30 Mart 2012, 02:46 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Tarih Tekerrür Eder Mi Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Denilebilir ki; Osmanlı duraklamasından bu yana tarihimizde iki ana akım çarpışmaktadır. Bunlardan biri; “ilmiyye” denilen medrese çevresinin başını çektiği tutucu-feodal-yağmacı –talancı yoz tavırdır. Günümüzde bize özgü bir “alaturka liberalizm” olarak çoğu zaman iktidara sahip olmaktadır. İkincisi de; kurtuluşun ve ilerlemenin genel olarak Batı’ya yönelerek sağlanacağı şeklindeki eğilimdir. Yüzyıllar içinde bu akımlar bazı değişiklikler geçirse de temel anlayış değişmedi. 21. Yüzyıl başlarında Türkiye sosyal-ekonomik-siyasal anlamda bu çatışmanın yoğunlukla yaşandığı bir alandır. Öylesine ki; cumhuriyetimizin nitelikleri değişiyor; Türkiye halkı dünyanın en çok hükmedilen-sömürülen- kullanılan toplulukları arasına doğru hızla sürükleniyor! Bugün iktidarda olan medrese-tarikat-cemaat ve işbirlikçi-mandacı (güdümcü) kesimlerin, emperyalizme görülmemiş bir teslimiyetle bağlandığına tanık oluyoruz. 150 yıldır kullanılan Kürtçülük ise bu ittifakın üçüncü güçlü ayağıdır. İnsan denilen canlı, her koşulda problem çözme özellikleriyle diğer canlılardan ayrılır. İyiyi-güzeli- doğruyu bulmaya, başarmaya, yaratmaya eğilimlidir. Birey; iyi bir eğitimle kendi yaşamı içinde öğrenir, gelişir, değişir, bambaşka bir insan haline gelebilir. Oysa toplumların gelişimleri uzun tarihsel süreçler içinde olur. Bu yüzden bir ülkede yeni ve kalıcı bir düzenin yerleşmesi yüzyıllar alabilir. Buradan bakıldığında Türk devriminin yaşadığı sancılar doğal görülse de; bazı deneyimlerin hiç yaşanmamış gibi yinelenmesi, “tarih tekerrürden ibarettir” şeklindeki yanlış anlayışı sanki doğrular gibidir. Ya da kimileri için; ”tarih ders almayanlar için tekerrür eder” hükmünü sağlamlaştırmaktadır. Bu yazı; tarihimizde çokça görülen tekerrür örneklerinin en sonuncusuna bir bakış yaparak, okurların önümüzdeki süreçlere ilişkin öngörülerine yardımcı olmak amacını taşımaktadır. Bilindiği gibi tarihimizde toplumu temsil eden iki ana eğilim II. Meşrutiyet döneminde partileşti. 1907 de kurulup 1908 de kapatılan Ahrar Fırkası, 1911 de kurulan Hürriyet ve İtilaf Partisi 1924 yılında Terekkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası, 1945 yılında Demokrat parti, 1961 yılında Adalet Partisi, 1983 yılında Anavatan Partisi, 2001 yılında Adalet ve Demokrasi Partisi aynı siyasal akımın devamıdırlar. Bu akımı temsil ettiğini iddia eden kimi küçük partiler kurulduysa da, yeterli halk desteğini bulamadılar. Bütün bu partiler temelde aynı şeyleri savunmuşlardır; Özel girişime her türlü desteğin verilmesi; değerli kuruluşların, yer altı ve yer üstü kaynakların satılması; merkezden ayrı yönetim; yabancı sermayeye kolaylık; gümrüklerin en aza inmesi; dinsel ve mezhepsel örgütlenmelere tam özgürlük; ağalık düzeniyle işbirliği; toplumun kendi halinde gelişmesini bekleyerek (!) büyük çoğunluğun cahil ve yoksul bırakılması; devletin kamu hizmetinden çekilmesi; bilimsel ilerleme yerine ezberci-nakilci dogmacılığın “ilim” adı altında yaygınlaşması; geçmişin geleceğin önüne konulması… Öteki ana çizginin temsilcileri de; asıl Jön Türklerle sahneye çıktı. İttihat ve Terakkiden sonra Müdafai Hukuk dernekleri ve 1923 te kurulan Halk Fırkası (cumhuriyet Halk Partisi) ile devam etti. Bu akım meşrutiyeti yeniden ilan ettirdi. 1908-1918 arasında iktidar oldu. İttihat ve Terakki (birlik ve ilerleme) partisinden sonra, Kuvayı Milliye ve Müdafai Hukuk örgütlenmelerinin çekirdeğini oluşturdu. Asker-bürokrat-aydın-eşraf ve halk birleşerek kurtuluş savaşını zafere ulaştırdı. Bu çizginin devamı olarak Halk Fırkası içinde şekillenen ilerici-devrimci kadro 1923-1938 arasında Kemalist devrimi gerçekleştirdi. Parti; 1938 den sonra ise ilerici çizgisini bürokratik ve korumacı bir anlayışa bıraktı. Genel hatlarıyla Batı’cıdır. Uzun yıllardır program ve ilkelerinde birçok değişiklik yapılsa da, özünde kamucudur. Devleti eğitim, sağlık, ulaşım, sosyal güvenlik, işlendirme, kalkınma vb. alanlarda görevli kabul eder. Bağımsızlıkçıdır. Laikliği, ulusalcılığı vazgeçilmez sayar. Bu iki akım arasındaki en önemli fark; birincisinin var olan kaynakları liberallik, özgürlük kisvesi altında talan etmesi, tutucu-liberal-işbirlikçi olması; ötekinin ise birlikte paylaşmayı, kalkınmayı, ilerlemeyi, bağımsızlığı öne almasıdır. Son bir asırlık tarihimiz bu iki akımın çarpışmasından ibarettir. Her iktidar döneminde bu savaş bazan açık, bazan gizli, ama acımasız olarak sürmüştür. Yazı başlığımızı tarihten ders almak diye koyduk. Geçmişten ders almayanların tarihi tekerrür ettirdiklerinden söz ettik. Buna en güzel örnek olarak 1950-1960 DP dönemi ile, 2002-2012 AKP döneminin özdeş ikizler kadar birbirine benzemesini gösterebiliriz. Bir karşılaştırma yapalım. Bugünlerden çok söz etmeyelim. Zaten yaşayarak tanık oluyoruz. 67 yıl öncesine gidelim ve Türkiye’deki siyasi gelişmeleri anımsamaya çalışalım. İzleyin: DP; 1945 te kuruldu. Kuruluşundan itibaren kavgaya sert girdi. 1946 seçimlerini kazanamayınca daha da sertleşti. 1947 yılında “Hürriyet Misakı” (özgürlük andı) diye bir bildirge yayınladı. Oy güvenliği istedi. Anayasaya uymayan yasaların olduğunu, devlet ve parti başkanlığının tek kişide toplanmasını eleştirdi. Bunları sağlanması için ant içti. 1948 yılında ise bu ant “milli husumet yemini” adını almış ve şu sözler ifade edilebilmiştir: “Birleşmiş Milletler anayasasının 13. maddesi milletlere ihtilâl hakkı veriyor. İhtilâl yaparız!. “ İktidar hırsıyla gözler dönmüş, aklın yolu şaşırılmıştır. Geçmiş dönemlere “müdahaleci, tekelci, bürokratik, israfçı, sakat politikalar” diyerek saldırılmıştır!.. O günlerin zorunlulukları hiç düşünülmeden, geçmişi kötülemek politikanın ana malzemesi yapılmıştır. Oysa DP nin başında olanlar da, geçmiş dönemlerin sorumlu ve yetkilisiydiler!.. DP ileri gelenleri, iktidara yönelttikleri eleştirileri 14 Mayıs 1950 den sonra hiç değiştirmeden muhalefete karşı –hem de oldukça sert bir şekilde- sürdürmüşlerdir!.. Ne zaman nutuk atmak istense, ne zaman anlatacak bir şey bulamasalar muhalefete yalan, hakaret ve iftira ile çatmak adet haline gelmiştir. Bugün bir fark arıyoruz. Bulamıyoruz… Yine 70-80 yıl öncesine saldırılıyor!.. Öte yandan 27 yıllık dönemde, milletin yokluk ve yoksulluk içinde iken, dişiyle ve tırnağıyla yaptığı eserlere de göz dikilmiştir. Liberallik adına “evet bunlar milletin malıdır. Millet de biziz!.. Bu fabrikaları faizsiz ve bedelleri kârdan ödenmek üzere bize versinler !..” denilebilmiştir!.. Demek ki liberallik denince akla gelen, bir büyük gasp ve yağma sofrasıdır!.. Atatürk devrimlerine karşı olanlar DP içinde toplanmışlardı. Parti -“milletin benimsediği”- inkılâpların koruyucusu olacaktı!.. Yani; laiklik, halkçılık, devletçilik, devrimcilik ilkeleri, iktidar tarafından göz ardı ediliyordu. Din sömürüsü ile ayrıca “milliyetçilik” ilkesi bir kez daha çiğneniyordu. Kemalizm sözcüğü unutuluyor, yerini Atatürk’ü sevmek anlamına getirilen “Atatürkçülük” sözcüğü kullanılıyordu… İktidar; “irtica yoktur… “ diyordu. Ama; bütün gerici kesimler, ağalar, şeyhler, tarikat mensupları DP içindeydiler. İşbirliği tamdı. Samsun milletvekili Ustaoğlu “cihat” (din uğruna savaş) dergisini çıkarıyordu. Atatürk büst ve heykellerine saldırılar karşısında daha 1951 yılında “Atatürk’ü koruma Kanunu” nun çıkarılması, irticanın tehlike olmadığı şeklindeki yalanlara bir yanıt gibidir. Bugün de; bir yandan “irtica yoktur” denilirken, öte yandan “irtica ile mücadele” bir çete suçu sayılarak laik-demokratik-hukuk devleti yok edilmekte değil midir?.. DP iktidarı, Türkiye Cumhuriyetini ABD nin politikalarına bağlamıştır. Türkiye; NATO, CENTO gibi anlaşmalarla soğuk savaşın en kızgın döneminde Sovyetler Birliğine karşı Batı’nın koçbaşı olmuştur. Kore’ye asker gönderilmesi meclis onayı olmadan oldubittiye getirilmiştir. Daha da kötüsü; Fatin Rüştü Zorlu’nun ABD ile ikili yaptığı ikili anlaşmalardan bazı iktidar mensuplarının bile haberi olmamıştır. Bu anlaşmalardan birine; “hükümete silahsız müdahale olursa ABD’den yardım istenilebileceği” yazılmıştır!.. Silahlı müdahale anlaşılabilir bir durumdur. Silahsız müdahale ise ancak seçimle olabilir. Böyle bir durumda ABD’den askeri müdahale beklemek, iktidardan gitmemek için düşünülmüş bir önlem midir, bilinmez!.. Türkiye; 1950-1960 döneminde o denli emperyalizmden yana olmuştur ki; Cezayir ve Tunus’a bağımsızlığı konusunda oy vermemiştir. Bağımsız devletlerin yaptığı (kapitalist ve sosyalisti kamplara girmeyen üçüncü dünya ülkeleri) Bandung Konferansında emperyalistlerin sözcülüğünü yapmıştır. Yine Mısır’ın millileştirdiği Süveyş kanalına İngiltere’nin yanında müdahale etmeye; Lübnan’a, Irak’a -ABD için- asker göndermeye yeltenildi!.. Petrol yasası gibi yasalarla kapitülasyonlar yeniden başlatıldı. Türkiye, Batı’nın fedaisi gibiydi! AKP iktidarı da ABD’nin taşeronu diye suçlanmıyor mu?.. DP; silahlı kuvvetleri, kamu kurum ve kuruluşlarını tasfiye ederek devlet erkinin tek sahibi oldu. Çok yakındığı partizanlığı olabildiğince keyfi bir şekle getirdi. İşe adam değil, adama iş anlayışı bu dönemde bir hastalık olarak ortaya çıktı. Becerisiz, liyakatsiz kişiler; bilmedikleri alanlarda önemli koltuklara oturdular. AKP iktidarı da aynı yöntemi uygulamıyor mu?.. 1947 de “özgürlük andı” 1948 de aynı nedenle “milli husumet andı” içen DP; iktidarda özgürlüklerin, hak ve hukukun savunucusu olmadı. Zaten anayasal olarak “güçler birliği ilkesi” geçerliydi. Hükümet her şeye hakimdi. Bir yargıç tek başına herhangi bir muhalefet partisini kapatabilirdi. CHP nin mallarına el konulması, halkevlerinin kapatılması böyle hukuksuzluk örneklerindendir. Bu arada tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi Atatürk’ün vasiyeti de çiğnendi. Bugün yasama ve yargı bütünüyle hükümetin emri altındadır. Mahkemelerde hükümetin istemediği hiçbir karar alınamaz. Bizzat yüksek yargının sözcüleri de, görevlerini böyle tanımlamaktadırlar! Adalet için tek ölçü “yandaş” olup olmamaktır. Türkiye tek parti, tek kişi yönetiminde midir? Yoksa, değil midir?.. DP döneminde basın durumu çok acıdır. İktidar yandaşı ve besleme bir basın da türetilmiştir. Muhalif ve istenmeyen yayınlar “basın suçu” sayıldı!.. Basına, gazetecilere karşı hukuk ve ceza davalarının sayısı 1000’ e ulaştı. Kâğıt, mürekkep, tahsisleriyle, makine alımlarını engellemelerle, en önemlisi reklamları keserek basın üzerinde tam bir baskı rejimi uygulandı. İstenmeyen haberler sansür edildi. Basın, daha çok mesleği gazetecilik olanların elindeydi. Bu yüzden siyah veya beyaz sütunlarla sansür okurlara duyuruluyor, gazeteciler hapislere girse de hükümetin baskısına karşı direniş gösteriyorlardı. O dönemde tek radyo devletin elindeydi. O da elbette iktidarın borusunu çalıyordu. İnönü bu durumu 1958 yılında Siirt’te şöyle eleştirir. “Devlet kuruluşu olan radyo vatandaşa sövme ve ona karşı iftira yardımcılığını yapmak gibi kanun ve insanlık dışında bir görevi bilerek yapmaktadır.” Bugün Türkiye basını 1950-1960 dönemine rahmet okutacak kadar ağır bir baskı altındadır. Medya bütünüyle iktidarın emrinde ve kontrolündedir. 1957 seçimlerinden sonra DP ileri gelenlerini iktidarın kaybedileceği endişesi sarmıştı. Yükselen muhalefete daha keskin söylemelerle yüklenildi. Bir grup bildirisi ile CHP yi; “meclis ve hükümetin meşrutiyet ve istikrarını şiddet yoluyla tahrip edecek bir yola girmekle” suçladı. Ve ”Milli irade karşısında karınca gibi ezileceklerdir!.. “ diyerek, düşmanlık doruğa çıkarıldı. Arkasından vatandaşların iktidarı ne kadar destekledikleri propagandası başlatıldı. “Vatan Cephesi” kuruldu. İktidar, muhalefete karşı seferberlik ilan ediyordu!.. “Halk da ihtilâl yapar” sloganı ile muhalefete karşı halkı ayaklandırmaktan söz ediliyordu!.. Bir ihtilâl durumunda halkın buna engel olacağı, özellikle Konya’dan Ankara’ya insanların yürüyeceğine inanılıyordu. Öte yandan İnönü de; “ideal uğrunda bütün vatandaşların bir araya gelmeleri, güçlerini birleştirmeleri asil bir hareket olacaktır,” diyerek iktidara karşı küçük partileri ve halkı güç birliğine çağırıyordu Ülkede baskı ve zulümden söz edilince Menderes kızıyordu; “memlekette zulüm devri İsmet Paşa ile bitmiştir. 4 yıl gayrı meşru devlet reisliği yaptı. İsmet paşa hırsı için memleketi bir baştan öte başa ateşe vermek isteyen adamdır. Millete verin idareyi. Bizim gibi milletin içinden gelen insanlar idare etsin!..” Oysa İsmet Paşa ve CHP de milletin içinden geliyordu. Bizde zaten bir asiller, üstünler yönetimi olmamıştır. İdareyi vereli ise 8 yıl geçmişti. “Millet, milletin isteği, milli irade” söylemleri yaşadığımız yılları çağrıştırmıyor mu?.. Menderesin ağır saldırıları hiç bitmez: “Biçareliğin, aczin, zavallılığın manzarası!.. Milletin haklarını gasp etmek, vatandaşların hak ve hürriyetleri üzerinde senelerce oturmak ve ondan sonra sırtında yumurta küfesi yok ya, bu defa da demokrasi havarisi kesilmek!… Maşallah paşam, maşallah!.. “ 1950 lerde Menderes, hükümetin yapıp ettikleri karşısında herhangi bir pürüz çıktığında yada propaganda yapmak istediğinde sürekli olarak CHP ve İsmet Paşa’ya saldırmıştır. İsmet paşa bunu eleştirir: “Başbakan bir tez tertip eder (uydurur). Bunu bana mal eder. Sonra da onunla mücadele eder…” Tıpkı şimdiki gibi… 1950 li yılların sonlarına doğru gelindiğinde aydınlar, sanatçılar, gençler, mevcut sivil toplum, basın, ordu DP iktidarına muhalif olmuştu. Ülkenin giderek faşist bir tek adam yönetimine sürüklendiği, ekonominin bozulduğu, hak ve özgürlüklerin yok edildiği düşüncesi yaygınlaşmıştı. Muhalefetin toplantılarına provokatörler sokuluyor, İsmet Paşa’nın yurt gezileri engelleniyor, Paşa taşlanıyordu. Parti toplantılarının yapılacağı yerlere iktidar yanlıları yığılarak İsmet Paşa’yı protesto ediyorlardı. CHP 1959 yılı başında yaptığı kurultayda İlk hedefler bildirgesini kabul etti. Bu, 1961 anayasasına da kaynaklık eden bir demokratikleşme paketiydi. Muhalefetin güçlenmesi karşısında hükümetin endişesi aha da arttı. Menderes’in yakınlarına şunları söylediği anlatılır: “Ben sabık başbakan olamam. Ben dünya çapında bir adamım. Gelmiş geçmiş başbakanların arasında en bilgilisiyim. En başarılısıyım. “ DP hükümeti en son çare olarak ana muhalefet partisini ve basını tam olarak susturmak istedi. Tahkikat Komisyonu adıyla bilinen olağanüstü yetkilerle donatılmış bir kurul oluşturdu. Bu komisyon nerdeyse “istiklal mahkemeleri” kadar yetkiliydi. Yasanın görüşmeleri sırasında DP grubunda Bahattin Dülger şunları söyleyebilmişti: “İsmet paşa ölür, ama leşi kalır ortada. Zihniyeti kalır. Onu da yok etmeye mecbursunuz!.. halk partisi merkezini ve muamelatını bir tahkikat mevzuu yapabilir miyiz?.. O zaman yılanı başından kavrıyoruz demektir..” Cumhuriyetin kurucusu olan partiyi “yılanın başı” olarak görmek nasıl bir düşmanlıktır ki; işgalcilere söylenmeyen hakaretler yapılabilmektedir? (!) İnönü bağırış ve çağırışlar altında sesi şöyle konuşur: “Şimdi ihtilâl, iktidarı eline geçirmiş olanlar tarafından yapılıyor. Seçimle iktidara geliyor. Devletin araçlarına el koyuyor… Eğer bir idare insan haklarını tanımaz, başka bir rejim kurarsa o memlekette ayaklanma olur… Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilâl meşru bir haktır!.. “ Toplantıdan sonra Menderes meclisteki odasında başkan vekili Kirazoğlu’na bağırıyordu: “Atacaksınız bu adamı dışarı!.. Kovacaksınız meclisten!.. Sözlerini zabıttan çıkaracaksınız !..” 1947 yılında milletin meşru direnme hakkından söz edenler artık tam bir diktatör olmuşlardı. Tasarı kabul edildi. Ama bu komisyon hiç çalışamadı. Sonunda 27 Mayıs 1960 Günü askeri darbe oldu. Halk başkente yürüyüp darbeye engel olmadı. İkili antlaşmada yardım edeceği öngörülen ABD durumu kabul etti. Subaylar arasında böyle bir kuşku vardı. Bir süre sonra dağıldı. 1961 Anayasası ile demokratik ve çağdaş bir düzen getirilmek istendi. Ama 1971 ve 1980 de her şey geri alındı. Ve 1980 lerden beri yükselen dinci-işbirlikçi- kapitalist sömürü düzeni on yıldır iktidardadır. Aradan yarım yüzyıl geçti. Olaylara baktığımızda Türkiye’deki siyasi anlayışın hiç değişmediğini söylemek yanlış olmaz… Aynı saldırılar, aynı propagandalar, aynı taktikler, aynı yöntemler, aynı yanlışlar!.. Tarihten ders alınmadığına göre; Tarih tekerrür mü edecek?.. Yoksa; birileri Tarihe bir ders mi öğretecek !.. Ama henüz İsmet Paşa ideal uğruna birlik çağrısı yapmadı. İlk hedefler bildirisi yayımlanmadı. Tahkikat komisyonu da kurulmadı. Yaşanacak ve görülecektir. Altan ARISOY İLK KURŞUN Not: 1950-1960 dönemindeki siyasi demeçler Ş. Süreyya Aydemir’in “ikinci adam” kitabından alınmıştır. | |
|
Etiketler |
eder, mi, tarih, tekerrã¼r, tekerrür |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Tarih tekerrür ediyor: Taş Devri'nin Venedik'inin yok oluşunun gizemi çözüldü | CyBeR | Bilim Dünyasından Son Haberler | 2 | 13 Şubat 2022 19:41 |
Tarih tekerrür etmez, bunu hangi manyak söyledi? | Luis | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 0 | 13 Nisan 2010 11:05 |