IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  reklamver

Etiketlenen Kullanıcılar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 11 Ekim 2009, 21:10   #61
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




Kâinatın Efendisine Peygamberlik Vazifesinin Verilmesi



Peygamberimize Gàibden Ses Gelmeye Başlıyor


Kâinatın Efendisi otuz sekiz yaşına girince gaibden bazı sesler duymaya ve bazı taraflarda bir takım ışıklar görmeye başladı. Bazen de kendilerine gaibden “Yâ Muhammed!” diye nidâ ediliyordu. Fakat, Efendimiz bu garip seslerin ve parlayıp geçen ışıkların ne demek istediklerine henüz o sırada tam mânâsıyla vâkıf değildi. Bununla beraber, bu hâdiselerin mânâsız ve boşu boşuna cereyân etmediklerini biliyordu ve günlerini onları düşünmekle geçiriyordu.

Zaman zaman da sadece muhtereme zevcesi Hatice-i Kübrâya bu sırları anlatır ve konuşurlardı. O anda yeryüzünde maddî hayatta tek teselli kaynağı Hazret-i Hatice Validemiz de Resûl-i Ekrem Efendimizi bir siyânet meleği gibi koruyor, konuşmaları ve sohbetleriyle onu teselliye çalışıyordu. Kâinatın Efendisinin bu hali tam bir sene devam etti.

Sadık rüyâlar

Kâinatın Efendisi otuz dokuz yaşında iken “Sadık Rü’yâlar” devri başladı. Gündüzün meydana gelecek hâdiseler kendilerine geceden, uyku ile uyanıklık arasında bir hâl içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki; geceden gördüğü rü’yâlar, o gecenin sabahında şafak aydınlığı gibi berrak ve apaçık ortaya çıkıyordu.

Peygamber Efendimizi, vahy almaya bir nevi hazırlama maksadına bemnî olan bu durum altı ay devam etti.

Yalnızlık araması

Kâinatın Efendisinin mübârek ruhu, bu altı aylık devreden sonra artık tamamıyle yalnızlık arıyordu. Cem’iyetten uzak durmak, düşünceleriyle başbaşa kalmak en büyük arzusuydu... Çünkü ruhu, içinde bulunduğu cemiyetin ahlâksızlığından, zulüm ve zulmetinden sıkılıyordu.

Ona âdeta yalnızlık sevdirilmişti. Öyle ki, her şeyinden vazgeçebilir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tafekkür âlemiyle başbaşa kalmaktan asla vazgeçemezdi.

Bu sebeple, Onun Mekke içinde pek durmadığı ve hep insanlardan uzak ıssız yerleri seçtiği, buralarda hususî tefekküre daldığı görülüyordu.

Ve bu yalnızlık sırasında, âdeta dağdan, taştan, yerden gökten, kâinatın niçin yaratıldığını, insanların bu dünyaya niçin gönderildiklerini, gaye ve maksatlarının neler olduğunu soruyordu. Ne var ki, bu suâllerine, ne Hirâ’nın kayaları, ne uçsuz bucaksız çöller, ne gündüz âleminin lambası güneş, ne gece âleminin kandili ay, ne pırıl pırıl parlayan yıldızlar ve ne de gelip geçen bulutların hiç biri cevap veremiyordu. Ve o, bu suallerine cevap bulamayışın hayreti içinde gün ve gecelerini geçiriyordu.

Evet, Fahr-i Kâinatın mübârek ruhu, zahiren yalnızlık istiyordu. Hakikatta ise, Kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Hakka muhatab olmak arzusunu ruhunun derinliklerinde taşıyordu. Yalnızlık içinde sonsuz varlığa kavuşmak arzusuydu bu.

Bu hâl, az veya çok, hemen hemen bütün Peygamberlerin vahiy almadan az önceki hayatlarında görülmüştür. Hz. Musâ, peygamberliğinden önce kırk gün kadar Tur Dağında dünyadan uzak, oruç tutmakla vakit geçirmiştir.Yine Hz. İsâ, sâkin bir ormanda kırk gün kadar her şeyden uzak ibadetle meşgul olmuştur.

Kâinatın Efendisi Hira’da

Sene milâdi 610. Kâinatın Efendisi kırk yaşında.

Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hirâ Dağının tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve duâ ile geçirirdi. Hirâ Dağı, Resûl-i Ekrem Efendimizin evinin bulunduğu yerden takriben 5 km kadar uzaklıktadır. Mağara ise, dağın tam tepesindedir. Mağaranın üç tarafı ve kemeri yıkılmış, yığılmış kayalardan meydana gelmektedir. Başı kemere değmeksizin. bir adamın içinde durabileceği kadar yükseklik ve uzunluktadır. Gariptir ki, mağaranın uzandığı cihet, kıble istikametidir. Giriş kapısı oldukça yüksekte, sadece bir deliktir. Buraya kayadan yapılmış birkaç basamakla çıkılarak varılır.


Hira (Nur) Dağı

Burası sesiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsâit yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübârek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hirâ mağarasında rastgele değil, ceddi Hazret-i İbrâhim’in Hanîf dini üzere ibâdet ve tâatta bulunuyordu.

Ömr-ü Saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hirâ’da ibadet ve tâatla geçirecekti. Hanımı Hatice-i Kübrâ’nın hazırladığı azığıyla Hirâ Dağına doğru ilerliyordu.

Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve sükûnet mânâsız değildi. İbret ve hikmetle doluydu.

Kâinatın bu mânâlı sükûtuna, Paygamberimiz de derin düşüncesiyle katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: “Sebeb-i vücûdum sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek sensin. Hikmetle, ibretle dolu olduğumu bildirecek sensin. Onun için sana minnettarım. Sana hürmetkârım...”

Kâinatın Efendisi, artık sesiz, sâkin ve İlâhi tecelli mazhariyetine erecek Hirâ Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatıyla, duâ ve tefekkürüyle meşguldü.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet reklamver
Alt 11 Ekim 2009, 21:13   #62
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




İlk Vahiy Tebliğ Ediliyor

Ramazan ayının on altı gecesi geride kalmıştı. Ve Ramazanın on yedisi Pazartesi gecesi idi.

Nur Dağı derin ve mânâlı bir sesizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Konuşulacakları kimbilir dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için… Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için…

Hira (Nur) Dağındaki mağaranın ağzından bir görünüş. Resûl-i Kibriya Efendimiz(S.A.V) bu mağarada ilâhî vahye mazhar olmuştur.

Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri dağıttıkları ve ALLA(c.c)’ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesnâ vakit!

Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellileri içiçe idi.

Cebrâil (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü, son resûl ile, Peygemberler Peygemberi ile muhatap olacak, “habibullah” ünvânını îmânı, ibadeti, tefekkürü ve mücâhedesiyle hak edecek olan Sultan-ı Levlâk’la konuşacak, Onunla yüzyüze gelecekti.

Beklenen an gelmişti. Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nûrlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı fakat gür bir sadâ ile hitap etti:

“Oku!”

Kâinatın Efendisini hayret ve korku sardı.Yüreği ürperiyordu!

“Ben okuma bilmem” diye cevap verdi.

Hazret-i Cebrâil, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar, “Oku!” diye seslendi.

Fahr-i Kâinat aynı cevabı verdi:

“Ben okuma bilmem!”

Hazret-i Cebrâil, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi:

“Oku!”

Bu sefer Fahr-i Kâinat:

“Ben okuma bilmem,” dedi. “Söyle ne okuyayım?”

Bunun üzerine melek, Allah’tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alâk Sûresinin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir.”

Heyecan ve haşyetin son haddinde Kâinatın Efendisi(S.A.V) bizzat konuştuğu lisanla nâzil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler ALLAH Rasûlünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.

O andaki vazifesi sona eren Hazret-i Cebrâil de birden bire kayboluverdi.

“Beni örtünüz!”

İlâhi vahye muhatap olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resûlü mağaradan çıktı ve Mekke’ye doğru hareket etti.

Yolda bir çok garipliklerle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar:

“Esselamü Aleyke Yâ Resûlullah!” diyerek onu selâmlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı.

Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hâdisenin azameti ve haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hale gelmişti.

Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübrâ’ya sadece, “Beni ötürünüz! Beni örtünüz!” diyebildi.

Sadık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağmen, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini şefkat ve hürmetle yatağına yatırdı ve üstünü örttü.

Hirâ’da yalnızlık arayan Fahr-i Âlem şimdi de evinde düşünceleriyle başbaşa idi.

Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahat ve sükûnete kavuştukları belli idi. Hatice-i Kübrâ’yâ başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi:

“Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum!”

Resûl-i Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan geliyordu. Ancak, bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak kadar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basirete sahip Hz. Hatice, her halinden son derece emniyet duyduğu beyi Kâinatın Efendisinin itminan arzusunu şu sözlerle teyit etti:

“Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme, Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz.

“Ben biliyorum ki, sen sözün doğrusunu söylersin. Emânete riâyet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Komşularına nazik ve müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Gariplere evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin!

“Ey Amcamoğlu, sebât et; vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim.”


Varaka ne dedi?

Bütün bu olup bitenler elbette mânasız değildi ve bir şeyler ifâde ediyorlardı. Sorup soruşturup, öğrenmek ise, Hz. Hatice’ye düşüyordu.

Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimad edebilirdi? Hazret-i Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı tesbit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.

Varaka bin Nevfel, oldukça yaşlanmış saf bir Hıristiyandı. Gözleri görmez olmuştu, ama gönlü aydınlıktı. Tevrat ve İncil’i okumuş, onlardan pekçok şeyler öğrenmişti.

Hazret-i Hatice vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle amcası oğluna gitti.

Varaka, önce Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V)'i dinledi. O, başından geçenleri anlattıkça Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Varaka haykırdı:

“Kuddûs! Kuddûs! Bu gördüğün melek, yüce Allah’ın Mûsa Peygambere gönderdiği Rûhu’l-Kudüs’tür, Nâmûs-u Ekber’dir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin.

“Ah! Ne olurdu, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben de genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman, sağ olsaydım.”

Bu ifadeler hem Allah Resûlünü, hem de Hazret-i Hatice’yi bir derece rahatlattı. Ancak, Efendimizin anlamadığı birşey vardı: Kavmi onu niçin yurdundan çıkaracaktı? Bu suâline Varaka cevap verdi:

“Evet, seni buradan çıkaracaklardır. Çünkü, senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bütün gücümle sana yardım ederim.”

Varaka bin Nevfel gerçeği konuşuyordu—gizlenmesi kàbil olmayan, bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği.

Bundan sonra Resûl-i Ekrem(S.A.V), Hazret-i Hatice ile birlikte, Varaka bin Nevfel’in yanından ayrıldı.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 18 Ekim 2009, 17:16   #63
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




Vahyin bir ara kesilmesi

Resûlullah Efendimiz(S.A.V), aradan çok zaman geçmeden, bir hâdise ile karşı karşıya geldi: İnkıta-ı Vahy hadisesi. Yâni vahyin kesilmesi... Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber Efendimiz(S.A.V)'in tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki, âdeta dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnâda Cebrâil veya İsrafil (a.s.) teselli için birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.

Allah Resûlü tam kırk gün bu üzüntü ile karşı karşıya kaldı.

Dünya, “Dârü’l-Hikmet” olması sebebiyle onda her şey şüphesiz hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiç bir zaman delil olmaz. Hele, paygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bu yüzden, vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi şüphesiz birçok sebep ve hikmetlere binaen cereyan etmiştir. Fakat, biz hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:

a) Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.

b) Ruh-u Ahmed’in (a.s.m.) ıztırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması.

c) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.


Vahyin tekrar gelmeye başlaması

Kırk günlük bir aradan sonra Peygamber Efendimiz(S.A.V)'e vahiy tekrar gelmeye başladı. Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:

“Birgün giderken, âniden, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda Hîra’da bana gelen Meleği (Cebrâil) yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm.

“Evime dönüp, ‘Beni örtünüz, beni örtünüz’ dedim. Bunun üzerine Yüce ALLAH(c.c) şu âyeti indirdi:

“‘Ey elbisesine bürünen! Kalk ve insanları ALLAH(c.c)’ın azâbından sakındır. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azâba sebep olacak günahlardan uzak dur.’

“Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arası kesilmedi.”

Vahy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendimiz(S.A.V)'in ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûna kavuştu.

Cenâb-ı Hak, serapâ ahlakî güzellikler ve kemallerle süslemiş olduğu Hazret-i Mumammed’i (a.s.m.) peygamberlik vazifesiyle vazifelendirmekle, onu insan nev’i içinde en mümtaz ve en seçkin mevkiye çıkarmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda yüce Allah’ın umum kâinatta cari olan “Her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve cami’ halkedip, o nev’in medar-ı fahri ve kemâli yapar” kanunu, insanlık camiâsında da tecellisini buluyordu.

“Cenâb-ı Hakkın esmâsında [isimlerinde] bir İsm-i A’zâm olduğu gibi, manûatında [san’atlarında] da bir Ferd-i Ekmel bulunacak ve kâinatta münteşir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine medar-ı nazar edecek. O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır.

“Çünkü, envâ-ı kâinatın [kâînattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünkü; zîhayatın enva’ı içinde en mükemmel zîşuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü; zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstâid insandır.

“Ve insanlar içinde herhalde o ferdi; Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü; zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zirâ o zât, küre-i arzın [yeryüzünün] yarısını ve nev-i beşerin [insanların] beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak bin üç yüz elli sene [şimdi bin dört yüz sene] kemâl-i haşmetle saltanât-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakâikte [hakikatların her türlüsünde] bir üstad-ı küll [umumî üstad]hükmüne geçmiş.

“Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş, bidâyet-i emrinde [peygamberliğinin başlangıcında] bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyânı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtâzdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur...”

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 18 Ekim 2009, 17:17   #64
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler

İlk Müslüman: Hz. Hatice

Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed (a.s.m.), Hira’daki ulvî mazhariyetle İlâhî memuriyetini idrak etmiş ve kudsî risalet vazifesini yüklenmişti. Ancak bu ağır ve büyük vazifenin icabları vardı, onları yerine getirmek lazım geliyordu. Bunun ise, içinde bulunduğu cemiyette pek kolay olmayacağı kendisince muhakkak bilinen bir husustu.

O anda, Efendimiz(S.A.V) tek başına bir tarafta, bütün dünya bir tarafta yer alıyordu. Ve o, umum dünyaya ALLAH(c.c)’tan aldığı emirleri tebliğ edecekti. Elbette bu, basit bir hâdise olarak görülemezdi.

ALLAH Resûlü, dünyalar durdukça insanlığa nûr ve şeref olan vazifesine nereden ve nasıl başlaması gerektiğini de çok iyi hesaplıyordu.

Durumu evvela en yakını bulunan hanımı Hazret-i Hatice’ye anlattı. Hazreti-i Hatice, ona tereddütsüz sadakat elini uzattı ve ilk Müslüman olma şerefine kavuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V), bundan sonra, Hazret-i Hatice’ye, Cebrâil’den (a.s.) öğrendiği şekilde abdest aldırdı ve yine Cebrâil’den öğrendiği sûrette imam olarak şerefli zevcisine iki rek’at namaz kıldırdı.

Efendimiz(S.A.V)'in kıldırdığı bu iki rek’at namaz, imam olarak kıldığı ilk namazdır ve bir pazartesi gününün sonuna doğru kılınmıştır.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 18 Ekim 2009, 17:19   #65
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




Hz. Ali'nin Müslüman Oluşu

Hazret-i Hatice’nin terddütsüz îmân edip Müslüman olması, Resûl-i Ekrem Efendimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de arttırdı. Artık yeryüzünde davasını tasdik ve kabul eden biri vardı.

Peygamber Efendimiz(S.A.V)in, İslâma dâvet ettiği ikinci insan, yine en yakınlarından biri olan Hazret-i Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi altında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına göre feraset ve ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.

Birgün Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V)'i Hazret-i Hatice ile namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince, “Nedir bu?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem, “Ey Ali, bu ALLAH(c.c)’ın seçtiği, beğendiği dindir. Ben seni bir olan ALLAH(c.c)’a îmân etmeye davet eder, insana ne faydası, ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzza’ya tapmaktan sakındırırım” dedi.

Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek bir an durakladı. Sonra şöyle dedi:

“Benim şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim birşey bu. Babam Ebû Talib’e danışmadan birşey diyemem.”

Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz(S.A.V), henüz da’vasını açıkça ilân etme emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali’yi ikaz etti:

“Ey Ali!” dedi. “Eğer söylediklerimi yaparsan yap. Yok eğer yapmayacak olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut. Kimseye birşey söyleme!”

Hazret-i Ali, bu ikaz üzerine sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi düşünerek geçirdi. Şafak aydınlığı ile birlikte gönlüne de aydınlık doğdu. Resûlullahın huzuruna giderek, “ALLAH(c.c), beni yaratırken Ebû Talib’e sormadı ki, ben de Ona ibâdet etmek için gidip kendisine danışayım,” dedi ve Müslüman oldu.

Müslüman olan ilk çocuk şerefini kazanan Hazret-i Ali, o sırada on yaşında bulunuyordu.

Tedbir, her zaman güzel bir harekettir. Ama bir davanın yeni yeni yayılmaya başladığı sırada çok daha güzeldir. İşte Allah Resûlü, Hazret-i Ali’ye gördüklerini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve duyurmama ikazında bulunmakla kâinatta da câri olan tedbir, tedric ve hikmet kanununa riâyet ederek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten tedbire başvurma, zaman ve mekânın şartlarını gözönünde bulundurarak dâvasını yayma Allah Resûlünün tebliğ hayatında mühim bir yer işgal eder.

Îmân safında yer almada, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali’yi, Resûl-i Ekremin evlatlık edindiği Zeyd bin Hârise (r.a.) takip etti.

Müslüman olduktan sonra, Hazret-i Ali ile Hazret-i Zeyd’in, Nebiyy-i Ekrem Efendimize gönülden bağlılıkları yeniden tazelendi ve güç kazandı. Artık, Efendimizden ayrılmıyor, namaz ve ibadetlerini onunla birlikte ifâ ediyorlardı.

Hazret-i Ali, zaman zaman Resûl-i Ekremle birlikte Kâbe’ye gider, orada namaz kılarlardı.

Afif-i Kindî, alış veriş maksadıyla geldiği Mekke’de, henüz îmân etmediği bir zamanda Peygamberimiz(S.A.V), Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi namaz kılarken görmüştü. Müslüman olduktan sonra, o hallerinden gıbta ile bahsederek şöyle demiştir:

“Ben, o zaman imân edip de, onların dördüncüsü olmayı ne kadar isterdim.”

Peygamber Efendimiz, davasını henüz umuma açıklamamış olmasına rağmen, müşrikler onların Kâbe’de namaz kılmalarından, yaptıkları ibadetten farklı bir ibadet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple bir müddet sonra, Peygamber Efendimiz(S.A.V), Hazret-i Ali ile, namazlarını kırlarda, vadilerde edâ etmeyi daha uygun buldular.


Annesi ile babası Hazret-i Ali’nin peşinde

Resûl-i Ekremi bir gölge gibi takip edip, yalnız bırakmayan Hazret-i Ali’nin bu hali, anne ve babasının endişe ve telâşına sebep oldu. Bilhassa anne Fâtıma Hâtun fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına, “Dikkat et, oğlun Muhammed’le çok dolaşıyormuş, sakın ona birşeyler olmasın” dedi.

Ebû Talib anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden öğrenmek istedi. Bunun için birgün Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ali’nin arkalarından gitti. Onları Mekke’nin bir vadisinde namaz kılarken buldu. Fahr-i Kâinat’a, “Ey kardeşimin oğlu!” dedi. “Bu din, ne dindir?”

Peygamber Efendimiz, “Ey amca! Doğru yola dâvet edeceklerimin ve bu dâvete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve sen buna herkesten daha lâyıksın! Putlara tapmaktan vazgeç ve bir Allah’a îmân et” diye teklifte bulundu.

Bir an düşünceye dalan Ebû Talib, sonunda şöyle dedi:

“Ben, eski dinimden ayrılamam. Fakat, sen üzerinde bulunduğun dinde devam et! ALLAH(c.c)’a yemin ederim ki, ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın birşeyi sana eriştiremez” diye konuştu.

Sonra da oğlu Ali’ye döndü ve “Oğulcağızım! Senin üzerinde bulunduğun bu din nedir?” diye sordu.

Hz. Ali, “Babacığım,” dedi, “ben, ALLAH(c.c)’a ve Onun Resûlüne îmân, onun Allah’tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıldım.”

Bunun üzerine Ebû Talib, “Ey oğlum! Amcan oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra dâvet eder. Ona itaat et!” diyerek hem Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V)'i, hem de Hz. Ali’yi sevindirdi. Sonra da oradan uzaklaştı.

Eve dönen Ebû Talib’e, hanımı Fâtıma Hâtun telaş ve şiddetle, “Nerede oğlun? Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed’le birlikte namaz kılarken görmüş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?” diye sordu.

Ebû Talib, “Sus! Vallahi, amcası oğluna arka çıkmak ve yardımcı olmak, elbette herkesten çok ona düşer” diyerek telaş ve endişeye mahal olmadığını ifâde etti. Sonra da, “Eğer nefsim, Abdülmüttalib’in dinini bırakmak hususunda bana itâat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tabi olurdum. Çünkü, o halîmdir, emîndir, tâhirdir” dedi.

Devam edeceğim inşaAllah...

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 24 Ekim 2009, 23:12   #66
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




Hz. Ebû Bekir Müslümanların Safında

Hazret-i Ebû Bekir, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V)'in en yakın dostlarından biri idi. Samimi görüşür ve konuşurlardı.

Onda da göze çarpan en mühim vasıf; Cahiliyye Devrinin çirkin âdetleri, kötü ahlâk ve yaşayışlarıyla fıtratını bozmamış olması, ruh, kalb ve aklını şirk inancı ile kirletmemiş bulunmasıydı. Tanınmış bir tüccardı. Kavminin ileri gelenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Kureyş’in kan davalarını halleden de oydu. Bir diğer mühim vasfı da; Kureyş âilelerinin soy soplarını, nesep şecerelerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesi idi.

Resûlullah Efendimiz(S.A.V), henüz açıktan dâvete başlamamıştı. Fakat yine de dâvâsı kulaktan kulağa yayılmış ve Kureyş ileri gelenleri tarafından duyulmuştu.

Hz. Ebû Bekir, Yemen tarafına yaptığı bir seyahetten henüz dönmüştü. Başta Ebû Cehil, Ukbe bin Ebi Muayt ve bazı Kureyş ileri gelenleri kendisine “Hoş geldin” demek için evine vardılar.

Hz. Ebû Bekir, “Ben Mekke’de yokken neler olup bitti? Önemli bir haber var mı?” diye sordu.

“Ey Ebû Bekir” dediler. “Büyük iş var! Ebû Talib’in yetimi Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı. Biz de senin Yemen’den dönüşüne kadar beklemeyi uygun bulduk. Artık, sen o dostuna git, ne edeceksen et.”

Hz. Ebû Bekir, derhal Fahr-i Kâinatın evine vardı:

“Yâ Ebe’l-Kasım! Peygamberlik iddiasında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve atalarının dinini kötüleyip, inkâr ettiğin doğru mu?” diye sordu.

Resûl-i Zişan Efendimiz, küçük yaşlarından beri beraber oldukları Hz. Ebû Bekir’in bu sözlerine önce tebessüm buyurdu. Sonra da, “Yâ Ebâ Bekir! Ben sana ve bütün insanlara gönderilmiş Allah’ın Resûlüyüm. İnsanları bir tek olan ALLAH(c.c)’a dâvet ediyorum. Sen de şehâdet getir” dedi.

Hz. Ebû Bekir’in akıl ve gönül âleminde bir anda şimşekler çaktı. Bu sözleri, küçük yaşından beri çok iyi tanıdığı, zâtını candan seven ve sayan ve o âna kadar mübârek dudaklarından hilâf-ı hakikat tek bir söz işitmeyen Muhammedü’l Emînden (a.s.m) duyuyordu. Hiçbir tereddüt emâresi göstermeden derhal kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.

İslâma davet karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyişini Resûlullah Efendimiz onun için bir fazilet sa***** şöyle buyurmuştur:

“Ebû Bekir’den başka imâna davet ettiğim herkes bir duraklama, bir tereddüt, bir şaşkınlık geçirdi. Fakat o, kendisine İslâmı anlattığım zaman ne durakladı ve ne de tereddüt etti.”

Resûl-i Ekrem Efendimizi, bu itibarlı dostunun Müslüman olması fazlasıyla sevindirdi. Hz. Âişe Validemizden gelen bu husustaki rivâyet şöyle:

“Nebiyy-i Ekremi iki dağ aralığında, Hz. Ebû Bekir’in Müslüman olmasından daha çok sevindiren bir başka hâdise olmamıştır.”

İslâmla şereflenen Hz. Ebû Bekir’in daha evvel gördüğü bir rü’yâsı da böylece gerçekleşmiş oldu: Rüyasında bir ayın Mekke’ye indiğini, sonra bölünerek şehrin evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini görmüştü.

Bu rüyâsını o zaman ehl-i kitaptan bazı âlimlere anlatmıştı. Onlar, gelmesi beklenen paygamberin pek yakında Mekke’den çıkacağını, kendisinin de ona uyup bahtiyarlar arasında yer alacağını söylemişlerdi.

Hazret-i Ebû Bekir, Müslümanlığını izhâr etmekten de çekinmedi

Müslüman olması Kureyş arasında büyük bir yankı uyandırdı. Çünkü o, Kureyş içinde itibarlı, sağlam, güvenilir, sözünde sâdık biri idi. Sevimliliği ve yumuşak huyluluğu da onu kavmine sevdirmişti.

Hazret-i Ebû Bekir, Müslüman olan hür erkeklerin ilk halkasını temsil ediyordu. Onun Müslüman olmasıyla, îmân halkası biraz daha genişledi, yollar biraz daha açıldı ve müstakîm caddede yürüyen bahtiyarlar daha da arttı. Onun vasıtasıyla Müslüman olan Hz. Bilâl-i Habeşî ile, îmân ve İslâm nîmetine erişen ve her biri âdetâ bir sınıfın temsilcisi durumunda bulunan ilk Müslümanlar şunlar oldu: Kadınlardan, Hazret-i Hatice, çocuklardan Hazret-i Ali, hür erkeklerden Hazret-i Ebû Bekir, azadlı kölelerden Hazret-i Zeyd bin Hârise, kölelerden Hazret-i Bilâl-i Habeşî (Radıyallahü Anhüm).


Gizli Davetin Hız Kazanması

Hazret-i Ebû Bekir’in de Müslüman olmasıyla îmân ve İslâma gizli davet daha da hız kazandı. İslâma girme bahtiyarlığına erenler, yakınları ve akrabalarıyla da bu bahtiyarlığı paylaşmak istiyorlardı. Onları şirkin ıztırabından, cahiliyyetin çirkin ahlâkından kurtarmak için çırpınıyorlardı.

Bu konuda da Hazret-i Ebû Bekir’in önde olduğunu görüyoruz. Onun vasıtasıyla gizli davet devresinde İslâmla şareflenenlerden bir kaçı şunlardır: Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Talh bin Ubeydillah (r. anhüm).

Bu beş Sahabî de, sonradan Cennetle müjdelenen on Sahabî arasında yer alacaklardır.

Müslüman erkekler listesine yeni yeni isimler eklenirken, kadınlar arasında da İslâmın nûru günden güne yayılıyordu. İlk Müslüman kadın Hazret-i Hatice’den sonra, henüz o sırada İslâm dâiresine girmemiş buluan Resûlullahın amcası, Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü Fazl’ın, Hazret-i Ebû Bekir’in kızı Esmâ’nın ve yine o sırada hidâyete kavuşmamış bulunan Hazret-i Ömer’in kızkardeşi Fâtıma’nın, ilk Müslüman kadınlar arasında yer aldıklarını görüyoruz.

Artık, İslâma davet iki kanaldan yürütülmektedir. Erkekler erkekler arasında, kadınlar ise hemcinseleri içinde îmân ve İslâm nûrunu yaymaya aşk ve şevk içinde devam etmektedirler. Ancak şunu da belirtelim ki, kadınların îmân cazibesine kendilerini daha çabuk kaptırdıkları da dikkatleri çekiyordu. Bunu, onların çabuk duygulanan ve derhal tesir altında kalan yaratılışları icabı saymak mümkündür.

Bu arada müşrikler de boş durmuyorlardı. Hidâyet güneşiyle gönüllerini aydınlatanlara hor bakmaya, onlara iftira ve sözlü hakaretlerde bulunmaya başlamışlardı. Ama bunların hiç biri kâinatta en büyük kuvvet olan ALLAH(c.c)’a îmân hakikatını kalblerine nakşetmiş bulunan bu Saâdet Asrının mes’ud insanlarını korkutamıyor, davâsından geri çeviremiyor, hatta en ufak bir tereddüde düşüremiyordu. İnsanların tehdit ve korkutmaları; Allah’a olan îmân ve Ondan korkmanın yanında, rüzgârın önünde bir toz, sel önünde bir çöp gibi zâif ve dayanıksız kalıyordu.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 24 Ekim 2009, 23:13   #67
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




Hz. Bilâl-i Habeşî'nin İşkenceye Uğraması

Gizli davet devresinde İslâm ile şereflenen ve bundan dolayı müşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kalan ilklerden biri de Bilâl-i Habeşî diye bilinen, Bilâl bin Rebah Hazretleridir.

Hazret-i Bilâl, Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b. Halef’in kölesi iken, Hazret-i Ebû Bekir vasıtasıyla İslâmla şereflenmiştir.Bir anda gönlünü çepeçevre saran imân nûru, Hazret-i Bilâl için hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Öyle ki, bir köle iken, efendisini ve müşriklerin her türlü baskı, işkence ve eziyetlerini hiçe sa***** Müslümanlığını açıkça ilân etmekten çekinmedi.

İmanın girmediği kalb taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan, kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalb ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan, artık bu hâliyle mânen canavarlaşmıştır. Hatta tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.

İşte İslâmın diğer bütün amansız düşmanları gibi Ümeyye bin Halef de böyle bir kalb ve vicdanın sahibiydi. Ve Hazret-i Bilâl, merhamet ve şefkat yoksunu bu kalb sahibinin kölesi idi.Bu merhamet yoksunu adamın nazarında, Hz. Bilâl’in kendisini yaratan tek Allah(c.c)’a îmân etmesi ve Onun gönderdiği Peygamberi Hazret-i Muhammed(S.A.V)’e sadâkat elini uzatması büyük suçtu!

Bunun için de o, en amansız işkencelere tâbi tutuluyordu. Bazen yirmi dört saat aç, susuz bırakılıyor, bazen boynuna ip takılarak, Mekke’nin ücretle tutulan çocukları tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.

Ümeyye bin Halef’in bütün bu gayretleri boşunaydı. Hazret-i Bilâl bir kere îmân etmişti ve Allah’a teslim olmuştu. Gönlü Resûlullahın muhabbetiyle gülşen olmuştu. Onun için, bu eziyet ve işkenceler altında inim inim inlerken bile davasını müşriklerin yüzlerine yüzlerine haykırmaktan geri durmuyordu:


“Ehad Ehad! Allah birdir! Allah birdir!”


İnandığı İslâm davasından her türlü eziyete rağmen zerre kadar taviz vermeyen Hazret-i Bilâl’i, bu sefer efendisi Ümeyye bin Halef, kavurucu sıcaklar altında, sırtını, güneşin sıcaklığından ateş parçası haline gelmiş kızgın taş ve kumlara sürttürüp yaktırır, ağzına güneşte kurumuş bir lokma et verdikten sonra, göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve şöyle derdi:

“Andolsun ki; sen ölmedikçe, yahud Muhammed’i ve Onun dinini inkâr ve reddederek Lât’a Uzzâ’ya tapmadıkça bu azabı üzerinden eksik etmeyeceğim!”

Fakat, vücudunun bütün zerreleriyle âdeta bir îmân abidesi kesilmiş olan Hazret-i Bilâl, ölümü göze alarak şöyle haykırırdı:

“Ben, Lât ve Uzzâ’yı kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir!”

Bu sözleri duyan Ümeyye bin Hâlef bütün bütün çileden çıkar, Hazret-i Bilâl’in işkencesini bayılıp kendinden geçinceye kadar arttırırdı. Sonra da çekip giderdi. Hazret-i Bilâl nice sonra kendine gelirdi.


Hazret-i Bilâl’in, bütün bu dayanılmaz eziyetlere, bu çekilmez işkenceye karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve azametli îmânıydı. İman, evet, kâinatı kabza-i tararrufunda tutan Cenâb-ı Hakka îmân, Onun sonsuz kudretine i’timad, insan için sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad noktasıdır. O, bu kahramanca tavrıyla âdeta, “Îmân hem nurdur, hem kuvvettir. Hakiki îmânı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” hakikatını bütün dünyaya ilân ediyordu.


Yine bir gün, Ümeyye bin Halef’in onu işkenceden işkenceye uğrattığı bir sırada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir bu durumu gördü. Ümeyye’ye, “Sen hiç Allah’tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence edeceksin” dedi.

“Onun itikadını sen bozdun,” diye cevap verdi Ümeyye. “Kurtulmasını istiyorsan, onu satın al da kurtar.”

Hz. Ebû Bekir, “Ey Ümeyye,” dedi, “benim, senin dininden siyah bir kölem var. Bundan daha güçlü, daha kuvvetlidir. Onu Bilâl’e karşılık sana vereyim, kabul eder misin?” dedi.

Ümeyye, “Kabul ettim,” dedi. Sonra da gülerek, “Vallahi, kölenin karısını da vermedikçe olmaz” diye konuştu.

Hz. Ebû Bekir, “Olur,” dedi.

Ümeyye yine sinsi sinsi güldü ve “Vallahi, bana kölenin karısı ile birlikte kızını da vermedikçe olmaz” dedi.

Hz. Ebû Bekir, bu teklife de, “Olur” diye cevap verdi. Fakat, azılı müşrik Ümeyye, âdeta işi yokuşa sürmek istiyormuşcasına davranıyordu. Bu sefer hâince gülüşler arasında şu istekte bulundu:

“Vallahi, bana onlarla birlikte 200 dinar da üste vermedikçe olmaz!”

Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir hiddetle, “Sen,” dedi, “ne utanmaz adamsın. Boyuna yalan söyleyip duruyorsun.”

Ümeyye bu sefer, “Hayır,” dedi, “Lât’a, Uzzâ’ya and olsun ki, artık bunları bana verirsen, dediğimi yapacağım.”

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Onların hepsi senin olsun” dedi ve Hazret-i Bilâl’i bu zâlim adamın elinden kurtardı.

Hazret-i Bilâl’i alan Ebû Bekir’e (r.a.) Peygamber Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir,” dedi, “onun üzerinde bir hakkın olacak mı?”

Hz. Ebû Bekir, “Hayır, yâ Resûlallah,” dedi. “Onu azâd ettim.”

Hazret-i Bilâl’i Ümeyye bin Hâlef gibi azılı bir müşrikin elinden kurtarıp hürriyetine kavuşturan Hz. Ebû Bekir, bir müddet sonra onun gibi köle olan annesi Hamâme’yi de satın alıp âzad etti.

Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Resûlullah Efendimizin has müezzini idi. Bir an olsun Onun yanından ayrılmak istemezdi. Fahr-i Kâinat’ın dâr-ı bekâya irtihâlleri üzerine, Zatına ve yüksek ahlâkına olan muhabbetinden dolayı Medine-i Münevveri’de kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayrılmaya mecbur kaldı. Bu esnada Halife olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması için ısrar edince, “Yâ Ebâ Bekir,” dedi. “Beni, kendin için satın aldınsa yanında tut! Yok eğer Allah rızası için satın aldınsa, serbest bırak da, Allah yolunda cihada katılayım.”

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsâade etti. O da Şâm’a gitti. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında orada vukû bulan gazâlara iştirâk etti.

Devam edeceğim inşaAllah...

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Kasım 2009, 19:03   #68
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




Hz. Osman Müslümanların Safında

Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V), henüz açıktan halka peygamberliğini ilân etmemişti. Bu devrede de, Hz. Ebû Bekir, son derece büyük bir cehd ve gayretle samimi dostlarına İslâmiyeti anlatıyordu.

Birgün Hz. Osman’a da Müslümanlıktan bahis açtı ve onu alarak Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V)'in huzuruna getirdi.

Hazret-i Resûlullah(S.A.V), dâima tebessüm eden parlak bir simâya sahip Hz. Osman’a, “Allah’ın ihsanı olan Cennete rağbet et. Ben, sana ve bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim!” dedi. Resûlullahın bu sâde, bu samimi ve bu i’câzkâr sözleri karşısında Hz. Osman âdeta kendinden geçer gibi oldu ve şehâdet kelimesi kendi kendine mübârek dudaklarından döküldü:


“Eşhedü en lâ İlâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!”


Sonra da daha önce Şam’dan dönerken gördüğü bir rü’yâsını Kâinatın Efendisine anlattı:

“Yâ Resûlallah,” dedi. “Biz Muân ile Zerkâ arasında bulunduğumuz ve uyuduğumuz sırada bir münâdi: ’Ey uyuyanlar! Uyanın! Ahmet (a.s.m.) Mekke’de zuhur etti!’ diye seslenmişti. Mekke’ye gelince sizi işittik!”

Yumuşak huylu, edeb ve hâyâ sahibi ve cömert bir zât olan Hz. Osnan’ın da Müslümanlar safına katılması müşrikleri fazlasıyla tedirgin etti. Kabilesi ferdleri ona ezâ ve cefâya yeltendiler. Fakat o, her türlü ezâ ve cefâya göğüs gerdi ve hak bildiği yoldan zerre kadar inhirâf göstermedi.Amcası Hakem bin Ebû’l-Âs, kendisini bir urganla bir direğe bağlar ve döverek şöyle derdi:

“Sen, atalarının dinini bırakır da sonradan çıkma bir dine özenirsin öyle mi? And olsun ki, tuttuğun bu dini bırakıp, tekrar atalarının dinine dönmedikçe seni salıvermeyeceğim.”

Metanet âbidesi Hz. Osman’ın cevabı şu olurdu:

“Vallahi, ben hak ve hakikat dinini asla bırakmam!”

O, günlerce bu cefâ ve eziyetle karşı karşıya bırakıldı. Fakat zerre kadar îmânından taviz vermedi. Onun bu metaneti ve büyüklüğü karşısında sonunda amcası küçüldü ve onu salıvermekten başka çare bulamadı.

Orta boylu, esmer tenli, güzel yüzlü, sık sakallı, gür saçlı ve iri yapılı olan Hz. Osman, fıtraten temiz ve nezih bir insandı. İçki içmeyi Cahiliyye Devrinde kendisine haram kılmıştı. Servetini Allah yolunda ve din uğrunda sarfetmekten zevk alan bahtiyarlardandı. Hafız-ı Kur’ân’dı. Geceleri, namazında bütün Kur’ân’ı hatmederdi.

Cennetle müjdelenen on Sahabîden biri olan Hz. Osman, aynı zamanda Resûl-i Ekrem Efendimizin damadıdır. Önce Peygamberimizin kerimesi Rukiyye’yi aldı. O, vefât edince, Resûlullah onu bu sefer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Bu sebeple de “Zinnûreyn” lâkabını aldı.



Talha bin Ubeydullah'ın Müslüman Oluşu

Hz. Osman’ın İslâmın saâdet dolu sinesine konuşunu Hz. Talha bin Ubeydullah takip etti.

Ticâret maksadıyla bir seyahâta çıkmıştı. Busra Panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki manastırda yaşayan bir Rahib, “Bu pazar halkı içinde, Mekke’den kimse var mı?” diye seslendi.

Hazret-i Talha, “Evet, ben Mekkeliyim” dedi.

Rahib, “Ahmed zuhur etti mi?” diye sordu.

Hazret-i Talha, “Ahmed kim?” dedi.

Rahib, “Abdullah bin Abdülmuttalib’in oğludur. Mekke, onun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi, Harem-i Şerif’ten çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicrete mecbur bırakılacaktır” cevabını verdi.

Rahibin bu sözleri Talhâ’nın dikkatini çekmiş ve Mekke’ye gelir gelmez halka, “Yeni bir haber var mı?” diye sordu.“Evet,” dediler. “Abdullah’ın oğlu Muhammedü’l-Emîn, peygamber olduğunu iddiâ etti. Ebû Kuhâfe’nin oğlu Ebû Bekir de, ona tabi oldu!”

Bunun üzerine derhal Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı ve, “Sen, Muhammed’e tâbi oldun mu?” diye sordu.

Hazret-i Ebû Bekir, “Evet,” dedi. “Ben ona tâbi oldum. Sen de git, ona tabi ol! Zira o, insanları hak ve gerçek olana dâvet ediyor.”

Hz. Talha da Rahibden duyduklarını Hz. Ebû Bekir’e anlattıktan sonra, beraberce Allah Resûlünün huzuruna geldiler. Derhal Müslüman olan Hazret-i Talha, Rahibin söylediklerini anlatınca da Peygamber Efendimiz gülümsedi.

Müşrikler, Hazret-i Talha gibi faziletli bir insanın Müslüman olmasına tahammül edemediler. Kureyş’in azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye onu bir ipe bağlayıp işkenceye uğrattı.

Genç yaşta İslâmiyetle şereflenen Hz. Talha, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V), onun hakında, “Yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak isteyen Talha’ya baksın” buyurmuşlardır.

Son derece cömert ve cesur bir Sahabî idi. Uhud Harbinde Peygamber Efendimize atılan oklara elini tutmuş ve bu yüzden parmakları çolak kalmıştı. Aynı harpte seksene yakın yara aldığı halde, Resûlullahın yanından ayrılmamıştı.

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 01 Kasım 2009, 19:05   #69
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




Halid bin Said'in İslâma Girişi

İslâma gizli davet devri henüz devam ediyordu.

Bu bırada Müslümanlar safına Kureyş’in mümtaz bir şahsiyeti daha katıldı: Halid bin Said. Hz. Halid, Kureyş’in ileri gelen ve zengin bir âilesine mensuptu.

Arap edebiyat ve ilmini gayet iyi bilen Hz. Halid, bir gece rüyâsında; babasının kendisini tutup Cehenneme atmak istediğini, fakat Resûlullahın yetişip kendisini Cehenneme düşmekten kurtardığını gördü. Feryad ederek uyandı. Böylesine berrak bir rüyânın mânâsız olamayacağını idrak eden Hz. Halid kendi kendine, “Vallahi, bu rüyâ gerçektir” dedi ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’e koştu. Rüyâsını anlattı.

Sıddık-ı Ekber, “Hakkında hayırlı olmasını dilerim,” dedi. “Seni, o Resûlullah kurtaracaktır. Hemen git, ona tabi ol! Sen, ona tâbi olacak, İslâm dinine girecek, onunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rüyâda gördüğün gibi Cehenneme düşmekten kurtaracaktır.”Hz. Halid hemen Resûlullahın yanına vardı ve “Yâ Muhammed! Sen, insanları neye dâvet ediyorsun?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V), “Ben,” dedi, “halkı, tek olan ve şeriki bulunmayan ALLAH(c.c)’a, Muhammed’in de Onun kulu ve Resûlü olduğuna îmân etmeye; işitmez, görmez, hiçbir fayda ve zarar vermez, kendisine tapınanları da tapınmayanları da bilmez birtakım taş parçalarına tapmaktan vazgeçmeye dâvet ediyorum.”

Bu sözleri dikkat ve hürmetle dinleyen Hz. Halid derhal şehâdet getirdi:


“Ben, şehâdet ederim ki, sen, Allah’ın Resûlüsün!”



Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V), bu zâtın İslâm dairesine girmesine fazlasıyla sevindi.Hz. Halid, Müslüman olur olmaz, evinde ve etrafta da İslâmiyetten bahsetmeye başladı. Bir müddet sonra zevcesi Ümeyne de Müslümanlar safında yer aldı.Oğlunun Müslüman olduğu haberini alan Kureyş’in zenginlerinden ve ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlasıyla hiddetlendi.

Hz. Halid’in birgün, Mekke’nin tenha bir yerinde namaz kılmakta olduğunu duydu. Diğer oğullarını gönderip onu yanına getirtti. Hiddetli hiddetli, “Sen,” dedi, “Muhammed’in, kavmine muhalefet ettiğini, getirdiği itikatlarla kavminin ilâhlarını ve geçmiş atalarını kötülediğini görüp durduğun halde ona tâbi oldun, öyle mi?”

Sonra, İslâmiyetten vazgeçmesi için bir sürü lâf etti. Ancak gönlünü îmân nuruyla aydınlatan Hz. Halid’in zerre kadar tereddüdü yoktu ve asla pişmanlık duymuyordu. Çatık kaşlarla bakan babasına şu cevabı verdi:

“Vallahi, Muhammed (a.s.m.) hak söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölümü göze alırım da onun dinini asla bırakmam.”

Bu sözlere fena halde kızan Ebû Uhayha, elindeki değnekle, kırılıncaya kadar onu dövdü.Fakat nafile! Sebât ve metanetin menbâı olan îmân, artık Hz. Halid’in kalbinde yer etmişti ve o bu îmân nûru ile mutmain olmuştu. Ezâ, cefâ bu îmân karşısında zerre kadar menfi tesir icrâ edemiyordu.

Dayağın kâr etmediğini gören zalim baba, bu sefer, “Git,” dedi. “Senin iaşeni, rızkını keseceğim. İstediğin yere git.”

Rızkını verenin ALLAH(c.c) olduğunu bilen Hz. Halid yine aldırmadı ve “Ey babacığım,” dedi, “sen benim rızkımı kesersen, elbette ALLAH(c.c), bana geçineceğim şeyi verir.”Baba Uhayha, bu sefer onu alıp hapsettirdi. Ev halkına tehdidi ise şu oldu:

“Eğer biriniz onunla konuşacak olursa, onu perişan ederim.”

Hz. Halid, günlerce aç ve susuz bırakıldı.

İnancı uğrunda kendisine böylesine ezâ ve cefâyı revâ gören babanın yanında kalmak artık mânâsızdı. Bir fırsatını bulup, babasının elinden kurtuldu. İkinci Habeşistan hicretine kadar babasına görünmedi.Habeşistan’a giden ikinci hicret kafilesine zevcesiyle katılarak Mekke’den ayrıldı.

Hz. Halid, Cahiliyye Devrinde mükemmel yazı yazan birkaç şahsiyetten biri idi. Rivâyete göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V)'in Yemen hükümdarına verdiği Emannâme’nin metnini ve diğer bir çok anlaşma metinlerini de Hz. Halid kaleme almıştır.


Sa'd bin Ebî Vakkas'ın İslâmiyetle Şereflenmesi

Sa’d bin Ebî Vakkas, henüz on yedi yaşlarında, hareket ve heyecan dolu bir gençti. Bu sırada bir rü’yâ gördü: Zifirî bir karanlığın içinde iken, birden bire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takib ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd bin Hârise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’in önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine, “Siz ne vakit buraya geldiniz?” diye soruyor.

Onlar da, “Şimdi” diye cevap veriyorlar.

Bu rü’yâsından üç gün sonra, İslâma gizli davet devresinde fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebûbekir, kendisine İslâmiyetten bahsetti. Sonra da alıp Resûl-i Zişan Efendimiz(S.A.V)'in huzuruna götürdü. İslâmiyet hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malûmat alan Hz. Sa’d hemen orada Müslüman oldu.

Nesebi, hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber Efendimiz(S.A.V)'le birleşir. Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V)' de, Hz. Sa’d da annesi tarafından Zühreoğullarına mensub bulunduğundan Hz. Sa’d annesi tarafından Peygamberimizin dayısı olurdu. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz(S.A.V), “İşte dayım Sa’d. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek kendisine iltifâtta bulunurdu.

Devam edeceğim inşaAllah...

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 03 Ocak 2010, 01:37   #70
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




Hz. Sa’d ve Annesi

Hz. Sa’d’ın Müslüman olması annesi Hamne’nin hoşuna gitmedi. Oğlu atalarının dinini bırakıp, yeni dine onun rızası olmadan nasıl tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne, onu İslâmiyetten vazgeçirip tekrar putperestliğe döndürmek için kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:

“Allah’ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâimâ iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil misin?”

Hz. Sa’d, “Evet,” dedi.

Bunun üzerine asıl maksadını şu cümlelerle ifâde etti:

“Yâ Sa’d,” dedi. “Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma hiç bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın.”

O güne kadar, Hz. Sa’d, annesinin her isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah’a îmân etmiş ve Resûlüne kalbinin bütün samimiyetiyle teslim olmuştu. Elbette, herşeyini bu îmân ölçüsü içinde değerlendirecekti.

Annesinin yememekte ve içmemekte inad ettiğini görünce yanına vardı ve “Ey anne,” dedi. “Senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sabit kalırım. Artık ister ye, ister yeme.”

Bu cevap üzerine anne Hamne’nin inadı, Hz. Sa’d’ın hakta sebâtı karşısında eridi; hem yemeğe, hem de içmeye başladı. Böylece bir kere daha küfür îmânın, şirk Tevhid’in azameti karşısında ezildi ve mağlubiyetini ilân etti.

Hz. Sa’d ile annesi arasında geçen bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak, Ankebut Sûresinin 8. âyetini göndererek, mü’minlere ebedî bir ölçü verdi:

“Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını emrettik. Eğer onlar, ilâh olduğuna dâir hiçbir delil bulunmayan birşeyi Bana ortak koşman için seni zorlayacak olurlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim.”

Hamne, oğlunu İslâmdan vazgeçirmek için bu sefer başka bir yol denedi. Bir gün Hz. Sa’d, evde namaz kılarken, konu komşusunu da çağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. Ciğerpâresine eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada şöyle bağırıyordu:

“Ya o burada girdiği yeni dini terkeder veya ölür gider!”

Şirk ve dalâletin kalbleri nasıl karartıp merhamet ve şefkatten mahrum hale getirdiğini, bir annenin öz evlâdına eziyet etmekten çekinmemesinden anlamamız mümkündür!

Hâdiseler, hep Hamne’nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü, İslâmiyetten vazgeçirmek için çırpınıp durduğu Hz. Sa’d’ın peşini oğlu Amir de takib etmiş ve Müslüman olmuştu...

Büs bütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Amir’in yakasına yapıştı:

“Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!” dedi.

Allah’a îmânın ve Resûlüne tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslâmın emirlerini ihlâs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa’d, annesinin bu yeminini duyar duymaz yanına vardı:

“Ey anne,” dedi. “Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın gölgeleneyim, yiyip içeyim” deme.”

Bu hârika îmân, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne Hamne’nin elinden susmaktan başka bir şey gelmedi.

Hz. Sa’d’ın Cesareti

Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet cenderesine alındıkları en çetin bir sırada idi.

Hz. Sa’d, ilk Müslümanlardan bir kaçı ile Mekke’nin Ebû Dübb Vadisinde namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan bir kaç müşrikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibâdetin asılsız bir şey olduğunu iddiâya kalkışınca, yaka paça birbirlerine girdiler. Hz. Sa’d, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile müşriklerden birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler cesaretlerini kaybettiler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar kovaladılar.

Aynı zamanda son derece cömert olan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, Cennetle müjdelenen on Sahabîden biridir. Allah Resûlü zamanında bütün gazâlara katıldı. Uhud Harbinde Fahr-i Kâinata vücudunu siper etti ve müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resûlünün, hiçbir fâniye nasib olmayan şu hitabına mazhar oldu:


“Anam babam, sana fedâ olsun yâ Sa’d, durma at!”


Hz. Ali der ki:

“Resûlullah (a.s.m.), “Fedâke ebî ve ümmi” (Anam babam sana fedâ olsun) cümlesini sadece Uhud günü Hz. Sa’d için söyledi.”

Aynı muharebede, Hz. Sa’d, her ok attıkça, Allah Resûlü, “İlâhi bu senin okundur,” diyor,” ve onun için şöyle duâ ediyordu:

“Allah’ım! Sana, duâ ettiğinde, Sa’d’ın duâsını kabul et. Atışını da doğrult.”

Allah Resûlünün, “Allah’ım, onun duasını kabul et” buyurması sebebiyledir ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti yanında duâsının kabûlüyle de şöhret bulmuştur. İslâm düşmanları onun kılıç ve okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun duâ oklarından korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.

İslâma davetin henüz gizli devresinde, ömrünün baharında Müslüman olan Hz. Sa’d, o genç yaşından itibaren bütün ömrünü İslâma hizmette geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran’a gönderilen ordunun kumandanlığına tayin edildi ve Kadisiyye Zaferinin kumandanlığını yürüterek Kisra Ülkesini fethedip İslâm topraklarına kattı. Bu sebeple ona “İran Fatihi” ünvânı verildi.

----------

Ebû Zer-i Gıfarî'nin İslâmla Şereflenmesi

İslâmın ebedî nûru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimiyetleriyle Hazret-i Resûlullahın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenme ve yaşamaya çalışıyorlardı.

Peygamber Efendimiz(S.A.V), henüz davasını aşikâre ilân etmemişti, ama buna rağmen, Mekke’nin dışında da bir çok yerden, beklenen Son Peygamberin zuhur ettiğine dâir haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de, Gıfar Kabilesine mensup Ebû Zerr idi.

Ebû Zerr, Cahiliyye Devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikatı arayan, Arabın güzîde şâirlerinden biri idi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mekke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir olan kardeşi Üneys’e, “Haydi, Mekke’de zuhur ettiği söylenen zâta git. Kendisiyle bir görüş ve onun hakkında bana haber getir” diyerek onu Mekke’ye gönderdi.Üneys, kardeşinin bu ta’limatı üzerine Mekke’ye geldi ve Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.

Ebû Zerr, “Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söylüyor?” diye sordu. Üneys, “Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve güzel ahlâkı duyuruyor” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:

“Halk, ‘Şâirdir, kâhindir, sâhirdir’ diyor. Ama ben, kâhinlerin sözlerini işittim. Onun söyledikleri katiyyen kâhinlerin sözlerinden değildir. Söylediklerini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim. Aralarında hiç bir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, ap ayrı birşey. Bundan sonra ona şâir demek kimsenin ağzına yakışmaz.

“Hülâsa, yeminle derim ki, Muhammed (a.s.m.) sâdıktır. Ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalancıların tâ kendileridir.”

Ebû Zerr, kardeşine, “Sen,” dedi, “beni rahatlatıcı fazla bir mâlumat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat, görmeliyim.”Üneys, onu ikaz etti:

“Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla. Çünkü, onlar Muhammed’e karşı düşman cephesi kurmuşlardır.”

Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke’ye kavuştu ve doğruca Kâbe’ye gitti. Resûl-i Ekremi aradı, fakat tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi, hem de uygun bulmadı. Çünkü, kardeşinin de söylediği gibi Mekke’de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nazik bir devreyi yaşıyorlardı.

Mescid-i Haramda kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle yaptı. Açlığını ise Zemzem suyu içerek gideriyordu.Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i Haramın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken, kendi kendine: “Zannımca bu adam uzak bir yoldan gelmiştir” diye konuşunca, Ebû Zerr, “Evet,” dedi, “uzak bir yoldan gelmişim.”

Hz. Ali, “Gel, evimize gidelim” dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdiler.

Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimiz(S.A.V)'i sorup bulmak için Mescid-i Harama gitti. Fakat, aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir mâlumat alamadı.

Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı tekrar kendi kendine: “Bu adamcağızın hâlâ nereye gideceğini öğrenmek zamanı gelmedi mi?” dedi. Bunu duyan Ebû Zerr; “Hayır” dedi.Bunun üzerine Hz. Ali, aynı şekilde, “Haydi, öyle ise bize gidelim” dedi ve alıp evine misafir götürdü.

Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, “Nereden ve niçin geliyorsun?” diye sordu.

Ebû Zerr, “Eğer, gizli tutacağına söz verirsen, sana anlatırım” dedi.

Hz. Ali, “Emin olabilirsin” karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını açıkladı:

“Ben Gıfar Kabilesindenim. Buradan peygamberlik ilân eden bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu görüp konuşayım diye geldim.”

Samimî maksadını anlayan Hz. Ali, “Sen bu hareketinle akıllılık ettin, doğruyu buldun” diye konuştuktan sonra, “Ben şimdi Resûlullahın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Eğer ben, yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem, papucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin.”

Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takib ediyordu. Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hazret-i Resûlullah(S.A.V)'ın huzuruna vardılar.

Ebû Zerr,“Selâm sana olsun, ey Allah’ın Resûlü” dedi. Bu türlü selâmı İslâmda ilk veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.

Resûl-i Ekrem, “Allah’ın rahmeti senin üzerine de olsun” dedikten sonra,

“Sen kimsin?” diye sordu.

Ebû Zerr, “Ben, Gıfar Kabilesindenim” diye cevap verdi.

“Ne zamandan beri buradasın?”

“Üç gün, üç geceden beri buradayım.”

“Seni kim doyuruyor?”

“Tek yiyeceğim Zemzem suyu idi. Şişmanladım bile. Hiç açlık ve susuzluk duymadım.”

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz(S.A.V), “Zemzem, mübârek, doyurucu bir yiyecektir” buyurdu.

Sonra Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah, bana İslâmı anlat” dedi.

Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Şehâdet getirerek, İslâmla şereflenen Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullah(S.A.V)'ın tavsiyesi şu oldu:

“Yâ Ebâ Zerr, sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”

Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicretin altıncı yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek gazâlarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.

Devam edeceğim inşaAllah...

 
Alıntı ile Cevapla

Cevapla

Etiketler
efendimiz, hayati, salih, sav, suruc


Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Esra Erol'da Mevla, Nilüfer, Salih olayında son durum! Mevla Salih’i affetti mi? NurSima Güncel ve Son Dakika Haberler 0 03 Şubat 2021 20:27
Şanlıurfa - Suruç Ecrin Güneydoğu Anadolu Bölgesi 0 06 Eylül 2011 17:14