02 Nisan 2012, 13:08 | #1 | |
Çevrimiçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Modern Edebiyat Teorilerinin Felsefesi Antik Yunan’dan bu yana trajedi ve komedi, Homeros’tan bugüne destan, Musa’nın Tevrat’ından bu yana kutsal metinler ve Cervantes’ten bugüne roman… sürekli birbiri ardına farklı dolayımlar ve gerçeklik iddiaları ile insanlığın yaşamında ve zihninde entelektüel bir gelişime neden oldular. Böyle olunca insanlığa gerçeklik iddialarını taşıyan her tür metin hakkında binlerce kavrama çabası ortaya çıkmış oldu. Bugün hala böylesi çabalar sürüp gitmektedir. Elbette bu çabalar hiçbir zaman sona ermeyecek, çünkü insanlık varoldukça bu tür çabalar gerçekliğin ve yaşamın yeniden yaratılması için sürüp gidecektir. Peter V. Zima sadece bir edebiyat sosyologu ya da kuramcısı olarak değil, bir ideolog olarak, modern felsefesinin modern edebiyat ile olan ilişkisini, yani anlama ve anlamlandırma çabası olarak iki ayrı disiplinin ilişkisini araştırıyor. Zima felsefe tarihinin başat kahramanlarının edebiyat kuramcıları, estetikçiler ve çeşitli edebi akımlar ile düşünce grupları üzerine olan etkilerini araştırıyor. Bu çabası onu ondokuzuncu ve yirminci yüzyılı bir bütün olarak betimleme olanağına ulaştırıyor. Zima estetik kuramların bir başka estetik kuram ile olan ilişkisinin salt estetik olamayacağı kaygısını taşıyor. Bu yüzden özellikle ondokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın tamamına yayılmış ve bugünde postmodern eklemlemelerle süren tartışmaları bir bütün içerisinde görmenin zorunluluğuna işaret ediyor. Eğer söz konusu estetik tartışmaların ana kaynağı bulunamazsa, bu çabaların birbiriyle olan ayrılık ya da benzeşim noktaları keyfi bir düzen içinde algılanacak ve ortaya çıkan tablo, insanın yolunu bulabileceği güzergahların tümünü kaotik bir karmaşada yok edecektir. Zima, Rus biçimciliğinden Anglo-Sakson yeni eleştirisine, yapısalcılıktan semiyotiğe, semantikten yapısökümcülüğe, yorumbilgisinden Marksizme... bir çok estetik düşünceyi üç ana nokta açısından değerlendiriyor. Zima’ya göre I. Kant, G. W. F. Hegel ve F. Nietzsche modern dönem açısından en önemli üç figürdür. Çünkü onların felsefi tutumları ve bu tutumlarından beslenen estetik bakış bugün halen estetik özneyi, estetik nesneyi ya da alımlayıcıyı nasıl konumlandırmamız gerektiği konusunda önemini koruyor: “Edebiyat eleştirisine dair kavramların tamamının felsefi estetiklerden çıkarılabileceği ve edebiyat eleştirmenlerinin ya Kantçı ya da Hegelci bakış açılarından hareketle yorumlanabileceği fikri, bu kitabın temel amacını karikatürize edebilir”(19). Zima’nın bu amacının temelinde önemli bir başka soru bulunmaktadır. Bu da, edebi metinlerin kavramsal düşünce ya da anlamı ne ölçüde aktarabileceği sorusudur. İşte bu noktada Zima sorunun cevabına, özellikle Kantçı ve Hegelci geleneklerin içinden geçerek ulaşmaya çalışıyor. Kant, bilindiği üzere, estetik bilginin kavramsal bilgiden çıkarılamayacağını ve insanın güzel karşısında kavramsız bir zevk duyacağını belirtir. Onun bu çabası bir anlamı ile estetik nesne karşısında ideal gözlemcinin ortaya çıkmasına neden olur. Çünkü gözlemci, estetik nesne karşısında amaçsız bir amaçlılık güderek bilişsel olmayan bir zevki ele geçirir. Bu yaklaşım bir başka açıdan edebiyat kuramcılarının tutumudur. Estetik nesne, onlara göre, ne tam olarak kavramlarla ortaya dört başı mahmur bir şekilde açıklanabilir ne de kavramsal olan doğrudan böyle bir bilgiyi verir. Hegel ise Kant’ı sadece din, ahlak, bilgi kuramı açısından eleştiren biri olmamış, aynı zamanda estetik bilgi açısından da eleştirmiştir. Gerçekte Hegel’in Kant’a yönelttiği bütün eleştiriler Kant’ın “ikici” yaklaşımı ile ilgilidir. Hegel’e göre güzelde ya da sanatsal olan nesnede biçim ve içerik açısından bir uyum vardır. Anlam tek boyutlu olarak anlaşılabilirdir ve kavramdan anlamı ayırmak sadece görünüşle ilgilenmek anlamına gelir. Kant’ın yaptığı da zaten “ifade düzeni” ile “anlam düzeni”ni bir birinden ayırmaktır. Hegel Kant’ın ikiciliğinin ciddi anlamda sanatsal olanın değerini zayıflattığı düşünür. Hegel’e göre sanat tarihsel bilincin, “Geist”ın bir uğrağıdır, bu uğrak din ve felsefe gibi benzerlik taşır ama yine de en yüksek kavramsallaştırma içeriğini felsefe taşır. Açıkça Hegel, Kant’ın estetik nesnenin kavramsallaştırılamayacağı düşüncesine tam zıt bir tutum benimsemiş görünür. Zima, Kant ve Hegel arasında kurduğu bağı gösterdikten sonra şöyle devam ediyor. Hegel’in Kant’a getirdiği eleştiri kavramsal düşünceye verdiği önemi ortaya koyarken, bir kısım çağdaşları onun bu tutumunu onaylamamıştırlar. Bunlardan romantik akımın temsilcisi sayılabilecek Schelling ve Schegel, Kant’tan bir çok açıdan ayrı olmalarına rağmen yine de onun estetik tutumunu benimsemiş görünürler. Onlar sanatı felsefenin alt bir alanı olarak görmeyi kabul edilemez bulurlar ve Hegel’i şiddetle eleştirirler. Çünkü sanatsal olandır belki de en üst anlatım. Ayrıca sanatsal anlamda bir işaretleme, kodlama, ifade doğrudan izleyiciye kendini sunamaz ve dilin bu anlamda bir belirsizliği vardır. Zima’nın da belirttiği üzere bu çağ açısından bir başka önemli figür Nietzsche’dir. Nietzsche metafizik tabakalaşma ve Hıristiyan doğmalarına karşı açtığı savaşta gerçek gerçeklik arayışında sanatı kullanmış ya da sanatsal bir dil yaratmıştır. O şimdiye kadar metafizik ve teolojik dilin bütün “alegorik”, “metaforik”, “analojik”… anlatımlarını insanın dünyevi varlığını sakatlayan bir şey olarak düşünür. Bu yüzden Nietzsche’ye göre gerçek, bütün bu anlatım biçimlerinin seyyar ordusudur. Bütün metafizik, anlamın buharlaşmasına ve ifade düzleminin öne çıkarılmasına neden olur. Nietzsche metafiziğin bu gerçekliğine karşı sanatsal çok anlamlılığı savunarak, seyyar ordusunu işbaşında tutmayı kendi eleştirel düşüncesi açısından önemli bulur. Zima genel olarak Kant, Hegel ve Nietzsche’nin tutumunu belirginleştirdikten sonra, bundan böyle ortaya çıkan düşüncelerin bu köklerden nasıl yararlandığını belirlemeye çalışır. Sırasıyla Zima, şu başlıklarda tartışmasını sürdürür: “Anglo-Amerikan Yeni Eleştirisi” ile “Rus Biçimciliği”nin Kant ile olan ilişkisinin yoğunluğu, Rus Devrimi sonrasında Rus biçimcilerinin neden kabul görmediği. Kant-Hegel ve “Avangard” arasında sıkışan “Çek Yapısalcığı”. “Hermeneutik ve Fenomenoloji” bağlamı, Marksist eleştiri, “semiyotik” yaklaşımlar ve “yapısökücü” estetik yaklaşımlar. Son olarak da “postmodern” eleştiri ve yeni bir eleştirel edebiyat teorisi için düşünceler. Zima bu başlıklar altında Croce, Roman Jakopson, Jan Mukarovski, Vodicka, Gadamer, Jauss, Ingarden, Iser, Stanley Fish, Max Stirner, Karl Marx, Georg Lukacs, Lucien Goldmann, Theodor Adorno, Walter Benjamin, Mikhail M. Bakhtin, Alex Callinicos, Frederic Jameson, Terry Eagleton, Greimas, Umberto Eco, Roland Barthes, Martin Heidegger, Jacques Derrida, Paul de Mann, J.Hilles Miller, Geoffrey H.Hartman, Lyotard, Vattimo gibi isimleri yukarıda belirlenen temel bakışla birlikte ele alıyor. Zima ondokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar yaptığı bu yolculukta, yaşadıkları dönemde duyulmuş hemen hemen bütün önemli düşünürleri incelemeye çalışıyor. Kitabın kaynakçası ve kitaptaki ara başlıkların yoğunluğu dikkate alınacak olursa bu incelemenin titizliği daha çok anlaşılabilir. Zima’nın çizdiği görüntü toplu olarak değerlendirildiğinde Kant’ın düşünsel faaliyeti değilse de estetik kavrayışı, Nietzsche’nin ise doğrudan sanatsal bir yaşamı gerçekleştirme eğilimi sanat eserinin yorumlanmasında özellikle iki yüzyıl boyunca daha çok kabul görüyor. Hegel çoğunlukla “tekbiçimci”liğin ve tarihsel bilincin kurbanı olmuş gibi görünüyor. Bu felsefi kaynakların estetik nesne karşısında takındığı tutum gerçekte edebiyat eleştirmenlerinin yaptığı bir başka tartışmayı hatırlatıyor: Estetik nesne açısından önemli olan anlam mıdır yoksa biçim midir? Ancak bu soru biraz daha net araştırıldığında görülecektir ki modern edebiyat kuramlarının felsefesini ortaya koyan düşünüş, bu öncelik, önemlilik sorununa bir başka tartışma bağlamını da ekler. O da, anlamın kavramsal göstergeler aracılığıyla sunumunda net bir anlaşılırlığı olup olamayacağıdır. Örneğin Kant ve Nietzsche bağlamından hareket edenler açısından anlamın belirsizliği, karasızlığı, farklılığı, çoğulluğu ortadan kaldırılabilir değildir. Bu haliyle Picasso’nun Guercenica’sı ya da Kafka’nın Dava’sı her zaman yeniden bir yoruma ihtiyaç duyar ve bütün yorumlar birbiri ile “eşit düzey”de haklılık gerekçeleri taşıyabilir. Zima, Rus Biçimcileri ile Ortodoks Marksistlerin tartışmasında, yukarıdaki sorun bağlamında, şöyle bir sonuca ulaşıyor: “Belirli şekillerin, belirli türlerin veya belirli yazma tarzlarının niçin belirli sosyal durumlarda görüldüğü ve niçin belirli sosyal durumlarda kaybolduğu sorusu Biçimciler tarafından tam olarak asla cevaplanamamıştır… Formalistlerin ve Yeni Eleştiricilerin genelde ‘edebi metin nasıl yapılır ve edebi metni edebi yapan şey nedir’ şeklinde özetlenebilen en önemli sorularıyla zihnimiz karıştırılmadığı sürece, Marksist sorunun bizim için pek de anlamsız bir soru olmadığı ortaya çıkmaktadır”(66). Zima, Çek yapısalcılığının Hegel’in yapı, norm ve değer gibi kavramlarına özerklik kazandırdığını düşünüyor, gerçekte ise yapısalcılığın tarihsel ilerleme fikrinden ne derece uzak olduğunu belirtiyor. Kitapta, Zima’nın gösterdiği önemli unsurlardan biri; bazı düşünce akımları Kant, Hegel veya Nietzsche bağlamlarından herhangi birine illaki sadık kalmadığıdır. Buna bir örnek Marksist eleştiri geleneği içinden verilebilir. Çünkü yan yana konulduğunda hiç de homojen bir bütün oluşturmayan Lukacs, Adorno, Goldmann, Benjamin, Bakhtin hem Kant’ı hem de Hegel’i kendi estetik görüleri için farklı şekillerde kullanırlar. Benjamin ve Adorno’nun eğilimi, Hegel felsefesinin tekbiçimci bakış açısının meydana getirdiği dışlaştırma ya da tek düzeye indirgeme pratiğinin gerçekte eleştirel düşünce ve varolma olanağını ortadan kaldırdığı noktasında birleşir. Dolayısıyla bunlar, öznenin varlığını giderek hiçleştiren Hegel’e teslim olmuş Marksist eleştiri ve tespitleri yeniden ele alırlar. Bu anlamıyla Benjamin, izlenimci ve gerçeküstücü estetik düşünceleri bir araya getirerek gündelik hayatın içinde soğurulmuş fakat gündelik hayatın içinde anlam üretmeye devam eden göstergeleri tarihin (hafızanın) olanakları içinde su yüzüne çıkarmaya çalışır. Estetik nesnelerin kapitalist sistemin kendi ideolojik söyleminde hem yapıcı hem de tarihsel durumu nedeniyle yıkıcılığına vurgu yapar. Adorno ise Kant ve Hegel arasında gidip gelen “olumsuz bir diyalektiğe” ulaşır. Bu diyalektik özne nesne ayrımının giderilemeyeceğini düşünerek Marksizmin teori ve pratik uyumunu reddeder ve böylece tarihin olumlu bir gelişim gösteriyor olabileceği inancını da reddetmiş olur. Adorno, Horkheimer ile birlikte Marx’ın “meta fetişizmi” kavramlaştırmasından yararlanarak “kültür endüstrisi” kavramını tartışmaya açar. Bir başka uçta ise Lukacs özellikle Marksizm ile ciddi bir ilişki kurduktan sonra Hegelciliğin de etkisiyle estetik görüşlerini geliştirir. Marksizm sanatın, özel olarak da kurgusal karakterin, kendi çağının sosyo-tarihsel bağlarını gösterme işlevi olduğunu düşünür. Lukacs bu inancı paylaşır. Edebiyatın bilişsel işlevi olduğunu düşünür, edebiyatın bütünlüğünün bu işlev dışında bir dayanağa sahip olmadığını temellendirir. Lukacs, Marksizmin ideoloji ve soyut ahlakçılık anlayışlarına yönelttiği eleştirileri üstlenir. Kendisini Lukacs’ın bir “disiplinci”si olarak adlandıran Goldmann ise doğrudan Adorno ve başka kuramcılarla girdiği polemiklerde Lukacs benzeri tutum alır. O Lukacs’ın “bütünlük”, “tipiklik” gibi kavramalarına sadık kalır. Bakhtin’e gelince o özellikle Rableais ve Dostoyevski üzerine odaklanan çalışmalarında Ortodoks Marksizmin tek yanlı bakışının gerçekte anlamlandırma pratiğinde yetersizliğine işaret eder. Kendisi Genç Hegelci eğilimlerle özdeşleşecek şekilde bir edebiyat kuramı geliştirir. Zima bütün bu adı geçen düşünürlerin düşüncelerini çok açık bir şekilde özetliyor. Hegel, Kant ve Genç Hegelci düşünce ile etkileşim içinde nasıl bir Marksist pratik yaratıldığı böylece gözler önüne serilmiş oluyor. Zima tüm bu çabasının sonucunda şöyle diyor. Bütün bu pratikler kendi içinde tutarlı olsa da gerçekte birbirlerine yüzlerini dönmemeleri için hiçbir neden yoktur. Çünkü ortaya konan gerçeklik arayışı ancak tam anlamıyla bir diyalog içinde deneyimlenebilir. Bir örnekle Zima bunu açıklıyor: “Marcel Proust’un A la recherche du temps perdu başlıklı romanı pek çok değişik teoretik ve ideolojik bağlamlarda yorumlanmıştır. Marcel Proust’un metnine dair hemen her sene yeni yorumlar yapılır. Bu yorumlar Proust’un metninin Marksist, psikoanalitik, feminist veya yapısökümcü manalarının veya Mukarovski’nin ifade ettiği gibi estetik nesnelerin belirlenemeyeceğini göstermekte ve ispat etmektedir. Fakat, metin basitçe kavramsızlık ile açıklanabilecek bir metin değildir. Çünkü metne dair defaatle yapılan heterojen yorumlamalar en önemli noktalarda benzer özellikler göstermektedir”(299). O halde kuramlar Zima’ya göre, başlangıçtaki amaçlarına yani “nesnellik” ve “genellik” amaçlarına yalnızca akılcı ve somut bir şekilde ulaşmayı bırakmalı, aynı zamanda “heterojenlik”ler ve özel durumlar arasında da diyaloga açık olmalıdırlar. Bu tutum Zima’nın ideoloji tanımıyla uygunluk gösterir. “İdeoloji belli bir gruba ait dil veya sosyallikte meydana getirilen bir söylemdir. Bu söylem semantik dichtomyler tarafından idare edilir; baş kahraman/ düşman kişi gibi anlatı tekniklerinin bir mukabilidir. İdeolojinin öznesi semantik veya sentaktik süreçlerin yansıtılmasıyla veya hazırlanmasıyla oluşturulmuş bir özne olmadığı gibi, onların açıkça tartışılmalarıyla meydana getirilmiş bir özne de değildir. İdeoloji söylemi, sadece doğru ve doğal örneklerdeki söylem gibi düşünülür. Bu bakımdan ideoloji kendisinin aktüel ve potansiyel göndergeleriyle tekyanlı olarak tanımlanan bir söylemdir”(290). Zima ideoloji tanımında da Proust örneğinde de sanki ideolojileri aşmanın gerekliliğini düşünüyor ve gelişebilecek yeni bir edebiyat kuramının,estetik görüşün ancak bu yeni konumdan sonra oluşabileceğini ifade ediyor. Bu yüzden ideolojilerin tek yanlılığını aşmanın, diyalog ve anlamlandırma düzeylerini olabildiğince farklı açılardan görmeyle ilişkili olabileceği noktasına varıyor. Zima’nın bu gösterdiği nokta ona sorulması tek anlamlı soruyu, “ama nasıl?” sorusunu akla getiriyor. Artık kitabın içeriği hakkında değil ama genel olarak çevirisi ve kitabın editoryal hataları üzerinde de durulması gerekiyor. Kitaptaki hataları şöylece sıralayacak olursak; i) Kitapta adı geçen yazarların isimlerinin yazılışları bir çok kez yanlış olarak dizilmiş, hatta kavram ve sözcüklerin de. Bir sayfada Troçkij bir başka sayfa da Troçki ismi görülüyor. ii) Kitapta adı geçen akımların Türkçe karşılıklarında da bir miktar problem var. Örneğin bir paragrafta “Formalizm” bir kaç paragraf sonra ise “Biçimcilik” kavramı kullanılıyor, bu eğer bir dikkatsizlik değilse bu kavramların karşıladığı akımların anlamları farklı olmalı. Ayrıca “maddileşme” kavramı neyi karşılıyor, “metalaşma”yı mı, bu merak konusu, çünkü çevirmen bu iki kavramı nasıl oluyor da özdeş görebiliyor. Kitapta kim bilir böyle kaç tane anlamını karşılamayan kavram var sorusu akla geliyor. iii) Bir diğer hata ki bu diğerlerine göre daha önemli olanı söz dizim hatası: “Sözde Frankfurt Okulunun geliştirdiği eleştirel teori…”(127). Frankfurt Okulu ve onun geliştirdiği eleştirel teori “sözde” olan bir şey değildir, onlar birer olgudur. Sanırım doğru söz dizim şöyle olacak: “Frankfurt Okulunun geliştirdiği sözde eleştirel teori…” Genel olarak bu kitabı çevirmek, Türkçe okurunun bu kitaba ulaşmasını sağlamış olmak çok olumlu bir çaba. Fakat gerçekten kitapta hiçbir şekilde çeviri sonrası düzeltme, kontrol yapılmamış ya da yapılmışsa çok kötü bir şekilde yapılmış. Oysa ki ortaya konan emek böyle yapıldığında değerlendirilmiş olmuyor tam tersine değersizleştirilmiş oluyor. Sadece sorun bu kitap açısından dizgi ya da düzelti sorunu gibi de görünmüyor. Çevirmenin kullandığı dilin ideolojik içeriği (muhteviyatı!) Türkçe okurunu; kitabın hedef okur kitlesini kitaptan uzaklaştırıyor. Denebilir ki mesela yerine örnek deseydik daha özenli bir çeviri dilimi tutturmuş olurduk, okur olarak cevabım evet olurdu. Çünkü kuramsal bir kitabı okumanın zorluğu bilinse de müptelası olunmayan bir dil kullanımı, okumayı zorlaştırır, çevirmenin ifadesiyle mesafelendirir. Bu mesafe bir süre sonra tesir altında bırakarak okuyucuyu, yorar. İşte tamda bu yüzden, tercümanın da münasip göreceği üzere okuma faaliyetinin amacı ortadan kalkar, idrak edilmeden kalır! Yani kıssadan hisse bu tercümenin dili gözden geçirilmeli! Genbilim | |
|
Etiketler |
edebiyat, felsefesi, modern, teorilerinin |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Yeni Çağ Felsefesi: Bilim Felsefesinde Modern Bilim Anlayışı Nedir? Ne Değildir? | Kalemzede | Felsefe | 0 | 29 Aralık 2021 21:23 |
Orta Çağ Felsefesi: Din Felsefesi Nedir? Ne Değildir? Din Felsefesi A-Z Her Şey | Kalemzede | Felsefe | 0 | 26 Aralık 2021 18:16 |
Modern Çağ Felsefesi | Elysian | Felsefe | 0 | 04 Temmuz 2014 21:49 |