07 Ocak 2012, 14:57 | #21 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Türkülerimizin Hikayeleri Bebek Elmalı'dan çıktım yayan Dayan hey dizlerim dayan Emmim atlı, dayım yayan Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Kol bezin dalda bulduğum Adını Ali koyduğum Yedi yılda bir bulduğum Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Gökte yıldızlar ışılar Kuzgunlar üleş bölüşür Çadırda düşman gülüşür Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Deve var deveden yüce Deveyi yüklettim gece Nic' edeyim aman nice Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Kaynanam samur kürklü Develeri kahve yüklü Yad-yaban değil Yörüklü Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Çadın cibiş kılından Pazvandı çıkmaz kolundan Kurtulamam ben dilinden Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Tuzladan aldım tuzunu Akdağ' a serdim bezini Kargalar m'oydu gözünü Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Ak memeden sütler akar Kavim kardaş yola bakar Yasımız obayı yıkar Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Deveyi deveye çattım Yuları boynuna attım Bebeği dağlara attım Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktt kül eyledi Ala kilime sardığım Yüksek mayaya koyduğum Yedi yılda bir bulduğum Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Havada kuzgun dolaşır Kargalar leşi bölüşür Kara haberi ulaşır Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Tabancamın ipek bağı Baban bir aşiret beyi Kanlım oldu Çiçekdağı Bebek beni del'eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Elmalı'dan çıktım yayan Dayan hey dizlerim dayan Emmim atlı, dayım yayan Bebek beni del eyledi Yaktı yaktı kül eyledi Vakit sabahın seheri. Köyün köpekleri acı acı havlıyor. Düşmana saldırır gibi havlıyor köpekler. Biraz sonra köyde ışıklar yanmaya başlıyor. Köylüler çıralar yakıp, fırlıyorlar dışarı. İlkin ağıllara koşuyorlar. Hırsızlar mı bastı köyü, yoksa kurtlar mı indi dağdan... Belki de Zeybek Karasu'lu geçiyordur köyün kıyısından. Çok geçmeden gün ağarıyor. Her şey ayan beyan görünüyor. Köyün karşısındaki Çatalçam sırtlarına yörükler konmuştu. Bütün sırt koyun sürüleri, deve katarlarıyla doluydu. Kara çadırların önünde, iri isli köpekler kıvrılmış yatıyordu. Yörük kızları, kollarında tulumlar, ağaç bakraçlarla dereye suya iniyorlardı. İlerdeki Boztepe'de dört beş atlı bir şeyler konuşuyorlardı. Bunlar Oba Bey'i ve Obanın ileri gelenleriydi. Kuşluğa doğru güneş yükselip çadırlara gitmeye başladı. Çamların altına kilimler serildi, minderler döşendi. Kıl poturlu yörükler, yırtmaçlı entarili kadınlar çadırlardan çıktılar. Gölgelere oturdular. Öğleye doğru Yörük Bey'i obaya indi. Çamların alaca gölgesinde, otları, suları gözden geçirdi. Sonra da yanındakilere "Burada fazla kalamayız. Otlar kurumuş, sular çekilmiş. O güne kadar buradan göçüp Seki'ye konaklayacağız" deyip atını mahmuzluyor. Varıp çadırına giriyor, çok geçmeden av kuşamlarıyla çıkıyor dışarı. Atına atlayıp sırtlarına kovuyor. Köylüler yörüklerin gelişine hem seviniyor, hem üzülüyor. Üzüntüleri şundan ki; yörük deyince akla koyun, deve, keçi, at gelir. Malı bol olur yörüğün. Zaten geçimi de bunun üstüne. Mal da söz anlamaz ki, ekindi, bağdı, bahçeydi girip ziyan verir. Bunun için köylü, yörüğü istemez. Ama, elindeki üzümünü buğdayını satması için de sevinir yörüğün geldiğine. O günde öyle oldu. Köy kızları omuzlarına aldılar sepetleri, üzümüdü, incirdi taşıdılar yörük çadırlarına. Üstelik bayram yakın olduğu için, para gerekliydi herkese. Fadime de evdeki iki sepet üzümden birini yüklendi omzuna. Yetim kardeşlerine bayram giysileri alacaktı üzüm parasıyla. Bir yandan alacaklarını düşünüyor, öte yandan dilinde türküsü çadırlann bulunduğu Çatalçam'a doğru yürüyordu. Çadırlara yaklaşırken, obanın köpekleri havlayıp, sardılar çevresini. Ne yapacağını şaşırdı ilkin. Sonra yanındaki taşa ilişti gözü. Sıçrayıp taşın üstüne çıktı. Bir yandan da bağırıyordu. Çok geçmeden, en yakın çadırdan yaşlı bir kadın çıktt. Köpekler huylandı. Fadime'yi taşın üstünden indirip çadırına aldı. Bir yandan soğuk ayran; bir yandan höşmerim sundu konuğuna. Biraz sonra da Oba Beyi geldi atıyla. Avladığı keklikleri uzattı anasına. Sonra da atını bağlayıp, girdi çadırına. Fadime'ye ilişti gözü. Anası "Yanıkhan'dan üzüm getirmiş satmaya. Köpekler çevirdi de zor kurtardım" dedi. Beyin bakışlan Fadime'nin iri kara gözlerine takıldı. Bir süre ayıramadı. Sonra, "Üzüm kaç okka?" dedi. Fadime, utangaç utangaç "Çekilmedi" dedi. Oba Bey'i "on okka saysak nasıl olur?" deyince "Hayır on okka geçmez. Hak geçer" diye cevapladı. Bey "Bizim okkamız, terazimiz yoktur. Biz de el ölçü, göz terazidir. Benim gözüm o kadar tuttu. Eksiği artığı varsa, birbirimize helal ederiz deyip parayı uzattı Fadime'ye. Sonra yola kadar uğurladı. Bir yandan da "Senin üzümlerin çok iyi. Yine getirsen alırım" diye tenbihledi. Fadime de; "Bir sepet daha kaldı. Onu da bayram sonu getiririm" deyip seke seke indi bayırı. Bey arkadan baka kaldı. Çadırına döndüğü zaman içinde bir eziklik, gönlünde bir hoşluk duydu. Kendince kurdu Fadime'yi. Nasıl da ceylan gibi seke seke koşuyordu. Ya o kaş, o göz. Bizimkilere hiç benzemiyor diye, alıp verdi, alıp verdi. Anası, oğlundaki bu değişikliği farketmedi ilkin. Ama öyle dalgınlaşmıştı ki Bey. Anasının söylediklerini duymuyor, dalıp dalıp gidiyordu. Anası "Oğul n'oldu sana? Dediklerimi duymuyorsun. Ne dediğini de bilmiyorsun. Köy kızı aklını mı çeldi, nedir?" Bey, "Yok be ana. Güzel bir kız ama, bilmem ki" diyor. Bir yandan bilmem ki diyor, öte yandan av bahanesiyle Fadime'nin köyüne iniyor sık sık. Gözleri onu arıyor. Anası tümden karşı bu işe. Nedeni de: aşiret töresine aykırı. Daha Kıroba Aşireti'ne yabandan kız girmemiş. Obanın erkeği, obanın kızıyla evlenmiş o güne dek. Hem oğluna, dayısının kızını almayı kurmuş anası. Kızın anasıyla da konuşmuş meseleyi. Şimdi bu köy kızı araya girerse, işler tümden bozulacak diye düşünüyor. Gün günü eskitip, bayrama ulaşıyor. Bayrama ulaşıyor ya, aşiret arasında da homurtu dolaşıyor giderek. "Biz buraya on günlüğüne konmuştuk. Bu gün onbeşinci gün oluyor. Daha hareket yok. Bey'den ses çıkmıyor. Sürüler otlaktan aç dönüyor. Kimi hayvanlar zehirli ot yeyip ölüyor. Daha ne kadar bekleyeceğiz burada". Dalga dalga yayılıyor söylenti. Varıp Oba Beyinin anasının kulağına ulaşıyor. Anası çekiyor Bey'i çadıra. "Oğul aşeritte ikilik oldu. On günlüğüne konmuştuk, on beşi geçti. Ne suyu su; ne otlağı otlak. Daha ne bekliyoruz burada". "Hele birkaç gün daha sabretsinler, bizim de bir düşündüğümüz var" deyip kesiyor anasının sözünü Bey. Oba töresi böyle. Kimse de ağzını açıp itiraz etmiyor. Beyin aklı da Fadime'de. Bayram geçince üzüm getirecekti. Daha görünmedi, diyor kendi kendine. Gözleri de köy yollarında. Derken bir sabah görünüyor Fadime. Yanıkhan'dan Çatalçam'a çıkan yolda görünce Fadime'yi, bir koşu varıp karşılıyor Bey. Karşılıyor da omuzunda ki sepeti alıyor. Çadıra yürüyorlar. Obadakiler şaşkın. Oba Bey'inin bir köy kızının ayağına koşmasını kimse iyi karşılamıyor. Anası, Fadime'nin çadıra girmesiyle suratını asıyor. Yarım ağız "hoş geldin" deyip, işine dalıyor. Fadime şaşıp kalıyor. İlk gelişindeki izzet ikram nerde, şimdiki surat asıklığı nerde? Sıkılıyor Fadime. Tatlı dil, güler yüz görmediği çadırdan kaçmak geçiyor aklından. Oba Bey'i durumu anlıyor. Sevdiği ile saydığının arasında Bey. Anasına bir şey diyemiyor. Fadime'ye sadece mahcup mahcup bakıyor. Sonunda, sepetteki üzümü boşaltıp, para kesesindeki tüm parayı boşaltıyor avucuna Fadime'nin. Fadime şaşkın,aldığı parayı avuçlayıp çıkıyor çadırdan. Ağır ağır iniyor Çatalçam'ı. Öte yandan Bey'de bir keder, bir üzüntü. Söylemeye başlıyor kendi kendine: Yaylaları yuvalı Güzeller yaylalı Fadime gibi görmedim Anamdan doğalı Anasının korktuğu başına gelmişti. Fadime'ye tutulmuşlu oğlu. Onun sevda türküsüne, maniyle karşılık verdi: Ben bu yaylara yayla mı derim Başı pare pare kar olmayınca Ben böyle güzele, güzel mi deriim Aslı türkmen, soyu bey olmayınca Böylece Bey'in gönlünü Kıroba'ya çekmek istiyor. Ama Bey hiç oralı değildi. Sanki kendine söylenmiyordu. Varsa Fadime, yoksa Fadime. Fırsatını bulunca da tüfeğini omuzlayıp, köy yolunu tutuyordu. Köy çocuklarından öğrendiği Fadime'nin evinin önünden geçiyor, belki görürüm umuduyla, dolanıp duruyordu köy yollarında. Köy gençleri tedirgin. "Bey'se beyliğini bilsin. Yabanın yörüğü kızlarımızla dalga geçmesin" diyorlar. Köy büyükleri bakıyor ki işin tadı kaçık. Fadime'nin yüzünden, köylülerle yörükler birbirine girecek. "Bir çare bulalım" diyorlar. Öte yandan Bey'in anası da oba büyüklerini çadırında toplayıp durumu olduğu gibi anlatıyor. O güne dek, Kıroba soyunda görünmeyen bu durum, tüm obadakileri derinden üzüyor. Söyleniyorlar "Obada erlik yufkalaştı mı? Yangınlık yanımızdan geçmezdi. N'oluyor törelere" diyor kimisi; kimi de "Köylü kancığı göçebeye gerekmez. Çarığı çayda kalır köy kızının" diye karşı çıkıyor. Sonunda Oba Beyi'nin amcası kalkıyor ayağa. Ağır ağır, tane tane konuşuyor. "Obaya antlıyız. Suyun akıntısına gidelim. Bunu bilip, bunu hayır belleyelim. Bey'imizi isteğiyle everelim. Obanın ayağı bağdan kurtulsun" deyince herkes boyun eğiyor. Kimse karşı çıkmıyor. Kıroba Aşireti'ne ilk kez yabandan bin kızın gelmesi, böylece kabul ediliyor obada. Anası, haberi Beye ulaştırınca çok seviniyor Bey. Seviniyor da tez elden köy imamına haber salıp, çağınıyor. Fadime'nin istenmesi, düğün, nişan işini imamsa bırakıyor Bey. Fadime derseniz, olan bitenden habersiz. Başında büyüğü de yok. Kendinden küçük iki kardeşiyle kalıyor. Üç-beş dönümlük bahçesini de köylünün yardımıyla ekip yetiriyor. Oba Beyi nin kendisine talip olacağını aklından bile geçirmiyor. Ne zaman ki, imam koşa koşa gelip "Müjdemi isterim: Oba Bey'i, Allah'ın emriyle talip oluyor sana" deyince anlıyor meseleyi. Anlıyor da bir şaşkınlaşıyor, bir donuyor. Ne diyeceğini bilemiyor. Ama hangi kız istemez, anlı şanlı Kıroba Aşireti'ne gelin olmayı. Fadime durumu öğrenince şaşkınlaşıyor ilkin, susuyor. Köyünü, alıştığı çevresini, kardeşlerini düşünüyor. Üç-beş hısım akrabadan başka, başında büyüğü de yoktur Fadime'nin. Sahipsizliğini, yoksulluğunu düşününce, için için seviniyor. Köylü derseniz "Başına talih kuşu kondu. Kime kısmet olur böylesi. Koca Kıroba Aşireti'nin gelini olacak. Bir eli yağda, bir eli balda. Develer, koyunlar, keçiler sürü sürü. Kısmetli kızmış Fadime" diyor kimi. Kimi de : "İnsanın sonu iyi gelsin. Anasız babasız yetimleri büyüttü. Onlara analık, babalık yaptı. Tanrı gönlünce verdi. Sonu da iyi oldu Fadime'nin" diyor. Köy Muhtarı ile imamı da ortalığa düşüp, işi tez elden bitirmeye çalışıyortar. Fadime'nin hısımlarıyla konuşuyorlar. Rızalık altyorlar. Sonunda köyün büyükleriyle, obanın ileri gelenleri bir araya gelip, Allah'ın emriyle istiyorlar Fadime'yi. Düğün gününü kararlaştırıyorlar. Yörük düğünü de düğün olur hani. Bir yandan davul zurnalar; bir yandan çengiler... Sonunda Yanıkhan'lı Fadime, Kıroba Bey'in çadırına gelin ediliyor. Fadime'ye gelinlik yakışıyor. Güzelliğine güzellik katılıyor. Obadakiler buruk. Kimisi "Yarın görürüz Fadime'yi. Yörüğün göçüne dayanamaz, ilmik ilmik dökülür. Ne deveyi ıhtırır, ne tuluğu şişirir.. Koyunu keçiyi de yörük kadar bilmez köy kızı" diyor; kimi de, "Bey'in kaderi böyleymiş. Eliyle etti, boynuyla çeksin. Olan oldu." deyip işi oluruna bırakıyor. Üç gün, beş gün, bir hafta, on gün daha kalıp, çadırları yıkıyor Kıroba Aşireti. Aşiret dediğin bir yerde oturup kalamaz. Yem, yiyecek tükenir. Mallar toprağa saldırır yoksa. Açlık, hastalık getirir sürüye. Kırım kırım kırılır mallar. Onun için sık sık yer değiştirir yörük. Otlağın yeşilini, suyun bolluğunu seçip konaklar. Çatalçam sırtlarını da zaten kel etmiştir hayvanlar. On günlüğüne konup Fadime'nin yüzünden takılır kalmıştır oba. Oba yükü yükler. Develer katar olur, sürüler yola dizilir. Fadime'yi tutar bir ağıt. Kolay mı doğup büyüdüğü, koşup oynadığı köyü terketmek. Dostu ahbabı, hısmı, arkadaşı bir bir dolaşıp, helallık alıyor. Teselli buluyor. "Nasıl olsa döner dolaşır, yine gelirsiniz. Yörüğün konağı olmaz. Çatalçam'ın suyu kurumaz, Bozpete'nin yeşili solmazsa yolun uğrar buraya. Vargit yolun açık olsun. Bizi unutma. Gelenle haber ilet, gönlünde yaşat bizi "deyip teselli ediyorlar. Fadime kardeşlerini de alır, koyulur yola. Şurası senin, burası benim dolanıp durur Oba. İlkin zor gelir Fadime'ye. Ama zamanla alışır. Tam bir yörük olur. Kaynanasıyla da arası düzelir.Obadakiler de sever sayar Fadime'yi. Kocası derseniz, araları çok iyi. Bir güne bir gün, kötü söz duymuyor kocasından. Yazın yaylaya çıkıyor oba, kışın da ovaya iniyor. Günler su gibi akıp gidiyor. Üç yıl, göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçiyor. Üç yıl geçiyor ya, Fadime'de bir şey yok daha. Yani ki doğurmuyor. Obayı bir dedikodu sarıyor. "Fadime kısır, doğuramaz" diyorlar. Kaynanası ilkin karşı koyuyor dedikodulara. Sonunda o da mırıldanmaya başlıyor. "Soyumuz sopumuz kuruyacak. Neslimiz tükenecek. Şunca yörüğü bıraktı da, köy kızıyla evlendi. Muradımızı gözümüzde koyacak" diye dövünüyor anası. Oba kızları da "Oh olsun. Bunca yörüğü bıraktı da, köy kızı getirdi. O da kısır çıktı" diyor. İçin için yıkılıyor Fadime. Alıyor veriyor, alıyor veriyor. Elinden bir şey gelmiyor ki. Adaklar adıyor. Muskalar yazdırıyor. Ama boş. Kimden bir umutlu söz duysa koşuyor yanına. Konuşuyor da okutup üfletiyor, yazdırıp takıyor boynuna. Ama boş. Kimsenin yüzüne bakamıyor obada. Gelip evliliğin yedinci yılına dayanıyor. Dilediği de yedinci yılda gerçekleşiyor. Fadime'nin yüklü olduğu, kulaktan kulağa dolaşıyor obada. Beyin keyfine diyecek yok. Anası derseniz, soğuktan sıcağa vurdurmuyor elini. "Sen yüklüsün, işleri bırak. Kıran girmedi bunca aşirete. Çalışıp yetirsinler' diyor. Sık sık konup göçmeyi de bırakıyor aşiret. Çobanlar sürüleri uzak kırlarda otlatıp, akşam olunca getiriyorlar obaya. Uzun sözün kısası, vakti saati gelince, nur topu gibi bir oğlu oluyor Fadime'nin. Üç gün üç gece şenlik yapıyor oba. Yeniliyor, içiliyor. Davarlar kurban ediliyor, kazanlar kaynatılıyor. Oğlunun adını "Ali" koyuyor Bey. Babasının adı yerde kalmasın istiyor. Ali de Ali! Topaç gibi. Bir seviyor ki anası, yerlere kondurmuyor. Ali'nin kırkını geçince, göçe karar veriyor oba. Ne zaman ki kırk gün doluyor, törenle yıkıyorlar çocuğu. Leğenine gül suyu döküp, kırkduası okuyorlar üstüne. Ertesi gün sabahına da yol hazırlığına başlıyor oba. Denkler denkleniyor; yükler yükleniyor. Develer katarlanıp, koyunlar sürüleniyor. Akşama doğru da oba tüm hazırlığını tamamlayıp, yola koyuluyor. Develerin en yükseği, en başı yumuşak olanı da Karamaya. Fadime, Karamaya'yı bir güzel tımar ettiriyor, süslüyor. Dizlerine takurdaklar, boynuna büyük havan çanını takıyor. Ak kundağında uyuyan bebeğini de bir ala kilime sarıp, çadırın eşiğinde duran yeşil çam beşiğe yerleştiriyor. Beşiği de devenin havut ağacına asıyor. Koyuluyorlar yola. Karamaya'nın ipi, Fadime'nin elinde. Akşamın serinliğinde yolculuğun tadı başka olur. Hele yol, iki tarafı ağaçlık, yemyeşil bir yol olursa. Hele hele yol boyunca, ala kargalar, akşam kuşları, sığırcıklar, serçeler vızır vızır gezerse katarın üstünde, doyum olmaz yolculuğa. Doyum olmaz ya; Fadime de oğlunu göresiyor. Karamaya'yı ıhtınp, doya doya öpmek sevmek geliyor içinden. Ama, yol ağaçlık, karanlık üstelik. Bekliyor ki sabah olsun. Sabaha da bir şey kalmadı. Elmalı'ya konacak oba. Bey önceden gidip, konak yerini seçecek, obayı da orada bekleyecektir. Sabah oldu olacak. İki köpek sesleri duyuluyor. Biraz sonra da Elmalı görünüyor. Oba ağır ağır giriyor Elmalı'ya. En arkada da Fadime'nin devesi Karamaya var. Fadime sabırsız. Bir an önce deveyi ıhtırıp, oğlunu kucaklamak istiyor. Oba hareketli. Herkes devesini ıhtırıp, yükünü boşaltıyor. Gök çimenlerin üstü ana-baba günü. Bir yandan ak sürüler dönüyor, bir yandan güzel yürük kızları sağa sola koşuyor. Fadime de ağır ağır ıhtırıyor, ıhtırmasıyla da haykırıp bağırması bir oluyor. "Yavrum Ali'm yok. Ali'min beşiği boş. Ali'm yok" diye feryat ediyor, herkes ona koşuyor. Bakıyorlar gerçekten Karamaya'nın havut ağacına asılı olan beşiğin içi boş. Yeller esiyor Ali'nin yerinde. Fadime saçını başını yolmaya başlıyor. Oba büyükleri tez elden atlarını döngeri edip yollara düşüyor. Emmiler, dayılar düzülüyor yola. Kimi atlı, kimi yayan, dönüp yolları tarıyorlar. Dayı al atını herkesten önde sürüp, aralıyor diğerlerini. Fadime de yayan yapıldak düşüyor yollara. Geçtikleri yollarda umudu. Bir yandanda ağlıyor. Hem ağlıyor, hem söylüyor. Bebek oy, diyor. Ninni diyor. Diyorda diyor. Gün akşama yakınken, dayı Çiçek Dağı'nı tutuyor. Tutuyor ki, yol karardı kararacak. Yol boyu da sıra sıra ağaçlar. Ağaçların üstünde de kuşlar. Allı yeşilli cıyak cıyak kuşlar. Ta uzaklardaki bir ağacın tepesinde de bir küme kuş. Ama alıcı, yırtıcı kuş bunlar. İnip inip kalkıyorlar ağacın üstüne. Dayı mahmuzluyor atını. Bir solukta varıp ulaşıyor ağaca. Varıyor ki, ne görsün. Bebeğin kundağı bir ağaçta asılı. Bebeğin sarılı olduğu kilim, kanlar içinde sarkıyor ağaç dalından. Kol bezi dolanmış kalmış ağaç dalına. Kuzgunlar, leş kartalları da inip inip kalkıyor ağaca. Dayı atıyla ağacın yanına vardığt zaman, artık bebek eski bebek değildir. Bebek demeye bin şahit gerek. Bebek gözsüz olur mu? Göz yerinde iki oyuk kalmış sadece. Derileri de lime lime. İlkin sarsılmış dayı. Sonunda toplamış kendini. Arkadan gelen Fadime'yi döşünmüş. Tez elden bir çukur kazıp, gömmüş bebekten kalanları. Bir tek kol bezi asılı kalmış dalda. Sonra da döndürüp sürmüş atınt. Çok gitmeden karşılaşmışlar Fadime'yle. Anlatmış durumu dayı. Atına terkileyip, sürmüş obaya. Terkilemiş ya, Fadime feryat fıgan içinde.Obada herkes yaslı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Bey derseniz, konak yerine dönmemiş daha. Habersiz olanlardan. Beyin anasının elleri dizlerinde. Arada bir de başını döğüyor. Fadime yerden yere atıyor kendini. Sonunda gözlerinden ırayıp bir kuytuya çekiliyor. Derler ki, obadaki son günü oldu bu Fadime'nin. Akşamın karanlığında, el ayak çekildikten sonra, ortalardan kayboldu Fadime. Bir daha da gören olmadı. Ama bebeğin asılı kaldığı ağacın yakınından geçenler günün her saatinde, yanık içli bir kadın sesinin ağlayan, ağlatan yankılarını duydular uzun süre. Bu, oğlunu yitirdikten sonra, delirip dağlara düşen Fadime'nin sesidir diyor duyanlar. |
|
14 Ocak 2012, 17:45 | #22 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Türkülerimizin Hikayeleri Aksaray Develisi Yaklaşık 1900 yıllan... Temmuz güneşinin Anadolu'yu yakıp kavurduğu günlerde, Konya 'ya yakın köylerden birindeyiz. Bir evin temelleri yeni bitmek üzere. İri yan bir adam koca elleriyle güneşe inat, koca koca taşlan yontup, temeli yükseltmek için ha bire çalışmakla meşgul. Bir yandan da çamur isteyip, amelelere daha sıkı çalışmalarını tembih ediyor. Dört beş amele, bir ustaya çamur ve taş yetiştirmekte güçlük çekiyorlar. Etraf an kovanı gibi. Taş ve çekicin işlemenin ve işlenmenin verdiği hazla çıkardıkları ses, dalga dalga çevreye yayılıyor. İri yan koca elli adam bir terini siliyor, bir temele taş koyuyorken, gözü tulumbanın başında, su içme bahanesiyle oyalan ameleye takılır. Gümbür gümbür bir ses ile amelenin yüreğini oynatır. Amele hemen küreğini alıp çamur karıştırırken, ''Ne sert bir adam'' diye düşünür. Oysa bilmez ki, kaba saba adam diye tasvir ettiği kişi ne kadar ince ruhludur!.. Oysa bilmez ki, taş kıran ker--- kesen o eller, kanun üzerinde dolaşırken, al yazmalı körpecik köylü kızının kınalı narin ellerinden farksız olduğunu!.. Nerden bilsin ki o koca elli adamın Gökmen Hasan Hüseyin Ağa olduğunu. Nerden bilsin ki, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'nın Konya'da namı olduğ1mu, Konya oturaklarının değişmez siması olduğunu. Ve yine bilmez ki, geleli daha birkaç gün olmasına rağmen, yüreğinin sıla hasretiyle çarptığını. Konya'yı, tozlu Aksinne'sini. Külahçı sokağının karşısındaki alçacık da köhne ker--- evini. Muhabbetin pervasızca sunulduğu, günlerin haftaların kısaldığı Konya oturaklarını, "Şabab oğlan" türküsünü, ihvanını, yaranını özlediğini, kanun tellerin nağme olup gezinmeyi arzu ettiğini nerden bilsin ki?!.. O koca elli adam, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa, bir yandan terini siliyor, bir yandan yonttuğu taşı itina ile yerine yerleştiriyor. Taş yontarken çekicin çıkardığı ses sanki akşam yakacağı türkünün, dillerden düşmeyecek türkünün, çığ çığlık habercisi idiler. Derken, güneş kızgınlığını yitirip gece ülkesine yolculuğunu hızlandırınca, işi bırakırlar. O koca elli, ruhu kanun telinde dolaşan adam, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa, bulgur aşını yedikten sonra bir ''Kalıp carası2'' yakar. Başını aktaşa koyar, uzanır. Sigara dumanının adında Emmiler türküsü yankılanırken uyuya kalır. Rüyasında yaranı, kadınlar pazarında bir ara bekçilik yapan ''Gavur İmam'ı'' görür. Asıl adı Hüseyin olan Gavur İmam, o sıralar bir camide imamlık yapmaktadır. Her günkü gibi yatsı namazını kıldırıp, caminin kapısını kilitlemiş, başında sarığı, sırtında cüppesi, elinde şak şak tespih ile ağır ağır evine giderken birden irkilir!. Kulak kabartır?! Bir saz dövünmektedir uzaktan!.. Gavur İmam olduğu yere mıhlanır. Bir süre evi dinler. Evet! Evet! Artık şüphesi kalmamıştır, bir oturaktır bu. Olanca haşmetiyle dışarıya taşan ahenk onu cezbeder, eli gayri ihtiyari kapının tokmağına gider. O da ne?!.. Kapı açıktır, dalar. Bu bir bağ evidir. Daha iyi duyabilmek için, gider, pencerenin altına çöker. Şuh zil sesleri arasında, yanık yanık türkü söyleyen Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'yı tanır; Eremedim vefasına dünyanın Bülbül konmuş sarayına Konya'nın Bunu duyan Gavur İmam, artık dayanamaz, kapıyı tıklatır, kapı açılır, içeri girer. Bir oturak kadını zarif, kıvrak hareketlerle, ayaklan adeta yere basmamacasına zil dövmektedir. Dem, nargile ve ahenk birbirlerine sinmiş; içeriyi tatlı bir sarhoşluk kaplamıştı. Gavur İmam, hemen kapının yanına çöktü ve terbiyeli sesiyle dövünmeye başladı; Eremedim vefasına dünyanın Bülbül konmuş sarayına Konya'nın; derken herkes onu fark etti. Başında sarık, sırtında cüppeyle onu görünce şaşırdılar, fakat şaşkınlıktan kısa sürdü; tanımışlardı. Hoşgörüsü ve muhabbet ehli olmasıyla tanınan Gavur İmam'dı. Türkü bitti, ara verdiler. Oyuncu kadın boşalan kadehleri testideki kaçak rakıyla tazeledikten soma, bir kadeh de Gavur İmam'a uzattı. Gavur İmam içmedi. O muhabbetten, zaten sarhoşlamıştı. Bunun üzerine oyuncu kadın, eline koca bir döğme gümüş tabaka alarak sigara sardı ve meclistekilere tek tek ikram ederek yaktı. Saatler çabucak geçmişti. Ortalık ağarmaya başlayınca, Gavur İmam'ın aklı başına geldi. Bir süre düşündü, soma ani bir kararla sırtından cüppesini, başından sarığını ve saltasının cebinden camiinin anahtarını çıkarıp, kendisine kapıyı açan gencin eline verdi ve kulağına şöyle fısıldadı; ''Bunları camiye götür, cemaatten birine ver, Gavur İmam artık gelmeyecek, Eremedim vefasına dünyanın türküsünü çağıracak de!'' Gökmen Hasan Hüseyin Ağa yatsı ezanlarıyla uyandı. Kendini hala oturakta zannediyordu. Fakat yüzüne çarpan serin yel, ona rüya gördüğünü hatırlattı. O ne biçim rüyaydı öyle? Hem öyle bir türküsü de yoktu. İçinden yakılmamış türküyü okumak geldi, salıverdi sesini; Eremedim vefasına dünyanın Bülbül konmuş sarayına Konya'nın Aksaray'dan Bakırtolu'na yol gider Sürmelenmiş ela gözlü yol gider Uzamışsın hay sevdiğim dal gibi Gelip geçen selam vermen el gibi Beyler besler merrak için tazıyı Kadir mevlam böyle yazmış yazıyı Devem yüksek atamadım urganı Susadıkça ver ağzıma gerdanı Saçım uzun ben saçımı tararım Var mı benim Konyalıya zararım Ağzından dökülen sözlere kendisi de şaşırdı. Tuhaf duygular içindeydi. Bir an ürperdi. Kalktı, yatmak üzere ahır sekisine3 doğru yollandı. Döşeğini serdi, soyundu, yattı ve uyudu. Bu gün Hacı Fettah Mezarlığında uyuyan Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'nın bu türküsü, yıllarca dillerden düşmemiş, oturak alemlerinin baş köşesine oturtulmuş, sazların iniltisinde nağmeleri dolanmış, sıla hasreti, yar hasreti çekenlerin, dünyanın vefasına eremeyenlerin gönlünde günümüze kadar ulaşmıştır. 1-Kaynak Kişiler: 1.Mazhar Sakman; 2.Hüseyin Çağıllar 2-Eskiden hazır sigaraya verilen İsim 3-Konya köy evlerinde ahırın yanındaki büyük oda Kaynak: Mehmet Tahir Sakman Dünden Bugüne Konya Oturakları İstanbul, 2001 |
|
14 Ocak 2012, 17:49 | #23 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Türkülerimizin Hikayeleri Yandım Hudey Türküsü (Türkmen Gelini) Ev damına girdim aney,yandım hudey diley diley Elleri hamur. Gözünden akıyor bir sulu yağmur oy Baba nerden aldın aney yandım hudey diley diley Sen bu gelini Odasına girdim kahve büşürür oy Kınalı parmaklar aney yandım hudey diley diley Fincan düşürür Seni gören aşık aklın şaşurur oy Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley Sen bu gelini Odasına girdim namaz’a durmuş oy Kaşları gözleri aney, yandım hudey diley diley Kendine uymuş Seni gören aşık aklın şaşurmuş oy Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley Sen bu gelini Keten köynek giymiş yakası nazük oy Koluna yapturdum aney, yandım hudey diley diley Altun bilezük Öpmeye kıyamam sevmeye yazuk oy Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley Sen bu gelini Bacasından çıkmış ayvanın dal’ı oy Yüzüne de vurmuş aney,yandım hudey diley diley Yazmanın alı İşte görünüyor dünyanın halı oy Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley Sen bu gelini Elleri kınalı aney, Yandım hudey dily diley Taze gelini Seferberlik yıllarında askere alınanlar, ya çok uzun yılar sonra döner, yada hiç dönmezlermiş. Hele bu gidilen yer Yemen ise, geri dönme ihtimali hemen hemen hiç olmazmış.Çünkü gidenlerin çok azı sağ olarak geri dönüyormuş. Erzincan’dan bir delikanlı, uzun yıllar sevdiği kızla nihayet evlenir.Gelinle bir hafta bile birlikte kalmadan,askere alınarak yemene gönderilir. Bunun üzerine hem gelin, hem de kendisi çok üzülür, ama; Çare yoktur, vatan hizmetine gidilecektir. Askere giden delikanlıdan uzun bir zaman haber alınamaz. Bunun üzerine kendisinin öldüğüne kanaat getirilir. Bir süre sonrada bu delikanlının babası,oğlunun hanımını, yani gelinini kendisiyle evlenmeye ikna eder ve geliniyle evlenir. Aradan birkaç sene geçer. Delikanlı bin bir türlü meşakkat!ten sonra askerliğini bitirerek Erzincan'a döner, köyüne gider. Evine varır ki, hanımı ev damında hamur yoğuruyor. Hanımı kendisini görünce şaşkınlık geçirir ve ağlamaya başlar. Delikanlı hanımına, sevineceği yerde neden ağladığını sorar. Hanımı iki gözü iki çeşme,durumu olduğu gibi delikanlıya anlatır. Delikanlı bu durum karşısında, beyninden vurulmuşa döner. Delikanlının başına gelenlere köy halkı da çok üzülür. Bu acıklı durumu;Delikanlının ağzından, aşağıdaki türkü ile dile getirirler. |
|
17 Ocak 2012, 20:11 | #24 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Türkülerimizin Hikayeleri Molla Ahmed'in Türküsü MOLLA AHMED Anne beni kırk pınarda kestiler, Cepken'imi saz dalına astılar. Anam babam benden umut kestiler. Dalgın uykulardan uyan Ahmed'im Yağlı kamalara dayan Ahmed'im Yakuboğlu kamaları yağlıyor, Neslihan kız siyim siyim ağlıyor, Katil Macar kollarımı bağlıyor. Kuş gibi meydanlarda dönen Ahmed'im Neslihan yoluma ölen Ahmed'im. Bir incecik yol gidiyor Bazlar'a, Ilgıt ılgıt kanım aktı sazlara, Selam söylen anam ile kızlara. Dalgın uykulardan uyanamadım, Yağlı kamalara dayanamadım. Biçildi mi Seydi köy'ün çayırı, Kadir MEVLA'm canı candan ayırı, Hiç kalmamış Neslihan'ın hayırı Koç gibi meydanlarda dönen Ahmed'im Dostlar düşman imiş ben bilemedim. Aslen Babadağ'lıdır. Genç, yiğit, yakışıklı bir delikanlıdır. Serde erkeklik var ya!ailesine küser tutar gurbetin yolunu. Gelir Şuhut ilçesine. Güçlülüğü ve cesaretinden ötürü delikanlılar arasında kendini hemen sevdirir. Efeler alayının başı olur.Sesinin güzelliğinden dolayıda müezzinlik yapar ara sıra.Bu yüzdende kendisine Molla lakap'ını takarlar. Molla Ahmet aynı zamanda kasabada kahvecidir. Kasabanın zenginlerinden birinin kızı bu özellikleri bulunan Molla Ahmed'e tutulur. Molla Ahmed'de bu kızı sever. Anadolu'da böyle zengin ve güzel kızların gönlüne girmek için delikanlılar arasında rekabet bir görenektir. "Macar" lakaplı namert de kıza tutkundur. Arkadaşlarıyla birlikte Molla Ahmet'i bir kır alemine davet ederler. Mola Ahmet iyi yüreklidir, arkadaş'larının namert çıkacaklarına hiç ihtimal vermez. Kısa bir eğlenceden sonra ansızın Ahmet'i kıskıvrak bağlarlar. Hiç acımasız elini, kolunu , bacağını parça parça edip sazlığın oraya bırakır uzaklaşırlar. Yakın köylerin köpekleri ağızlarında et parçalarıyla dolaştıklarında köylüler Molla Ahmet'i çoraplarından tanırlar. Suçlular yakalanır adalete teslim edilirler. Olay halk içinde nefretle anılır. Olay, türküde bütün inceliğiyle dile getirilmiştir. |
|
21 Ocak 2012, 15:36 | #25 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Türkülerimizin Hikayeleri Ağgül Seni Cemekanda Görmüşler Ağgül'e varıp sorsalar; deseler ki, "Söyle terk edermisin? Yıllardır yavuklu bildiğin Mustafa'nı terek edermisin ?" Ne der acep Ağgül. Terkederim dermi ki hiç seven sevdiğini terk edermi? Ama töreler gelenekler ana babanın baskısı koparıp götürür seveni sevdiğinden. Geride kalan derdini türkülere döker. Türkülere sığınır, içini türkülere boşaltır. Giden gittiğini bilir, içine atar dertlenir kaygulanır o kadar. Derler ki, Ağgül köyün varsıllarından Mürsel ağanın kızıdır. Güzel mi güzel simsiyah saçlar, kestane rengi gözler, salına salına yürüyüşü yürekleri yakarmış. Köy gençlerinin gözü Ağgül’de ama kimse de yan gözle bakamazmış. Nedeni de Mustafa. Herkes sayar severmiş Mustafa 'yı. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Mustafa babası öldükten sonra evin bütün sorumluluğunu yüklenmiş, anasını ele muhtaç bırakmamış. Alnının teriyle geçimini sağlıyor. Bazen zorlansa da yakınmıyor Mustafa. Ağgül'üne de kavuşursa tasası kalmayacak. Gel gör ki, Ağgül'ün babası verimkâr değil. "Mustafa kim oluyor ki bizden kız isteyecek o ilkin karnını doyursun" diyormuş. İyi hoş ama Ağgül öyle demiyor. "Bir lokma bir hırka olsun yeter artığını istemem" diyor diyor ya dinleyen kim. Babası tam bir şehirli düşkünüymüş "Şehirli köylüden daha iyidir bizim Şefketgil şehire gitti de eli yüzü açıldı temiz yiyor temiz giyiniyorlar, benim kızım da şehirliye layık" diyor da başka birşey demiyormuş. Onlar böyle diye dursun Mustafa ile Ağgül sık sık buluşup akşam karanlığı çöküp el ayak çekildi mi soluğu Ağgül'lerin bahçesindeki ceviz ağacının altında alırlar ve "Yarın son olsun kaçıp gidelim burdan" diye kavilleşip ayrılırlarmış. Üç gün beş gün, üç ay beş ay hep kavilleşiyorlar, hep yarına bırakıyorlarmış. Sözün kısası altı ay geçiyor aradan. Günlerden bir gün Mustafa yine gelip cevizin altında beklemiş. Ay tepede, ay tepeyi aşıyor, ay kayboluyor Ağgül yok ortada. Cevizin altında uyuyup kalıyor. Mustafa, sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyor; gördüğü düşleri hayıra yormaya çalışıyor. Daha sonra kalkıp köyün kahvesine gitmiş. Dalgın dalgın çayını içerken çocukluk arkadaşı Zamir gelmiş kahveye. Varıp Mustafa'nın yanına yavaştan "Seninkini akşam vermişler lokumu dağıttılar elini çabuk tut kaçır yoksa havanı alırsın" demiş. Mustafa ayıkmış birden "Demek işin içinde iş varmış demek onun için gelmemiş Ağgül" diye konuşmaya başlamış kendi kendine. "Şehirden bir tanıdıklarının oğluna vermişler. Keleşzadeler'in oğluymuş. Zengin adamdırlar konakları dillere destan saray gibi. Elini tez tut yoksa gitti gider Ağgül" deyince yüreği bir ateş harmanına dönmüş Mustafa'nın. Yan babam yan. Akşamı zor etmiş Mustafa. Hemen koşmuş ceviz ağacının altına sabahı etmiş ertesi akşamı etimiş yok. "Daha kaçgün oldu kavilleşeli ne çabuk sözünden döndü" diye içi içini yemeye başlamış. Bir yandan da umudunu yitirmiyor "Ağgül bensiz olmaz döner gelir bir gün" deyip ceviz ağacına gidiyormuş sık sık. Derken düğün günü gelip çatıyor Keleşzadeler'in düğünü de şanına uygun davullar çifter çifter, kazanlar kaynıyor. Düğün üç gün üç gece sürmüş. Mustafa da daha fazla dayanamıyıp köyden kaçıp dağlara gitmiş. Ama uzaklaşamıyor gözü ceviz ağacındadır hep. Dönüp dolaşıp düğünün son günü köye geri gelmiş. Ağgül’ü arabaya bindirmişler araba ağır ağır yola düşmüş. Mustafa da köyün en yüksek tepesi olan Kırlangıçtepe'ye tırmanmış. Şehre inen yol ayaklar altında düğün alayını gözden kaybolana dek seyretmiş. Mustafa artık kolu kanadı kırık deli gibidir ne yapacağını bilemez. "Ben Ağgül'süz nasıl yaşarım, ama döner bir gün mutlaka kaçar gelir bana" deyip umutlanır. Günler günleri eskitir, aylar ayları. Hiçbir haber yoktur. Tek haber, arada şehre inenlerden yolu düşüp konağın önünden geçenlerden gelirmiş. Ağgül'ü yüzünü cama dayamış dalgın dalgın düşünürken görürlermiş. Mustafa'yı da en son elinde bir ceviz fidanıyla Kırlangıçtepe'ye tırmanırken görmüşler. Tepenin en görünür yerine diker fidanı sonra da yanık sesiyle bir türkü tutturmuş. O günden sonra kimse bilmez Mustafa'ya ne olduğunu. Kimi Çukurova'ya yerleşti der kimi ‘canına kıydı’ der. Ama Mustafa'nın son gün söylediği türkü kimsenin dilinden düşmemiş. Köyün de sınırlarını aşıp yankılanmış. Kaynak: Yaşar Özürküt Öyküleriyle Türküler 1 İstanbul, 1999 |
|
04 Şubat 2012, 11:53 | #26 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Türkülerimizin Hikayeleri Acı Doktor (Bak Bebeğe) Berçenek'ten yaya geldim Amman doktor bak bebeğe Beşiğini elden aldım Yandım doktor bak bebeğe Yıkık yuvam kara yasta Yalvarırım eşe dosta Annesi bebekten hasta Amman doktor bak bebeğe Kuru soğan yağsız aşım Yırtık bağrım açık başım Bir şey değil vatandaşım Amman doktor bak bebeğe Allah için bir merhem çal Öldürür beni bu vebal Param yok ceketimi al Amman doktor bak bebeğe Mahzuni şerif çobandır Meskenim dumanlı dağdır Bebektir amma insandır Amman doktor bak bebeğe Aşık Mahzuni Ş. Emrah; Mahzuni Şerif 'in ikinci hanımı Suna'dan doğma en büyük oğludur. 1964 yılında Hacıbektaş'da Sefer Ulutaşlar'dan Bahriye Hanımın evinde dünyaya geldi. O ev bugünde olduğu gibi duruyor. Emrah dördüncü ayını doldurduğunda Mahzuni, Hacıbektaş'tan Berçenek köyü'ne geldi ve ardından askere gitti. Mahzuni askerdeyken hanımı Suna oğulları Emrah ile birlikte Zeynel (Mahzuni'nin Babası) amcamlarda kaldılar. Emrah bakımlı, temiz giyimli, uysal ve beyaz tenli bir çocuktu. Onu köyde kucağına alıp sevip öpmeyen kalmazdı. Birgün Emrah hastanıp ateşler için de kaldı. Biz onu hayvanlarla, o zamanlar iki Çocuk Doktorunun bulunduğu Elbistan'a yetişdirdik. Doktor tarafından hiçte iyi karşılanmamıştık. Bu olayı tabiki mektupla askerdeki Mahzuni'ye bildirdik. İşte tüm Türkiye'nin tanıdığı ''Acı doktor bak bebeğe / Berçenekten yaya geldim'' türküsü o günkü olaya aittir. Kaynak : Mahzuni şerif resmi web sitesi |
|
18 Mart 2012, 13:01 | #27 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Türkülerimizin Hikayeleri - Çanakkale Türküsünün Hikayesi (Öyküsü) Çanakkale Türküsünün Hikayesi (Öyküsü) Bu türkü Türk insanının hafızasında derin izler bırakmış bir olayın, yani büyük bir savaşın atmosferinde meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu türkünün bir doğuş zamanı vardır. Ancak Çanakkale türküsünün doğuş zamanına ilişkin bilgiler şu soruları sormamıza neden olmaktadır. Çanakkale türküsü ne zaman doğmuştur? Yani bu türkü Çanakkale savaşları başlamadan önce mi yoksa harp sırasında mı yakılmıştır? Aslında bize bu soruları sorduran elimizdeki bir mektuptur. Söz konusu mektup Emrullah Nutku’nun “Çanakkale Şanlı Tarihine bir Bakış” adlı eserinde yer elmaktadır. Mektupu yazan Emrullah Nutku’nun kardeşi Seyfullah’tır. 1903 doğumlu olan Seyfullah savaşın arifesinde Çanakkale Sultanisi (lisesi) 1. sınıf öğrencisidir. Seyfullah, Çanakkale’den gönderdiği ve üzerinde 29 Eylül 1914 tarihi yazılı olan muktubunda şöyle der: Sevgili Anneciğim, Canımıza tak diyen iki yıllık gurbet hayatından artık kurtuluyoruz. Sana ve aileme kavuşacağım için seviniyorum. Mektebimizi alıyorlar., hastane olacakmış, bizi de İstanbuldaki mekteplere dağıtacaklarmış. Hocalarımızın çoğu da askerlik hizmetine gidiyorlar, büyük sınıflar da gönüllü yazılacaklarmış. Bugün Türkçe hocamız sınıfa geldi, ama çok kalmadı, bize veda etti. Bize; “Zamanı gelince cephede yapılacak vatan hizmetinin mektepte yapılan hizmetten kutsi olduğunu” söyledi. Birkaç günden beri Çanakkale sokaklarından askerler geçiyor. “Çanakkale içinde Aynalıçarşı, Anne ben gidiyorum düşmana karşı” şarkısını söylüyorlar. At üstünde zabitler, top arabaları, mekkare ve deve kervanları sokağımızı doldurdu. Harp olacakmış. İngiliz ve Fransız harp filoları boğazın dışında dolaşıyormuş. Buraları bombardıman edeceklermiş. Bu bombardımanı görmek isterdim, ama yakında Çanakkaleden ayrılacağız. Ama size kavuşacağım ben. Beybabamın, sizin ellerinizi öper kardeşlerime selam ederim. Oğlunuz Seyfullah. Mektuptan öğrendiğimize göre henüz Çanakkale savaşı başlamadan önce Çanakkale’de harbe hazırlanan askerler tarafından Çanakkale Türküsü söylenmektedir. Bu da bize türkünün doğuş zamanını harp öncesine götürmemiz gerektiğini haber vermektedir. Türk müzik tarihi ve halk türküleri üzerine önemli çalışmaları bulunan Mahmut Ragıp Kösemibal!in görüşleri de bu belgeyi destekler mahiyettedir. Kösemihal, Musiki Mecmuası’nda bu türkünün Çanakkale savaşları sırasında yeniden hazırlanmış ve zamana uygun mısralar araya katılmış bir türkü olduğunu, asıl türkünün “ilk iki kıtadan anlaşıldığı gibi” (Çanakkael içinde vurdular beni/Nişanlımın çevresiyle sardılar beni; Çanakkale içinde aynalı çarşı/Ana ben gidiyorum düşmana karşı) daha eski olup Çanakkale’de öldürülen bir delikanlının ağzından yakılmış bir ağıt olduğunu hatta Bay Vahit Lütfi’nin bu türkünün 1. Dünya Savaşı’ndan çok önce söylendiğini kendisine anlattığını bildirir. O zaman bu bilgiler ışığında şimdilik şöyle bir ara tespitte bulunabiliriz; Çanakkale türküsünün meydana gelmesi savaş öncesine kadar uzanır. İlk iki kıtadaki sözler de bu kanaatimizi doğrulayan işaretlerdir. Araştırmalarımız sırasında bulduğumuz başka belge ve bilgiler ise bu türkünün savaş başladıktan sonra meydana geldiği yönündedir. Şimdi de sırayla bunlara bakalım. Şamlı Selim tarafından 1915 yılında yayımlanan ve üzerinde Risale-i Musikiyye yahut Musiki Gazetesi yazan eserin on üç numaralı nüshasında şu ifadeyi okuyoruz. Çanakkale Marşı bestekarı Kemani Kevser Hanım . Kevser Hanım tarafından bestelendiği belirtilen ve ikişer mısralı on iki bentten oluşan marşın sözleri şöyledir: Çanakkale Kahramanlarının Hatırası Atar çavuş atar vururlar seni Ölmeden mezara koyarlar seni Of gençliğim eyvah Çanakkale içini duman bürür Kırk altıncı fırkanın namı yürür Of gençliğim eyvah Çanakkale içinde dolu bir testi Analar babalar ümidi kesti Of gençliğim eyvah Çanakkale içinde sıra serviler Altında yatıyor aslan şehitler Of gençliğim eyvah Çanakkale boğazı dardır geçilmez Kan olmuş suları bir tas içilmez Of gençliğim eyvah Çanakkale içinde bir sarı yılan Osmanlının tayyaresi durdurur divan Of gençliğim eyvah Çanakkale sende vurdular beni Nişanlımın mendiline sardılar beni Of gençliğim eyvah Çanakkale sende yatar bir selvi Kimimiz nişanlı kimimiz evli Of gençliğim eyvah Atar ingiliz atar pişman olursun Kan alıcı fırkaya kurban olursun Of gençliğim eyvah İstanbul’dan çıktım başım selamet Çanakkale’ye varmadan koptu kıyamet Of gençliğim eyvah Çanakkale seni duman bürüdü Ali Kemal Bey’in namı yürüdü Of gençliğim eyvah Tayyare ile uçarız, dağlar aşarız Bize tayyareci derler, düşmanları yıkarız Of gençliğim eyvah. Sözlerin üstünde yazan “ Çanakkale Kahramanlarının Hatırası” ibaresi, bize bu marşın Çanakkale’deki askerlerimizin kahramanlıklarının hatırasını yaşatmak amacıyla bestelenmiş olduğnu düşündürmektedir. Zira Çanakkale Harbi sırasında Harbiye Nezareti’nin teşvik ettiği “harp edebiyatı” kapsamında kimi şiirlerin marş olarak besteletildiğini biliyoruz. Harbiye Nezareti bu kampanya dahilinde Çanakkale’deki askerlerimizin kahramanlık ve fedakarlıklarını anlatan eserlerin yazılmasını teşvik etmiş hatta bu maksatla Temmuz 1915’de edebiyatçı, müzisyen ve ressamlardan oluşan bir heyeti Çanakkale harp sahasına götürmüştür. İşte bu kampanya dahilinde yazıldığını düşündümüğümüz ve yine bugünkü Çanakkale Türküsünün sözlerini hazırlatan bir diğer şiir Destancı Mustafa’ya aittir. Destancı Mustafa’nın tek sahife halinde bastırıp “30 Para’dan sattığı “Çanakkale Şarkısı’ biraz daha uzun olup ondört kıtadan oluşmaktadır. Bu şiirden de birkaç mısra okuyalım: Çanakkale Şarkısı Çanakkale’sine vardım selamet Anafartalar’da koptu kıyamet, Nakarat Anafartalar’da oldu kıyamet Çanakkale’sinde büyük çarşı İşte ben gidiyorum düşmana karşı Nakarat Borular çalıyor ileri arşı Çanakkale’sinde bir uzun servi Kimimiz taşralı kimimiz yerli Nakarat Askerde rahatla geçirdik devri Çanakkale’sinde bir yeşil direk Ölen düşmanlar asevinmek gerek Nakarat Harbin dehşetine dayanmaz yürek Çanakkale’sinde yapılır testi Düşmanlar çekilip ümidi kesti Nakarat Kahraman askerin yorulmaz desti Çanakkale’sinde sıra serviler Sanki yağmur gibi iner mermiler Nakarat Düşmanın üstüne düşer mermiler Çanakkale’sinde elektirikler Kumanda ediyor liva ferikler Nakarat Düşman cesediyle doldu tarikler Çanakkale’sinde büyük çınar Duymasın anam ölürsem yanar Nakarat Sağ kalır isem her daim anar Çanakkale’sinde sıra söğütler Zabitler bir yandan asker öğütler Nakarat Vadesi gelerek ölen yiğitler Çanakkale’sinde akıyor dere Hesapsız düşmanlar döküldü yere Nakarat Bomba yarasıyla açıldı bere Çanakkale’sinin çoktur furunu Osmanlı askeri arslan torunu Nakarat Asla unutulmaz Arıburnu Çanakkale’sinde toplar inliyor Topların sesini herkes dinliyor Nakarat Topçular düşmanı görüp mimliyor Çanakkale’sinde yanar löküsler Kahraman askerler durmaz göğüsler Nakarat Korkarak kaçar hemen öküsler Çanakkale’sinde kurulur Pazar Aslan askerlere değmesin nazar Nakarat Ecel geldi ise kısmetimde yazar. Destancı Eyüblü Mustafa Şükrü Efendi’nin şiiri ile Kevser Hanım’ın bestelediği sözler arasında da kimi benzerliklerin olduğu görülmektedir. Özellikle şu dizeler arasındaki yakınlık oldukça dikkat çekicidir: Çanakkale’sine vardım selamet Anafartalar’da toptu kıyamet (Destancı Mustafa) İstanbul’dan çıktım başım selamet Çanakkale’ye varmadan koptu kıyamet (Kevser Hanım Bestesi) Çanakkale’sinde yapılır testi Düşmanlar çekilip ümidi kesti (Destancı Mustafa) Çanakkale içinde dolu bir testi Analar babalar ümidi kesti (Kevser Hanım Bestesi) Çanakkale’sinde bir uzun servi Kimimiz taşralı kimimiz yerli (Destancı Mustafa) Çanakkale sende yeter bir selvi Kimimiz nişanlı kimimiz evli (Kevser Hanım Bestesi) Aslında bu benzerlikler geleneğin ortak olarak kullandığı ve pek çok halk şiirinde de rastlayabileceğimiz söz kalıplarından kaynaklanmaktadır. Çünkü halk şiiri ve türküleri meydana getirilirken daha önce bilinenlerden ‘söz kalıpları’ alınır adeta yenilere monte edilir. Bu yüzden yeni türkülerde mevcut ses ve söz kalıplarından sıkça faydalanıldığı görülür. Değişik türkülerden aldığımız şu örnekler bune birer kanıttır: 1897 Türk-Yunan Harbi ile ilgili bir türkünün şu dizelerinin daha sonra da kullanıldığı anlaşılmaktadır: (….) Yunan’ın içinde bir sıra selvi Kimimiz nişanlı kimimiz evli Sılada bıraktım saçları telli ‘Köy Halk Türküleri’ adlı kitaptaki türkülerin birinde restladığım şu dizeler bir hayli tanıdık geliyor. Isparta’dan çıktım başım selamet Köy yoluna döndüm koptu kıyamet. Hasan Ali Yücel’in “ürk Edebiyatına Toplu Bir Bakış” isimli eserinde gördüğüm bir halk şiirindeki şu mısralar da oldukça dikkat çekicidir: Karakoldan çıktım yan basa basa Ciğerlerim toptu kan kusa kusa (…….) Yarin çevresine sardılar beni, Erdoğan Gökçe, “1897 Türk-Yunan Savaşlarında Yakılan Türküler”, Folklör Araştırmaları, Nu:303, Ekim 1974, s. 7119,7121 Ölmeden toprağa koydular beni, Vay koydular beni!..... Örnekler daha da çoğaltılabilir. Bu türkülerdeki bazı söz kalıplarının Çanakkale türküsünde kullanıldığı açıktır. Bu noktada yukarıda yaptığımız tespimizie bazı ilaveler yapabiliriz: Çanakkale Harbi sırasında bestelenen “Çanakkale Marşı” yazılan “Çanakkale Şarkısı”, veya yakılan Çanakkale türküsü” tamamen orijinal olmayıp kendinden önceki halk şiiri birikiminden izler taşımaktadır. Bu durum bir eksiklik değil halk şiirlerinin/türkülerin meydana gelme sürecinde gelenekteki devamlılığın tabii bir sonucudur. Dolayısıyla bu bilgiler Çanakkale türküsünün harp öncesi doğmuş olduğu yönündeki düşüncemizi biraz daha kuvvetlendirmektedir. Çanakkale türküsüne ilişkin bulduğumuz ve Sabah gazetesinde 1916 yılı başlarında yayınlanan bir diğer metin de Flarinalı Nazım’ım kaleme aldığı “Çanakkale Türküsü” adlı şiirdir. Ancak bu şiirin adının dışında bugünkü türkü ile bir ilgisi yoktur. Şiirin yanına yazılan nottan öğrendiğimize göre bu şiir bestelenmek ümidiyle yazılmıştır. Çanakkale türküsünün doğuş zamanına ilişkin belge, bulgu ve tespitimizi belirttikten sonra, türkünün 1915 yılından günümüze doğru geliş veya yayılış öyküsüne bakabiliriz. Kaynak: Alıntılar - " ÖMER ÇAKIR" |
|
02 Eylül 2012, 18:57 | #28 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Mihriban’ın Gerçek Hikayesi -Mihriban üzerine Abdurrahim Karakoç ile röportaj Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Mihriban’ın Gerçek Hikayesi Mihriban üzerine Abdurrahim Karakoç ile röportaj. Sarı saçlarına deli gönlümü/Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban” diye başlayıp her gönüle değen bir şiirin yazarı Abdurrahim Karakoç. Mistik bir olgunlukla, Son bir kez diyor, Son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın. Ne adı Mihriban, ne saçları sarı... O, Abdurrahim Karakoç’un Mihriban’ı... 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikayesi bu... -Ya da, hayatlarını birleştirmek isterken, ümitsiz aşklarına ayrılık nikahı kıyan iki sevgilinin, ümitsiz, duygu yüklü hikayesi.... -Ayrılık tadında hüzünlü... -Mihriban’a olan aşkı, Karakoç’a farklı bir olgunluk kazandırmış. Hani şu yürek genişliği denilen şey var ya, öylesine bir yaklaşımı var Karakoç’un... -Mistik bir olgunlukla, “Son bir kez” diyor, “Son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi... O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Sarı saçlarına deli gönlümü, Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban. Ayrılıktan zor belleme ölümü Görmeyince sezilmiyor Mihriban. Bu eşsiz duygu yoğunluğu olan dizelerle aşkın gücünü anlatan şairimiz, Mihriban’dan aldığı “Unutmak kolay değil” başlıklı mektup üzerine, şiirin devamını yazıyor... Yazıyor ama, yarasını sarmış bir Yunus Emre olgunluğu ile de bilgeliğini dışa vuruyor. Unutmak kolay mı? deme, Unutursun Mihribanım. Oğlun, kızın olsun hele, Unutursun Mihrabınım *** Düzen böyle bu gemide, Eskiler yiter yenide. Beni değil, sen seni de, Unutursun Mihribanım. -Nedir Mihriban’ın gerçek hikayesi? -Bazıları “Gerçek mi” diyor. Gerçek diyorum. Ama adı Mihriban değil. O gençliğimde yaşanmış bir aşktı. Ama şimdi adını deşifre etmem, ayıp olur. Benim takmış olduğum sembol bir isimdir Mihriban. -Masa başında yazılmış, hayal bir aşk, bu tadı ve lezzeti vermez. Yaşayacaksın ki, yazacaksın. -O zamanlar elektrik yoktu. Lamba ışığı altında yazıyordum. Şiire başladığımda lambadaki alev titremeye başladı. “Lambadaki alev üşüyor” çıktı. -Hangi seneydi... ? 1960... -O aşkınıza kavuşamadınız... -Yo olmadı. Seviyordum. Olmadı. Ayıp olur şimdi adını söylemem. Törelerimize aykırı. İkinci bir Mihriban şiirim var. Biliyorsunuz. “Unutmak kolay unutursun Mihriban” diye... O da öyledir. Bunlar hep gerçeğe dayalıdır. -Güzel tertemiz bir sevgiydi, tertemiz de bir ayrılma oldu. -Nerde olduğunu biliyor musunuz? -Bilmiyorum. Zaten benim memleketlim de değildi... -Yaşayıp yaşamadığını biliyor musunuz? -Onu da bilmiyorum... Sivas’ta bir televizyona çıktım. Telefon bağlantısı var. Bir hanım çıktı, “Abi o yaşıyor mu” dedi. “Bilmiyorum” dedim. “Nasıl bilmiyorsun” dedi. “Bilmiyorum işte” dedim. O bayan, “Eğer yaşıyor da, bu türküyü dinliyorsa, Allah ona yardım etsin” dedi. Hanımların dayanışması işte! Yaşayıp yaşamadığını bilmiyorum vallahi. -Hâlâ seviyor musunuz? -Bazen aklıma düşüyor. Ben unutursun diyorum ama, insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. “Unutmak kolay mı” başlığı mektubun. “Unutmak kolay mı deme/Unutursun Mihriban’ım” diyorum. “Düzen böyle bu gemide/Eskiler yiter yeni de/Beni değil, sen seni de unutursun Mihriban’ım” dedim... -Allah o hallere düşürmesin, insan kendini de unutur... geldik -Mihriban’dan başka aşkınız oldu mu? -Yok. Mihriban’dan başka aşkım olmadı. -Mihriban nasıl biriydi? -Valla ne bileyim, sıradan insanlara benzer birisiydi -Çok mu güzeldi... Sarı saçlarına deli gönlümü/Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban diyorsunuz -Saçı da sarı değildi... Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması... -Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur. Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... -Bundan 7-8 sene önce Cebeci’de bir düğün salonunda, sanatçı Mihriban’ı okudu. Karşımızda yaşlı bir çift oturuyor. 80’inden yukarı ikisi de. Tanıyanlar, hocam çok güzel yazmışsınız falan deyince, ihtiyar teyze, “Oğlum bunu sen mi yazdın” dedi. “Evet” deyince de... “Hay diline sağlık, ne kadar güzel” dedi. Yanındaki ihtiyar amcayı gösterdi, “Evde birisi bu şarkı çalarken birşey söylesin, üstüne yürür. Öyle dalar gider, dinler dinler, gözlerinden yaş akar, oturur” dedi. “Bunun derdi ne” dedim. “Oğul oğul, herkesin gençliğinde bir Mihriban’ı vardır” dedi.. “Öyle yazmışsın ki, herkes Mihribanı’nı buluyor o türküde” dedi. -Musa Eroğlu da çok güzel bestelemiş... -Beste de güzel olup güfteyle örtüşünce daha bir güzel oluyor... -Bunlar birbirini tamamlayan şeylerdir. Bestelendikten sonra herkes hayret etti. “40 senedir okuyorsunuz” dedim. Ama bestelenince daha güzel oldu. -Bir gün Mihriban’ı göreceğinize inanıyor musunuz? -Bilmiyorum, görmek de istemiyorum. Değişmiştir şimdi. Ben onun nazarında değiştim, o benim nazarımda değişti. Niye görelim? Öyle kalsın ya... İnsanların gönülde kalması, gözde kalması daha iyidir. Kaynak: Alıntılar |
|
24 Eylül 2012, 23:21 | #29 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Türkülerimizin Hikayeleri - Kiraz Aldım Dikmeden Kiraz Aldım Dikmeden - Türkülerimizin Hikayeleri Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. 60-65 kadar sene önce Hüseyin Çavuşoğlu köyündeyiz… Hüseyin Çavuşoğlu’nun yarbaşında… Devrin ünlü Müderrislerinden Hüseyin Molla’nın oğlu Deli Mehmed ormana doğru şöyle bir geziye doğru çıkmış. Neden gezmesin ele güven olur mu hiç? Bakarsın kendilerine ait ormanda ağaç keserler.Nitekim ki öyle olmuş bir karı koca ağaç kesmişler.evlerine doğru dürüklerlerken Deli Mehmed çıkagelmiş karşılarına. Birden neye uğradıklarını anlayamamanın şaşkınlığı içinde donakalmış korkularından… Korkarlar tabii, koskoca Deli Mehmed kolay mı? Koskoca bir müderris oğlu , Müderris ki Hüseyin Çavuşoğlu ve civarı himayesinde. Deli Mehmed’in deliliklerine öylesine. Astığı astık. Kestiği kestik. Bıçağı da önünde keser arkasında… Hele omuzun da tüfeği olunca, gel de çık karşısına. İşte durum böyle iken adamcağız Deli Mehmed’in ayaklarına kapanarak af dilemiş.Deli bu delirmiş de delirmiş; doğrultmuş namluyu adama vurur mu vurur… Karısı “Ben nasıl olsa kadınım bana bir şey yapmaz” düşüncesiyle onu vurma beni vur çocuklarımıza acı diyerek merhamete getirmeye çalışmış.Ne gezer merhamet çifteyi boşaltmış kadının bağrına. Kocası daha durur mu kaçıp gitmiş. Ne yapsın şimdi Deli Mehmed? Devrin kanunları sıkı.. Kaçmak düşmüş aklına ama babasına bir yol danışmaya ihmal etmemiş tutmuş evin yolunu. Babası önce fena halde kızmış oğluna ama ne kadar kötü olsa da oğul gene… Kaçmanın kanundan kurtulmanın yollarını sıralayıvermiş oğluna. Sevdiği ve aşık olduğu kızdan "Tombul Halime” ayrılmak bir yandan da her an zaptiyelere yakalanmak düşüncesi ve sıkıntıları sarıvermiş içine. İstemiş ki Halimesi de gelsin onunla beraber. Hizmetçilerin kapıyı her açtığın da Halime’yi geldi zanneder, bir yol hoplarmış yerinden. Zavallı anacığı yolluğunu hazırlayıp vermiş eline. Deli Mehmedimiz yola revan olmuş. Yarbaşından geçenken karşısında duran Halime ‘nin evine doğru bakmış derlenmiş, duygulanmış. Bir yandan da kar heryanı ağartmaya devam ediyormuş. Bakalım Halimesine neler demiş? “Kiraz aldım dikmeden Halimem dallarını bükmeden Bir armağan ver bana Halimem ben gurbete gitmeden Tombalacık Halimem Yarbaşına gel Ben gidiyorum Bolu’ya Düş peşime gel” Öyle ya Halimesinden bir yadigar almadan gidebilir mi buralardan hiç, Beklememiş öylece biraz Halimeyi yar başında… belki duyar düşer peşime diye… ne gelen var ne giden. Devam etmiş söylemeye: Tütün aldım hendekten Halimem hekim gelsin Devrek’ten Hekim buna neylesin Halimem yanıyorum yürekten Alçaklara kar yağdı Üşümedin mi Sen bu işin sonun Düşünmedin mi Bu sıkıntılı bekleyiş esnasında hendek’ten getirdiği tütünü dumanlayan Deli Mehmedimizin iç yaralarını Devrek’in nam salmış hekimin iyi edebileceğine inanmış bir yol… İnanmış ya, hekim neylesin buna?... Yine devam etmiş: Ocak başında kaldım Halimem ince fikire daldım Kapılar açılırken Halimem seni geliyor sandım… Aygın mısın halimem Baygın mısın gel Hiç haberin gelmiyor Dargınmısın gel Deyip gitmiş Deli Mehmed Bolu’ya Kaynak: Alıntılar |
|
Etiketler |
hikayeleri, türkülerimizin |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
~Türkülerimizin Yaşanılmışlıkları~~ | NTA | Genel Paylaşım | 11 | 12 Haziran 2020 01:47 |
Türkülerimizin Özellikleri | Zen | Müzik Dünyası | 0 | 07 Haziran 2014 23:57 |
Aşk Hikayeleri I | Sevda | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 0 | 11 Ocak 2010 23:22 |
Aşk Hikayeleri... | Sevda | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 0 | 11 Ocak 2010 23:00 |
Ya$am Hikayeleri. | Mlock | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 9 | 15 Ekim 2006 23:41 |