20 Eylül 2011, 01:26 | #1 | |
Çevrimiçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Tarih,Psikanaliz ve Popüler Edebiyat İçinde yaşadığımız dünyayı anlamaya kalktığımızda bir engelle karşılaşıyoruz hep: "Anlama" fiilinin öznesi olan "ben" "kendim" aslında tam bir özne değil parçalanmış; tekil ve bütünleşik bir iradeyi temsil etmiyor. Dolayısıyla bu anlama çabalarımız da hep eksik gedik kalıyor asla dış "nesnel" gerçekliği tam olarak yakalayamıyor. Demek ki ne yapmamız gerekiyormuş? Önce bu "ben"i tam olarak anlamalı onun kuruluşunu ve parçalanmışlığını yapısını ve unsurlarını kavramalıyız. Ama o zaman da başka bir engel dikiliyor karşımıza: "Ben" verili gökten inmiş ya da kendi iç dinamiğiyle oluşmuş bir "ben" değil; tersine dışımızdaki "nesnel" dünyanın verili koşullarıyla biçimlenen bir benlik. Dolayısıyla "ben"i kavramanın yolu da öncelikle dış dünyanın nesnel gerçekliğini anlamaktan geçiyor. Böylelikle kendimizi tam bir paradoksun ortasına atmış olduk görüldüğü gibi. Dünyayı kavramak için kendimizi ("kavrayan özneyi") kendimizi kavramak için ise dünyayı ("nesnel gerçekliği") anlamamız gerek. Yumurtanın mı tavuktan yoksa tavuğun mu yumurtadan çıktığına karar veremediğimizde içimizi rahatlatan tek şey biz nasıl olduğunu anlayamasak da tavuğun da yumurtanın da orada karşımızda durduğu istediğimizde haşlanmış yumurta istediğimizde de kızarmış tavuk yiyebildiğimiz bilgisidir – tabii yeteri kadar paramız varsa. Yani kısacası Engels'in de dediği gibi "Pudingin ispatı yemededir." Bu bilgi hayata devam edebilmemizi sağlar sağlamasına ama gene de soru cevaplanmış olmaz: Hangisi önce geliyor? Nereden başlamalı? Marx ve Engels'in bu çalışma boyunca sık sık tekrarlayacağım bir sözleri var: "Tek bir bilim tanıyoruz tarih bilimi" (Alman İdeolojisi Collected Works cilt V içinde s. 28). Bu önerme bizi üniversitelerde tarih bölümü dışındaki tüm bölümleri kapatmaya ya da tüm bilimsel disiplinlerin adlarını "tarih" olarak değiştirmeye çağırmıyor kuşkusuz. Daha ziyade tüm bilimlerin doğa ya da insanlık tarihinin birer veçhesi olarak anlaşılması gerektiğini vurguluyor. Bu anlamda dış "nesnel" gerçekliği kavrama çabalarımızın tümü "tarih" başlığı altında toplanabilir: Gezegenlerin hareket yasalarını anlamak için gözlediğimiz kadarıyla onların tarihlerini yazar bu tarihten bazı genellemeler çıkarırız. Aynı şey cisimler ya da atom-altı parçacıklar için de geçerlidir. Yaptığımız genellemelerin fazla "genel" olduğunu ya da aslında gözlemcinin öznelliğini yansıttığını fark ettiğimizde ise "belirsizlik ilkesini" keşfederiz. Ancak bu ilke (tarih bilimi bütünselliği içinde) parçacık fiziği için olduğu kadar sosyoloji ya da iktisat için de geçerlidir. Dışımızdaki dünyanın tarihini yazmak bu dünyanın öyküsünü (histoire=tarih=öykü) farklı yaklaşımların (farklı disiplinlerin) dilleri ve yöntemleriyle çeşitli veçhelerden yaklaşarak yeniden ve yeniden kurmak "tek bilim olarak tarih bilimi" anlayışının anlamlı bir sonucudur. Ancak bu en başta vurguladığım paradoks açısından yeterli değil: Bu süreçte kendi benliğimizin öyküyü dinleyen / yeniden kuran / anlatan öznenin de öyküsünün yazılması çeşitli veçhelerden yeniden kurulması gerek. Dolayısıyla "tek bilim olarak tarih bilimi" ifadesi aslında iç içe iki süreci aynı anda tarif ediyor: Birincisi (ya da ikincisi) atomaltı parçacıkların hareketinden sınıf mücadelelerine kadar genişleyen bir yelpaze içinde dışımızdaki dünya üzerine yazdığımız (sonra bozup yeniden yazdığımız) öyküler; ikincisi (ya da birincisi) ise bu öyküleri yazan özne üzerine yazdığımız (sonra bozup yeniden yazdığımız) öyküler. Bu öyküleme dizgesi içinde bir sıra bir öncelik ilişkisi gözetmek mümkün değil aslında; iki süreç iç içe örülü her biri diğerini çağırıyor: Kendimizdeki öteki korkusunu yabancı korkusunu anlamadan Dachau ve Auschwitz'i asla tam olarak anlayamayacağız; "ailenin özel mülkiyetin ve devletin kökeni"ni kavramadan kendi Oidipal sorunlarımızı anlamlandıramayacağız bir türlü. Demek ki tarih bilimini Marx ve Engels'in yaptıkları şekilde doğanın tarihi ve insanlığın tarihi olarak ikiye ayırabildiğimiz gibi "iç tarih" ve "dış tarih" olarak yani benliğimizin oluşumunun tarihi ve dış nesnel dünyanın tarihi olarak da ikiye bölmemiz mümkün. Bu iki tarihten birincisine psikanaliz ikincisine de genel olarak tarihyazımı diyebiliriz. Psikanaliz ve tarihyazımı kendi başlarına birer bilimsel disiplin olmanın ötesinde birer metodoloji birer dünyaya bakış tarzı (Weltanschauung) olarak görülebilir. Tabii bu paralellikte bir isimlendirme sorunu yok değil: Psikanaliz ister bir metodoloji olarak ister bir disiplin olarak ister bir tedavi yöntemi olarak isterse de bir dünyaya bakış tarzı olarak kavransın hep aynı şeyi ifade eder. Sonuç olarak kurucusu ve isim babası olan Sigmund Freud'un oluşturduğu yöntemsel ve ideolojik ana hatlardan hemen hemen hiç ayrılmamış yüz yılı biraz aşan tarihi boyunca bazı sapmalarla da olsa hep aynı temel ön kabulden hareket etmiştir: İnsanların duygu düşünce ve davranışlarının temel hareket ettirici saiki onların bilinçli benlikleri olduğu kadar bilinçdışlarıdır da. Bu temel önermeyi kabul ettiğinizde kaçınılmaz olarak psikanalizin alanına girmiş olursunuz. Oysa tarih için aynı bütünleşik ifadeyi kullanmak çok daha zor. "Tarih" biliminin bir kurucusu isim babası ya da metodolojik bütünlüğü yok. Bu nedenle de "tarih" derken neden bahsettiğimizi daha açık seçik belirtmekte fayda var. Tarih gelişigüzel bir öyküler toplamı yüceltilmiş bir biyografiler dizisi ya da ayrıntılar girdabı olabileceği gibi öykülerin ve nesnelerin sistematize edilip arşivlenmesi anlamına da gelebilir. Ancak ben bu çalışmada ("tek bilim olarak tarih bilimi"nden farklı olarak) özgül bir "tarih"ten ya da "tarihyazımı"ndan bahsettiğimde tıpkı psikanalizde olduğu gibi merkezi bir önerme çevresinde sistematize edilen bir yaklaşım biçimini bir dünyaya bakış tarzını kastediyorum. O önerme de şu: Kadın ve erkeğin toplumsal işlevlerinin farklılaşmaya başladığı andan itibaren insanlık tarihinin temel hareket ettirici saiki sınıf mücadelesidir. Tabii ki bu da Marx'ın materyalist tarih anlayışı dediği yaklaşımdan başka bir şey değil. Öyleyse iç tarihi benliği kavramaya çalışırken ilk bakacağım şey bastırılmış olanların toplaştığı o sanal mekân yani bilinçdışı. Dış tarihi toplumların hareketini kavramaya çalışırken ise daima sınıfların konumlanışına dinamiklerine ve mücadelelerine bakacağım. Bu çalışmada iç ve dış tarihin dinamiklerini popüler kültür daha da sınırlarsak popüler edebiyat alanı içinden örneklerle araştırıyorum. Ama bunu gerekçelendirmek için öncelikle popüler kültür / edebiyat derken neyi kastettiğimi ve kültürel tarih / psikanaliz araştırmasının neden popüler kültür alanından seçilmiş örneklerde daha anlamlı olduğunu düşündüğümü açıklamam gerekiyor. | |
|
Etiketler |
edebiyat, popüler, psikanaliz, tarih, ve |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Psikoloji Sözlüğü: Psikanaliz | Kalemzede | Psikoloji | 0 | 24 Eylül 2023 21:13 |
Lacan Ve Psikanaliz | Afrodit | Felsefe | 0 | 14 Kasım 2011 16:48 |
Psikanaliz Nedir? | Sır | Felsefe | 0 | 25 Nisan 2011 16:25 |