10 Ekim 2011, 23:06 | #1 | |
Çevrimiçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Diyalektiğe Karşı Önyargı Modern bilim, Engels’in “son tahlilde, doğa diyalektik olarak işler” şeklindeki iddiasını bütünüyle doğrulayan bir malzeme bolluğu sunmaktadır. Engels’in ölümünden bu yana geçen yüz yılda bilimin keşifleri bu görüşü bütünüyle doğrulamaktadır. Şöyle yazmıştı Engels: Doğayı, insanlık tarihini ya da kendi entelektüel faaliyetimizi derinlemesine düşündüğümüzde, gördüğümüz ilk manzara, sonu gelmez bir ilişkiler ve etkileşimler labirentidir, burada hiçbir şey, olduğu gibi, olduğu yerde ve olduğu şekliyle kalmaz, her şey hareket eder, değişir, varolur ve varlığı sona erer... Dünyanın bu ilkel, naif, ama yine de özünde doğru kavranışı antik Yunan felsefesinin kavrayışıydı ve ilk olarak Herakleitos tarafından açıkça formüle edilmişti: her şey hem kendisidir hem de değildir, çünkü her şey bir akış halindedir, sürekli olarak değişir, sürekli olarak oluş ve yok oluş halindedir. Bunu Hoffmann’dan bir başka pasajla karşılaştıralım: Kuantum dünyasında, parçacıklar ardı arkası kesilmez biçimde bir görünür bir kaybolurlar. Boş uzay olarak düşündüğümüz şey, hiçbir yerden çıkagelen ve neredeyse doğar doğmaz gözden kaybolan fotonlarla, gelip geçici elektron-proton çiftleri yaratmak üzere muazzam bir okyanustan kısacık zamanlar için köpükler çıkartarak çıkagelen elektronlarla ve bu karmaşaya katılan çeşitli diğer parçacıklarla kaynayan, dalgalanan bir hiçliktir. Kaos ve karmaşıklık teorisinin ortaya çıkışı, geçmişin aptallaştırıcı indirgemeciliğine karşı memnuniyet verici bir tepkiyi dile getirir. Yine de Hegel, Marx ve Engels’in ön açıcı çalışmalarına çok az dikkat sarf edilmiştir. Bu şaşırtıcı gerçek büyük ölçüde diyalektiğe karşı çok yaygın önyargıyla açıklanmalıdır. Bu önyargı kısmen Hegel’in ölümünden sonra idealist ekol tarafından diyalektiğin mistik bir tarzda sunulmasına bir tepki olarak, ama esasen diyalektiğin Marksizmle bağlantısı nedeniyle gelişmiştir. Hegel’in diyalektiği “devrimin cebiri” olarak betimlenmişti. Eğer nicelik ve nitelik yasası kimya ve fizik için geçerli kabul edilirse, bir sonraki adım, bu yasayı, statükonun savunucuları açısından en bedbaht sonuçlarıyla birlikte mevcut topluma uygulamak olabilirdi. Marx ve Engels’in bilimsel eserleri, onların genel olarak devrimci tarih teorilerinden (tarihsel materyalizm) ve kapitalizmin çelişkilerini tahlil edişlerinden ayrılamaz. Bunlar besbelli ki, ekonomik ve politik iktidar tekeline sahip olanlar ve yalnızca gazeteleri ya da televizyon şirketlerini kontrol etmekle kalmayıp aynı zamanda üniversitelerin, araştırma projelerinin ve akademik kariyerlerin kaderini belirleyen para keselerini ellerinin altında tutanlar için çok popüler değildir. Diyalektik materyalizmin, Marx ve Engels’ten tek bir satır bile okumamış insanlar tarafından bilimsel olmayan bir totem olarak reddedilmesi hariç, sistematik bir sessizlikle geçiştirilen bir tabu olması şaşırtıcı mıdır? Elbette bir avuç cesur ruhlu insanın Marksizmin bilim felsefesine katkısı sorununu ortaya attığı doğrudur, ama bu değinmeler bile, genellikle diyalektiğin belli bir bilim alanında geçerli olabileceğini ama genel bir önerme olarak kabul edilemeyeceğini göstermeyi amaçlayan her türlü şerhle sımsıkı kuşatılmış olarak dile getirilmektedir. Bugünlerde değişim, evrim düşüncesi popüler bilince derinlemesine nüfuz etmiştir. Ama evrim genel olarak, yavaş, tedrici, kesintisiz bir süreç olarak anlaşılmaktadır. Troçki’nin belirttiği gibi, “Hegel’in mantığı evrim mantığıdır. Ancak unutulmamalıdır ki, «evrim» kavramının kendisi üniversite profesörleri ve liberal yazarlar tarafından barışçıl bir «ilerleme» anlamına gelecek şekilde bütünüyle saptırılmış ve hadım edilmiştir.” Politikada bu yaygın önyargı kendi ifadesini reformist tedricilik teorisinde, yani bugün dünden daha iyidir, yarın da bugünden daha iyi olacaktır anlayışında bulur. Ne çare ki, genel olarak insanlık tarihi ve özel olarak da 20. yüzyıl tarihi toplumsal sürecin bu yatıştırıcı görüşünün savunucularına pek de rahat yüzü göstermiyor. Tarih uzun tedrici değişim dönemlerine tanıklık etmiştir, fakat bu hiçbir şekilde sürekli ve engebesiz bir süreç değildir. Bu süreç her türlü patlamalarla ve felâketlerle kesintiye uğrar: savaşlar, ekonomik bunalımlar, devrimler ve karşı-devrimler. Bunu reddetmek, herkesin doğru bildiği bir şeyi reddetmektir. Öyleyse bu olguları ne gözle göreceğiz? Kolektif çılgınlığın ani, anlaşılmaz patlamaları olarak mı? Tedrici “normdan” arızi “sapmalar” olarak mı? Yoksa bunlar, tersine, toplumsal gelişim sürecinin kopmaz bir parçası olarak; tesadüfler değil, tedrici olarak gelişen ve toplum içinde gözle görülmeyen ve tıpkı yerkabuğundaki fay hatlarında biriken basınçların bir depremle sonuçlanması gibi eninde sonunda kendilerini yüzeye vurmak zorunda olan gerilim ve streslerin zorunlu sonucu olarak mı görülmeli? Tıpkı Versailles sarayının bahçıvanlarının, şu kaba doğaya klasik geometrinin kurallarını dayatması gibi, doğadan çelişkileri uzaklaştırmaya, onun çıkıntılarını törpülemeye, ona biçimsel mantığın derli toplu kurallarını dayatmaya dönük her girişim başarısızlığa mahkûmdur. Böylesi çabalar belki sinirler üzerinde yatıştırıcı bir etkiye sahip olabilirler, ama gerçek dünyanın kavranması noktasına ulaşmak için baştan aşağı yararsız olduklarını kanıtlayacaklardır. Ve canlı ve cansız doğa için doğru olan şey, tersini kanıtlamaya dönük inatçı çabalara rağmen, bizzat insan toplumunun tarihi için de doğrudur. Toplumun tarihi de aynı eğilimleri açığa vurur: gelişmeyi güdüleyen içsel çelişkiler; farklı sosyoekonomik sistemlerin ortaya çıkışı ve yok oluşu; her büyük tarihsel gelişim kavşağında bekleyen ani ayaklanmalarla, savaşlar ve devrimlerle noktalanan uzun tedrici “evrimsel” değişim dönemleri. Böylesi çarpıcı olgulara, sözümona evrimci “norm”dan arızi, geçici ve talihsiz sapmalar olarak yalnızca omuz mu silkmek gerekir? Yoksa bunlar insanoğlunun ruhuna işlemiş kötülüğün ya da aptallığın reddedilmez kanıtı mıdır? Eğer durum buysa, o takdirde insanlığın gelişiminin akılcı bir kavrayışına ulaşmaya dönük tüm çabalar bir tarafa bırakılmalıdır. Öyleyse, Roma İmparatorluğunun Gerileyişi ve Çöküşü adlı kitabın yazarı olan Edward Gibbon’un, tarihi, “insanlığın suçlarının, budalalıklarının ve talihsizliklerinin kayıt defterinden fazla bir şey değildir” şeklinde tanımlamasını tekrarlamak zorunda kalırız. Fakat eğer kararlı bir şekilde inandığımız gibi, insanlık tarihi doğanın her yanında gözlediğimiz aynı diyalektik yasalara göre ilerliyorsa (ve insan soyu gelişmenin nesnel yasalarından neden bütünüyle muaf olma istisnai “ayrıcalığına” sahip olma hakkını talep etmek zorunda olsun?), o takdirde insanlık tarihinin yapısı ilk kez bir anlam kazanmaya başlar. Bu tarih açıklanabilir. Hatta bu tarih (karmaşık olguların öngörülmesi, basit lineer süreçler içeren olgularınki kadar düz bir şekilde olmasa bile) belli sınırlar dahilinde önceden kestirilebilir. Bu tıpkı bir depremin ya da hava durumunun önceden kestirilmesine uygulanabildiği kadar, toplumun hareketinin önceden tahmin edilmesine de uygulanabilir. Hiç kimse Los Angeles şehrinin kesin olarak ne zaman feci bir depremin kurbanı olacağını söyleyemez, ancak mutlak bir kesinlikle böylesi bir şeyin bir gün olacağı tahmin edilebilir. Diyalektiğin geçerliliğini inkâr etmeye dönük en gayretkeş çabalara rağmen, o, en kararlı kara çalmalardan her zaman öcünü almaktadır. Muhafazakâr jeoloji çevreleri, bir zamanlar kibarca gülüp geçtikleri bir gerçeği, kıtaların kaydıklarını, doğduklarını ve öldüklerini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Biyologlar, evrimi tedrici, kesintisiz bir uyum süreci olarak gören eski fikirlerinin tek taraflı ve yanlış olduğunu; evrimin felâketli nitel sıçramalar aracılığıyla gerçekleştiğini, bu sıçramalarda ölümün (neslin tükenişi) doğumun (yeni türler) önkoşulu haline geldiğini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Her dönemeç noktasında, doğa bilimleri tarafından sağlanan malzeme bolluğu, bilimcileri diyalektik sonuçları benimsemeye zorlar. Ne var ki hemen ardından, böylesi düşüncelerin potansiyel olarak “devleti yıkıcı” etkilerinin farkına varmaktan fevkalâde rahatsız olurlar. Bu noktada, ayak izlerini silmek amacıyla her türlü mahcup yalanlama ve manevraya başvurmakta birbirleriyle yarış etmeye başlarlar. En sık başvurulan kaytarma yolu, genel olarak felsefeye dair cehaletten dem vurmaktır. Oscar Wilde’ın “ismini söylemeye cesaret edemeyen aşkı” gibi, güneşin altındaki her şey hakkında güzel laflar eden bu yazarlar da, diyalektik materyalizm sözcüklerini telaffuz etmekten büsbütün acizdirler. En iyi durumda, aslında diyalektik materyalizmin kendi dar uzmanlık alanlarında geçerli olduğunu, ama bilimin çok daha geniş alanlarına ya da (Allah göstermesin!) genel olarak topluma hiçbir şekilde uygulanamayacağını söyler dururlar. Diyalektik bir konuma oldukça yaklaşan kaos teorisinin geliştiricilerinin bile Marksizm hakkında tam bir bilgi yoksunluğu sergilemeleri şaşırtıcıdır. Ian Stewart ve Tim Poston bu nedenle Analog’da (Kasım 1981) şu satırları yazabilmişlerdi: Demek ki, meselâ Marx’ın kendi tarih yasalarını model olarak üzerine oturtmaya çalıştığı “fiziğin acımasız yasaları” gerçekte hiç mevcut olmadı. Newton’un üç adet topun davranışını önceden kestiremediği yerde, Marx üç insanın davranışını önceden kestirebilir miydi? Büyük sayıda parçacıklar ya da insanlar topluluğunun davranışlarındaki her düzenlilik istatistiksel olmak zorundadır ve bunun çok farklı bir felsefi tadı vardır. Bu tamamen hedef şaşırtmaktır. Marx hiçbir şekilde kendi tarih modelini fizik yasalarına dayandırmadı. Toplumsal gelişmenin yasaları bizzat toplumun titiz bir incelenişinden türetilmelidir. Marx ve Engels tüm hayatlarını, Kapital’in üç cildinin yüzeysel bir gözden geçirilişinin bile kolayca açığa çıkaracağı gibi, dikkatlice seçilmiş muazzam miktarda ampirik verilere dayanan bir çalışmaya adadılar. Yeri gelmişken söyleyelim, hem Marx hem de Engels, genel olarak mekanik determinizme özel olarak da Newton’unkine son derece eleştirel yaklaşmışlardı. Marx’ın yöntemiyle Newton ve Laplace’ın yöntemi arasında şu ya da bu şekilde paralellik kurma çabasının en küçük bir dayanağı bile yoktur. Kaos ve karmaşıklık teorisi, mevcut toplumun değerlendirilişine ne kadar yaklaşırsa, kapitalizmin çelişkilerinin kavranılışına ulaşma potansiyeli de o kadar artar. Fakat Birleşik Devletler’de, ideal olan azami kişisel özgürlüktür, ya da (Brian) Arthur’un ifade ettiği şekliyle, “bırakalım herkes kendi John Wayne’i olsun ve kendi silahlarıyla etrafta gezinsin”. Bu idealin ne kadar büyük bir kısmı pratikte tehdit altında olursa olsun, hâlâ efsanevi bir gücü elinde tutmaktadır. Ancak artan kazançlar bu efsanenin kalbini parçalıyorlar. Eğer az riskli olaylar sizi birkaç olası sonuçtan herhangi birine kilitleyebiliyorsa, o zaman gerçekte seçilen sonuç en iyisi olmayabilir. Ve bunun da anlamı, azami kişisel özgürlüğün –ve serbest piyasanın– tüm olası dünyaların en iyisini üretmeyebileceğidir. Demek ki artan kazançları savunmakla Arthur masum bir şekilde bir mayın tarlasına basmış oluyor. (Brian Arthur bir iktisatçı ve karmaşıklığın teorisyenlerinden biridir.) Evrimci teori akımına önemli bir katkıda bulunmuş olan Stephen Jay Gould, kendisinin “kesintili denge” teorisiyle diyalektik materyalizm arasındaki paralellikleri açıkça kavramış bulunan birkaç Batılı bilimciden biridir. Panda’nın Başparmağı adlı kitabında şunları söylüyor: Eğer tedricilik doğanın bir olgusu olmaktan çok Batı düşüncesinin bir ürünüyse, o takdirde bizim kısıtlayıcı önyargılar âlemini genişletmek için, alternatif değişim felsefeleri düşünmemiz gerekir. Örneğin Sovyetler Birliği’nde bilimciler çok farklı bir değişim felsefesiyle eğitilirler: Hegel felsefesinden alınarak Engels tarafından yeniden formüle edilen diyalektik yasalar. Diyalektik yasalar açıkça kesintilidirler. Meselâ “niceliğin niteliğe dönüşümü”nden bahsederler. Bu belki bir put gibi algılanabilir, ama değişimlerin yavaş bir stres birikimini takiben büyük bir sıçrama içerisinde gerçekleştiğini, yani bir sistemin kırılma noktasına ulaşıncaya kadar dayandığı fikrini ileri sürer. Suyu ısıtırsanız eninde sonunda kaynar. İşçileri giderek daha fazla ezerseniz bir devrime yol açarsınız. Eldredge ve ben, Rus paleontologlarının bizim kesintili dengemize benzer bir modeli desteklediklerini öğrendiğimizde büyülenmiştik. Her şeyden önce paleontoloji ve antropoloji, statükoyu savunanlar açısından potansiyel olarak tehlikeli politik anlamları olan tarihsel ve toplumsal bilimlerden çok ince bir çizgiyle ayrılmıştır. Engels’in işaret ettiği gibi, bu bilimler toplumsal bilimlere ne kadar yaklaşırlarsa, o kadar az objektif ve o kadar fazla gerici hale geliyorlar. Bu nedenle ihtiyatlılığına rağmen Stephen Gould’un diyalektik bir bakış açısına çok yaklaşmış olması umut vericidir: Yine de, kesintililik bakış açısının, biyolojik ve jeolojik değişimi, rakiplerinden çok daha doğru ve gerçeklikle çok daha örtüşen bir biçimde resmettiğinin kanıtlanabileceğine olan kişisel inancımı itiraf edeceğim; yalnızca kararlı bir durumdaki karmaşık sistemlerin hem yaygın hem de değişime son derece dirençli olmalarından ötürü olsa bile. Geçen yüzyılda, Marx ironik bir biçimde, doğa bilimcilerin çoğunun “utangaç materyalistler” olduklarına işaret etmişti. 20. yüzyılın son yarsında hâlâ büyük bir paradoks yaşıyoruz. Marx’ın ya da Hegel’in tek bir kelimesini bile okumayan bilimciler, bağımsız bir şekilde, diyalektik materyalizmin birçok düşüncesine kendiliklerinden ulaşmışlardır. Yürekten inanıyoruz ki, bilimin gelecekteki gelişimi diyalektik yöntemin önemini doğrulayacak ve buna öncülük edenler eninde sonunda mahrum edildikleri itibara kavuşacaklardır. | |
|
Etiketler |
diyalektiğe, karşı, Önyargı |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Gurur ve Önyargı - Jane Austen | Sarya | Ne Okumalıyım? | 0 | 22 Ocak 2021 17:55 |
Gelincik (Önyargı) | Vesaire | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 0 | 18 Aralık 2014 09:21 |
Gelincik (Önyargı) | Erzincan-Kemahlı | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 0 | 08 Nisan 2010 09:14 |
Önyargı | Erva | Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler | 3 | 15 Ağustos 2005 12:41 |