21 Mart 2009, 22:07 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Aydınlanma AYDINLANMA Siyaset Felsefesi Sözlüğü Simone Goyard –Fabre Çev: Emel Ergun İletişim Yayınları-2003 Aydınlanmacı siyaset Aydınlanma çağı düşünürleri Avrupa’nın her yerinde XVIII. yüzyıl düşünce akımını -Aufklarung, Enlightenment, Illuminismo, Ilustraciön, Verlichting, Pmsvechtchenie, Oswiecenie...- temsil etseler de çeşitli ülkelerdeki konumları tarihsel olarak birçok farklılıklar gösterir. Ayrıca bu düşünürlerin türdeş bir düşünsel alan sunduklarını, düşünsel evrenlerinin tek tür olduğunu belirtmek doğru olmaz. XVIII. yüzyıl düşünürlerinin genel özelliklerini kavramaya çalışan bakış açısı onların karşıtlıklar göstergesi altında konumlandıklarını görür. Yakından ya da uzaktan insanla ilgili her şeyi açıklamayı ve anlamayı amaçlayan düşünürlerin temel sorunsalının insan olduğu apaçık belirgin olsa da bu araştırmanın genişledikçe karmaşık ve çok yönlü bir niteliğe büründüğünü saptamak da çok çarpıcıdır. Bu nedenle, XVIII. yüzyıl düşünürlerinin tümü parlak, ümit ve yüreklilik doludur; ancak aynı zamanda düşünceler kuşku ve çekincelerin de yer aldığı bir kırılganlıkla örülüdür. Bu karşıt yönlülüğü doğrulamak çok kolaydır çünkü Aydınlanma düşünürlerinde kendinden kuşku duymayan güçlü bir usçuluk ve kozmopolitizm düşleyen cömert bir duyarlılık birlikte yer alır. Aydınlanma düşünürleri bilimsellikte atılan adımların kusursuz bir güven kazandırdığı usçuluğun gerekliliklerinin doruk noktasına ulaştığı eleştirel düşünceye sahiptirler. Bu nedenle dünyanın genel düzenlenişinde gizem, mucize, keramet ve doğaüstüne inanmayı kabul etmelerine olanak yoktu. Usdışı bir yanlış anlama sonucu ortaya çıkar ve efsaneyle açıklamanın karıştırılmasından kaynaklanır. Böylece, insanın en üstün yetisi” olarak görülen “us” ken dine, kendi yöntemleriyle çevresindeki, dünyayı anlama görevini verir. Bu durumda metafizik kurgudan kaçınır çünkü geleneksel varlıksal tanrıbilimin özcü ve sonsuzlukçu özelliğini geçersiz ve tükenmiş bulur. Us, epistemolojik örnekçesini Newton’un deneysel felsefe paradigmasında bulur. Bilgin için anlaşılabilirlik “ne den” sorusunda değil “nasıl” sorusunda yer alır. Öte yandan Aydınlanma düşünürleri, düşünce yi dogmalar içinde kapalı tutmakla suçladıkları geleneksel felsefenin dizge anlayışına karşı çıkar ve dünyaya. açılmaya, insanda ve yetilerinde buldukları yeni ve coşkulu inancı dünyaya açmaya gereksinim duyarlar. Bu düşünürlerin hümanizma anlayışı insana ilişkin olan her şey için insan sevgisidir. Temelinde insan sevgisinin, iyilikseverliğin, ilerlemenin, kozmopolitizmin yer aldığı bu hümanizmaya iyimser bir coşku egemendir. Aydınlanma çağı düşünürleri insan dünyasını uslamlama ve düşlemenin birleştiği bir ufukta kurar. Bu yeni bakış açılan ayrıca aydınlanmış düşüncelerin etiği, hukuku, siyaseti yeniden biçimlendirmeyi olanaklı kılar. Ancak, duyarlılık, bu parlak bakışaçılarından hoşlansa da atılımlarında coşumsal sıkıntının habercisi olan sessiz bir kaygı da içerir. Böylece, Aydınlanma çağı düşünürlerinde kuramsal ve uygulamalı güçleri yöneten bir usun gururu ile temel çizgilerini belirledikleri yeni dünya önünde coşan bir duygu çalkantısı birlikte yol alır. Bu karmaşık alanda önemli bir yer tutan yargısal- siya sal düşünce söz konusu karşıtsal düzenin en belirgin olduğu alandır. Alıntıdır. | |
|
21 Mart 2009, 22:09 | #2 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Aydınlanma Aydınlanmacıların felsefesi ya da düşüncelerin savaşı Aydınlanma dönemi düşünürlerinin hukuk ve siyaset sorunlarını özenle ele almaları şaşırtmamalı: her şeyden önce, özü bakımından bir güdümlülük ve savaş niteliği içeren bir düşünce edebiyatı geliştirirler. Bayle ’den Voltaire ’e, Condorcet ’ye hatta Kant ’a kadar uzanan düşünceler çizgisine bakıldığında amaçlarının bilginin engin bireşimine ulaşmak değil, insanı eylemlerinde “aydınlatmak” olduğu anlaşılır. Diderot ve d’Alembert ’in Encyclopédi ’si uygulamaya yönelik bu geniş bilginin simgesidir. Katılımcıları çeşitli alanlardan gelen aydınlardır: Avukatlar, hukukçular, bilginler, dilbilgisi uzmanları, din adamları, felsefeciler, coğrafyacılar, iktisatçılar, sanatçılar, tüccarlar. Ansiklopedideki yazılarda şu ortak yön dikkat çeker: düşüncelerin aydınlanması bilimdeki kanıtlamanın kesinliğiyle beslense de, aydınlanma her şeyden önce düşünce savaşıdır. Örneğin G. Gusdorf’a göre “felsefe, felsefenin içinde değildir artık”. Bunun nedeni, herkesin M. Jourdain gibi düşünmesi değil, felsefi sorgulamanın nesneler dünyasını, özellikle de insan koşullarını aydınlatma zorunluluğu nedeniyle her yerde var olmasıdır. Moses Mendelssohn J. E. Biester’in yönlendirmesiyle, Berlinische Monatschr (“Aufklarung’un yan resmi organı”) bu düşünce üretiminin anlamını geçmişe yönelik bir yol izleyerek sorgular. Eylül 1784’de Was ist Aufklaren? başlığıyla yayımlanan metinde Mendelssohn Aufklarung’un (ona göre bu kavram Kultur ve Bildung’dan farklıdır) kuramsal niteliğine dikkat çeker. “İnsan yaşamındaki kavramlara ilişkin usçul düşünme ve insanın yönünü etkileme” biçiminde tanımlar Aufklarung’u. Kant ise aynı gazetede Aralık 1784’de Was ist Aufklarung? sorusunu şöyle yanıtlar: sapere aude! Kendi anlık yeteneğini geliştirmek için yüreklilik göster. İşte bu aydınlanma düşünürlerinin istencesidir.” İnsan geliştirdiği düşüncelerin sayesinde geçmişteki doğmaların ayağına doladığı engellerden kurtulup, sorumluluğunu taşıdığı ve kendisini sıkıntıya sokan “azınlık” tutsaklığını bir kenara atıp “güvenli adımlarla” yürüyebiliyor. XVIII. yüzyıl sonunda Alman Aufklarung’unu yukarıda belirtildiği biçimde yönlendiren anlayışa Avrupa’da (Prusya, Rusya, Polonya, Avusturya, Portekiz) olduğu gibi Fransız düşünürleri arasında da rastlanır: yeni bir düşünceyi yaymak ve politikayı etkilemek için yazmayan yazar neredeyse yoktur. Bu amaçta olan “felsefecilerin” en çarpıcı örneği kuşkusuz Voltaire ’dir Onun için felsefe herhangi bir dizgeleştirme söz konusu olmaksızın, her yerdedir ve doğal olarak kendi inancını yayma çabasına dönüşür. Yazarın Taşınabilir Felsefe Sözlügü ’nün- yapıt anlamlı bir başlık taşımaktadır- bir “düşünce çantası” olduğu söylenmiştir; bu da bir sözlüğün gerçek eğilimidir. Ancak, Voltaire ‘in, hükümdar, dogmalar, savaş, lüks, eşitlik, yasalar, hoşgörü üstüne yazdığı yazılarında militanlık coşkusundan kaçınır. Maddelerinde ele aldığı düşünce tartışmalarının tümü bir savaş niteliği taşır. 1734 tarihindeki Felsefe Mektupları’ndan itibaren bu geniş kapsamlı tartışmanın temel özellikleri belirginleşmiştir: “Beni din ve hükümetle ilgili konuşturamazsanız, başka söyleyecek bir şeyim olmaz”. Din eleştirisi söz konusu olduğunda Voltaire’in biçemi Bayle’nin Comete Üstüne Düşünceler adlı yapıtındaki biçeminden, Diderot’nun Felsefi Düşünceler’indekinden çok daha kırcıdır. Diderot’nun istediği gibi “Senyör’ün evine bomba atmak yetmez”, “Alçağı yok etmek gerek”tir. Bu dışlamanın ötesinde varlıksal-din bilimin -Descartes ve Malebranche’ın metafiziği- “yıkılış”ının izleri yansır. Varlıksal -dinbilim yararsız ve geçerliliğini yitirmiş varsayımlara dayanarak masal ve roman önermekten öteye gidemez. Kuşkusuz Voltaire ne La Mettrie’nin materyalizmi ne de Diderot’nun evrimci doğacı lığını benimser; onun savaşımını verdiği şey düşünsel dönüşümün - anlayışlarda devrim- zorunluluğudur: öyle bir zaman gelmiştir ki, düşüncelerin dinsel düzlemde dile getirilmesi yersizdir. İnsanların düşünceleri insanlar önünde insanlar için dile getirilmelidir. Düşüncelerin kaynaşması, dalgalanması reformların siyasal gidişi değiştirmesi, toplumun da tüm bu devrimselliğin olumlu sonuçlarından yararlanması zorunludur. Yeni düşüncelerin nasıl karşılandığı da gözardı edilemez. Hükümetin ve kilisenin yetkili kıldığı makamlar resmi olarak karşı çıksa da, yeni düşünceler Mme du Ch Mme du Delland’nın, Mme Geoffrin’in monden salonlarında büyük ilgi uyandırırlar. Paris’in tüm gözde kafelerinde bu yeni düşünceler tartışılır. 1750’den sonra kitaplık müdürü olan Malesherbes ve bu düşüncelerin yayılmasına engel olmakla görevlendirilen diğer yetkililer bile buna cesaret edemezler ve sonunda onlar da bu düşünceleri onaylar. Us adına yapılan ve tutkuyla savunulan düşünsel değişim savlarının başka çarpıcı yönü de sınırları aşması, Berlin’de, Varşova’da, Moskova’da, Viyana’da, Lizbon’da olumlu karşılanmasıdır. Fransız dilinin evrenselliği Rivarol’un bunu kutlamasından çok daha önce var olan bir gerçekliktir. Sözlerin kalıtı her şeyden önce düşüncelerin kalıtıdır. Goethe’ye göre Aydınlanma Çağı Fransız düşünürlerinin felsefebirimleri -ilerleme, uygarlık, yardımseverlik, mutluluk; ayrıca, barış, özgürlük, hoşgörü, insansevgisi- Welt- literatur’un özünü oluşturur: önemli olan çağdaş gerçekleri eski dogmalardan kurtarmaktır. Alıntıdır. |
|
21 Mart 2009, 22:10 | #3 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Aydınlanma Aydınlanmacıların siyasetleri ve aydınlaşan despotlar Usun verdiği aydınlığı yerleştirmek ve yayılımını sağlamak için politikadan daha uygun bir alan yoktur. Aydınlanma çağı düşünürleri siyasal düzen hazırlanmadan düşünce savaşımlarını hükümdarlara aktarırlar. 1740-1780 yılları arasında Prusya’dan Naples’a, Rusya’dan, Portekiz’e hükümdarlar ve bakanları felsefeyle uğraşıp kendilerini “aydınlanmış” ilan ederler ve düzeni, ilerlemeyi savunup insan sevgisiyle dolu özgürlükçü bir Reformdan yana olduklarını belirtirler. Yapacakları işler kapsamlıdır; amaçları halkları yalnız batıl inanç ve bağnazlıktan kurtarmak değil, adaletsizliklere, savaşlara, ayrıcalıklara son vermektir. Hükümdarlar refahı, kültürel gelişimi, usçul yasalar önünde herkesin eşitliğini sağlamak, bireylerin özgürlüğünün, düşünme, konuşma ve yazma özgürlüklerinin çalışma özgürlüğünün tanınması için çaba gösterirler. Kısacası, kardeşliği destekleyen hümanist bir ahlak anlayışı gerçekleştirmek isterler. Hükümdarların felsefeleriyle kurulan köprüde reform isteğine yeni kavramların yol açtığı, ya da tersine kralların çabalarının yeni bir siyaset felsefesi inancına yol açtığı kesin olarak söylenemez. Ancak, siyaset sahnesinin önünü çağcıl “filozof krallarına” ayıran tarihsel gerçekler ortadadır. 1740- 86 arasında hükümdarlık yapan Prusyalı Friedrich 1739 ilk baharında bir Karşı-Makyavel hazırlamıştı. Metnin ilk düzenlemesinde Voltaire yanlışları düzeltip, aşırılıkları yumuşatmıştır. II. Friedrich kral olunca yapıtını La Haye’de yayınladı. Kitap çok değerli olmasa da belirleyicidir. Özellikle örtülü anlamlar sözcüklerden daha çarpıcıdır. Bunlar Voltaire’in 26 Ağustos 1736’da genç Friedrich’e yazdıklarını dile getirir: hükümdar iktidar yetkilerini kullanarak “altın çağ koşullarını” sağlayabilir. İşte 1752 Siyasal Vasiyeti’nde de belirttiği gibi, Friedrich’in hükümetine verdiği görev buydu. Voltaire “Kuzey’in Semiramis’i” adını verdiği Rusya’nın Yekaterina’sının isteği II. Friedrich ile aynı tutkuyu paylaşmaktı. 1765-67 yıllarında yazdığı ve “yeni bir tüzük” hazırlamakla görevli komisyona verdiği 655 paragraftan oluşan Nakaz, çariçenin yurttaşlık ilkelerini dile getirir. Yekaterina Montesquieu’ye öykündüğünü itiraf eder- Diderot Çariçe’nin sabah ve akşam dualarını Montesquieu ile yaptığını anlatırdı-. Bu yapıtta Yekaterina hükümetten halkın sesine kulak vermesini ister, yasalar önünde eşitliği öğütler, özgürlüğü “iyiliklerin en büyüğü” biçiminde tanımlar, “kamu sağlığının” ve eğitiminin yararlarını vurgular. Cesare Beccaria gibi cezaya dayalı yargıyı yararsız bir acımazlık olarak niteleyip eleştirir. Voltaire ve Mme Geoffrin gibi ‘“30 milyon insanın iyiliği için” hoşgörüye dayalı yargıyı öğütler. Nakaz liberal bir başkitap niteliğine bürünür, Fransızca, Latince ve Almancaya çevrilir. Çariçe’nin dostu olan Diderot Nakaz ile çok gurur duyar, “yüzyılın en güzel anıtı” olarak söz eden Voltaire ise şöyle der: “‘Nakaz Rus değil, Avrupalıdır”. Belisaire davasıyla yakından ilgilenen Yekaterina 1767’de Marmontel’in yasaklanan yapıtını çevirdiğinde yapıtı yasaklayan dinbilimcilerle karşıt düşüncelere inandığı için çok sevinir, Voltaire bu davranışı alkışlar. Çariçe’nin “sağlıklı siyaset yasalara uygunluk gerektirir, sağlıklı siyaset sağlıklı ustur” anlatımını kullanması Diderot’nun da çok hoşuna gider. Viyana’da ise II. Joseph “İmparatorluğumun yasama gücünü felsefe üzerine kurdum” der. Kuşkusuz II. Joseph’in yönetimsel coşkusunda bürokrat özellikleri, düşünür özelliklerinden daha baskındır. Kaldı ki, politikasına kuramsal söylem biçimi vermek için yeterli zamanı da yoktur. Ancak, şansölyesi Kaunitz, hükümdar gücünü ele aldığı Collectanea adlı yapıtta, Christian Wolff’dan esinlendiği doğal hukuk kuramını geliştirir. II. Joseph’in reformlarında da Wolff etkisi son derece belirgindir. Usçuluk savını ileri süren merkeziyetçi çabasında kral yerel özellik ve kurumlara karşı çıkar, yönetimsel işlevleri düzenler, köleliği kaldırır, hoşgörünün uygulamaya geçirileceğini ilan eder, işkenceyi ve ölüm cezasını kaldırır. “İstemeseler de vatandaşların mutluluğunu sağlamak gerekir” düşüncesine inanır, “‘cumhuriyette yasa egemense monarşide de ilkeler egemen olmalıdır” görüşünü savunur. Bu ilkeler kesinlikle Aydınlanma çağı düşünürlerininkilerdir, Avusturya kralı da ‘“aydınlanmış despot” örneği olarak görülebilir. Hükümdar için bu terimi kullanan Stanislas Auguste Poniatowski’dir. Anılar’ında Poniatowski ”Polonya’yı yeniden kurmak için felsefeden yararlandığını” dile getirir. Amacı eğitim olan, doktorlara, sanatçılara, zanaatçılara yer veren bir kültür politikası uygular, büyük iktisat projeleri hazırlar, büyücülüğe son vermeye uğraşır. “Sevgili oğlum” adını verdiği kralın “dönüşümcü siyaseti” Mme Geoffrin’in coşku dolu hayranlığını daha da büyütür. Hayran olunası bu kralı “bir başka Süleyman gibi görür” Modern dönemin bu filozof kralların - Burada Isveç’deki II. Gustav’ı, lspanya’daki III. Carlos’u, Savoie’daki II. Charles Emmanuel’i, filozof-bakan Pombal’i, Danimarka’daki Struensee’yi de anmak gerekir- özgürlükçü usçuluğun birliğine inanmaları dikkat çeker; oysa Aydınlanma çağı düşünürleri birlikçi bir felsefeyi oluşturmamışlardır. XIX. yüzyılın “‘aydınlanmış despotlar” adını verdiği bu kralların tümünün anıtsal bir yasalaştırma çabasıyla zorbalığa engel olmaya çalışmaları da bu denli dikkat çekicidir. Despot olsalar da tiran değillerdir: sözlüklerin ve ansiklopedilerin dilbilimin ilerlemesini yansıttıkları dönemde Yunancadan gelen despot sözcüğünün “aile babası” ya da “evin efendisi” anlamına geldiği ortaya konmuştu. Bir başka deyişle despot sözcüğünün, zorbalığın içerdiği usdışılık anlambirimciğini içermediği belirgindi; bu da filozofların bu despotlara sıcak bakmalarına yol açmıştır. Bunlar kendilerini Devlet hizmetine adayan yeni Trajan’lar olmuşlardır. Alıntıdır. |
|
21 Mart 2009, 22:10 | #4 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Aydınlanma Devlete hizmet etmek için “iyi bir yasama dizgesi” kurarak devletin yapılarını ve işleyişini usçulaştırmaya çalışmışlardır. Özünü Aydınlanma düşünürlerinin felsefesinden alan yenilikçi hareket bu biçimde açıklanır. Aslında bu dönemin tüm düşünürlerinde yasa saplantısı gözlenir. Yasama Üstüne adlı incelemesinde Mably Antik dönem yasalarında Lykurgos ve Solon ’un aşıladığı düzen ve uyum güçlerini keşfeder. Voltaire ise yasama gücü kavramında bir görkem, ihtişam bulur. Filangieri , Scienza della Legislazione başlıklı yapıtında yas kapsamlı bir bireşimini yapar. 2440 Yılı başlıklı yapıtında Rousseau ’yu örnek alarak şöyle der: “Tüm ünvanların en güzeli yasa koyuculuktur”. Diderot da “yasalar iyiyse, gelenekler de iyidir” görüşünü savunur. Yasanın böylesi yüceltilmesinin nedeni Domat ya da Montesquieu ’de olduğu gibi doğal düzeni getirmesi değil, usçul oluşumuyla ad aleti ve özgürlüğü sağlayan yurttaşlık düzenini olanaklı kılmasıdır. Öte yandan, hükümdar ve bakanlarda nomofili usun bir tutkusu olarak benimsenir. Gençliğinden itibaren kendini Romulus’un kalıtçısı olarak gören II. Friedrich (Voltaire, bunu düzeltmeye kalkışmaz) yasa krizleri yaşar ama Corpus juris Fredericianum; Réglement pour l’administration des gouvernements adlı yapıtlarını tamamlayamaz. Linguel, 1775’de çariçe Yekaterina’nın yayınlattıgı bu ikinci yapıtı “ulusal yasa denemesi” olarak tanımlar. 1787’de yayınlanan Code Joséphin başlıbaşına bir hukuk anıtıdır. Usun gücü Lykurgos’un yeniden esin kaynağı olmasına yol açar. Krallar Locke ’u, Voltaire ’i, Ansiklopedicileri, Fizyokratları, Beccaria’yı gerektiği gibi konumlandırmadan hukuk tutkularının bir parçası haline getirip ideolojik bir karmaşaya sürükleseler de, us bir ilke ve amaç niteliği kazanmıştır onlar için. Yasalar, Anayasalar, tüzükler us işidir. Yönetimin ve eğitimin, egemenlik ve vatandaşlığın, savaş ve barışın açıklaması ancak us ile olanaklıdır, mutluluk ilerleme ve hoşgörü yolu ustan geçer. Yöneticiler, düşünsel görünüşleri altında usa bir tapınca [kült] niteliği verip her şeyin düzensiz biçimde yer aldığı “görkemli bir karmaşa” yaratırlar. Filozoflar tumturaklı iltifatlarıyla bunlara Caton payesi verir. Helvetius“Kuzey ışıklarını” kutlar. Voltaire “Çağdaş aydınlanmanın kuzey den geldiğini” belirtir. Düşünsel us’un siyasal söyleminde aydınlanma, yasama ve kuzey tutkusu Batı’daki düşünsel evrenin ortak mali hali ne gelmiştir. Bu durum aydınlanmış despotlar öykülerinin oluşması için yeterli olmuştur, Sezarlar “büyük adam”lardır çünkü yasalarıyla iyi yönetim paradigmasını tüm ayrıntılara özen göstererek oluşturma becerisine sahiptirler. Bunlar siyasetin ve tarihin Titanlarıdır. Böylece, ekinsel özellikleri ne olursa olsun, Aydınlanma döneminin düşünür ve eylemcileri anti-konformist ama aynı zamanda yenilikçi aydınlık bilincin alanını tanımlayan ortak özlemler peşindedirler. Kurulu güçlerin değer ve normlarına son verme isteklerinin ve geleneğin güçleriyle savaşımlarını açık seçik ortada olması onlara protestocu ve put düşmanı sıfatlarının verilmesine yol açmaz. Yoğun eleştiriler yapıcıdır: bu eleştiri siyasal ve ekinsel koşulların dengesini yeniden kurma, yeni değerler yaratarak yeni bir düzen getirme çabasıdır. Bu bakımdan XVIII. yüzyılda “Avrupa düşüncesi”nin üstlendiği işlev çarpıcıdır. Kuşkusuz Aydınlanma Avrupası felsefe ve dil gücü etkisiyle bir “Fransız Avrupa”sıydı. Bununla birlikte Ingiltere’de Penn , Fransa’da Rahip Saint-Pierre, Italya’da Vico , Portekiz’de Pombal, Almanya’da Kant barış getirecek bir “Avrupa Birliği”ni salık verirler. Ulusların Yasası (law of nations) kavramını inceleyen Bentham , Salamanca Okulu’nun kullandığı jus inter gences terimini kullanmayıp international law terimini benimsemeyi önerir. Aydınlanmacıların desteğiyle çoğalan “sürekli barış projeleri” “federatif düşünce”yi savunurlar. Bu düşünce biraz belirsiz olsa da, en azın dan bundan böyle usun evrenselliğinin devlet sınırlarını aşıp, kültür gibi uluslararası bir nitelik kazanması gerektiğini kesin bir biçimde ortaya koyar. Avrupalılığın hukuksal yetersizlikleri olmakla birlikte, bu akım iyimser bir bakış açısıyla siyasal uzamın anlıksal uzam gibi uluslararası platforma açılabileceğini vurgular. Kaldı ki, o dönemde insan hakları C. Wolft, E. de Vattel ve G. E de Martens’in çalışmalarıyla üzerin de yoğun bir biçimde tartışılan konu olmuştur. Bu konunun kesin olarak belirginleşmesi de insanlığın ortak kuralları olması gerektiğini, böylelikle de halklar arasında olası bir işbirliği sağlanabileceği ortaya konmuştur. Daha o dönem de usun evrenselliğinin gereklerince, kimileri kozmopolitik bir hukuk düşlemişlerdir. Pougeret de Montbron insanı ister Fransa’da, ister Amerika’da ya da Çin’de yaşasın, tüm insanların insanlığını savunan bir “dünya vatandaşı” olarak görür. Bu düşünürlere göre insan sevgisi Hı ristiyan erdeminin genelleştirmesi değil, insan usunun evrenselliğinin anlatımıdır. Aydınlanma filozofları ulus özerkliğine özlem duymazlar. Yüzyılın bakış açısına göre vatan, onurlandırılacak bir değerdir. Ancak, Encyclopédie’nin “Vatan” maddesinde belirtildiği gibi, vatanseverlik ruhun açılımını destekleyip insanlığın ortak kurallarını anlamayı kolaylaştırmaktan çok vatandaşların kendilerine kapanmalarına yol açıyor. Kapalı ve açığın tuhaf diyalektigi “vatanseverlik” sözcüğüne alışılmamış değişik bir anlam kazandırıyor: gerçek yatanseverlik, tüm insanların ortak vatanı, stoacıların Cosmopolis’i anlamına geliyor. Düşünürlerden Vico, Hume, Voltaire , Rahip Raynal, C. Garve hatta Motesquieu, Herder (Aydınlanma filozoflarını pek sevmemekle birlikte) hukuksal siyasal uygulama alanının önemli adların dan Walpole, Caraccioli, Prusyalı Friedrich şu düşünceyi benimserler: evrenin birliği bölgesel çeşitliliklerden üstündür. Sadece Rousseau , belki birkaç kişi daha, bu konudaki duraksamalarını gizlemez. Kant’a göre “Doğanın insanı çözmeye zorladığı temel sorun hukuka evrensel olarak egemen olan bir sivil toplum gerçekleştirebilme sorunudur”: Evrensel hukuk olmadıkça, devletler arasındaki kargaşayı ortadan kaldırmak için “uluslar topluluğunun” (Völker bund), “Kozmopolitik Anayasanın” gerekliliğini düşünür; bu da hukuk bağlantılarının yeniden düzenlenmesini gerektirir. Genel olarak, Aydınlanma felsefecilerinin siyasal usçulugu, yenilikçi isteğiyle, temelde iyimser nitelik taşır. Usçuluğun oluşturduğu yeni insan koşulu anlayışı uygarlık ve ilerleme terimiyle belirginleşir. Dönemin felsefesi, aydınlanmayı küçümseyenlerin -eskiden ve şimdi tersine, soyutluktan uzaktır ve salt spekülatif metafizik bir söylem benimsemez. Düşüncelerini somut düzleme aktarmaya çalışan felsefi yaklaşımın başlıca amacı daha iyiye ve özgürlüğe ulaşmak için insan koşullarını yeniden biçimlendirmek olmuştur. Filozoflar isteklerinin eyleme geçtiği oranda değer kazanacağını (ve projelerinin gerçekleştirildiği oranda etkili olacağının) bilincindedirler. Kuşkusuz uygarlık, - bu sözcüğü Mirabeau L’Amis des hommes başlıklı ya pıtında kullanmıştır - kentlilik, törelerde incelik, kibarlık, nezaket gibi kavramları içermektedir; ama özellikle, Ferguson, A. Smith, Voltaire ve Kant’ın diledikleri gibi, yönetimin insanın saygınlığına gölge düşürecek her şeye engel olmasını gerektirmektedir. Kölelige, sömürgeciliğe ve sefalete karşı savaşla birlikte “insan hakları”nın, özgürlüğün, eşitliğin, kamu yardımının da savunusu başlar. ilerleme düşüncesi sadece bilimde, teknik alanda ya da ekonomideki ilerlemeyi içermez; kurumsal reformların oluşturduğu siyasal makamların dinamiğini de dile getirir. Turgot ve Condorcet tarihin ipucu niteliğindeki bu ilerlemeleri etkili bir biçimde dile getirmişlerdir. Kant, Leconflit des facu1tt başlıklı yapıtında insanlığın iyiye doğru ilerleyip ilerlemediğini sorgulamış ve hem gerileyen insanlığın “terörcü” anlayışına, hem de her zaman en iyiye doğru ilerleyen “mutçu” insanlık görüşüne karşı çıkmıştır. Kant “abderitist” adını verdiği görüş çerçevesinde, insanın düşmeye eğilimli bir kaya parçasını yuvarlarken ilerlediği yolda saçtığı ışığın gecenin karanlığını yok ede bilecek nitelikte olduğunu belirtir. Yeni bir çağa yönelik bu akımın temel özelliği, işlerlik kazanmasının insanın kendisine bağlı olması, sorumluluğunun insana ait olmasıdır. Hümanizmanın en güçlü anlatımı da buradadır: Tanrı’nın ölümünü ilan etmese de, insan yazgısının yaratıcısı olduğuna inanır. Us ışığının aydınlattığı yeni düşünceler evreni insanın dünyaya bakışını yenilemesine olanak tanır. Insanın yazgısından sorumluluğunu belirleyen bir iyimserlik de bu düşünce evreninde yer alır. Raynal (abbe) 1770’de L politique et philosophique de 1’ et du commerce des Europ dans les deux Indes başlıklı yapıtın da “Insan türü olması istenilen insan türüdür, iyiligini ya da kötülüğünü onu yöneten biçim belirler” der. Usçullukla yoğrulan bir dünyada ne felsefe ne de siyaset tanrıbilime hizmet eder:felsefe ve siyaset insanı yönlendirir ve onun özerkliğini sağlar. Kant’ın da belirttiği gibi, insan “üstünlüğünü” olumlar, Aydınlanma çağı felsefesi de doruk noktasına bu görüşle ulaşır. Alıntıdır. |
|
21 Mart 2009, 22:11 | #5 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Aydınlanma Aydınlanma Çağı’nın gölgeleri: Tutku ve us Hukuk alanındaki parlak umutların ve verimli reformların gerçekleşmesine karşın, hukuksal ve siyasal evrenin yeni belitleşiminin (axiornati sation) Aydınlanma dönemi düşünürlerinin kaygı verici gölgelerle çevrildiği bir hayal yaratıp yaratmadıgı düşünülebilir. Tarihte, örnek işlevini üstlendiğinde bile, Aydınlanma düşünürlerinin söylemlerine girmiş despotluk tutarsızlıklara saplanıp kalmıştır. Aydın despotların hükümdarlığı çatlar ve siyasetteki aydınların üstüne karanlık perdesi çekilir. Voltaire’den esinlenmesine ve “filozof - kral”olduğu inancına rağmen, Friedrich, “savaş ve utku çağrısı” yaparak gerçekte asker - kral olmuştur. Tümüyle Devletin hizmetinde olabilmek için kışkırtma, alay, şiddeti saraka, muhbirlik gibi her yol Friedrich’in onayladığı tutumlardı. 0 her zaman Prusya’nın gücünün büyümesini düşünüyordu, dahası, tek düşüncesi buydu. İnsanlara olan güvensizliği nedeniyle her, şeyi kendi üstlenen Hohenzollern en kötü otokrat oldu. Testament politique adlı yapıtında egemen gücün birliğini elde etmek ve korumak isteği açıkça belirtilmiştir. Bu amaçla orduyu, soyluları, tecimle uğraşan kentsoyluları salt devletin hizmetine yönlendirmiştir. Sınırsız gücü her alanda kendini göstermiştir: maliye, ordu, diplomasi, adalet. Alaycılığı ve düzenbazlığı açıkladığı düşünceleriyle uygulanan Realpolitik arasında büyük bir uçurumun oluşmasına neden olmuştur. Örneğin, arz ve talep düzenine dayalı liberal ekonomiyi destekleyen Friedrich, can sıkıcı bir düzenleme getirmiştir. Ekonomi alanındaki yasaları ilerleme düşüncesinden yana gibi görünseler de, Friedrich “kişisel merkantilizminde” çağdışı bir ekonomi anlayışını benimsiyordu. Yurttaşlararası eşitliği övmekle birlikte, soylu olmayanların onursuz olduğunu söyleye biliyordu. Kendisinin bir sözleşmeyle halka bağlı olduğunu belirtiyor, ancak kendisinden herhangi bir konuda açıklama istendiğinde,, bu isteği geri çeviriyordu. Cömertliği salık veriyor, insan karakterini aptallıkla suçluyordu. Güç ilkesi olarak devletin yararına uygun olabilmek için kısa sürede bilgide, istekte ve güçte tek olabildi. Kuşkusuz Friedrich aydın bir liderdi ve döneminde gerçekleştirilen reformların olumsuz olduğunu söylemek doğru olmaz. Ancak, despotluğunu, insanların bu bağlamda ezildigi ni de unutmamak gerekir. Rusya’nın Yekaterina’sının siyaset mantığın da, düşünce ile gerçeklik arasındaki gerilim da ha köktendir, öyleki, kimileyin bir çatışkıyla sonuçlanabilir. Örneğin, Nakaz’da şöyle der: “Büyük bir imparatorluğu yöneten kişide güçlü bir otorite gerekir.” Yekaterina’nın “yasa” adını verdiği kurallar kendi istençleriyle karışır. Kuşkusuz, bireylerin isteklerine kulak verdiğini belirtiyordu. Ancak, Diderot ve L. 5. Mercier saltıkçılıkla liberalizmin böylesine birleşiminden büyülenseler de, Yekatenna’nın belirttiği görüşme isteği her zaman onu kendisiyle başbaşa bırakı yordu. Kaldı ki, Rus halkı o dönemde kendini ifade edebilecek bilgi düzeyinden yoksundu. Kuşkusuz, Yekaterina hoşgörü istemini Aydınlanma felsefesinden alıyordu; ancak Rusya’da alışılmadık bir dinsel çoğulculuğun egemen olmasının yanısıra, Imparatonçe Synode’a başkanlık ediyor, din adamlarına baskı uyguluyor ve sözünün geçmeyeceğini kabul etmiyordu. Voltaire, Çariçe’nin anlıksal güçle süremsel gücün bağlılık düzenine ilişkin kuşkularını dile getiren bir papazı dört duvar arasına kapadığını belirtir. Resmi metinlerde her zaman “bireylerin mutluluğundan” söz etmesine ve bunun insanların doğal hakkı olduğunu belirtmesine karşın, Rusya’nın her yerinde sefaletin ve esirliğe yakın bir toprak köleliğinin egemen olduğunu da biliyordu ve Nakaz’da şu anlatımı kullanıyordu: “Çok büyük bir gereklilik olmadıkça, insanların köle olmasını engellemek zorundayız”. Gerçekte yasa gibi işleyen bu gereklilikti. Ayrıca, çariçe bilinç özgürlüğünü ögütlemekle birlikte müdahaleci ve baskıcı bürokrasiyi yönetiyordu. Beccaria hayranı olan Yekaterina ceza konusunda insancıl duygularını dile getiriyordu ama Pugaçev’e idamından önce işkence yaptırttığı da bilinmektedir. Eğitim siyasasına rağmen rus halkının büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu. Bilim ve sanat koruyuculuğu ünlüydü, Rousseau ve Buffon dışında çok sayıda bilim ve düşün insanına - Diderot, Grimm, Marmontel, Voltaire - cömertçe destek sağlardı; ancak bu tutumunda sahiplenici bir anaçlık sezilirdi. Çariçe Katerina’nın büyük özgürlük ve barış umutları, yöneticilerin “aydın saltıkçılık”ları (bu terimi E Bluche kullanmıştır) güçlü kurnazlıklarla çarpışıyordu. Felsefe bildirgelerinin si yasal bilincin ilerlemesinin gerektirdiği reformculuğa esin kaynağı oluşturma işlevi geçerli olmuyordu, çünkü Kant’m da belirttiği gibi, gerçekleştirilen reformlar her zaman “tepeden” geliyordu ve güç kullanılarak gerçekleştiriliyordu. Ustelik, reformların tümü uygulanmıyor, uygulansalar da yöneticilerin kinizmlerini ve acımasızlıklarını ortadan kaldırmıyordu. Aydın despotlar kendi alt yazılarını yaratmışlardır. Başarısızlıkla sonuçlanmasa da, pek nitelikli olmayan bir dengelem söz konusudur. Bunun bilincinde olan Il. Joseph kendi gömüt yazısını şöyle belirlemişti: “Yaptığı her işte mutsuz olan Il. Joseph burada yatmaktadır.” Aydınlanma çağı düşünürlerinin kuramsal çizgeleriyle onlardan esinlenen kralların ve bakanların siyaset uygulamaları arasındaki kopukluğa düşüncenin aydınlığını karartan çat laklar eklenmiştir. Bu kopuklukları başlatan Prusyalı Friedrich ile Voltaire arasındaki tartışma olmuştur. Alıntıdır. |
|
21 Mart 2009, 22:12 | #6 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: Aydınlanma Aydınlanmanın önemi ve sınırı. Kadir Cangızbay Söyleşi: H.Haluk Erdem Bilim ve Gelecek- Haziran 2004 “Aydınlanma” kavramını, rasyonalizm, pozitivizm ve modernizm ile beraber düşününler var. Günümüzde olan bütün sorunların kaynağında Aydınlanmanın olduğunu düşünenlerin sayısı da az değil. Aydınlanma doğru anlaşılmış mıdır? Bu eleştiriler hakkında düşüncelerimiz nelerdir? Önce şu oyunu bozalım: Büyük A ile yazılacak Evrensel Akıl diye bir şey yok. Her biri göreli, rölatif sınırsız sayıda aklilikler, rasyonellikler var. Işyerim evime yakın, yol da mü sait; işe gidip gelmek için bir bisiklet almam gerçekten de rasyoneldir; ama bacaklarım kesik değilse. Bütün insanlık yüzde yüz homojen bir bütün, yani bütün insanlar her bakım dan birbirleriyle mutlak biçimde öz deş varlıklar olsaydı, bütün insanlar için rasyonel olan da tek olurdu ama, yine de Evrensel Akıl’ın gereği olarak değil, insanlardan her biri için rasyonel olanın birbiriyle aynı olmasından dolayı. Göreli değil de mutlak, dolayısıyla da evrensel ve aşkın bir Akıl’dan söz eden, aslında kendisi için rasyonel/akli olanı herkese dayatıp bunu da insan-üstü bir dayanak aracılığıyla meşrulaştırma peşinde olandır. Onun dayatmış olduklarına karşı çıkıyorum diye, onun meşruluk temeli olarak kullanmaya kalktığı Akıl’a saldırmak, her şeyden önce, olmayan bir şeyle, yani hayaletlerle boğuşmak, tabii bu arada neyle! neye! kimlere karşı savaşılacağı konusun da hedef şaşır(t)mak, nihai tahlilde de esas savaşılması gereken her ne! kim ise ondan yana çalışmak, başka bir şey değil. Postmodernin yaptığı da tam tamına bu. Diyelim, çok tutuldu diye balığı gerisin geriye, hem de ekstra bir zahmete girerek denize dökmek, rasyonel midir, akla sığar mı? Benim aklıma sığmaz. Ama arz talebi aşarsa fiyatlar düşer diyen için, tabii ki rasyonel, aklın yegane gereği, yani mükemmelen rasyonel. Burada Akıl nerede? Herkesin aklı kendine. Buradaki akıl, Akıl değil, kapitalist burjuvazinin aklı. Aslında, burjuvazi Aydınlanma’nın rantını yeme peşin de, daha doğrusu yemiş ve hala da yiyor. Burjuvazi o dönemde feodal statüler hukukuna ve Kilise egemenliğine karşı savaşta; vatandaşlık hukukundan yana. Bu kendisi açısından rasyonel, ama aynı zamanda hem her insan bireyi, hem de bütün insanlık açısından da. Zira insan kendi dışından verili belirleyicilikler karşısında özgürleştiği ölçüde insan olmuş; statüler hukukunda birey kimden olup kimden doğduğunun mahpusu, kendi yapmadığı, öznesi/aktörü olmadığı bir geçmişin kölesi, Kilise karşısında ise insan-üs tünün kulu. Bu mücadelesinde bur juvazinin rasyoneli, hem gerek bi rey, gerekse tür olarak insanın rasyoneliyle, üstelik hem de etik olanla çakışır, örtüşür vaziyette; tarihte ilk ve son kez. Rasyonellik göreli, buna karşılık etik tam tersine, göreli ahlakiyetlerin göreli olmayan ilkelerin terazisinde tartılması, mutlak olana vurulması, ahlakın sosyolojisi olur, ama etiğin asla. Burjuvazi düşüncesi işte bu arızi, geçici örtüşmeden bilistifa de kendi göreli rasyoneline etiğin mutlaklığını yüklüyor; alın size Evrensel Akıl. Oysa yüce Marx, taa 1840’larda öyle Evrensel Akıl diye bir şey yok, bu burjuvazinin aklı, yani onun açısından rasyonel olan diyor. Postmodern ise, kapitalizmin içine ettiği dünyamıza bakıp güya en radikalinden bir eleştiri getiriyor; ama burjuvazinin paradigması içinden: sorumluluğu Akıl’a yüklerken, sadece gerçek katili aklamış olmuyor, kurtuluş yolunu, kurtuluş kapısını yapmakta değil de olmaktaymış, olunana sarılmaktaymış gibi gösteri yor ki, bu da cinayetin sürekliliğinin güvence altına alınması. Akıl, yapana lazım, yaparken lazım, çişini etrafa sıçratmadan yapabilmek için bile akıl lazım; ama “etrafa sıçratma” ya da “sıçrat” diyen bir Akıl yok. Benden sonra aynı tuvalete, diyelim Bush’un gireceğini bilsem, her tarafı pislerim:akıl bize ne yapacağımızı değil, nasıl yapacağımızı, yani metodu, yöntemi gösterir ve postmodern de çıkıp tam tamına “Akla Veda”yla “Yönteme Hayır”ı önerir. “Yapma” der, “ol”. Sen, etnisiten, cemaatin, tarikatin, takımın, hiçbir şey bulamadıysan cinsel tercihin temelinde bir kimlik edin, onu ol, onun hakkını ver, onun hakkını al; “insan”ı ise bırak burjuvazi halletsin. Buna karşılık Aydınlanma, “insan”ın işini, değil burjuvaziye, varsa dahi Tanrı’ya bile bırakmaz. Fransız aydınlanmacılarının hemen hiçbiri ateist değil; genel tavırları şöyle: Tanrı var mı yok mu, bilemiyorum, muhtemelen de var galiba ama, bu kesinlikle bizim kilisenin papazının anlattığı Tanrı değil. Insana varmak için Tanrı’nın varlığını ya da yokluğunu ispatlamak gereğini duymuyorlar; olsa da olur olmasa da, bizim için fark etmez deyip yola buradan, bizden kalkarak çıkıyorlar:Insan, ilk defa bağımsız değişken, Aydınlanma da işte bu yüzden insanın rüşt ispatı, daha doğrusu bu yoldaki ilk irade beyanı. Ama, bu yönde nasıl yol alınır, bununla hiç ilgilenmiyor Aydınlanma. Bu yolda ilk teşebbüs Fransız Devrimi. Devrimin hemen ardındandır ki, bu soru sorulmaya başlanıyor: Saint-Simon ve sosyolojinin ana rahmine düşüşü. Ama bu işin insanların iyi niyet ve temennileriyle değil somut toplumsal güçlerin eylemiyle yapılırsa yapılabileceğinin bilincine ancak Proudhon ve Marx’la ulaşabiliyor. Bu aynı zamanda, gerçek babanın, her zaman çocuğa adını veren (Auguste Comte) olmadığının da bir ispatı. Aydınlanma’nın bu konuya el atmamış olması, aslında kendisi için çok da hayırlı oluyor: rüştün ispatı yönünde “Nasıl yol alınır” derken “Nasıl yol alınmalı”nın formülünü bulduğunu sanıp toplum mühendisliğine soyunma tehlikesinden peşinen kurtulmuş oluyor. Aydınlanma, insanı Tanrı’nın kulluğundan kurtarıp, sonra da onu muhayyel mutasavver bir geleceğe kurban etmenin- çok da değil- en uzağında: ne ideal bir insan modeli çiziyor, ne de belirli bir insan figürünü ön plana çıkartıyor. Burada, bugün yaşayan insanı, kısacası yaşayan insanı hem tek kalkış, hem de tek yarış noktası olarak ele alıyor ki, ben buna can diyorum, can deyince de, bundan tam 35 yıl önce Elazığ’ın katırla bile ulaşılmaz bir dağ köyünde rastladığım, en az 70 yaşındaki bir Alevi dedesinin şu sözlerini hatırlıyorum: “Ah keşke sosyalizm toklar tarafından kurulabilir bir şey olsaydı”; Gurvitch Marx’ın düşüncesini “ humanisme réaliste” (gerçekçi insancıllık) olarak tanımlarken neyi kastediyorsa, işte tam tamına o. Alıntıdır. |
|
Etiketler |
aydinlanma, aydınlanma |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Aydınlanma Nedir? | PySSyCaT | Felsefe | 0 | 29 Kasım 2014 16:15 |
Aydınlanma | PySSyCaT | Felsefe | 0 | 10 Kasım 2014 22:07 |
Aydınlanma nedir? Aydınlanma şiddeti nedir? | Lcia | Fizik | 0 | 02 Ekim 2014 17:49 |
Aydınlanma Çağı | Kalemzede | Felsefe | 0 | 05 Nisan 2012 08:08 |
Aydınlanma Nedir? | Kalemzede | Felsefe | 0 | 09 Ekim 2011 22:02 |