19 Ağustos 2013, 09:22 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Düşüncenin oluşumu İnsanın insanlaşma öyküsü, Humonoid dediğimiz insanımsı yaratıkların, bundan otuz milyon yıl kadar önce dik yürümeye başlamaları ve serbest kalan ellerinin ne işe yarayabileceğini düşünmeleri ile başlar. İşte bu düşünebilme ayrıcalığından dolayı, aynı gezegeni paylaştığı diğer canlılardan çok farklı bir evrim geçirmiştir insan. Bu evrimin ileri aşamalarında, düşüncenin kendisini incelemeye başlaması ile insan, evrendeki mevcudiyetinin anlamını ve nedenini fark edebilmiş ve bu yolda edindiği bilgiler ona, kendi kozmik geleceğini belirleyebilme hakkını ve imkanını tanımıştır. Bireysel düzeyde ise insan, kendi düşüncelerini objektif biçimde irdeleyip kontrol ederek, bir anlamda yönlendirerek kendi yaşam koşullarının ve geleceğinin belirlenmesinde daima birinci derecede etkili rol oynayabilmiştir. İnsanın, çoğu zaman da yeterince önem vermeden, alışkanlık üzere yerine getirdiği bu önemli faaliyet, çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Günümüzde en çok kabul gören tarifi ile Düşünme, bir sonuca varmak amacıyla bilgileri, kavramları incelemek, karşılaştırmak ve aralarındaki ilgilerden yararlanarak başka düşünceler üretmek işlemidir. Bu işlem sonunda, tipik olmayan bir durumun hemen kavranmasına “Zekâ” diyoruz. Eğer zihin belli problemleri tasarlar, onları kavramlarla anlatır ve bunlar arasında ilişkiler kurarsa, düşünmenin bu şekli “Akıl” olarak tarif edilmekte. Herhangi bir mantıksal yöntem kullanılmadan ruhsal algılama yoluyla yapılan düşünmeye bir başka deyişle zekâ ve içgüdünün beraberce düşünme aracı olarak kullanımına “Sezgi” diyoruz. Eğer düşünme, hiçbir kayıt ve koşula bağlı kalmadan oluşursa ortada sadece bir “Hayâl” vardır. Bu işlemlerin neticesinde ortaya çıkan zihinsel ürüne de “Düşünce” diyoruz. Bu tarifler konuya açıklık getirmek ümidi ile yapılmış olmasına rağmen, düşüncenin sahibi ile düşünce arasındaki ilişkiye ışık tutmuş değil. “Gerçekte vâr olan, düşünülen nesne mi, yoksa onun düşüncesi mi?” gibi sorular halâ cevapsız. İnsan düşüncesini “İçe dönük bir konuşma sanatı” olarak tanımlayan Platon için asıl gerçek, Düşünceler (İdealar) Evrenidir. Bizim beş duyumuzla algıladığımız dünya ise sadece bunun bir yansımasından ibarettir. Aristo’ya göre ise durum tam tersine; düşünce maddenin zihindeki algılanış biçiminden başka bir şey değil. Görüyoruz ki insanlık eski Yunandan bu yana, böyle İdealist ve Materyalist izahlar arasında gezinip durmuş, düşüncenin tanımı çeşitli düşünce sistemleri arasında daima belirleyici bir sınır taşı olmuş, çağlar boyu. 1600’lü yıllarda Dekart, önce düşünen insanı kendi varlığından bile şüphe ettirdi. Böylece onu düşünmeye zorladı. Sonunda “Düşünüyorum öyleyse varım!” dediğinde, insana kendi gerçekliğini, akıl yoluyla ispat etmenin ötesinde, insan düşüncesinin çağlar boyu süren esaretine de son vermiş bulunuyordu. Burada iki husus çok önemli : Birincisi, insanın yanılma kaygı ve korkusunu temsil eden Kartezyen Şüphe ile düşünsel seviyede o korkunun üzerine gidilmesi ve yanılma korkusu yenildiğinde düşüncenin ve neticede insanın özgür kılınması. Diğeri ise, insanın düşünen bir nesne olarak tanımlanmasının doğal neticesi olarak, yaşamın fiziksel ve metafiziksel boyutlarının kaçınılmaz kabûlü. Bu iki husus Dekart’a hür düşünce tarihi içersinde ayrıcalıklı bir yer sağlamıştır. Sonra ki yıllarda Anglosakson deneyci öğretisi, Johne Locke, David Hume, Stuart Mill gibi temsilcileri ile insan zihnini, doğuşta (tabula rasa) “boş bir levha”ya benzeterek, düşünceleri, beş duyu ile algılanan dünya izlenimlerinin, solgun birer kopyaları olarak tarif etmişti. Oysa 1700’lerde Kant “Düşünce deneyimi aşar; öyle olunca da akıl, düşünce yoluyla sonsuzluğa açılır” diyerek Dekart’ın insana sağladığı düşünce özgürlüğünün sınırlarını ilahi sonsuzluğa kadar genişletiverdi. Klasik felsefe, insan düşüncesinin kaynakları üzerinde yeterince durmuştur. Fakat felsefe için, insanın zihinsel faaliyetini yürüttüğü organı olan beyin ve “düşüncenin mekanizması” konuları şimdiye kadar hep ikincil bir ilgi odağı olmuştur. Klasik felsefe alanına giren çalışmalar içerisinde madde ve düşünce ilişkisine getirilen izahlardan en önde geleni, Leibniz’in düşünceye yaklaşımıdır. Leibniz insanın, maddesi ile şuurunun birbirlerinden ayrı düşünülemeyeceğini, yani bölünemezliğini düşüncesine dayanak noktası alarak, materyalist açıklamaları çürütmektedir. Maddenin kendi içersinde bölünebilirliği gibi bir özelliğin beyin ve zihin arasında ki ilişkide olmadığını fark etmekte Leibniz. Beynin ve zihnin bölünmez bir bütün olduğu görüşü materyalist düşünce sahipleri tarafından aksi ispat edilemeyen bir sav olmuştur. Günümüzde, yanlarına gelişen tıp teknolojisinin desteğini de alan Nöroloji uzmanları özellikle sar’a tedavisi konusunda incelemelerden elde edilen verilere dayanarak, düşüncenin yalnızca maddesel bir etkinlik olduğunu ve kaynağının da insan beyninde oluşan elektro-kimyasal faaliyetler olduğu şüphesine yer vermekteler. Bu görüşe göre, düşünce beynin maddesel bir ürünüdür. Eski materyalist iddialar bu kez teknolojik verileri de yanlarına alarak tekrar karşımıza çıkmakta sanki. Teknolojik verilerden yola çıkılarak böyle bir noktaya varılabilmiş olması ilk bakışta oldukça rahatsız edici. Ama yine aynı araştırmalar bize gösteriyor ki, aynı zamanda düşünce de, içinde oluştuğu maddeyi, yani beyni, büyük ölçüde etkilemektedir. Bir başka deyişle, beyin zihni oluştururken aynı anda zihinsel faaliyetler de interaktif bir biçimde beyne etki etmekte ve dolaylı olarak vücudu ve hatta devamında kişinin çevresel şartlarını da büyük ölçüde etkilemektedirler. Tam bir Yumurta/Tavuk ikilemi. Ve bizim, düşünce ve madde, zihin ve beyin, ruh ve beden gibi Dualist tanımlarla yola çıktığımız sürece, insan düşüncesini anlama yolunda çok da mesafe kat edemeyeceğimiz meydanda. Bu noktada, insanın kendi düşüncesinin oluşum sürecinin hangi aşamasında kontrolü elinde tuttuğunu bir başka deyişle kendi düşüncesi üzerinde nasıl hakimiyet kurabileceğini izah edebilecek ölçüde değinmek gereklidir. Bunu yapabilirsek, Leibniz’in insan beyni ve düşüncesinin birbirinden ayrı mütalaa edilemezliği konusundaki iddiasının, materyalist görüşe göre üstünlüğünün halen devam ettiğini kanıtlamış oluruz. Beynin muhtelif bölümlerinin farklı ihtiyaçlara cevap vermekte ihtisaslaştığını hepimiz biliriz. Görme, duyma, koku alma, konuşma gibi farklı işlevler, farklı merkezlerde yerine getirilir. Düşünmeden yapılan hareketler beynin, daha iç kısımlarından yönetilirken daha önceki kayıtlarda bir benzeri olmayan ve belirli bir muhakeme veya yaratıcılık gerektiren yeni durumlar, beynin Serebral Korteks dediğimiz çok miktarda kıvrımlarla dolu tahminen 2 mm kalınlığında ki en dış kabuğunda işleme tabi tutulur. İşte bu “Serebral Korteks”dir, insanı gorilden ayıran, ona kompleks, yapısal düşünme imkanını sağlayan. William Calwin tarafından yapılan deneysel araştırmalara göre : insan zihninde çok sayıda farklı düşünce, korteks üzerinde sürekli, bilinç seviyesine çıkma yarışı verirken bir yandan da sürekli kendi kopyalarını üretmektedir. Varlığını idame ettirebilmek için basit sınama yanılma yöntemleriyle verilen bir yaşam savaşıdır bu. Bu düşüncelerin hangisinin belli bir anda şuurlu olarak algılanacağı tıpkı, Darvin’in, canlı türlerinin evrimini açıkladığı, En Uygunun Tabii Seçimi Kanununa benzer şartlara bağlıdır. Araştırma sonuçlarına göre, bu seçimin neticesinde en önemli etken, bu andan hemen önceki saniyelerde düşüncelerimizin durumudur. Beynin diğer noktalarından gelen sinyaller, beyindeki muhtelif kimyasal salgıların seviyeleri gibi diğer değişkenlerle beraber ama en yüksek oranda insanın genel düşünce yapısı, o noktada hangi düşüncenin bilinç seviyesine çıkarılacağı kararında etkili olmaktadır. Çift yönlü etkileşim içersinde olduğu görülen beynin ve zihnin aralarındaki birliği izah etmek için her ikisinin de ayrılmaz bir bütün teşkil etmekte olduklarının kabulü gerekiyor kanımca. İdealist ve materyalist düşünce şekillerini bir kenara bırakıp, düşüncenin mekanizması konusundaki bu araştırma ve kendi edindiğimiz tecrübelerin ışığında, Kant’ın söylediği gibi, aklımızı düşünce yoluyla deneysel bilimin sınırlarının ötesine açmamız gerekiyor bu noktada. Yukarda kısaca özetlemeye çalıştığım düşüncenin oluşum süreci dikkatle izlendiğinde görülür ki sevgi, saygı gibi pozitif duygular, farkına varılmadan verilen bu kararların evrenin yaradılışı ve devam etmekte olan oluşum süreci ile uyumlu yönde ortaya çıkmasını sağlarken; kin, korku, kıskançlık gibi duyguların bulunduğu şartlar evrensel akışa ters düşen düşüncelerin oluşumu ihtimalini güçlendirmektedirler. Bu etkileşim zincirini insan hayatı gibi uzun süreçlerde incelediğimizde, insanın yapmış olduğu düşünce seçimlerinin tümünün yanlış veya tümünün doğru olamayacağı aşikardır. Ama hepimiz zaman zaman yaptığımız içsel hesaplaşmalarda, bu ince ayarlarla uzun vadede ne kazanıp, ne kazanmadığımızı veya ne kaybettiğimizi belirlemeye çalışırız. Düşünmemek, yani bu oyunu oynamamak, sadece kazanmamak değil uzun vadede kaybetmektir. Bir insan sadece kazandıklarını kaybedebileceğine göre, insanın hayatta kaybedebileceği bir şey olmaması bir marifet değil, o güne kadar herhangi bir şey kazanmadığının en büyük delilidir. Düşüncenin düşünceyi nasıl etkilediğinin farkına varan insan için düşüncenin, hareketleri, karakteri, çevresel koşulları, vücut sağlığımızı, hayattaki amaç ve başarılarımızı, ve nihayette iç huzurumuzu ne denli etkileyebileceğini tahmin etmek hiç de zor değildir. Bir insan gerçekte kendi kendisini düşündüğü gibidir, karakteri de düşüncelerinin toplamıdır. Düşüncelerinin hakimi olarak insan, karakterini şekillendirir, çevresel koşullarını oluşturur ve bir anlamda yazgısının yazar. Başarısızlıkları ile yüz yüze kaldığı anda ve en güçsüz göründüğü noktada dahi insan, gemisini karaya oturtan bilinçsiz bir kaptandan başka biri değildir. Gemisini tekrar yüzdürebilmesi, ilk önce düşünsel seviyede mümkündür. Önce düşüncelerindeki yanlışı bulur ve onları yaşam yasasına uygun hale getirirse gemisinin yani kendisinin sahip olduğu enerjiyi doğru yönde kullanarak saplandığı yerden kurtaran tecrübeli ve akıllı kaptan haline gelir. Düşünce, insanın söylemek veya yapmak istediği şeylerin zihinsel bir provasıdır. Bu prova yapılırken var olan hürriyeti, kontrollü ve nihai amaca faydalı bir biçimde kullanan ve düşünce kontrolünü hiç elden bırakmayan insan, çevresel şartlarındaki ani değişikliğin derhal farkına varacaktır. Doğru düşüncelerin kötü ortamlar yarattığı hiç vaki değildir, ama insanlar genelde düşüncelerinden değil de ortamlarından şikayet ederler. Oysa şikayet ettikleri ortamı değiştirmek için yapmaları gerekli tek şey düşünüş tarzlarını değiştirmektir. Bedensel sağlığımızla zihinsel dünyamız arasındaki doğru orantı ne kadar vurgulansa azdır. Hasta düşünceler sonunda hasta bedenler üretirler. Biliriz ki hastalık korkusu hastalığa en büyük davettir. Hastalıklar kendilerinden korkanlardan değil kendilerinden akılcı yöntemlerle korunanlara bulaşmaz. Buna mukabil kötü moral daima sonunda bedene yansır. Kötü, zararlı duygu ve düşünceler çimlerin üzerine düşen ayrık otu gibidir. Ayrık otu ile savaşırken harcadığımız enerjinin çok küçük bir kısmını harcayarak, düşünce bahçemizi sağlıklı ve temiz tutabiliriz. Bu tür ayrık otlarının düşünce bahçemize düşmesine mani olmazsak veya düşse bile derhal yok edilmesi için çaba harcamazsak çok kısa bir zaman sonra düşünce bahçemiz kötü düşüncelerin istilasına uğrayacaktır. Biliyoruz ki ayrık otları çok uzun süre su görmeseler dahi ölmezler. Temiz ve bakımlı bir bahçede gezinmenin mutluğuna iç huzuru diyoruz. Ayağımıza dikenler batmadan, taşlara takılmadan zihin bahçemizde yapacağımız gezintinin sağlayacağı mutluluk, günlük yaşantımıza verimlilik ve çevreye faydalı olmak şeklinde derhal hareketlerimize yansıyacaktır. Denilebilir ki insanın düşünceleri hareketlerinde kristalize olur ve bu kristaller o insanın kendi yaşam koşullarında kalıcı şekiller halinde kendini gösterir. Amaçsızlık aslında kötü amaca giden yolun başlangıcıdır. Belirgin hedefler koymak ve onlara ulaşmak için zihinsel ve bedensel topyekün bir kalkışma içersine girmek, hayatımızda başarıya giden en kısa yolu bulmak şeklinde tezahür eder. Düşünmeyenler, yaşam yasasının varlığını hissedemeyenler, olayları sebepleri ile beraber değil de yalnızca neticeleri ile algılayabilenler, “şans”, “kısmet” gibi kavramlara inanırlar. Hayatta iyi noktalarda bulunan insanlara bakarak, “ne kadar şanslı insan”, “ne kadar kısmetli insan ” diye düşünürler. Bu insanların şu an bulundukları o nokta ile önce düşüncelerinde buluştuklarını ve sonra hedefe ulaşmak için nasıl özveri ile çalıştıklarını ve gelinen noktanın sadece o insanın düşüncelerinin gerçekleşmesi olduğunu bilmezler ve olayı sadece şans ile açıklarlar. Bilinç ve bilinçaltı gibi soyut kavramlar halinde algılamaya çalıştığımız düşünce dünyamız aslında bir bütündür. Orada düşünceler güneşin aydınlığında görünmeyen yıldızlar gibidirler, ama daima vardırlar. Bilinçaltımız kendine gelen her tür düşünceyi iyi kötü ayırımı yapmaksızın kabul ettiği için hasta düşüncelere daima açıktır. O zaman giriş çıkışı iyi kontrol etmeli ve bilinç altımızı aklın bekçiliğine emanet etmeliyiz. İyilik ve güzellik gibi duyguların sağlayacağı bağışıklık sistemi, bilinçaltımızı her türlü hastalıktan koruyacaktır. Çünkü iyi düşüncelerde kötü düşüncelerde kendi kopyalarını bir anlamda kendi mutasyonlarını üretirlerken kendilerinden sonraki düşüncelerin kendilerine benzemelerini sağlayacaklardır. Bilinçaltımız asla uyumaz, dinlenmez, ve her zaman iş başındadır. Varmak istediğimiz herhangi bir hedefi net bir biçimde bilinçaltımıza aktarırsak onun mucizeler yaratan gücünü görürüz. Bir insan kendi düşüncelerini kontrol amacıyla kendi içine dönebildiği oranda kendini tanıyabilir ve bu yolda ilerlediği sürece de kendini bilmenin getirdiği iç huzuruna kavuşabilir. İç huzuru daima sakin bir kişilik ile dışa vurur. Kimi yaşlıların yüzlerinde sevgi ve mutlulukla dolu olarak yaşanmış bir ömrün yumuşak ve sakin izleri vardır, kimi yaşlıda ise tutku ve acının keskinleştirdiği derin çizgiler. Hangimiz ikisi arasındaki farkı söyleyemez? Hayal kurmak da zihnimizin önemli faaliyetlerinden biridir. Bu gün, hakikat haline gelmiş insanlığın büyük başarılarının da bir zaman önce sadece hayal ve birer düşünceden başka bir şey olmadığını fark edersek, hayal gücü ve aklın birleşiminden neler doğacağını anlarız. İşte o zaman hayal diyip geçtiğimiz bu zihnin işlevini kendimize ve insanlığa yararlı bir biçimde kullanabiliriz. İnsanlık, hayal güçlerini akıllarının ve edindikleri deneyimlerin ışığında kullanan besteci heykeltraş, ressam, düşünür ve bilim insanlarını hiç bir zaman unutmayacaktır, çünkü yaşadığımız dünya onlar bir zamanlar hayal etmiş oldukları için daha güzeldir. Geleceğe şekil verme hakkına, sadece ona inananlar sahiptir. Bu bir ütopya değildir! Vardır, gerçektir, ama onun taşı sadece inananların taşçı kalemleri ile yontulabilir.
__________________ Eğer "dokuz" CanLı oLsaydın biLe En fazLa "sekiz" kez kaçabiLirdin öLümden.. BiLki "yedi" düveLe suLtan oLsan dahi Yerin "aLtı" mekan oLacak sana En fazLa "beş" metre kumaş götürebileceksin Kapatacaksın "dört" açsanda gözünü.. Bu dünya "üç" günLük dünya , AzraiLin yanında "iki" kat oLup yaLvarsanda nafiLe ELbet "bir" gün öLeceksin İşte o gün herşey "sıfır"dan başLayacak..! | |
|
Etiketler |
düşüncenin, oluşumu |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Mutluluğun yol haritası: Düşüncenin Gücü | Zen | Kişisel Gelişim | 0 | 03 Mart 2013 12:32 |
Felsefi Düşüncenin Özellikleri | Kalemzede | Felsefe | 0 | 06 Nisan 2012 07:21 |
Felsefi Düşüncenin Özellikleri | Kalemzede | Felsefe | 0 | 04 Ekim 2011 23:26 |
Dil Düşüncenin Evidir... | Ruj | Türkçe | 0 | 13 Aralık 2010 10:09 |