18 Mart 2013, 22:08 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Perspektifler Holotropik hallere ait araştırmalar geçmişte çok fazla inkar, uyuşmazlık ve kargaşaya maruz kalmış bir başka alana daha açıklık getirmiştir: ölüm ve ölmeyle ilişkili sorunlar. Bu tartışmanın başlangıcı Sigmund Freud'un kavramsal gelişiminde görülebilir. İlk yazılarında, Freud ölüm konusunun psikolojiyle ilgisiz olduğunu düşünmüştür. Bu tutumunun nedeni id'in uzay ve zamanın ötesinde bulunan bir alemde işlediği, bu yüzden de ölümü bilmediği ya da kabul etmediğine inanmasıydı. Bu bağlamda, ölüm korkusu gibi ölümle ilişkili görünen sorunlar gerçekte başka sorunları maskelemektedir: başka birinin ölmesini istemek, kastrasyon korkusu, kontrolü kaybetme korkusu ya da yoğun bir cinsel orgazm korkusu (Fenishel 1945). Bu ilk yıllar sırasında, Freud aynı zamanda psişedeki birincil motive edici gücün, bir rahatsızlıktan kaçınma ve doyum arama eğilimi olan "haz ilkesi" adını verdiği güç olduğuna inanıyordu. Daha sonra, mazoşizm, kendini sakatlama ve ceza gereksinimi gibi bu ilkenin geçerli olmadığı olguların varolduğunu bulduğunda, bu psişe anlayışı savunulamaz bir duruma gelmiştir. İlgili kavramsal güçlüklerle mücadele onun "haz ilkesinin ötesinde" olan bu olgunun ölüm sorunu getirilmeden anlaşılamayacağını fark etmesini sağlamıştır. En sonunda, psişenin artık libidinal güçlerle kendini koruma dürtüsü arasındaki değil, libido ile "ölüm içgüdüsü" adını verdiği içgüdü arasındaki (Libido ve Destrudo ya da Eros ve Thanatos) bir savaş meydanı olduğu tümüyle yeni bir psikoloji formüle etmiştir. Freud'un kendisi bu iki ilkeyi biyolojik içgüdüler olarak görmesine karşın, bunlar aslında Jung'çu arşetiplerden farklı olmayan belirli mitolojik özelliklerdir (Freud 1955 vel964). Freud'un fikirlerinin en son formülasyonu olan bu revizyon, takipçilerinde pek fazla şevk uyandırmamıştır. Brun tarafından yapılan bir "istatiksel anket" Freud'un takipçilerinin yaklaşık %94'ünün ölüm içgüdüsü kuramım kabul etmediklerini göstermiştir (Brun 1953). Holotropik hallerle ilgili çalışmalar Freud'un psikolojik ölümün önemi konusundaki genel sezgisini doğrulamış, ama onun görüşlerini büyük ölçüde gözden geçirip düzeltmiş, değiştirmiş ve genişletmiştir. Bağımsız bir ölüm içgüdüsünün varlığını doğrulamamış, ama yaralanmalar, ameliyatlar, boğulmaya yakın deneyimler ya da doğum öncesi veya perinatal krizler gibi hayatı tehdit eden olayların kişiliğin gelişiminde önemli bir rol oynadığını ve ciddi psikopatolojilerin kaynağı olduklarını göstermiştir. Bu çalışma aynı zamanda ölümün psişenin transpersonel düzeyinde geçmiş yaşam anıları, eskatolojik tanrısal varlıklar ve alanlarla Apokalips ya da Nordik Ragnarok'unkiler gibi kompleks arşetipik motifler biçiminde önemli temsilleri olduğunu da açığa çıkarmıştır. Tersine, terapi sırasında ölümle deneyimsel yüzleşmenin önemli bir iyileştirici, dönüştürücü ve evrimsel potansiyele sahip olduğu da açık bir hale gelmiştir. Bu araştırma ayrıca' ölüme yönelik tutumun ve bunu kabullenmenin kişinin yaşamında, değerler hiyerarşisinde ve varoluş stratejisinde önemli imaları olduğunu da göstermiştir. İster sembolik (meditasyon, psikodelik oturumlar, ani ruhsal açılım ya da holotropik solunum çalışmasında) ister gerçek (bir kazada, savaşta, bir toplama kampında ya da bir kalp krizi sırasında) olsun, ölümle deneyimsel yüzleşme güçlü bir spiritüel açılmaya da neden olabilir. Holotropik hallerle ilgili çalışma, ölüme yakın deneyimler, ölüm korkusu ve bunun insan yaşamındaki rolü, ölümden sonra şuurun varlığını sürdürmesi ve reenkarnasyon gibi ölüm ve ölmeyle ilişkili çeşitli sorular konusunda da ilgi çekici içgörüler getirmiştir. Bu içgörülerin sadece psikiyatri, psikoloji, antropoloji ve tanatoloji gibi bilim dalları için değil, aynı zamanda bireyler olarak hepimiz için büyük bir önemi vardır. Her kişi için ölüm ve ölmekten daha evrensel ve daha kişisel bir konu daha bulmak çok zor olacaktır. Yaşamımız sırasında, hepimiz tanıdıklarımızı, arkadaşlarımızı ve akrabalarımızı kaybedecek, en sonunda da kendi biyolojik ölümümüzle yüzleşeceğiz. Bu gerçek göz önünde tutulduğunda, 1960'larm sonlarına kadar, Batı endüstriyel uygarlığının ölüm ve ölme konusuna neredeyse hiç ilgi göstermemesi oldukça şaşırtıcıdır. Bu yalnızca genel çoğunluk için değil, aynı zamanda tıp, psikiyatri, psikoloji, antropoloji, felsefe ve tanatoloji gibi bu konuyla ilgilenmesi gereken bilim dallarında çalışan bilim adamları ve profesyoneller için de geçerlidir. Bu durumun tek makul açıklaması, bazı nedenlerden ötürü, teknolojik toplumların büyük çapta psikolojik ölüm inkarı geliştirmesidir. Bu ilgisizlik toplumumuzdaki durumu antik ve endüstri öncesi kültürlerdeki durumla karşılaştırıp onların ölüm ve ölmeye yönelik tutumlarının tamamen farklı olduğunu fark ettiğimizde daha da çarpıcı bir hal alır. Ölüm o kültürlerin hem kozmolojik, felsefi, spiritüel ve ritüel yaşamları ile mitolojilerinde' hem de günlük yaşamlarında son derece önemli ve merkezi bir rol oynamıştır. Bu farklılığın pratik önemi söz konusu iki tarihsel ve kültürel ortamda ölümle karşılaşan bir kişinin durumunu karşılaştırdığımızda açıklık kazanır. Batı endüstriyel toplumlarından birinde yetişmiş bir kişi, pragmatik ve materyalist bir dünya görüşüne sahiptir ya da en azından bu dünya görüşüne maruz kalmaktan büyük ölçüde etkilenmiştir. Batı sinirbilimine göre, şuur maddi bir epifenomen, beyindeki ----olojik süreçlerin bir ürünüdür, bu yüzden de kritik biçimde bedene bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, bedenin, özellikle beynin ölümünün herhangi bir şuur etkinliği biçiminin de mutlak sonu olacağı konusunda hiçbir kuşku olamaz. Maddenin önceliği hakkındaki bu temel önermeyi kabul ettiğimizde, bu sonuç mantıklı, açık ve tartışılmazdır. Ölümden sonra her hangi bir şuur biçimine, ölümden sonra ruhun yolculuğuna ya da reenkarnasyona inanmak saf ve gülünçtür. Bu inançlar ölümün açık biyolojik zorunluluğunu kabul edemeyen insanların hüsnükuruntusunun bir ürünü olarak reddedilir. Materyalist bilimin yavaş yavaş zarar veren etkisi kültürümüzde dinin etkisini zayıflatan tek faktör değildir. Daha önce de görmüş olduğumuz gibi, Batı dini aynı zamanda deneyimsel bileşenini ve derin spiritüel kaynaklarla bağını da büyük ölçüde kaybetmiştir. Sonuç olarak, yaşamımızda boş, anlamsız ve giderek ilgisiz bir hale gelmiştir. Bu biçimde, teknolojik zaferleriyle desteklenmiş materyalist bilimin ikna edebilme gücüyle yarışamaz. Din hem yaşamımız süresince hem de ölüm ve ölme zamanında çok önemli bir güç olmaktan çıkmıştır. Cennet ve cehennem gibi öbür dünyaya ve öte alemin sakinlerine yaptığı göndermeler masallar alemine ve psikiyatri el kitaplarına havale edilmiştir. Bu tutum 1970'lere kadar, ölmekte olan hastaların ve ölüme yakın durumlardaki kişilerin yaşadıklarına yönelik bilimsel ilgiyi etkili bir şekilde engellemiştir. Bu konudaki az rastlanır raporlar, ister Jess E. Weisse'nin The Vestibule'ü (Weisse 1972) ve Jean-Baptise Delacour'un Glimpses of the Beyond'u (Delacour 1974) gibi genel halka yönelik kitaplar, ister Karlis Osis tarafından yapılan doktor ve hemşirelerin ölüm döşeği gözlemlerinin incelenmesi (Osis ve ark. 1961) gibi bilimsel araştırma biçiminde sunulsun çok az ilgi görmüştür. Raymond Moody'nin uluslar arası çok satan kitabı Life Af ter Life'ın 1975'teki yayımına kadar Kenneth Ring, Michael Sabom ve tanatolojinin diğer öncüleri, beden dışı deneyimler süresince kesin duyu ötesi algıdan bunları izleyen derin kişilik değişimlerine kadar, ölüme yakın deneyimlerin çarpıcı karakteristikleri hakkında etkileyici kanıtlar biriktirmişlerdir (Sabom 1982, Greyson ve Flynn 1984, Ring ve Valarino 1998). Bu incelemelerden çıkan materyal, tanataloglar ve ölüme yakın deneyimleri yaşayanların katıldığı çok sayıda televizyon talk show'larında, en çok satan kitaplarda, hatta birçok Hollywood filminde çokça kullanılmıştır. Yine de şuurun yapısı ve beyinle ilişkisiyle ilgili anlayışımızı kökten değiştiren bu dikkate değer ve potansiyel olarak paradigmaları paramparça eden gözlemler hala pek çok profesyonel tarafından organizmanın biyolojik krizlerinin yol açtığı ilgjysiz halüsinasyonlar biçiminde reddedilmektedir. Ayrıca, ölüme yakın deneyimler, bu deneyimi yaşayan kişilerin psikolojik ve fiziksel sağlıklarının yanı sıra dünya görüşleri ve davranışları üzerinde de çok büyük bir etkisi olduğu bilinmektedir. Ancak, bu olaylar hastalarla rutin olarak tartışılmaz, bunlarla ilgili bilgiler hastanın geçmişinin önemli bir parçası olarak görülmez ve tıbbi kayıtlara işlenmez.' Birçok tıbbi serviste, bu zorlu mücadele gerektiren deneyimleri bütünleştirmeye yardımcı olacak hiçbir belirli psikolojik destek sunulmamaktadır. Batı toplumlarında, ölme sürecine girmiş kişiler genellikle geçişlerini kolaylaştıracak etkili bir insani destekten de yoksundurlar. Kendimizi ölümün yarattığı duygusal huzursuzluktan korumaya çalışırız. Endüstriyel dünya hasta ve ölmekte olan kişileri hastanelere ve bakım evlerine kaldırma eğilimi gösterir. İnsani çevre ve kalan günlerdeki deneyimlerin kalitesi yerine yaşam destek sistemleri ve canlılığın mekanik olarak sürdürülmesi üzerinde durulur. Aile sistemi parçalanmıştır ve çocuklar çoğunlukla anne-babalarından ve büyük anne-babalarından uzakta yaşarlar. Tıbbi kriz sırasında temas çoğu kez resmi ve en az düzeydedir. Çok az sayıda istisna dışında, çok çeşitli duygusal krizler için özel psikolojik destek ve danışma biçimleri geliştirmiş olan zihin sağlığı profesyonelleri ölüme çok az dikkat göstermişlerdir. Kişinin biyolojik, duygusal, kişiler arası, sosyal, felsefi ve spiritüel yönlerini aynı anda etkileyen hayal edilebilir tüm krizlerin en büyüğüyle yüzleşmekte olan kişiler, kendileri için anlamlı olacak yardım bulunmadan tek başlarına kalırlar. Bu açıdan umut verici bir gelişme, Cicely Saunders'ın öncü çalışmasından (Saunders 1967) esinlenilen, ölmekte olan kişiler için sıcak bir insani ortamı sağlayan ölümcül hastaların bakıldığı bir bakım evleri ağıdır. Tüm bunlar Batı endüstriyel uygarlığını karakterize eden geçicilik ve ölümlülüğün kolektif inkarı bağlamında meydana gelmektedir. Ölümle karşılaşanlarımızın büyük bölümü bunun o anlık etkisini yatıştıran profesyonellerden kurulu ekiplerce geçiştirici biçimde avutulmaktadır. Uç noktalardaki biçimlerinde, bu, akrabalarına ve arkadaşlarına gösterilmeden önce ceset üzerinde çok çeşitli kozmetik ayarlamalar yapan ölüm sonrası berberler ve kuaförler, terziler, makyaj uzmanları ve plastik cerrahları içerir. Medya ölümü boş istatistiklerle sulandırarak, savaşlarda, devrimlerde ve doğal afetlerde ölen binlerce kurbanları duygusuz bir biçimde bildirerek ölüm gerçeğinden daha fazla uzaklaşmaya yardımcı olur. Filmler ve TV şovları şiddeti kendi yararına kullanarak ölümü daha da sıradanlaştırır. Çağdaş izleyicileri eğlence bağlamında sayısız ölüm, öldürme ve cinayet sahnesine maruz bırakarak ölümün duygusal ilgisine karşı uyuşturur. Genel anlamda, çağdaş teknolojik ülkelerde varolan yaşam koşulları ölümle yüzleşmekte olan kişiler için çok fazla ideolojik ya da psikolojik destek sunmaz. Bu durum, antik ve endüstri öncesi kültürlerde ölmekte olan kişinin karşılaştığı durumla keskin bir karşıtlık oluşturmaktadır. Bu toplumların kozmolojileri, fel-sefeleri ve mitolojilerinin yanı sıra spiritüel ve ritüel yaşamları ölümün her şeyin mutlak ve değiştirilemez sonu olmadığına dair açık bir mesaj içermektedir. Ölmekte olan kişi için yaşamın ya da varoluşun biyolojik ölümün ötesinde bir biçimde devam edeceği yönünde güvence sağlarlar. Eskatolojik (öte alem bilimi) mitolojiler genellikle ölenin ruhunun şuursal olarak karmaşık bir dizi serüven yaşadığı konusunda hemfikirdirler. Ruhun ölümden sonraki yolculuğu kimi zaman yerküredekine bazı benzerlikler taşıyan fantastik yerlerde dolaşma, bazen çeşitli arşetipik varlıklarla karşılaşma ya da bir holotropik şuur halleri serisi olarak anlatılır. Bazı kültürlerde, ruh, Hristiyanların Arafı ya da Tibet Budizminin loka'ları gibi, Öte'deki geçici bir aleme, bazılarında ise ebedi ve ezeli bir ikametgaha - cennet, cehennem ya da güneş alemi - ulaşır. Birçok kültür, ayrı ayrı, şuurun birliğinin yerküredeki başka bir fiziksel hayata geri dönmesini içeren ruh göçü ya da reenkarnasyona inanan bir inanç sistemi geliştirmiştir. Endüstri öncesi toplumların tümü ölümün mutlak yenilgi ya da her şeyin sonu olmadığı, ama önemli bir geçiş olduğu konusunda aynı fikirde gibi görünmektedir. Ölümle ilişkili deneyimler yaşanmaya, incelenmeye ve dikkatlice haritalarının çıkarılmasına layık olan önemli gerçeklik boyutlarına yapılan ziyaretler olarak görülmüştür. Ölmekte olan kişi, ister ölümden sonraki yerlerle ilgili şamanik haritalar, ister Tibetin Ölüler Kitabı'nda (Bardo Thödol) görülenler gibi Doğu spiritüel sistemlerinin sofistike betimlemeleri olsun, kültürlerinin eskatolojik kartografilerini iyi bilmektedir. Tibet Budizminin bu önemli metni, Batı uygarlığını karakterize eden ölümün inkarı ve üretici yaşamın aşırı önemsenmesiyle ilginç bir tezat sergilemektedir. Ölüm zamanını, ölüm ve yeniden doğum döngüsünen kurtuluş için tek fırsat ya da kurtuluşa ulaşamadığımız durumlarda, bir sonraki enkarnasyonumuzun doğasını belirleyen bir dönem olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda, yaşamlar arasındaki ara durumları (bardo'lar) bedenli varoluştakinden daha önemli bir biçimde varolarak görmek mümkün olur. Bu yüzden yaşamımız süresince sistematik spiritüel uygulamalarla bu zamana hazırlanmak gereklidir. Antik ve endüstri öncesi kültürlerin, ölüm deneyimine renk katan bir başka karakteristik yönü onların ölümü yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak kabul etmeleridir. Yaşamları boyunca, bu kültürlerde yaşayan insanlar ölmekte olan kişilerin çevresinde zaman geçirmeye, cesetlere dokunmaya, ölü yakmayı gözlemlemeye ve ölünün kalıntılarıyla yaşamaya alışmışlardır. Bir Batılı için, bu tutumun uç biçimde ifade edildiği Benares gibi bir yere yapılacak bir ziyaret büyük ölçüde mahvedici bir deneyim olabilir. Endüstri öncesi toplumlardaki kişiler genellikle geniş bir aile, klan ya da kabile ortamında ölür. Bu yüzden, yakın akrabaları ve arkadaşlarından anlamlı duygusal destek alabilirler. Ayrıca, ölüm zamanında yapılan güçlü ritüellerin sağladığı psikospiritüel yardımdan söz etmek de önemlidir. Bu prosedürler mutlak geçişle yüzleşen kişilere yardımcı olmak, hatta Bardo Thödol'de anlatılan yaklaşım gibi, ölümden sonraki yolculukta özel bir rehberlik sunmak için düzenlenmiştir. Endüstri öncesi kültürlerde ölüm ve ölme deneyimine yönelik tutumu etkileyen son derece önemli bir faktör ölüm için holotropik şuur hallerini içeren çeşitli deneyimsel eğitim biçimlerinin varolmasıdır. Bunlar aşağıda verilmiştir: - Şamanik yöntemler - Geçiş ritleri - Ölüm ve yeniden doğum ayinleri - Çeşitli spiritüel uygulamalar - Ölüm kitapları Şamanizmle ilgili önceki tartışmalarımızda, acemi şamanların inisiyatör krizlerinde öte alemin deneyimsel alanlarına girdiklerini görmüştük. Bunlar kendiliğinden meydana gelir ya da yaşlı şamanların yanında çırak oldukları sırada çeşitli yöntemlerle başlatılır. İnisiyasyonu tamamladıktan ve gerekli psikospiritüel dönüşümü başarılı bir şekilde bütünleştirdikten sonra, kendi iradeleriyle holotropik hallere girebilirler ve kabilelerinin diğer üyelerine vizyon yolculukları sırasında yardımcı olabilirler. Bu içsel yolculuklarda ziyaret edilen deneyimsel alanların, ölümden sonra ruhun yolculuğu süresince geçilecek olan bölgelerle özdeş olduğu konusunda şamanik literatürde genel bir hemfikirlik vardır. Şamanların ve danışanlarının deneyimleri bu yüzden ölüm için deneyimsel bir eğitim olarak düşünülebilir. Daha sonra göstereceğim gibi, ölümcül kanser hastalarıyla yapılan büyük bir psikodelik terapi projesinde bu teze yönelik destekleyici kanıtlar toplayabilmiştim. Yerli kültürler hakkında alan çalışması yapan antropologlar, bu kültürlerin yaşamın önemli geçiş dönemlerinde defalarca gerçekleştirdikleri güçlü törenler olan birçok geçiş ritini ayrıntılarıyla anlatmışlardır. Geçiş ritleri terimini türeten Hollandalı antropolog Arnold van Gennep bu ritlerin pratik olarak endüstri öncesi toplumların insanları arasında hep var olduğunu göstermiştir (van Gennep 1960). Geçiş ritlerinin dışsal sembolizmi tipik olarak doğum-cinsellik-ölüm üçlüsü çevresinde döner. İnisiyelerin içsel deneyimleri perinatal ve transpersonel öğelerin farklı bileşimlerini temsil eder ve bunların ortak paydaları ölüm ve ölümün ardından gelen aşkınlıkla derin bir yüzleşmedir. Bu kültürlerde yaşayan ve geçiş ritleri yapan kişiler bu yüzden kendi biyolojik ölümleriyle yüzleşmeden önce, yaşamları süresince çok sayıda psikospiritüel ölüm ve yeniden doğum deneyimi yaşamış olurlar. Şamanların ve geçiş ritlerindeki kişilerin yaşadıklarına benzer psikospiritüel ölüm ve yeniden doğum deneyimleri aynı zamanda kadim ölüm ve yeniden doğum ayinleri'nde de önemli bir rol oynamıştır. Daha önce de görmüş olduğumuz gibi, dünyanın birçok bölgesinde bunlar vardır ve Inanna ve Tammuz, Isis ve Osiris, Pluto ve Persephone, Dionysus, Attis ve Adonis ya da Aztek Kuetzalkoatl ve Maya Kahraman ikizleri gibi ölüm ve yeniden doğumu sembolize eden tanrısal varlıkların mitolojik öykülerine dayanmıştır. Gizemli dinlerin popülerliği Elözis'teki gizli ayinlere her beş yılda bir katılan inisiyelerin sayısının üç bini aştığının tahmin edilmesi gerçeğinden de açıktır. Bu, M.Ö. yaklaşık yedinci yüzyılda bilinmeyen bir kişi tarafından yazılan Demeter'e Homerik İlahi gibi bir epik şiirde gizli ayinlerin nasıl övüldüğünü göstermektedir: "Yerkürede yürüyen erkekler arasından bu Gizli Ayinleri her kim görmüşse kutsanır, ama her kim inisiye olmamış ve bu ritten payını almamışsa diğerleriyle aynı kadere sahip olmayacaktır, öldüğünde ve küflere karıştığında güneş de batacaktır." Yunanlı şair Pindaros Elözis'teki inisiyasyon hakkında şunları yazmıştır: "Bu ritleri gördükten sonra Toprağın altına giren kutsanmıştır. O, hem yaşamın sonunu hem de onun tanrısal olarak bahşedilen başlangıcını bilir." Aynı şekilde, büyük Yunan trajik şairi ve oyun yazarı Sofokles'in ifadesi Elözis gizli ayinlerinin insanı huşu içinde bırakan deneyimlerinin inisiyeler üzerindeki büyük etkisini doğrular: "Hades için giden bu ritleri görmüş olan ölümlülere üç kere kutlu olsun; onlar için yalnızca orada gerçek bir yaşam bahşedilmiştir. Geri kalanlar içinse, orada her şey kötüdür." Homerik mit ve Pindaros ile Sofokles'in ifadeleri ölümle karşılaşma için bu gizli ayinlerin önemini anlatmakla birlikte, ünlü Romalı filozof, devlet adamı ve avukat Marcus Tullius Cicero De Legibus'da bu deneyimin kendisinin ve diğer birçok kişinin yaşamı üzerindeki etkisini de vugulamıştır: "Hiçbir şey bu gizli ayinlerden daha yüce olamaz. Bu ayinler karakterlerimizi daha hoş bir hale getirmiş ve alışkanlıklarımızı yumuşatmıştır; bizi vahşilik ve acımasızlık durumundan gerçek insanlığa geçirmiştir. Bize yalnızca sevinçle yaşama biçimini göstermekle kalmamış, aynı zamanda umutla ölmeyi de öğretmişlerdir" (Cicero 1977). Antik zamanların bir başka önemli gizli dini Hristiyanlığın kardeş dini ve bir dünya dinriçin onun oldukça ciddi bir rakibi olan Mitraik külttür. Bu kültün doruk noktasında, M.S. Üçüncü yüzyılda etkisi Akdeniz bölgesinden Baltık Denizine kadar ulaşmıştır. Arkeologlar tarafından Mitraik ritüellerin gerçekleştiği yeraltı tapınakları olan iki bini aşkın mitrae bulunmuş ve incelenmiştir. Bu mitrae'ler Karadeniz kıyılarından İskoç dağlarına ve Sahra Çölü sınırlarına dek yayılan bir alanda bulunabilir (Ulansey 1989). Transpersonel yönelimli araştırmacılar için özel bir ilgi taşıyan şey, çeşitli mistik gelenekler ve Doğunun büyük spiritüel felsefelerinin uygulamalarıdır: Yoganın çeşitli türleri, Budizm, Taoizm, Sufizm, Hrisityan mistisizmi, Kabala vb. gibi. Bu sistemler etkili meditasyon biçimleri, hareket meditasyonları, dualar, solunum egzersizleri ve büyük ölçüde spiritüel içerikleri olan holotropik şuur hallerini başlatan başka etkili teknikler geliştirmişlerdir
__________________ Kırk yılda bir gibisin... | |
|
Etiketler |
perspektifler |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Gopro Kamerasından Farklı Perspektifler. | Zen | Fotoğraf Kulübü | 0 | 04 Mart 2013 21:31 |
Sinemayı Anlamak: Marksist Perspektifler | Zen | Kültür ve Sanat | 0 | 08 Şubat 2012 14:43 |