kendisini savunmamış olması, çok farklı ve aşkın bir bakış açısıyla şöyle yorumlanmıştır: “Hapse atılma esnasında Hz. Yusuf (as), kendini müdafaa etmemektedir; zîrâ suçsuz olduğunu iddia ettiği an, karşı tarafın ırz, namus ve iffeti tartışılır hâle gelecektir. Hâlbuki bir peygamber Cennet’e giden yolda kendi iffet ve namusunu koruduğu gibi, muhatap ve hedef kitlenin itibar ve şerefini de düşünme mecburiyetindedir. Yani kendini zinadan uzak tuttuğu ölçüde dilini de gıybetten muhafaza etmelidir. Nitekim o, etmiştir de. Derken o, beş-on sene ömrünü hapishanede geçiredursun, Mısır’da bu şayia çoktan unutulmuş ve hususiyle de yeni nesiller asla böyle bir şeyden haberdar olamamışlardır. Bu itibarla da Hz. Yusuf (as), hapishaneden çıktığında bir dönemde dedikodusu yapılan konulardan en küçük bir iz dahi kalmamıştır. Tabir-i diğerle, Hz. Yusuf, hedef ve muhatap kitlenin iffetini koruma adına, beş-on yıllık zindan hayatına razı olmuştur.” (M. Fethullah Gülen, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, s. 219) Kur’ân’da Hz. Meryem’e de geniş bir yer verilmiş ve O’nun iffetli hâli şöyle tasvir edilmiştir: “İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem’i de an. Biz ona ruhumuzdan üfledik, hem onu, hem oğlunu cümle âlem için bir ibret yaptık” (Enbiyâ, 21/91). Hz. Meryem son derece hayâlı ve şerefli bir tabiata sahipti. Cebrail ona bir insan suretinde göründüğünde, onun melek olduğunu bilmediğinden, o, ilk defa karşılaştığı bu genç adama “Ben senden Rahmân (olan Allah) a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan (dokunma bana!)” (Meryem, 19/18) demek suretiyle kendisine herhangi bir kötülük yapmaması niyazında bulunmuştu. Namuslu ve iffetli bir kimse iken, mucizevî bir şekilde Hz. İsa’ya hamile kalmasını dillerine dolayanların yakışıksız sözleri karşısında bin bir ızdırapla söylediği, “Ah! Keşke bu iş başıma gelmeden önce öleydim de, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!” (Meryem, 19/23) sözleri de onun ne kadar iffetli olduğunu gösteren ifadelerdir. Hz. Meryem de tıpkı Hz. Yusuf (as) gibi çetin bir imtihanla karşı karşıya kalmışsa da, o kendisini Allah’a adaması yani ‘betûl’ oluşu (İbn Hanbel, Müsned, I/461) ve iffeti sebebiyle, Cenâb-ı Hak, ona Hz. İsa (as) gibi bir peygamberin annesi olma şerefini bahşetmiş, onu insanların töhmetinden ve şerrinden korumuş ve adını insanlar arasında yâd-ı cemil yapmıştır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de hem peygamberlik öncesi hem de peygamberlik sonrası hayatında hep afîf kalmış, günahın semtine bile uğramadığı bir iffet âbidesi olarak yaşamıştır. O (as), bu husustaki eşsiz örnekliği ve temsiliyle de ashabına iffetli olmaları konusunda kılavuzluk etmiştir. Nitekim ‘mahşerin dehşet verici tehlikelerinden ‘Allah’ın gölgesine’ sığınarak korunacak olan yedi grup insanı anlatırken, böyle bir iffet kahramanından bahsetmiştir. Öyle ki, şehevânî isteklerine karşı alabildiğine kararlı bu babayiğit insan, güzellik ve servet sahibi bir kadının günaha davetini “Ben Allah’tan korkarım” (Buhari, Zekât 16) çığlığıyla reddedebilmiş ve irade ile aşılamaz gibi görünen bir akabeyi iffetiyle aşabilmiştir.’ (M. Fethullah Gülen, İkindi Yağmurları s.341) Keza ‘Mağara hadisi’ diye bilinen bir hadis-i şerifte de önceki ümmetler içerisinde yaşamış böyle bir iffet kahramanı nazara verilir. Efendimiz’in (sas) beyanına göre, mahsur kaldıkları mağaradan kurtulmak için daha önce yapmış oldukları makbul bir ameli vesile edinerek dua eden kişilerden biri de şöyle bir amelini dile getirmişti: “Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim, fakat bana hiç yüz vermedi. Bir kıtlık senesinde elime düştü ve ona kendini teslim etmesi karşılığında yüz dinar verdim, mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nail olacağım sırada, “Allah’tan kork ve bana nikâhsız dokunma!” diye inledi. Ben de, o söz üzerine, insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu hâlde onu bıraktım, verdiğim parayı da geri almadım. Allahım, eğer bunu Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!” (Buhari, Büyu’ 98) diyerek iffetini muhafaza edişini makbul bir amel olarak Allah’a arz eder. Belin ve Dilin İffeti Doğrusu, Kur’ân âyetlerinde ve hadîs-i şeriflerde ifade edilen bu tür kahramanlıklar, herkesin üstesinden gelebileceği şeyler değildir. Böylesi bir durumla karşı karşıya kalmadan, mayınlı bir tarlaya girmeden meselenin önünün alınması büyük ehemmiyet arz eder. Sedd-i zerâî (yani dinen yasak olan herhangi bir şeye sebep olacak şeylerden sakınma) düsturu gereği, günaha götürecek yolları daha baştan kapatmak gerekir ki, bu hususta en tesirli yol meşru bir evliliktir. Kur’ân-ı Hakîm, iffetli kalabilmenin en müessir yollarından birinin evlilik olduğuna işaret ederken (Nûr, 24/33); Resulü Ekrem (as) de ashabın gençlerine şu tavsiyede bulunmaktadır: “Gençler! Sizden evlenebilecek olanlar evlensin; çünkü evlilik, insanı, kötü niyetli bakışlardan koruduğu gibi, iffeti de muhafaza eder.” (Buhari, Savm 10) Çağları aşan bu gür sedasıyla günümüz insanına da seslenen bu kutlu çağrı, meşru bir aile hayatının müminin şeref ve namusunu koruyan en esaslı müessese olduğuna işaret eder. Bir cemiyetin istikbaline güvenle bakabilmesi, evlenme çağına gelmiş genç kuşakların aile yuvası kurmaya özendirilmesiyle mümkündür. Ne var ki, yaşadığımız çağda seküler hayat anlayışının kıskacı altında kalmış ve her fırsatta evlilik dışı “birlikteliklerin” propagandasına maruz kalan günümüz gençliği, iffet ve hayâ adına maalesef büyük bir tali’sizlik yaşamaktadır. Denilebilir ki, çağımız insanı bu hâliyle, âdeta ‘modern’ bir Câhiliye toplumunun şartlarını yaşamaya mahkûm bırakılmaktadır. ‘Haramlardan uzak durup çirkin söz ve fiillerden sakınmak’ diye tarif ettiğimiz bu iffet ahlâkı, insanın bütün uzuvlarıyla alâkalı bir kapsam alanına sahiptir. Allah Resulü’nün şu beyanı bu hususa açıkça işaret etmektedir: “Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona cennet için kefil olurum.” (Buhari, Rikâk 23; Hudûd 19) Resûlü Ekrem (as) bu sözleriyle, insanı en çok belâya sevk eden ve günaha girmesine sebebiyet veren uzuvlara işaret etmiştir. Her iki uzuv da hem kadri ve kıymeti, hem de sebep olduğu musibet itibariyle fevkalâde ehemmiyeti haizdir. Meselâ ağız veya dil, beyan nimetine mazhardır ve bu yönüyle insanın duygu, düşünce ve hissiyatına tercüman olduğundan, onunla Mevlâ-i Zülcelâl’i tesbih ve takdis ettiğinden değer ve kıymeti ölçülemeyecek kadar büyüktür. Ancak böyle kıymetli bir uzuv, kötüye kullanıldığı takdirde, insanı helâke ve felâkete sevkeden bir vasıtaya dönüşür ki, bu yönüyle de insanın mahvına bir sebebiyet verir. Dolayısıyla dil, hem insanın kurtuluşunu hem de felâketini hazırladığından korunması, onun yalan, gıybet ve iftira gibi kusurlardan muhafaza edilmesi iffetli oluşun bir gereğidir. O hâlde dilin iffeti, hilâf-ı vâkî beyanda bulunmaktan kaçınmak, ondan çıkacak her sözün kalbin sesi soluğu olmasına özen göstermektir. Belin iffeti, yani hadisteki ifadesiyle apış arasının korunması ise -yukarıda da ifade edildiği gibi– zina ve fuhuş gibi nesillerin harap olmasına, soyun-sopun birbirine karışmasına sebep olacak çirkinliklerden uzak durmaktır. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), bu iki uzva sahip çıkılması durumunda cenneti vaadetmesi, bu iki uzvu korumanın zorluğundan ileri gelmektedir. ‘Nefsinin taşkınlıklarına gem vurabilen, onun her türlü fenalığa açık olduğu demlerde onu zabt u rapt altına alıp günahlara girmekten alıkoyan ve onlara karşı hep sabırla direnen hatta bu gibi zaaflara karşı durmadan tahşidat yapan bir insan, başkasının senelerce bir posta oturup postnişinlikle elde edeceği füyûzatı, bir anda elde edebilir. Yine bir başkasının, her gece kıldığı bin rekât namazın ona kazandıracağından daha fazlasını hem de bir anda kazandırabilir. Kazandırır ve dikey olarak velilik noktasına ulaştırabilir.’ (M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur 1 s.345) Netice itibariyle, âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde bütün sarahatiyle bir mü’min şiarı olarak takdim edilen iffet prensibi, kâmil iman sahibi olabilmenin en temel esaslarından biridir. Her ne kadar bazı renk ve desenlerine herkesin takat getirebilmesi mümkün olmasa da, ‘dilencilikten uzak durmak, kanaatkâr olmak, şehevânî arzu ve isteklerin baskısına boyun eğmemek, ırz ve namusuna halel getirecek bir günaha meyletmemek, diline ve beline sahip olmak’ diye tarif edebileceğimiz iffetlilik ise, Allah ve Resulü’nün bizden talep ettiği, olmazsa olmaz bir mü’min şiarıdır. İffetsizliğin kol gezdiği, beşerî erdemlerin hevâ ve heveslerin insafına terk edildiği günümüz toplumlarında iffetli olabilmek, afif kalabilmek fevkalâde bir mazhariyettir. Böyle bir hassasiyete sahip olabilmenin ne kadar meşakkatli olduğu dikkate alınacak olursa, iffet ahlâkını korumanın, Hakk’ın hatırı için fenalıklara dur diyebilmenin de insanı ne ölçüde zirvelere taşıyacağı izahtan vârestedir. Prof. Dr. Osman Güner *Ondokuz Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. | |
|
Etiketler |
iffet, mümin, şiarı |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
İFFET | PySSyCaT | Dini Sözlük | 0 | 29 Nisan 2017 08:15 |
İffet Ve Nefsin Şerefi | Lcia | İslamiyet | 0 | 28 Kasım 2014 17:05 |
İslâm şiarı | hAte | İslamiyet | 0 | 25 Ekim 2014 16:48 |
İffet, tecavüzü artırdı | N999 | Haber Arşivi | 0 | 22 Mart 2012 19:10 |
İslâm şiarı | KarakıZ | İslamiyet | 0 | 05 Ocak 2012 20:22 |