IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  sohbet odaları

>
+
Etiketlenen Kullanıcılar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 20 Eylül 2011, 01:30   #1
Çevrimiçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Walter Schulz:"Çağdaş Felsefede Kaygı Sorunu"




Kaygı sorunu çok değişik bakış açılarından incelenebilir. Dahası böyle inceleme zorunluluğu da var. Felsefi açı bunlardan yalnızca biridir. Felsefi açının en önemli ve temel noktayı oluşturduğunu iddia etmiyorum. Bir tıp adamının bir toplumbilimcinin ya da bir siyaset adamının kaygının somut ve gerçek sorunları hakkında bir düşünürden daha fazla şey söyleyebilecekleri kesindir. Felsefi yaklaşım zorunlu olarak genel bakış açısı içinde durur ve somutu ortadan kaldırmaya çalışır. Öte yandan felsefi yaklaşımın geri dönerek somutu ne kadar etkileyeceği de önceden kestirilemiyor. İşte bu nedenle çeşitli bilim dalları karşılıklı konuşmalarla bunu ortaya çıkarmaya çalışacaklardır.
Kierkegaard'ın Kaygı Kavramı adlı yapıtındaki korku ve kaygı ayrımından yola çıkacağım. Bu ayrım şöyledir: Korku belirli bir şeye yönelmiştir; nesneye bağlıdır. Kaygı ise hep belirsizdir; herhangi bir yönelimi olan bir "duygu" değil nesnesi olmayan bir "ruhsal durum" dur. Korku ile kaygı arasındaki bu ayrım dilsel ve psikolojik açıdan gerçekten sorunlu olabilir. Fakat ben sorunu yorum bilgisi (hermeneutik) açısından ele almak istiyorum. Çünkü tarihsel ilişkilerin ortaya konması açısından bu açıklama biçimi özellikle aydınlatıcı olabilir. Heidegger bu ayrımı Kierkegaard'dan devralmıştır. Ayrıca aynı ayrım Jaspers'de de karşımıza çıkar. O da şöyle der: "Korku belli bir şeye yönelmiştir kaygının ise nesnesi yoktur."
Korku ve kaygının bu ayrımından yola çıktığımızda şununla karşılaşırız: Özellikle Yunanlılar tarafından benimsenen klasik-antik düşünce korku görüngülerini tema edinirken kaygı görüngülerini hiç dikkate almamıştır. Korku insanın düşmanı tarafından yok edileceği ya da en azından zarar verileceği duygusundan kaynaklanır. Bu insan olmanın bir parçasıdır çünkü insan Tanrı'dan farklı olarak tehlikelerle dolu bir hayat sürdürmektedir. Korku duygusunun anlatımı Platon'da açık seçik görülmektedir. İnsan korkuyu ancak cesur olmakla yenebilir. O halde korku ahlaki bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Korku nesneye bağlı olduğundan aşağı yukarı neden korktuğumuzu bilip onu yenecek cesareti göstermemiz gerekmektedir. Bu yüzden bir hayvan "atak" olabilir ama bir ahlaki bilinç olarak cesarete ulaşamaz. Korku Yunanlılar'da hiçbir zaman nedeni belirsiz bir Dünya kaygısına dönüşmemiştir. Yunan felsefesine göre dünya bütünlüğü bir düzendir ve bu kozmos "İyi" tarafından yönlendirilmektedir. Stoacılara dek gelen ve dünyaya güveni esas alan bu tavır belirsiz bir dünya korkusunun da sürmesini sağlamıştır. Bu temel yaklaşım biçimi tarihsel örneklerle açıklanabilir. Tek bir kişinin yazgısı söz konusu olduğunda sözgelimi Sokrates'in ölüme mahkûm edilişi ya da —daha geç antik dönemi düşünelim— Seneca'nın Neron tarafından yok edilişi gene salt tek bir kişinin yazgısı olarak karşımıza çıkar. Ama temel düzen kişisel yazgıyı silip süpürür. Bu durum Seneca'nın avutucu yazılarında açıkça okunmaktadır. Yazgısından korkuya kapıldığında şöyle avutur kendisini: "Bu korkuyu aşarak bakışımı büyük kozmik düzene çeviriyorum."
Dünya-kaygısının temeli tarihte ilk kez antik dönemin sonunda inanç çağının doğuşu ile Hıristiyanlığın ilk yıllarında atılır. Yeryüzü Tanrı tarafından reddedilmiş bir yerdir; üzerinde düşmanımsı şeytansı ve karanlık güçlerin egemenliği hüküm sürmektedir. Felsefe açısından önemli olan artık —burada Heidegger'in bir terimini kullanmama izin verilirse— "Dünyanın-İçinde-Olmak" olgusunun tek başına kaygı doğuruyor olmasıdır. Yuhanna İncili'nde ise şöyle denir: "Dünya'da kaygınız vardır ama tasalanmayın çünkü ben Dünya'yı aştım." Lütfen ilk sözcüklere dikkat edin. "Dünya'da kaygınız vardır." Görüldüğü gibi dünyadaki varlığımız kaygının temeli olmaktadır.
Dünyaya yaklaşım biçimindeki bu kökten dönüşümün çeşitli nedenlerini ele alamayacağım. Bunlar kısmen siyasal ve toplumsal nedenlerdir: İnsan kendini İmperium Romanum'da [Roma İmparatorluğu] Yunan polis'indeki kadar güven içinde duymaz. Bu gerçeğin bir kez daha altını çiziyorum: Batı düşüncesinde ilk kez bu çağda garip bir şekilde belirsiz ve nesnesiz bir kaygılanma görüngüsü ortaya çıkmıştır.
Bu kaygı Hıristiyanlığın önkoşuludur. Yeni Ahit anlayışında İsa'nın inancı sayesinde bu Dünya'yı aşacağı ve böylelikle Dünya-kaygısı'ndan kurtulacağı savunulur. Temelde dünyaya yabancı olan Hıristiyan yine de belli bir özgürlük çerçevesinde dünyaya bağlanmakta orada etkin olmakta ve ona güvenmektedir. Çünkü Dünya düşkün bile olsa Tanrı tarafından yaratılmıştır ve Tanrı'nın koruması altındadır. Bu iki yönseme daha sonraki gelişmeleri belirler. Dünya'ya bağlanma yönsemesinin etkisi çok yönlüdür. Ben yalnızca bunlardan ikisini açıklayacağım. Kilise Devlet ile birleşerek bu ve öteki Dünya'daki egemenliğini Tanrı tarafından onaylanmış bir düzen olarak belirler. İkincisi de çok önemlidir. Kozmik düzenden yola çıkan Yunan düşüncesinin biçimi Hıristiyan inancını büyük çapta biçimlendirir. Bunun sonucunda Dünya görünmez Tanrı'nın kendini görünür hale getirdiği bir Dünya olur çıkar. Bununla beraber Dünya'ya olan bu göreceli eğilim ortaçağ insanının kaygısını ortadan kaldıramaz. Tam tersine bu kaygının biçimlerine boyun eğmek insanların temel görevi haline gelir. Özellikle rahiplerin tutulduğu garip bir hastalık vardır: Acedia. Bu konuda bana verdiği bilgiden dolayı Tübingenli Tıp Tarihi uzmanı Bay Brunn'a teşekkürü borç biliyorum. Bu hastalık tam anlamıyla kaygı demektir. Toplumsal olarak bunun nedeni rahiplerin herhangi bir işte çalışmamalarında boş durmalarında yatar. Rahipler ya herhangi bir iş yapmayacaklardı ya da bir iş yapmaları için izin verildiğinde bu işte bir anlam aramayacaklardı. O döneme ilişkin metinlerde yer alan bilgiler hastaların huzursuz bir biçimde kaygı içinde sağa sola koşuşturduklarından söz ediyor. Hastalar olağanüstü bitkin ve melankoliktirler çünkü hesabını vermek zorunda oldukları bir günah içinde olduklarını düşünmektedirler. Burada diğer bir konunun da altını çizmek istiyorum. O dönemde kötü ve karanlık güçlerin varlığına gerçekten inanılıyordu. Ortaçağ katedrallerindeki yarı hayvan yarı insan şeklindeki ucube heykellerinin bu korkunçluğu nasıl dile getirdiğini düşünün. Ayrıca varlığı büyük bunalımlara yol açan Ölüm ve Cehennem kaygısına da dikkatinizi çekerim. İnsanlar bu Dünya'da ve bu Dünya'ya karşı yaptıklarından dolayı öteki Dünya'ya giderken hesap verecekleri inancındadırlar. Bu kaygı Tanrı'nın merhametiyle insanlara öteki Dünya'da vereceği sonsuz mutluluklarla giderilebilir ancak.
Yeniçağın başlangıcında bu Hıristiyan bilinci geri planda kalmıştı. Dünya'ya karşı yeni ve o güne dek bilinmeyen bir güven doğmuştu. Dünya akıllıların anlayabileceği bir düzendi. Yani açıkça belirtmek gerekirse: akılcı yolla anlaşılabilirdi ancak. Genel bilince şekil veren Descartes ve Galilei'den başlayarak Alman idealizmine dek uzanan bu temel inanıştı. Tarihin gelişim süreci içinde aklın günden güne ön plana çıktığına inanılıyordu. Aydınlanma bu karanlık inançların günden güne çöküşünü hızlandırıp tarihin sürecinde her zaman olagelmiş kurallarla ilerlemeye olan güvenci güçlendiriyordu. Hegel'in spekülatif felsefesinde bu Dünya-aklı düşüncesi zafer kazanıyordu. Hegel şöyle diyordu:
"Gerçek olan akılcı
Akılcı olan da gerçektir."

Tarihsel gelişimin süreçleriyle ilgili Hegel'e dek uzanan bu çizgiye dikkat çekmek bana gerekli göründü çünkü kaygının 19. yüzyılda ve günümüzde oluşturduğu sorunun ancak bu şekilde açıklanabileceğini düşündüm. 19. yüzyılda Hegel'in ölümüyle başlayan değişimin esası dünyanın akıl üzerine kurulduğunun asılsız olduğu düşüncesinin ortaya çıkmasında yatar. 19. yüzyıl bilimin özellikle doğabilimlerinin ve tekniğin zaferinin doruk noktasına ulaştığı bir dönemdi. Ama bu duygular yine de güvensizlik duygusunun ortaya çıkmasını engelleyemedi. Bunun nedenini çok yönlü incelemek gerekir. Başlayan endüstrileşmeyle birlikte oluşan siyasal ve toplumsal sorunlar ve bunların beraberinde getirdiği son derece somut yaşam kaygısının artışı da hep göz önünde tutulması gereken şeylerdir. Burada yalnızca felsefenin bu güvensizlik duygusunu nasıl ele aldığına dair birkaç açıklama yapmakla yetineceğim. Önce Schelling'den söz etmek istiyorum.
Schelling'in son döneminde dünyaya olan güvensizlik iyice ortaya çıkar. Schelling dünyanın önemli bazı yerlerinde akılcı ve mantıksal açıklamalar yapmanın olanaksız olduğunu tam tersine her şeyin akıldışı ve anlamsız olduğunu keşfeder. Bunun nedeni de insanın kendisini anlayamaz duruma gelmiş olmasıdır: "İnsanın ve yaptıklarının dünyayı anlaşılır kılacağı şöyle dursun daha insanın kendisi anlaşılamaz bir yaratık. Bu da beni zorunlu olarak varolmanın uğursuz bir şey olduğu ve bunun da eski çağlarda ve günümüzde acılı haykırışlarla kendini belli ettiği düşüncesine itiyor." Bu sözün ruhsal açıdan bu denli önemli olmasının altında felsefede ilk kez doğanın insan düşüncesi tarafından açık olarak ele alınamayacağı düşüncesinin ortaya çıkması yatar. Doğa kendi başına bir kargaşa düzensiz bir zorlama yani "kör bir irade" olarak görülüyor. Bu belirleme önemlidir ve değişimin göstergesidir. Kant için ise irade pratik akıl ile özdeştir ve bu aklın derinlerinde de güdüler yatar. İrade sadece içgüdüsel katmanlarla özdeşleştirilmekle kalmaz tek başına da büyük bir güç haline gelir. Bu kavram Schopenhauer'de açık seçik görülür; Nietzsche ise iradeyi tanımlarken "Güçlü Olma İradesi" deyimini kullanır. Bu yaklaşım günümüzde de önemli bir rol oynamaktadır. Öte yandan Freud ile Scheller'i göz önüne alalım. Scheller bu güdülerin alt katmalarını hayatta en güçlü öğeler olarak görmüş ve Tin'in kendi başına bir yaptırım gücü olmadığını iddia etmiştir.
Tin ile güdünün yer değiştirmesi Schelling'in son döneminde ortaya çıkar. Schelling bu doğal ve karanlık gücün insanlar için en az Tin kadar gerekli olduğunu vurgular. Her iki öğenin birlikteliğe ulaşması zorunluluğundan söz eden Schelling bu iki öğeden birinin insan üzerinde egemen olması halinde o insanın yok olacağını ileri sürer. Bir insanın içinde doğal Güç'ün serbest bırakılmasının şartlar ne olursa olsun o insanı çılgınlığa ya da intihara dek sürükleyebileceğini iddia eder. Tin'in egemenliği durumunda ise o insan tüm canlılığını yitirip solarak çürüyecektir. Tanrı ise Doğa ve Tin'in birlikteliğidir. Fakat insan —Schelling burada Hıristiyan öğretisini izler— Tanrı'ya yüz çevirerek bu birlikteliği yok etmiş ve hem kendini hem de tüm Kâinatı bir kargaşaya sürüklemiştir. Kuralsızlık ve Biçimsizlik geçerlilik kazanmış; uyumsuzluk bütün bağlantıların çözülüşüne değin varmıştır. Organizma —Schelling'in ilk yıllarında düzenli bir bütünlüğün en eski örneğini oluşturacak denli önemliydi — şimdi yalnızca hastalık ve ölüm açısından değerlendiriliyordu. Schelling insanın yapısını egoistliğe olan eğiliminin yani kötüyü sevmesinin belirlediğini açıklar. İyi olan der Schelling insanlar için ben'inden kurtulmaktır bu da özgürlüktür ve insan ancak bu yolla kendini Dünya'ya ve diğer insanlara açabilir. Buna karşılık Kötü ise kişinin kendi içine kapanıp radikal bir biçimde ilişki kurmak istemeyişidir. Bu Kötü de kendine özgü bir hazzı içermektedir. Egoistlik sonucu kendini her şeyden koparan insan kargaşaya özlem duyar. Ama insan aynı zamanda somut olarak bütün düzenlerin kökenine geri gidip biçimleştirilmiş her şeyi yok etmek zevkine varmak istemektedir. Schelling şöyle der: "Bu zevk insanın sanki uçurumun kenarındaymışcasına başının dönmesine neden olurken gizemli bir ses de onu aşağı çağırmaktadır." Schelling'in aynı zamanda yaşamın kaygısı olarak belirlediği bu haz üzerine söyledikleri yer yer zor anlaşılmaktadır ve Jakob Boehme'nin mistik anlayışının karanlık ifadelerine bürünmüştür. Fakat şurası gerçek ki olayları dâhiyane bir şekilde derinliğine kavrayışı Nietzsche ve Freud'u çok etkilemiştir. Ben yalnızca yaşam kaygısı ile kendini yok etmekten duyduğu zevk ve vahşeti nasıl birbirine bağıntılı olarak incelediğini anlatmak istiyorum. Vahşet der Schelling ruhun doğal zevk ve doğal şehveti ortadan kaldıran bir sapıklığıdır. Yıkıp yok etmeye duyulan arzu haline gelen Kötü serbest bırakılır ve bundan var olduğu şekilde zevk alınır. Fakat bunun arkasında da son bir kaygı yatar. Bu da şudur: İnsanlarda varoluşlarının gerçek nedeni olan bir Güç vardır. Bu Güç ahlaki anlamda ilkin çifte anlamlıdır. Bu Güç serbest bırakılıp istediklerini yapabildiğinde her türlü düzen ve sistemi yok edebilecek güçtedir. Schelling işte buradan Mitler Dünyası'na bir geçiş yolu bulur. Yorumu şaşılacak derecede günceldir. Mit'lerin anlattığı Güç'ler sanki dışarıdan geliyormuş gibidir ama aslında bunlar insanın serbest bırakmış olduğu kendi olanaklarıdır. Schelling'den bu kadar söz etmeyi yeterli görüyorum ve bu konudaki en önemli noktaya değinmek istiyorum: Bu görüş Dünya'nın mutlak olarak akla uygunluğuna duyulan Kuşku ile ortaya çıkmıştır. Bu akıldışı ve içgüdüsel olanın akıl yoluyla anlaşılabilir olmayan şeyler olarak keşfiyle içiçe girer. Ama esas önemli olan nokta şudur: İnsan karşı koyamadığı bu karanlık-kargaşanın kendisini alt edeceğinden kaygı duymaktadır. İşte o zaman yöneten artık insan olmayacak ve yok eden bu güç kesin bir üstünlük kazanmış olacaktır. O halde kaygı insanın artık aklıyla kendi kendisinin efendisi olamamasından duyulan kaygıdır. Schelling bu kaygıyı radikal bir biçimde şöyle tanımlar: "Yaşamın ve varoluşun temel taşı korkunç olandır."
Schelling'e bu kadar yer ayırışımın nedeni felsefede kaygının biçimlendirilmesinin onunla anlaşılır duruma gelmesidir. Kaygıyı temel sorun haline getiren tüm düşünürler nesnesi olmayan bir Dünya-kaygısı'ndan yola çıkarlar. Fakat bunu genel bir kaygı olarak somutlaştırırlar. Bu aynı zamanda belirgin bir kaygıdır ama önceki ayrımlarımızdan yola çıkarsak belirli bir nesneye bağlı olan Korku'ya henüz benzememektedir. Burada Kierkegaard Heidegger Sartre ve Jaspers'e bakabiliriz. Kierkegaard Dünya-kaygısı'nı özgürlükten kaygı olarak somutlaştırır. Heidegger Kierkegaard'dan daha radikaldir ve kaygıyı Dünyanın-İçinde-Olma kaygısı olarak betimler ve ardından gene bu kaygıyı ölüm karşısındaki kaygıya dönüştürür. Heidegger ve Kierkegaard'dan etkilenen Sartre ise kaygının kesin olarak eylemlere ilişkin olduğunu ileri sürer çünkü ona göre varolan İnsan ilk önce eylemleriyle kendine düzenli bir Dünya kurmak zorundadır. Jaspers'de ise kaygının değişik biçimlerine dikkat çekilir. Fakat bütününde kaygı varlığın içine gizlenmeye yol açan bir geçiş noktası olarak karşımıza çıkar.
Dünya'da varoluşun güvensizliği Kierkegaard tarafından şu sözlerle betimlenmiştir: "İnsan hangi ülkede olduğunu koklayıp anlamak için parmağını toprağa sokar. Parmağımı varoluşun içine sokuyorum; hiçbir kokusu yok. O halde neredeyim ben? 'Dünya' ne demek? Kim beni bu Bütün'ün içine çekti ve böyle yalnız bırakıverdi? Niçin bana hiçbir şey sorulmadı? Niçin ruh pazarlayan bir satıcının malıymış gibi ben de gelip sıraya dizildim?" Bunun anlamı şudur: İnsan'ın Dünya'da varoluşu Hegel'de olduğu gibi ideal bir düzenin sürdürülmesindeki anlamlı bir katkıdan çok anlaşılamayan ve açıklanamayan bir saf olgu olarak görülmektedir. Bu yaklaşımın nedeni de Dünya'nın artık güvenilir ve düzenli bir bütünlüğünün kalmamış olmasıdır. Söylemiş olduğum gibi bu Dünya-kaygısı somut olarak özgürlükten kaygı duymaya dönüşür. İnsanın kendi hayatını yalnızca kendisinin yönlendirmek zorunda olduğunu anlaması Kierkegaard'da insanı kaygıya iten çağdaş olgu olarak ortaya çıkar. Kierkegaard Kaygı Kavramı adlı ünlü yapıtında kaygının günahla ilgisini diyalektik olarak çok kesin bir biçimde açıklamıştır. Günah ortaya çıkmadan önce insan suçsuzdur yani kendi varoluşunu henüz "tinsel" olarak kavrayamamıştır. Kierkegaard'a göre Tin insanın yalnızca kendisine karşı sorumlu olmasıdır ki bu da karar verme durumundaki özgürlükle eşanlamlıdır. İlk günah karşısındaki suçsuzluk düşle kıyaslanabilir. İnsan özgürlük gerçeğini salt bir olanak olarak düşler ama bu olanak da onu kaygılandıran şeydir. Bu kaygı temelde diyalektik olarak çift anlamlıdır der Kierkegaard: çekici bir iticilik ve itici bir çekicilik...
Ve ekler: "Kaygı çekicidir; çünkü kaygı insanı kendine çeker ve bağlar. İnsan özgürlüğü yaşamı hakkında yalnızca kendisinin karar verebileceği bir olanak olarak görmektedir. Bu da ona cazip gelmektedir. Kaygı aynı zamanda da iticidir. İnsan kendisinde bir Tin olduğunu kavradığında düşlerdeki ilk günahsızlık sona erecek ve böylece insan kendi varoluşunu sırtlayıp taşımak zorunda kalacaktır. Hâlâ düşler içindeki Tin'in kendisinden daha doğrusu kendi gerçekliliğinden duyduğu kaygının yarattığı çifte değerli bu durum olayları en uç noktaya kadar götürür. Böylece insan düşlerinden hiç de akılcı olmayan keyfi bir sıçrayışla uyanacak ve kendini insan olarak algılamaya başlayacaktır. Artık varoluşu salt karşıtlıklardan oluşacaktır. Oysa suçsuzluk durumunda Beden ile Tin arasında bir karşıtlık söz konusu değildi. İnsan kendini Tin olarak algılamaya başladıktan sonra Tin ile duyusallık ayrımını da yapmaya başlamıştır. Duyusallık burada salt cinsellik anlamındadır. Kierkegaard insanlarda Tin'in oldukça üst düzeyde bulunduğunu kabul etmiştir ama bu Tin hiçbir zaman mutlak anlamda egemen olamayacak ve her zaman Beden'e bağlı kalacaktır. Yaptığı bir açıklamada da Tin'in salt cinsel anlamda varolmasının onda utanç yarattığını ileri sürmüştür. İnsan Tin'i o halde Beden ile sürekli bir çatışma halindedir. Tin bedeni apayrı karşıt bir şey olarak görmektedir ama ona bağımlı olduğunun ve onsuz yapamayacağının da farkındadır. Burada görülen şudur: Diyalektik sıçrayıştan sonra kaygı yok olmaz tam tersine güçlenir. Diyalektik sıçrayıştan önce ise kaygı suçsuzlukta yaşamaktadır bilinçsizdir.
O halde kendinin tinsel yapısını anlayan insanın kaygıyı yansıtırken acısı da artmaktadır. Burada Kierkegaard yansıyan kaygı üzerine somut bir görüngübilim geliştirir. Özellikle belirtmek istediğim şey genel Dünya-kaygısı'ndan yola çıkarak kesintisiz somut kaygılara varabilmesidir örneğin psikosomatik olarak görülen kaygılar gibi. Yorumları bir yandan spekülatif bir yandan da görüngüseldir. Kierkegaard sürekli olarak bu çağdaş kaygı ile Yunan bilinci arasındaki zıtlıklara değinir. Örneğin antik heykelciliğin tersine çağdaş heykelcilikte insan yüzünün önem kazanışını vurgular. Bunun nedeni de Yunanlılar'da özellikle Tragedya'da belirginleşen nesnel acının günümüz bilincinde öznel bir acıya dönüşmüş olmasıdır. Bu acı da salt Tinsel ve insanın iç dünyasına ait bir olgudur ve kendini ancak insanın yüzünde dışa vurur. İşte burada Kierkegaard kaygıyı Hıristiyan bilinciyle ortadan kaldırmaya çalışır: Tanrı kendini İsa'da görünür kılmıştır ve İsa'nın Dünya'ya gelmesinin nedeni insanın Dünya'ya bağlı kalmaksızın Dünya'da yaşayacak duruma gelebilmesini sağlamaktır.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet bizimmekan
Cevapla

Etiketler
schulzÇağdaş felsefede kaygı sorunu, walter


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Çocuk Ruh Sağlığı " Kaygı ve Korkular " Lucifer Çocuk Sağlığı 0 08 Aralık 2011 18:58
Realitede ve Objektif Felsefede "görev" diye bir şey yoktur ve olamaz. Kalemzede Felsefe 0 23 Eylül 2011 02:12