03 Ocak 2010, 01:37 | #71 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç) Ebû Zer-i Gıfarî'nin İslâmla Şereflenmesi İslâmın ebedî nûru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimiyetleriyle Hazret-i Resûlullahın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenme ve yaşamaya çalışıyorlardı. Peygamber Efendimiz(S.A.V), henüz davasını aşikâre ilân etmemişti, ama buna rağmen, Mekke’nin dışında da bir çok yerden, beklenen Son Peygamberin zuhur ettiğine dâir haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de, Gıfar Kabilesine mensup Ebû Zerr idi. Ebû Zerr, Cahiliyye Devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikatı arayan, Arabın güzîde şâirlerinden biri idi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir olan kardeşi Üneys’e, “Haydi, Mekke’de zuhur ettiği söylenen zâta git. Kendisiyle bir görüş ve onun hakkında bana haber getir” diyerek onu Mekke’ye gönderdi.Üneys, kardeşinin bu ta’limatı üzerine Mekke’ye geldi ve Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü. Ebû Zerr, “Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söylüyor?” diye sordu. Üneys, “Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti: “Halk, ‘Şâirdir, kâhindir, sâhirdir’ diyor. Ama ben, kâhinlerin sözlerini işittim. Onun söyledikleri katiyyen kâhinlerin sözlerinden değildir. Söylediklerini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim. Aralarında hiç bir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, ap ayrı birşey. Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına yakışmaz. “Hülâsa, yeminle derim ki, Muhammed (a.s.m.) sâdıktır. Ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların tâ kendileridir.” Ebû Zerr, kardeşine, “Sen,” dedi, “beni rahatlatıcı fazla bir mâlumat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat, görmeliyim.”Üneys, onu ikaz etti: “Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla. Çünkü, onlar Muhammed’e karşı düşman cephesi kurmuşlardır.” Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke’ye kavuştu ve doğruca Kâbe’ye gitti. Resûl-i Ekremi aradı, fakat tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi, hem de uygun bulmadı. Çünkü, kardeşinin de söylediği gibi Mekke’de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nazik bir devreyi yaşıyorlardı. Mescid-i Haramda kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle yaptı. Açlığını ise Zemzem suyu içerek gideriyordu.Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i Haramın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken, kendi kendine: “Zannımca bu adam uzak bir yoldan gelmiştir” diye konuşunca, Ebû Zerr, “Evet,” dedi, “uzak bir yoldan gelmişim.” Hz. Ali, “Gel, evimize gidelim” dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdiler. Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimiz(S.A.V)'i sorup bulmak için Mescid-i Harama gitti. Fakat, aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir mâlumat alamadı. Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı tekrar kendi kendine: “Bu adamcağızın hâlâ nereye gideceğini öğrenmek zamanı gelmedi mi?” dedi. Bunu duyan Ebû Zerr; “Hayır” dedi.Bunun üzerine Hz. Ali, aynı şekilde, “Haydi, öyle ise bize gidelim” dedi ve alıp evine misafir götürdü. Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, “Nereden ve niçin geliyorsun?” diye sordu. Ebû Zerr, “Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anlatırım” dedi. Hz. Ali, “Emin olabilirsin” karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını açıkladı: “Ben Gıfar Kabilesindenim. Buradan peygamberlik ilân eden bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu görüp konuşayım diye geldim.” Samimî maksadını anlayan Hz. Ali, “Sen bu hareketinle akıllılık ettin, doğruyu buldun” diye konuştuktan sonra, “Ben şimdi Resûlullahın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Eğer ben, yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, papucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin.” Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takib ediyordu. Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hazret-i Resûlullah(S.A.V)'ın huzuruna vardılar. Ebû Zerr,“Selâm sana olsun, ey Allah’ın Resûlü” dedi. Bu türlü selâmı İslâmda ilk veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir. Resûl-i Ekrem, “Allah’ın rahmeti senin üzerine de olsun” dedikten sonra, “Sen kimsin?” diye sordu. Ebû Zerr, “Ben, Gıfar Kabilesindenim” diye cevap verdi. “Ne zamandan beri buradasın?” “Üç gün, üç geceden beri buradayım.” “Seni kim doyuruyor?” “Tek yiyeceğim Zemzem suyu idi. Şişmanladım bile. Hiç açlık ve susuzluk duymadım.” Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V), “Zemzem, mübârek, doyurucu bir yiyecektir” buyurdu. Sonra Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah, bana İslâmı anlat” dedi. Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehâdet getirerek Müslüman oldu. Şehâdet getirerek, İslâmla şereflenen Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullah(S.A.V)'ın tavsiyesi şu oldu: “Yâ Ebâ Zerr, sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!” Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicretin altıncı yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek gazâlarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı. Devam edeceğim inşaAllah... |
|
03 Ocak 2010, 17:07 | #72 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç) Habbab bin Eret'in Müslüman Olması Habbab bin Eret, Ümmü Anmar adında İslâm düşmanı bir kadının azadlı kölesi idi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimiz(S.A.V)'le öteden beri görüşür ve konuşurdu. Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü’l-Erkam’a yerleşmediği bir sırada gelip Müslüman oldu. O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilân etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hazret-i Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslâmla şereflendiğini kahramanca ilân ve izhar etti. Kureyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca onu da eziyet ve işkencelere tabi tuttular. Ümmü Anmar hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hazret-i Habbab, geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nafileydi! Onun gönlü îmân ateşiyle çoktan tutuşmuştu. Bir gün çıkıp Resûlullah(S.A.V)'ın huzuruna geldi. Ümmü Anmar’dan ve başının ızdırabından şikâyet etti. Peygamber Efendimiz: “Ya Rab! Habbab’a yardım et!” diye duâ etti. Bu duânın hemen akabinde Ümmü Anmar şiddetli bir baş ağrısına mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını dağladı. Hz. Habbab ateş alevi içinde Merhametten mahrum müşrikler, bir gün Hz. Habbab’ın gözleri önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla göğsüne bastılar. Bir müddet öyle bıraktılar. Seneler sonraydı… Hz. Ömer, İslâmın halifesi idi. Yanında Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslâm uğruna çektikleri ezâ ve cefâyı kastederek: “Yeryüzünde şu meclise bundan daha layık ve müstehak olan, sadece bir tek adam vardır,” diye konuştu. Hz. Habbab merak edip, “Yâ Emire’l-Mü’minîn! Kimdir o?” diye sordu. Hz. Ömer, “Bilâl’dir” diye cevap verdi. Hz. Habbab, “Yâ Emîre’l-Mü’minîn! O benim kadar işkence çekmemişti. Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl’i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da” dedikten sonra müşrikler tarafından ateş içine yatırılmasını şöyle anlatmıştı: “Birgün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırt üstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!” Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş yanıklarından sırtı alaca olmuştu. Peygamberimize başvurması Her türlü eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbab, îmân ve İslâmiyetinden zerre kadar ta’viz vermiyor, Allah ve Resûlüne sonsuz muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu. O, bir köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda değildi. Maruz kaldığı ezâ ve cefâlardan dolayı Resûlullah(S.A.V)'a başvurmaktan başka elinden hiç bir şey gelmiyordu. Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna çıkarak, “Ya Resûlallah! Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için Allah’a duâ etmez misin?” dedi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem ibret, hem de müjde dolu şu cevabı verdi: “Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup, kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Testere ile tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi. Allah, elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiç bir endişe duymayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.” As bin Vail’e verdiği cevap Hz. Habbab’ın azılı müşriklerden As b. Vâil’den mühimce bir alacağı vardı. Birgün gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik, “Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim” dedi. Hz. Habbab, “Ben herşeyimden vazgeçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem” diye cevap verdi. Bunun üzerine As bin Vâil, “Ben, öldükten sonra dirilecek miyim? Eğer böyle birşey olacaksa, sabret. Diriltilip, malıma ve evlâdıma tekrar kavuştuğum o gün sana olan borcumu öderim” diye küstahça konuştu. As bin Vâil’in bu sözleri üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurdu: “Şimdi şu âyetlerimizi ve ‘Elbette bana mal ve evlad verilecektir!’ diyen adamı gördün mü? “O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa Rahmânın huzurunda bir söz mü almış? “Hayır, öyle değil, biz onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız. “Ve o söylediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir.” Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını ilân ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur’ân-ı Kerimi okutmak ve öğretmekle de meşgul olurdu. Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve kızkardeşinin evine hışımla girdiği zaman da yine bu fedakâr Sahabî onlara yeni inen âyetleri okuyor ve öğretiyordu. Devam edeceğim inşaAllah... |
|
10 Ocak 2010, 17:14 | #73 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç) ALENÎ DÂVET Efendimizin Peygamberliğini Açıklaması Peygamberliğin İlânı ve Davetin Birinci Safhası Bütün insanlığa hitap edecek ve bütün dünyayı kucaklayacak bir din, elbette gizli kalamazdı. Madem, insanlığı maddî manevî huzura kavuşturmak için bu din gönderiliyordu. Öyle ise açıktan açığa insanlara bildirilmesi ve tebliğ edilmesi zaruri idi. Cenâb-ı Hak, kâinatta her şeyi tedric kanununa bağlamıştır. Bu kanuna riâyet ve itâat etmeyenlerin zamandan alacakları cevap hiç şüphesiz muvaffakiyetsizlik olacaktır. Resûlullah Efendimiz(S.A.V) 'de, Allah’tan aldığı talimât üzere bu kanuna riâyet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslâmiyeti açıktan açığa kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli ve ihtiyatlı davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu arzediyordu. Bu hareketiyle onun İslâma muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz. Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslâm safında yer almış ve davasına güç vermişti. Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak devamında bir maslahat kalmamıştı. Zira, Kureyşli müşrikler tarafından her şey az çok duyulmuştu ve üstelik İslâm davası bir çok kimseyle bir derece güç kazanmıştı. Buna binâen mukaddes İslâm davasını açıklamanın ve tevhid hakikatlarını bütün âleme duyurmanın zamanı artık gelmişti. Yakın akrabaları dâvet Halkı, İslâma açıktan davete, nereden başlayacağı Resûl-i Ekreme bizzat Cenâb-ı Hak tarafından vahiy ile bildirildi: “Önce en yakın akrabâlarını azaptan sakındır.” Resûl-i Ekrem, bu işe girişmenin kolay olmayacağını biliyordu. Bu sebeple bir müddet evinden çıkmadı. Bu esnada birgün Hz. Ali’yi yanına çağırarak şöyle dedi: “Yâ Ali, Cenâb-ı Hakkın, yakın akrabamı azabla korkutmamı emir buyurması, bana çok güçlük verdi. “Ben iyi biliyorum ki, ne zaman onlara bu işi açmaya kalksam, onların beni, hoşlanmadığım birşeyle ithama kalkışacaklarını göreceğim.” Görülüyor ki, Resûlullah Efendimiz(S.A.V), dâvâsını açıktan açığa akrabalarına anlatmaya kalkıştığı takdirde onların ithâmlarına maruz kalacağı edişesini taşıyordu. Bunun için de bir müddet evine kapanıp, düşünmeyi uygun görüyordu. Hatta onun uzun müddet evinden çıkmadığını gören, başta Hz. Safiyye ile diğer halaları, durumunu öğrenmek için ziyâretine geldiler. Efendimiz onlara, “Benim hiçbir şeyden şikâyetim yok. Rahatsız falan değilim. Fakat Allah, bana yakın akrabamı, azabla korkutmamı emretti. Abdülmuttaliboğullarını toplayıp, onları Allah’a îmâna davet etmek istiyorum” dedi. Halaları, “Dâvet et, ama sakın, onlardan Ebû Leheb’i dâvet edeyim deme. Çünkü o, senin dâvetine asla icabet etmez” diye konuştular. Sonra da, “Biz nihâyet kadınız” diyerek Resûlullahın yanından ayrıldılar. Dâvâsını açıklama emrini alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ali’ye şu emri verdi: “Bize sadece bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur. Sonra da Abdülmuttaliboğullarını topla, onlarla konuşacağım. Emrolunduğum şeyi onlara bildireceğim.” Hazret-i Ali, emri derhal yerine getirdi. Sabah olunca, Ebû Talib’in evinde, dâvet edilmeyen Ebû Leheb de dahil, bütün amcaları ile birlikte ikisi kadın kırk beş kişi toplandı. Bir mu’cize Kapta bulunan et bir kişilikti. Sadece bir insanı doyurakcak kadardı. Kaptaki süt de o kadardı. Resûl-i Ekrem, eti parçaladı ve ziyâfette bulunanlara, “Bismillah, buyurun” dedi. İstisnasız davette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya yediler. Bir de ne görsünler, çok az eksilmiş haliyle et yine yerinde duruyor. Hayrette kaldılar. Kaptaki sütü içmeye başladılar. Kanasıya içtiler ve sütün eksilmediğini gördüler. Şaşırdılar! Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze başlamak üzere iken, Ebû Leheb müdâhale etti ve topluluğa hitaben şöyle dedi: “Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik. Arkadaşımız sizi büyük bir büyü ile büyüledi.” Sonra da Kâinatın Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve topluluğu dağıtmak için ileri geri konuştu. Peygamber Efendimiz(S.A.V), konuşmaya fırsat bulamadan davettekiler dağıldılar. ---------- Resûl-i Ekrem, neticesiz kalan bu ziyafetten sonra, ikinci bir ziyafet daha tertipleyerek yine Hazret-i Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir araya topladı. Yemek yendikten sonra, ayağa kalktı ve şöyle bir giriş yaptı: “Hamd yalnız Allah’a mahsustur. Ben de Ona hamdederim. Yardımı ancak Ondan isterim. Ona inanır, Ona dayanırım. Şeksiz şüphesiz bilmekle beraber size de bildiririm ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur.” Sonra da maksadını şöyle açıkladı: “Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip âilesine yalan söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam(!) yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi aldatmam. “Sizi Ondan başka ilâh olmayan Allah’a îmâna dâvet ediyorum. Ben de Onun, hususan size ve umumî olarak da bütün insanlığa, gönderdiği Peygamberiyim.” Maksadını böylece hülâsa eden Resûl-i Ekrem Efendimiz sözlerine şöyle devam etti: “Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bu da, ya devamlı Cennette veya temelli Cehennemde kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler sizlersiniz.”Peygamber Efendimiz konuşmasını bitirince, Ebû Talib ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Sana, severek ve candan yardım edeceğiz. Öğütlerini benimsedik ve kabullendik. Sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar senin atanın oğullarıdır. Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, onlardan koşacak olanların —and olsun ki—en çabuğu da benden başkası değildir. “Sen, emrolunduğun şeye devam et. Vallahi, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an dahi geri durmayacağım. Nefsimi Abdülmuttalib’in dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmadım. Artık, ben onun öldüğü dinde öleceğim.” Diğer amcaları da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin hoşlanmayacağı hiçbir şey söylemediler. Sadece biri müstesna: İslâm dâvâsının başından beri muhalifi bulunan Ebû Leheb. Ortaya atıldı ve şöyle dedi: “Ey Abdülmüttaliboğuları,bu, vallahi bir kötülüktür. Başkaları onun elini tutup bundan alıkoymadan önce, siz onun ellerini tutup bundan vazgeçirin. Eğer, siz bugün ona itâat edecek olursanız, zillet ve hakarete uğrarsınız ve onu muhafaza etmeye kalkışırsanız, öldürülürsünuz.” İslâmın bu azılı düşmanına cevap, Peygamber Efendimizin kahraman halası Hz. Safiyye’den geldi: “Ey kardeşim! Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yaraşır mı? Vallahi, bugün yaşayan âlimler, Abdülmüttalib’in neslinden bir peygamberin çıkacağını haber veriyorlar. İşte o peygamber budur” dedi. Ebû Leheb, kız kardeşinin bu ulvî konuşmasına küstahca şu karşılığı verdi: “And olsun ki, bu boşuna bir umuttur. Zaten, kadınların sözleri, erkeklere ayak bağı ve köstek mesabesindedir. Kureyş âileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne kuvvetimiz var? Vallahi, biz onların yanında yutulacak bir lokma gibiyiz.” Ebû Leheb’in bu konuşmasından Ebû Talib fazlasıyla rahatsız oldu: “Ey korkak,” dedi, “vallahi biz sağ oldukça, ona yardım edeceğiz ve onu koruyacağız.” Sonra da Resûl-i Ekrem Efendimize dönerek, “Ey kardeşim oğlu! Dâvet etmek istediğin zaman bilelim; silahlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız.” O âna kadar sadece konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz, ayağa kalkarak şöyle bir konuşma yaptı: “Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde benim size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilemiyorum. “Ben, sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki; o da: “Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve eşhedü enne Muhammede’n-Resûlullah [Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, Onun resûlü olduğuna şehadet ederim] demenizdir.” Sonra da, “O halde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek, vezirim ve yardımcım olur?” diye sordu.Kimseden ses çıkmadı. Bütün başlar öne eğildi. Gözler, Peygamberimize bakacak takatı kendilerinde bulamıyorlardı. Sadece biri vardı, Resûlullahın mübârek gözlerine dikkatle bakan. Bu, henüz 12-13 yaşlarında bulunan Hz. Ali idi. Ayağa kalktı. Fakat, Peygamberimiz ona, “Sen otur” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı. Üç seferinde de cevap sadece Hz. Ali’den geldi: “Yâ Resûlallah! Sana, ben yardımcı olurum. Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de.” Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alaylı alaylı gülümsedi: Sonra da hâdiseyi ciddiye almadan toplantıyı terk ettiler. Hz. Ali’nin küçük yaşındaki bu kahramanlık ve cesareti Nebiyy-i Muhterem Efendimizi fazlasıyla sevindirdi. Toplantıdan istediği neticeyi alamamaktan dolayı ise ne üzüldü ve ne de ye’se kapıldı. Zira, vazifesinin sadece hak ve hakikatı tebliğ etmek olduğunu biliyordu. Hidâyeti ise ancak Cenâb-ı Hak verebilirdi. Devam edeceğim inşaAllah... |
|
16 Ocak 2010, 23:50 | #74 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç) Davetin İkinci Safhası: Mekkelilere Safâ Tepesinden İlk Hitap Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan îmân ve İslâma davet, inanmış ruhları sevinci ile okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramamış gönüleri ise telaşa sevkediyordu. “Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir,” İlâhî fermanı gelince Fahr-i Kâinat, âdeta yerinde duramaz hale gelmişti. Hemşehrilerine maddî, manevî saâdetin yolunu bir an evvel göstermek istiyordu. Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safâ Tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslâm dinini ilân etti. Safâ Tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resûlü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile: “Yâ Sabâhâh! [Ey Kureyş topluluğu, buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var!]” diye seslendi. Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran? Bir tehlike ile karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı? Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safâ Tepesinin önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen “Muhammedü’l-Emîn” dedikleri zâttı. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti? Merakla, “Ey Muhammed! Bizi buraya niçin topladın? Neyi haber vereceksin?” diye sordular. Resûl-i Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin kendisine bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı, bütün kulakların pürdikkat kesildiği ve herkesin merakla beklediği bir anda, mantıkî delilerle dolu şu beliğ hitabeyi irad etti: “Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz; düşmanı görünce âilesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp âilesine zarar vermesinden korkarak, “Yâ sabahâh!” diye haykıran bir adamın benzeri gibidir. “Ey Kureyş topluluğu! Size bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var. Sabaha veya akşama, üzerinize hücûm edeceklerini söyleyecek olursam, bana inanır mısınız?” O âna kadar “Muhammedü’l-Emîn” dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatın dışında hiç bir şey duymadıkları Resûl-i Ekreme hep bir ağızdan, “Evet,” dediler, “biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanımızda yalan ile itham edilmiş bir insan değilsin.” Bu umumî hitabından sonra Resûl-i Ekrem, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü: “Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim. Yüce Allah, bana, ‘En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut’ emrini verdi. Sizi ‘Allah bir, Ondan başka İlâh yok’ demeye davet ediyorum. “Ben de Onun kulu ve resûlüyüm. Eğer, dediklerimi kabul ederseniz, Cennete gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu da bilin ki; siz ‘Allah bir, Ondan başka ilâh yok’ demedikçe, size ben ne dünyada, ne de âhirette bir fâide temin edemem.” Resûl-i Kibriyâ Efendimizin akıl, kalb ve ruhlara hitap eden konuşması karşısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın Efendisine doğru fırlatarak, “Helâk olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?” diye âdice bağırdı. Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sadece fısıltı halindeki konuşmalarıyla dağıldılar. Bu hareketleriye Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı haketmiş oluyordu. Resûlullaha olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine pahalıya mal oldu. Çünkü, Cenâb-ı Hak, inzâl buyurduğu Tebbet Sûresiyle korkunç âkıbetini şöyle haber veriyordu: “Kahrolsun Ebû Leheb! Zâten kahrolup gitti. Ne malı, ne de kazandıkları ona fayda vermedi. Yakında alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hamalı olarak beraber girecek. Boynunda ise bükülmüş bir ip olacak.” Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah nûrunu tamamlayacaktı. Bu sebeple de, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin hareketlerden asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli ve vakarlı bir şekilde devam ediyordu. Peygamber Efendimize Revâ Görülen Eziyet ve Hakaretler Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safâ Tepesinde açıktan açığa peygamberliğini ilân ettikten ve halkı İslâma davette bulunduktan sonra Kureyşli müşrikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne çıkardılar ve kat kat arttırdılar. Peygamber Efendimiz, onları “Tevhid”e çağırıyordu. Onlarsa, “Atalarımızın dini” dedikleri putperestlikte ve şirkte direniyorlardı. Efendimiz, onları fazilete, dünya ve âhiret saâdetine dâvet ediyordu. Onlar ise, yarasanın ışıktan kaçması gibi, faziletten ve saâdetten uzak durmaya çalışıyorlardı. Kâinatın Efendisi, onları insanca yaşamaya, insan haysiyet ve kudsiyetine yakışır davranışlarda bulunmaya çağırıyordu. Onlar, insanın şeref ve haysiyetini rencide edip ayaklar altına alıcı çirkin ve rezil hareketler içinde, günlerini gün etmeye uğraşıyorlardı. Resûl-i Ekrem, onlar için ebedî saâdet, bekâ, likâ, Cennet istiyor ve onları bu eşsiz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya dâvet ediyordu. Onlar ise, kendilerini ebedî şekâvete, Cehenneme götürecek davranışların içinde yuvarlanıp gidiyorlardı. Hazret-i Resûlullah, dâveti ile, onları esfel-i safilîne düşmekten, kıymetsizlikten ve fâidesizlikten kurtarıp alâ-yı illiyyîne, kıymete, bekâya, ulvi vazifeleri yapabilme makamına çıkarmak istiyordu. Onlarsa tam tersine, kıymetsizlikler içinde yuvarlanmaya, esfel-i sâfilini netice verecek hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlardı. Elbette, bu istek ve yaşayışta olan müşrikler, Fahr-i Alem Efendimizin, dâvetine karşı çıkacak ve onunla amansız mücadelede bulunacak, ellerindeki bütün imkânlarla, onu tesirsiz hale getirmeye; sebat ve metanetini, cesaret ve gayretini kırmaya çalışacaklardı. Bunun için de, türlü türlü işkencelere, eziyetlere, hakaret ve su-i kastlara teşebbüs edeceklerdi. Şüphesiz bu durum, sadece Peygamber Efendimize mahsus değildi. Her peygamber, kendi zamanında, gönderildiği kavmi ve ümmeti tarafından nâhoş karşılanmış, hakîr görülmüş, eziyet ve işkencelere tâbi tutulmuştur. Bu ortak özellikleri yanında, bütün peygamberlerin diğer bir müşterek vasıfları da bütün bu eziyet, hakaret, işkence ve sû-i kastlara rağmen, davalarını anlatmaktan geri durmamaları, inançlarından asla taviz vermemeleri; aksine eziyet ve işkencelerin artması nisbetinde me’mur bulundukları hakikatları duyurmaya daha fazla bir aşk, şevk ve ciddiyetle çalışmış olmalarıdır. Fahr-i Âlem Efendimize, hakaret ve eziyet edenlerin başında Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil geliyordu. Ebû Leheb, Efendimizi devamlı takip ediyor ve halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerde şüphe ve vesvese meydana getirmeye çalışıyordu. Birgün Hazret-i Resûlullah, Ukaz Panayırında halkı Allah’ın birliğine îmâna ve peygamberliğini tasdike davet edip: “Ey ahalî, ‘Lâilâhe illallah’ deyin, kendinizi kurtarın” diyordu. Peşisıra gelen Ebû Leheb ise halka, “Ey ahalî! Bu yeğenimdir, yalan söylüyor, ondan uzak durun” diye sesleniyordu. Bu, ibret dolu bir tablodur: Yeğen Allah’a îmâna ve saâdete davet ediyor; öz amca ise, ona muhalefet edip, halkı onu dinlememeye çağırıyor! Ebû Leheb, yalnız bununla da kalmıyordu. Birgün, komşusu olan Peygamber Efendimizin kapısına pislik ve kokmuş şeyler atmıştı. O sırada Hazret-i Hamza, henüz îmân etmemiş olmasına rağmen, yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb’in başına dökmüştü. Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sadece; “Ey Abd-i Menâfoğulları! Bu nasıl komşuluk” diyerek sitem ediyor ve pislikleri evinin önünden süpürüp atıyordu. Kur’ân’ın, Cehennemde cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, bâzan de, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve huzursuz etmek için taşa tutuyordu. Ebû Leheb, Resûl-i Kibriyâya eziyet ve hakaret etmekte yalnız kalmak istemiyordu. Birgün, oğlu Uteybe’ye, ona işkence etsin diye emir verdi. Uteybe, Peygamberimizin yanına vardı. O sırada Efendimiz Necm Sûresini okuyordu. Bunu duyan Uteybe, “Necmin Rabbına andolsun ki, ben senin peygamberliğini inkâr ediyorum” dedi ve küstahça Kâinatın Efendisine doğru tükürdü. Resûl-i Ekrem, bu çirkin harekete sadece şu bedduâ ile cevap verdi: “Yâ Rab, ona bir itini musallat et.” Resûl-i Ekrem Efendimizin, ne duâsı ve ne de bedduâsı Allah tarafından karşılıksız bırakılmıyordu. Uteybe’ye yaptığı bu bedduâ da bir müddet sonra gerçekleşti. Yemen tarafında Havran denilen yerde arkadaşları arasında uyurken, bir arslan gelip kendisini parçaladı! Duâlarının makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mûcizelerinin bir bölümünü teşkil eder. Ümmü Cemil, İslâm dâvâsının en şiddetli muhalifi ve düşmanı Ebû Leheb’in karısı idi. Kur’ân’ın tabiriyle “Cehennem oduncusu” bu kadın, İslâm daveti karşısında öylesine azmış, öylesine çılgına dönmüştü ki, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin gidip geldiği yola, her gün bıkmadan usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçıyor ve âdetâ bu davranışından zevk alıyordu. Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Safâ Tepesinde ilk olarak, Kureyş’e açıktan İlâhî davette bulunurken, kocası Ebû Leheb, Peygamberimize çıkışmış, hatta hakaret etmiş, “Helâk olasıca, bizi bunun için mi buraya çağırdın” demek küstahlığında bulunmuş ve Efendimize doğru, yerden kaldırdığı bir taşı savurmuştu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Tebbet Sûresini inzal buyurmuştu. Sûre, Ebû Leheb ve karısının çirkin davranışlarını ve âkibetlerini mevzu ediyordu. Bunu duyan Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz oldu. Eline bir taş alarak Mescid-i Harama geldi. Peygamber Efendimiz, sadık dostu Hazret-i Ebû Bekir ile orada oturuyorlardı. Ümmü Cemil, Hazreti-i Ebû Bekir’i gördü fakat yanında oturan Kâinatın Efendisini fark edemedi, Hz. Ebû Bekir’e şöyle dedi: “Ey Ebû Bekir! Arkadaşın nerede? Ben işittim ki, beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı onun ağzına vuracağım” dedi. Ebû Bekir’i gören göz, Kâinatın Efendisini göremiyor ve neticesiz geri dönüyordu. Elbette göremezdi! Allah’ın hıfz ve inâyeti altında bulunan Sultan-ı Levlaki görmek, bir Cehennem oduncusunun haddine mi düşmüştü? Buna benzer bir hâdise de Ebû Cehil’in başına geldi. Birgün kabilesine şöyle söz verdi: “Vallahi, secdede Muhammed’i görürsem, başını bu taşla ezeceğim!” Ertesi gün, zor kaldırabileceği büyük bir taş alarak gitti. Resûl-i Ekrem secdedeydi. Taşı kaldırıp tam vuracakken, elleri yukarıda kaskatı kesildi. Tâ Kâinatın Efendisi namazını bitirip kalkıncaya kadar. Namaz bitince Ebû Cehil’in eli çözüldü. Çünkü, artık ihtiyaç kalmamıştı. Herşeye rağmen Peygamber Efendimizi rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün, “Vallahi, Muhammed’i secdede görürsem, boynuna basacak ve boynunu yerlere sürteceğim” diye yemin etti. Tam o sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz çıka geldi. İbn-i Abbas, durumu kendilerine arzedince, birden hiddetlendi ve kapıdan girmeyi dahi beklemeden, aceleyle duvardan aşıp Mescid-i Haram’ın içine girdi. Alâk Sûresini sonuna kadar okudu ve secdeye vardı. Etrafta bulunanlar Ebû Cehil’e, “Ey Ebû Cehil, işte Muhammed!” diye seslendiler. Ebû Cehil’in Resûl-i Ekreme doğru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu. Seyredenler şaşkınlık içinde, “Ne oldu, neden döndün?” diye sordular. Ebû Cehil, onlardan daha şaşkın bir edâ içinde: “Benim gördüğümü, siz görmüyor musunuz?” diye cevap verdi ve arkasından ilâve etti: “Vallahi, onunla benim arama ateşten bir uçurum açıldı.” Müşrik ileri gelenlerinin en ağır işkence ve su-i kast teşebbüsleri karşısında, Cenâb-ı Hak da, Sevgili Resûlünü işte böylesine koruyor ve himâye ediyordu! Kureyş müşriklerinin, Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve sû-i kastları çeşitli sûretlerde oluyordu. Devam edeceğim inşaAllah... |
|
Etiketler |
efendimiz, hayati, salih, sav, suruc |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Esra Erol'da Mevla, Nilüfer, Salih olayında son durum! Mevla Salih’i affetti mi? | NurSima | Güncel ve Son Dakika Haberler | 0 | 03 Şubat 2021 20:27 |
Şanlıurfa - Suruç | Ecrin | Güneydoğu Anadolu Bölgesi | 0 | 06 Eylül 2011 17:14 |