08 Aralık 2021, 11:58 | #661 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | La Belle Dame Sans Merci La Belle Dame Sans Merci "Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır! Yalnız dolaşıyorsun, benzinde solgunluk var. Sazlar kurudu artık gölün kıyılarında. Ötüşmez oldu kuşlar. "Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır! Ne kadar da bitkinsin, terk etmiş seni rahat, Sincap doldurdu artık kışlık ambarlarını. Yapıldı bitti hasat. "Bir zambak görüyorum senin alnında açmış Istırap nemi ile humma çiği taşıyan, Ve solan bir gül yanağının üstünde Son demini yaşayan." "Bir hatuna rastladım kırlarda dolaşırken, En güzelden de güzel - Gerçek bir perikızı, Topuklarında saçı, keklik gibi sekişli, Vahşi - ürkek bakışlı. "Çiçeklerden bir çelenk ördüm onun başına, Sonra bileziklerle bir kemer hoş kokulu; Gözlerime baktı da sevdalı gözleriyle, İnledi arzu dolu. "Tuttum, onu bindirdim rahvan giden atıma Ondan sonra bütün gün bilmedim gördüğümü, Eğilerek bir yana çünkü çağırdı durdu Bir peri türküsünü. "Bayan hazlar verici kökler çıkardı bana, Yaban balı topladı, kudret çiği içindi, Ve sonunda dedi ki kendi peri dilinde 'Çok seviyorum seni.' "Sonra götürdü beni büyülü mağ'rasına, Or'da gözyaşı döktü, bir ah çekti kederle, Or'da kuruttum ben de o vahşi gözlerini Yanan öpücüklerle. "Or'da uyuttu beni tatlı ninnileriyle, Bir rüya gördüm or'da - Ah! bahtım ne de kara, Biraz önce gördüğüm pek taze bir rüya bu Bu ürperten yamaçta. Solgun krallar gördüm, prensler, savaşçılar Ölüm solgunluğuydu hepsinin yüzündeki; Haykırarak dediler ki - "La Belle Dame sans Merci Beni de tutsak etti!" "Kavruk dudaklar gördüm akşam alacasında Büyük büyük açılmış müthiş bir uyarmayla. Birden uyanıverdim, bur'da buldum kendimi Bu ürperten yamaçta. "İşte bundan dolayı buradayım şimdi ben Yalnız dolaşıyorum, benzimde solgunluk var, Kurumuş da olsalar sazlar göl kıyısında Susmuş da olsa kuşlar." John Keats Çeviren: Mete Ataç İngiliz şair John Keats tarafından 1819 yılında, bir 15. Yüzyıl Fransız şiirinin başlığından esinlenerek yazılmış bir şiirdir.Şiirde büyüleyici güzellikte bir kadınla karşılaşan şövalyenin hikayesi anlatılır. Bu kadın, güzel olmasının yanı sıra merhametsizdir de, güzelliği ile şövalyeyi baştan çıkarıp kendine aşık ettikten sonra onu kendinden geçmiş bir haldeyken acımasızca terk eder ve ölü bir dünya içinde bırakıp gitmektedir.
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
08 Aralık 2021, 12:33 | #662 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | ATİNA TÜRKÜSÜ / hikayesi AFYON'UN EMİRDAĞ İLÇESİNİN SUVERMEZ KÖYÜNDEN KURTULUŞ SAVAŞI SIRASINDA YUNAN SUBAYININ KAÇIRDIĞI GÜLNAZİK ADLI TÜRK KIZINA YAKILAN AĞIT. Yunan’ın Afyon ve yöresini işgal ettiği zamanlarda Emirdağ’ın Suvermez köyünde dünyalar güzeli 15-16 yaşında bir kız vardır. Güzelliği dillere destan. Kızın güzelliğine bakan gözlerini alamıyor. Dönüp bir daha bakıyor. Zalim Yunan’ın işgal ettiği yerlerden birisi de Emirdağ’ın Suvermez köyü. Yunan askerleri köyde ne kadar ev , ahır, samanlık, ekmek odası varsa her yeri ararlar. Önemli ve değerli her şeye savaş ganimeti olarak el koyarlar. Köydeki evlerinin birinde kıt kanat geçinen garip bir köylü ailesi yaşar. Tek varlıkları çocukları. Dünya güzeli Gülnazik. Adı gibi gül gibi bir kız. Daha 15-16 yaşında. Gülnazik’in ailesi Yunan askerleri kızlarına göz koymasın diye yufka yaptıkları ocağın bacasının içine gizli bir bölme yapar. Gülnazik, o bölmenin içine gizlenir. Kızın yeme içme ihtiyacı için yanına azık konur. Kızın üzerinden duvar örülür ve saklanır.Duvar sıvayla kapatılır. .Bir rivayete göre Kara imam lakaplı Hacı Arif yunan subayına bu durumu bildirir. İşgalci Yunan subayı ocaklığa girdiğinde ocağın önü yeni sıvanmış olduğunu görerek yıktırır .Gizli bölmenin içinde dünyalar güzeli Gülnazik’i görür görmez aşık olur. Aile şaşkınlık ve panik içinde gözyaşı dökmeye başlar. Yunan komutan dünyalar güzeli Gülnazik’i sürükleyerek götürür. Ve ilk fırsatta kızı Yunanistan’a gönderir. Yunan yenilir ve arkasına bile bakmadan kaçmak zorunda kalır. Kaçarken arkasında ne varsa yakıp yıkar. Yakılan yıkılan her şey onarılır. Ama Emirdağ’ın Suvermez köyünde Gülnazik’in ailesinin dünyalar güzeli Gülnazik’in kaybının telafisi yoktur. Aile yıllarca kızlarının hasretiyle yanıp tutuşur. Derken, aradan yıllar geçer. Yunan subay kaçırdığı Gülnazik ile evlenmiş ve üç çocukları olmuştur. Yıllar sonra Yunan subay hayatını kaybeder. Gülnazik vatan ve aile hasretine daha fazla dayanamaz. Savaş ganimeti olarak kaçırıldığı Yunanistan’dan bir gemiyle Türkiye’ye yola çıkar. Gülnazik, ailem bu çocukları Yunan diye kabul etmezler düşüncesiyle çocuklarını denize atmayı düşünür. Gece hava karardığında yanında çocukları ile dışarı çıkar. Gülnazik kafasına koyduğunu yapar ve çocuklarını bir bir denize atar. Gülnazik gene de memleketinde çok sıcak karşılanmaz.Yunan karısı gözüyle bakılır. Dayanamaz ve intihar eder. Arkasında acıklı bir hikaye bırakır. Bir de bu ağıdı. ATİNA TÜRKÜSÜ Otomobil boyandı Atina’ya dayandı Allı kızı görünce Kafir Yunan dayandı. Ah turnam allı turnam Ben Atina’da durmam. Atina’nın hamamı İçindedir dumanı Kimsecikten şüphem yok Öldürsünler imamı. Ah turnam allı turnam Ben Atina’da durmam. Yumurtanın sarısı Yere düştü yarısı Atina’ya gideli Oldum Yunan karısı. Turnam al beni turnam Ben Atina’da durmam. Top zülüfler yanımda Tecellim var alnımda (Tecelli-Alin yazisi) Çocuklarım sorarsan Balıkların yanında. Turnam al beni turnam Ben Atina’da durmam. Atina’nın üzümü Ben tutmadım sözümü. Çocuklarım atarken Yumdum iki gözümü. Turnam al beni turnam. Ben Atina’da durmam. Yumurtanın kulpu yok Gözlerimde uyku yok Çek kayıkçı kayığın Yunanlıdan korkum yok. Ah turnam allı turnam Ben Atina’da durmam. Atina’nın urganı Kalın olur yorganı Üç çocuğumu sorarsan Balıkların kurbanı. Turnam al beni turnam Ben Atina’da durmam. Ama işgüzarın biri bu ağıttan şen şakrak bir türkü çıkartmış.
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
08 Aralık 2021, 12:43 | #663 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | GÜL BahçeSi Genç adam, ise giderken her gün yolunun üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller içini neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya başladı. Çünkü son günlerde o evde, tül perdenin gerisinde bir genç kızın siluetini görüyordu. Her geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu. Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı. Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini, içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu. Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu. Genç adam, artik hergün bir öncesine göre biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan bir siluetten başka şey göremiyor, kahroluyordu. Genç kız da her sabah heyecanla tüller arkasına geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu. Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi. Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün, daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu. Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola bakarken, bir grup insanin omuzlarında tabutla geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş müydü? Genç kız yine hergün tüllerin arkasına geçiyor, bos gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de, artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu. Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden. Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış, ilk iş olarakta güllü bahçenin önüne gelmişti. Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda oynayan çocuklara sordu; “Bu evde kimse yaşamıyor mu?” Bir çocuk; “İhtiyar bir kadın yaşıyor.” dedi. Genç adam cevabini duymaktan korkarcasına, başka bir soru sordu ;” Burada yasayan genç kız ne oldu?” Çocuklardan biri atıldı; “O öldü.” dedi, genç adamın yana düsen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden başka bir çocuk atıldı; “Verem olmuş, dün öldü.” Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyecanla annesiyle babasının yanına kotsu, güller arasında, sallanan sandalyede oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı; “Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !..” Koşarak ihtiyarin yanına gittiler, gülerken hiç görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi, yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu bir gülümseyişti bu. ''Fakat gözleri kapalıydı..'
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
08 Aralık 2021, 12:47 | #664 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cariyenin aşki ve yavuz sultan selim han Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir. Bu sırada bir çadırda kalıyor. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor. Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve Ona âşık olur. Lâkin umutsuz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye... Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokar ve kararsız hale getirir. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devâsâ farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir. Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır: "Derdi olan neylesin?" Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar: "Derdi neyse söylesin." Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra Cariye temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı yerde duruyor bulur. Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi ekler: "Korkuyorsa neylesin?" Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar: "Hiç korkmasın söylesin." Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halifeyi beklemeye başlar. Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur. Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur. Yavuz Selim Han "Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince, cariye tüm cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle: "Efendim..." der. "Cariyeniz... Size..." ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalır. Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der: "Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür."
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
08 Aralık 2021, 12:49 | #665 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Kıymet Bileni Bulmak Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne ve...rip: “Oğlum” der, “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir. Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu kaça alırsınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, “Bu” der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.” En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. “Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Öğrenci, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: “Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler.. Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır. Bilge sorar: “Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?” Öğrenci: “Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık” diye cevap verir. Bilge hoca çok kısa cevap verir: “Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bileni anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir.” Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır. Mesele kuyumcuyu bulmaktadır…
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
08 Aralık 2021, 12:51 | #666 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Biraz Daha İnsanca Yaşlı adam, bir konfeksiyon mağazasına ait vitrine uzun uzun baktıktan sonra, ilerideki yeşillikte oynayan çocukların en zayıfına dönerek; "Küçük!..." diye seslendi. "Bana biraz yardımcı olur musun?" Çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmış olmasına rağmen arkadaşlarını bırakıp geldi. Yedi sekiz yaşlarındaydı ve üzerindeki elbiseler, tek kelimeyle dökülüyordu. Yaşlı adam, çocuğun saçlarını okşadıktan sonra; "Vitrindeki elbiseyi giymeni istemiştim." dedi. "Bakalım üzerine uyacak mı?" Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam son derece ciddiydi. Onunla birlikte mağazaya girerken, ilk önce rüyâda olup olmadığını, daha sonra da şimdiye kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle ailedeki büyük çocuğa alınan veya komşular tarafından verilen giyecekler, elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardeşe kalır, birkaç sene sonra da dizleri aşınmış veya delinmiş vaziyette kendisine yamanırdı. Ama her zaman hasta dedikleri babasının ne kadar zor para kazandığını bildiğinden bu işe bir kere bile itiraz etmemişti. Şimdi ise, ilk defa yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala... Çocuk, yaşlı adamın gösterdiği elbiseleri giydiğinde, büyümüş olduğunu ilk defa farketti. Çizgili kadifeden yapılmış pantolon, bacaklarının ne kadar uzun olduğunu ortaya koyarken, yeni ceketi de omuzlarını iyice geniş göstermişti. Fakat hepsinin üzerine giydiği kaban bir başkaydı ve artık üşümeyecekti. Çocuk, biraz önce kazandığı misketleri onun cebine bıraktığında, iyice keyiflendi. İrili ufaklı misketler, gayet derin olan ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Demek ki her bir cep, en az elli misket alabilirdi. Yaşlı adam, çocuğu sağa sola döndürdükten sonra, elbiselerin paketlenmesini istedi ve iş tamamlandığında, tezgâhtara dönerek; "Elbiseleri torunuma alıyorum." dedi. "Kendisine sürpriz yapacağım için onları bu çocuğun üzerinde denedim. İkisinin de boyu aynı..." Çocuk, bir anda beyninden vurulmuşa döndü ve ne diyeceğini bilemedi. Ama artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktıktan sonra, üzerindekileri yavaşça çıkartarak bir kenara fırlattığı eskileri giydi. Adam, elbiselerin torununa uyacağından emindi. Yaptığı hizmet için çocuğa bir ciklet parası vermek istediğinde, onu yanında göremedi. Haylaz velet, belli ki bu işten sıkılmıştı. Çocuk, arkadaşlarının yanına döndüğünde, bir kenara çekilerek onları seyretmeye koyuldu. Bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmıyordu. Arkadaşları; "Niçin oynamıyorsun?" diye sordular. "En güzel misketleri sen kazanmıştın." Çocuk, inci gibi yaşlar süzülen gözlerini arkadaşlarından kaçırmaya çalışırken; "Misketlerim, bu elbiselere yakışmayacak kadar güzeldi." dedi. "Bu yüzden onları, bayramlık kabanımın cebine sakladım." ASLINDA HER YAŞTA AMA FARKLI ŞEKİLLERDE HEP BİRİLERİ TARAFINDAN KANDIRILIP SONRA DA BİR KENARA FIRLATILMADIK MI?? İŞİMİZDE - AŞKTA - DOSTLUKTA - ARKADAŞLIKTA - BELKİ DE AİLEMİZDE.. KİMİN UMURUNDA -BİR BAŞKASININ- DUYGULARI, HİSSETTİKLERİ VEYA KANDIRILMASI? GÖZYAŞLARI YA DA KALP KIRIKLIKLARI? BÜTÜN BİR ÖMÜR BOYU KALAN İZLER ?? NE YAZIK Kİ HİÇ KİMSENİN... KEŞKE.... KEŞKE... FARKLI OLABİLSEYDİ HERŞEY. BİRAZ DAHA İNSANCA, BİRAZ DAHA HASSASCA,DÜRÜSTCE VE BİRAZ DAHA YÜREKLİCE..
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
08 Aralık 2021, 12:55 | #667 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Seni bir kere öpsem “Seni bir kere öpsem ikinin hatrı kalıyordu / İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük” dedi, çocuk, sıkı sıkı sarıldığı kıza. Dudaklarını boru gibi yapıp boynunu uzatmıştı. Gülümsedi kız. “ - Olmaz”, dedi. “ - Ayıp.” Başını geriye doğru çekti. “ - Ama üçün boynu bükülür” diye acındırdı kendini oğlan. “ - Bükülsün, bişey olmaz. Ne bu, şiir mi, sen mi uydurdun?” “ - Evet, şiir. Ben yazdım!” “ - Güzelmiş. Demek böyle marifetlerin de var?” “ - Olmaz mı!” “ - Başka yok mu, okusana. Ama öyle ikinin, üçün hatırı falan kalmasın!” “ - Şaka yaptım; benim değil. Cemal Süreya’nın bir şiirinden.” “ - Yaa! Ama olsun. Güzel okudun sen de” “ - Teşekkür. Okutana bakmalı...” “ - Ah canım!” Gururlanmıştı kız. Oğlanın alnına düşmüş perçemine parmaklarını geçirip yukarı doğru taradı. Okşanan bir kedi gibi bir anlığına gözlerini yumdu oğlan. “ - ‘Bir kızıl goncaya benzer dudağın” “ - Bu da mı Cemal Süreya’nın?” “ - Hayır. Şarkı bu. Geçen radyoda çıktı, hiç duymamıştım. Çok hoşuma gitti” “ - Melodisi nasıl? Söylesene biraz.” “ - Sesim berbattır, hem de hiç beceremem.” “ - Hadii, lütfeen, birazcık.” “ - Bayılırsan karışmam bak!” “ - Hadi söyle söyle!” “ - Peki, tamam. Benden günah gitti.” Derin nefes alıp sesini ayarlamaya çalıştı. “ - Biiir kızıııl gooncaya beenzeer dudağıın/açılaan teek gülüsün seeen bu bağın!” Kendini tutamayıp güldü bitirirken. “ - Güzel söylüyordun, niye yarım bıraktın?” dedi kız. “ - Zaten bu kadar biliyorum, hem kargalar bile dayanamayıp kaçtı baksana” Kız yakındaki ağaçlara doğru baktı elinde olmadan. Yüzlerce kuş cıvıldıyordu dallarda. Güldüler. “ - Yaa! Pis! Ben de hemen kuşlara bakıyorum sazan gibi! Sanat müziği galiba?” “ - Evet. Sanat müziği.” “ - Pek hoşlanmam; ağır gelir bana. Ama bunu sevdim.” “ - Ben de öyle.” *** Oturdukları bankın hemen arkasındaki çiçeklikte papatyalar boyvermişti. Birine uzandı. İncecik sapını yüzük parmağıyla orta parmağının arasına sıkıştırıp başparmağı ve işaret parmağıyla çekip kopardı. “Kırt” diye belli belirsiz bir ses çıktı. Kıza uzattı. Aldı. Gözlerini kapatıp kokusunu içine çekti. Nefisti. “ - Çok teşekkür ederim” dedi. Kollarını oğlanın boynuna attı, ellerini ensesinde birleştirip dudaklarını yaklaştırdı. “ - Hadi madem, üçün de boynu bükülmesin bari!” Elindeki papatyanın sapı oğlanın ensesine dokundu. Ürpertti. Öpüştüler. Bıraksa oğlan öylece kalacaktı. Kız uzatmak istemedi. Geri çekilirken oğlanın dudakları da yapışmış gibi birlikte geliyordu. Bir elini alnına koyup hafifçe itti. “ - Tamam yeter!” dedi. Nabzı hızlanmıştı. Teninin kızardığını, derisinin altından ılık bir şeylerin aktığını hissetti. Göğsü gerilip uçları kabardı. Önlerinden iki kişi geçiyordu. Otuzlarında iki erkek. Utandı. Geçenler önce oğlana sonra kıza baktılar yan gözle. Biraz yürüyüp hizalarını geçince birbirlerine bir şeyler fısıldayacak sonra dönüp yine bakacaklardı. Ama bu defa sadece kıza. Öyle oldu. Onlarla göz göze gelmemek için başını eğdi. Avcundaki papatyaya baktı. Sapını parmaklarının arasında çevirip sağa sola döndürdü. Yapraklarının sayısını tahmin etmeye çalıştı. Acaba tek miydi çift mi? Koparıp saysa mıydı? Acaba gerçekten seviyor muydu? Papatya falında “seviyor” çıkması için hangisinden başlamak gerekti, “seviyor”dan mı “sevmiyor”dan mı? “Çiçeği döndürüp duruyor. Sıkıntılı. Ama söylemeyecek.” diye geçirdi oğlan aklından. Denemek için sordu: “ - Ne düşünüyorsun?” “ - Hiç!” Tahmin etmişti. Üstelemedi. Hafif bir poyraz çıkmıştı. Bulutları sürüklemeye başladı. Bir parça koyu gri bulut güneşi kapattı. Birazdan açacaktı. Ama üşütmeye yetti. *** “ - Kalkalım mı?” dedi kız. “ - Erken değil mi daha? Üşüdün mü?” “ - Biraz üşüdüm, hem ancak giderim.” Dizkapağının üstüne çıkan eteğini düzeltti. “ - Bize gidelim istersen?” dedi oğlan. Alacağı cevabı biliyordu ama sordu yine de... “ - Olmaz; gelemem.” “ - Peki. Ne diyeyim” Sustular. Bir süre öylece oturdular. Rüzgâr artmıştı. Toparlanıp kalktı kız. Oğlan oturuyordu hâlâ. “ - Hadisene.” Papatyayı aynı biçimde döndürüp duruyordu. Oğlanın gözü çiçeğe takılmıştı. Onunla birlikte dönüyordu düşünceleri. “ - Git sen. Oturacam ben biraz.” “ - Küstün mü?” “ - Yo, neden küseyim.” “ - İnkar etme. Hayatım, gelemem diyorum anlamıyorsun” Cevap vermedi oğlan. “ - Gidiyorum ben” dedi kız. Çantasını omzuna attı. Oğlan tereddüt etti, ama dayanamadı, ağır hareketlerle kalktı. Kız sol elinin başparmağını omzuna attığı çantasının askısına geçirmişti, papatya da o elindeydi. Sağ eli boştaydı. Oğlanın tutması için cebine sokmamış öylesine salıvermişti yanına. Bekledi. Birkaç adım yürüdüler. Oğlan ellerini ceplerine soktu. Kız papatyayı sağ eline geçirdi. Çiçeği avucuna alıp elini montunun cebine soktu. Yumuşacık yapraklarını okşadı biraz. Sonra sıkıp ezdi.
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
08 Aralık 2021, 12:57 | #668 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Ön yargı ve gelincik hikayesi Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu dogmadan ölmüş, tek başına yasayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye baslar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciğin ağzını kanlı görür. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir... Ve odada beslediği beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür. Einsteinin bir sözü vardır; İnsanlardaki önyargıyı parçalamak, benim atomu parçalamamdan çok daha zordur Bende diyorumki; Toplumunun en önemli sorunu önyargıdır, sorgulamadan irdelemeden, yaftalamayalım. Bütünü objektif algılamanın en önemli yolu sorgulamak ve irdelemektir.
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
08 Aralık 2021, 12:58 | #669 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Kır çiçeğiyle bal arısının hikayesi Dikenlerle ve yaban otlarıyla dolu bir tarlada, Kır Çiçeği açıvermiş goncalarını dünyaya... Henüz başıymış baharın, başka çiçek yokmuş etrafta. Hayıflanmış bir süre içindeki yalnızlığa. Bir vızıltı duymuş aniden hiç beklemediği bir zamanda. İçi dolmuş, heyecan ve mutlulukla... Balarısıymış konan, ümitsizce sarkmış yapraklarına... Birden canlanmış Kır Çiçeği; geldiği için minnettar olmuş Balarısı’na... Balarısı, keyifle gömülmüş sınırsızca açılan taçyapraklarına; kendini kaptırıvermiş bu farklı özsuya. Kır çiçeği memnun, çabalamış her seferinde daha fazlasını vermek için arıya. Sanmış ki, tek çiçek kendisidir dünyada... Bir gün başkalarının da olduğunu görmüş, uyandığında!.. Üzülmüş, sitem etmiş çok sevdiği Arı’ya... ''Yanılıyorsun, ben istemem onları asla, buldum en güzel tadı senin balında'' dese de Balarısı, uçmaya devam etmiş çiçekler arasında... Kendince, kötü bir niyeti yokmuş hiç kafasında... Oysa çiçekler, cezp edebilmek için Arı’yı, bürünürlermiş güzel kokulara... Nefsine hâkim olamayan Arı da, konarmış ondan ona, güvenerek Kır Çiçeği’nin sonsuz sabrına… Kır çiçeği anlamış ki, saflığa yer yok bu dünyada! Layık görülür sahtekârlar, hep itibara... Ve anlamış sonunda, kendisini soldurmak pahasına, devam edecek Arı uçmaya. Öyle ya O, özgür bir Arı! Kendisiyse, köklerle bağlı toprağa... Anibal Güleroğlu
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
08 Aralık 2021, 13:05 | #670 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Toprak ve Yağmur'un hikayesi Mevsim yağmurları henüz başlamıştı; caddeler ıslak, sokaklar ıslak, süzülen ışık yağmurun kokusuna hayran bir şekilde asfalttaki su birikintisinden yansıyordu gökyüzünün uçsuz bucaksız derinliklerine… Ağaçlarda gökyüzünün gözyaşlarına tutkulu bir şekilde, yağmurun damlalarını yapraklarıyla okşuyor, her yere düşen taneye kol kanat geriyordu. Hatta bazen beraber şarkı söylüyorlardı, ağaçların dalları eğilirken yere, son yağmur damlasını kucaklama hayalinde ve hevesindeydi. Yağmur yiyen sokaklar sarhoş gibi sallanırken insanlarla beraber, kimse farkında dahi değildi bir diğer kardeşinin. İnsanlar taş yağıyor misali gökyüzünden kaçıyor, sığınacak yerler arıyorlardı. Ansızın görseler güneşin yakıcı yüzünü seviniyor bir umut ile yukarıya bakıyorlardı. Oysa neydi insanları uzaklaştıran yağmurun aşkından, oysa insanlar ne anlardı doğanın en tatlı dokunuşu, gökyüzünün inci tanecikleri yağmurun sevdasından. Güneşte bilmezdi aşkları, hain karanlıkta ayırmaya çalışırdı âşıkları, olmadı kızdımı yakardı toprakları. Oysa âşıklar hep yanmak ve yakmak isterlerdi güneşin yaptığı gibi, hep benzetirlerdi aşklarını güneşe ama nerden bilecekti onların o masum yüreği, güneşin aşka kapalı duvarlardan örülü o buz kalbini, dışarısında yanan ateşe inat içindeki aşkla ilgili en ücra köşelerinin bile buz tutmuş olduğunu. Rüyaların en gerçek yüzü bulut. O insanların gördüğü akıl almaz canlı. Saf beyaz, pamuk beyaz, kar beyaz, saflığın en beyaz yüzü. İnsanların bildiği tek doğruda bulut olsa gerek. O görünen yumuşak görüntüsünün altında saklı hassas kalbi aşıkların beklide tek koruyucusu.. Hasreti yangın sevdalarda yakmış, nefesi rüzgârlar ile çok uzaklarda almış bir şair yürek, bir isyankar vücut, bir âşık, hemde deli gibi hemde ölümüne tıpkı tutku gibi… Unutulmaz sevdaların, insanların adını dahi duymadığı, şeklini asla tahmin bile edemediği bir sevdanın kahramanı, Toprak. Dünyanın yaradılışında ortaya çıkmış en güzel varlıktı, Yağmur. Deniz mavisi gözlerinin, mercan yeşilliğiyle görenleri adeta büyülüyordu. Uzun boyu ile kavakları önünde eğiyor ve duruşu ile dağları yerinden oynatıyordu. Harpın tellerinden çıkan büyüleyici melodi gibiydi teni, dokunmaya kıyılamayacak kadar hassas ama dokununca insanı kendinden alacak kadar muhteşemdi. Gülüşünün güzelliği kelebekleri topluyor etrafına ve kuşları çağırıyordu. Bir güldü mü gökyüzüne yıldızlar utanıyor parlamıyor, bulutlar kaçıyor, gece utanıyor kararamıyor kıpkırmızı kalıyordu. Dokununca, ağaçlar meyve veriyor, toprak yeşile bürünüyordu. Onu her gece periler sarıyor, uyuduğunda nehirler susuyor, rüzgar ona dokunmadan esiyordu. Uyanınca tüm doğa seher yeli kokuyor, en büyüğünden en küçüğüne her canlı onu selamlıyordu. Bütün güzelliklerin bütün bu imkansızlıkların toplandığı yağmur, bir masal prensesi gibiydi. Birde gelecekte âşıkların sıkça bahsedeceği beyaz atlı prens vardı, yaşlı bir ağaç gibi sağlam ve heybetli bir duruşu vardı toprağın. Atının üstüne binince rüzgâra kafa tutardı hızda, çok zaman yarıştı rüzgârla. Kahverengi keskin bakan gözleri, konuşunca akıl almayan sözleri, attımı yedi düveli inleten yüreği, baş eğmeyen bileği ile gerçek bir yiğitti o. Aşmadığı dağ, yüzmediği deniz, bilmediği yol, kırmadığı kaya kalmamış, yedi farklı iklimde masallardaki prensesi aramıştı. An gelmiş günlere meydan okumuş geceleri sorgulamıştı, çiçekler geç açınca kızmış doğadan hesap sormuştu. Gündüzleri rüzgârla meydanlarda gezer akşamları oturur yıldızlar arasına yaptıklarına bakardı. Yine öyle bir gündü, rüzgârlar durulmuş yıldızların arasından dünyayı seyreden bu yiğit biraz yorulmuştu. Yıldızların altındaki nehirde tek kıpırtı yoktu, gece siyah elbisesini giymeye hazırlanmış bekliyor, yıldızlar ben daha fazla parlayacağım bu gece diye birbirlerini kıskanmaktaydı. Yıldızlarda çok parlayıp Yağmurun gözbebeklerinde görünmek istiyorlardı. Yağmur’un gözbebeklerinde parlamak onların tek hayaliydi. Rüzgar esiyordu yine, kırmızı gölgeli ağaçların ardından sıyırarak kendi saydam elbisesini koşuyordu kırlarda, bir melodiyi fısıldıyordu gezdiği alanlara, etraf onunla beraber hüzünleniyordu, onun benliği titretiyordu her şeyi, soğuk değildi belki esmesi ama üzüntülü melodisi üşütüyordu sanki bütün yürekleri, dünyanın ilk âşıklarına ağlıyordu rüzgar, onlar içim ilk parçayı çalıyordu rüzgar, sadık bir yar gibi ikisine birden esiyordu rüzgar… Gündüz mum gibi sönmekteydi. Karanlık, sokakların üstüne yürüyor, lambalar çığlık çığlığa yanıyordu. Bir çıt çıksa koynunda gecenin, yankılanıyor kulaklara büyük bir yıkım gibi çarpıyordu. Kâh bir serçenin sesine eşlik diyordu rüzgâr kâh bir volkanın ansız bağırışlarına. Yakınlarda ormanın sesi yankılanıyordu, dalların ve ağaçların sesi gecenin çökmesiyle birlikte tüm dünyaya hâkim oluyordu. Geceler çok özeldi, sessizdi geceler, ama dinlemeyi bildin mi tüm dünyayı sana anlatırdı. Gece en sonunda her bir köşeye hâkim oldu, rüzgârın şarkısına en güzel sahneydi beklide gece, rüzgâr devam etti şarkısını çalmaya, usulca çalarken şarkısını rüzgâr Yağmur da Toprak ta bu ritme kapılmış, başları dönmüş bir şekilde yaklaşmışlardı gecenin içine. Fark etmeden o kadar yaklaşmışlardı ki birbirlerine nefeslerinin ılıklığı birden irkilmelerine sebep olmuştu. Kendilerine geldiklerinde karanlığın ihtişamı altındaydılar, hiç kımıldamadan uzun süre önce birbirlerine baktılar, Yağmur’un mavi gözleri toprağın üzerinde dolaştı, anlamsız bir edayla onun gözlerinde yolculuğu son buldu, Toprak ise hala anlamamıştı olanları olayların şoku içinde tanımaya çalıştı karşısındakini, ritim kesilmiş, müzik kısılmıştı, rüzgâr susmuştu artık, birbirlerini tanımaları tek dilekleriydi artık. Bu dileği Melekler işitti, birden tüm yıldızları yaktılar, etraf aydınlığa boğuldu… Şimdi daha netti görüşleri, birbirlerini tamamen görmüşlerdi, ikisinin de bir fikri yoktu. İçlerinde garip anlamsız kıpırtılar korosu eşlik ediyordu onların şaşkınlıklarına. Birbirlerine saatlerce kıpırdamadan bakmak birçok şeyi anlatmıştı onlara. İkiside şimdi bilmiyordu hiçbir şey… Toprak ne yapsam diye düşündü, yağmurun gözleri o kadar derindi ki içine baktıkça dalıyor tek bir söz bile söylemek ona gereksiz geliyordu. İçinde bir kıpırtı vardı yüreği körpe bir kuşun uçma hevesini andıran bir çırpıntıyla savruluyor, göğüs kafesinin içine sığmıyordu. Avuçları terlemişti, vücudu sanki ilk kez yenik düşen savaşçı edasındaydı, böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştı… Dakikalar saatleri, saatler ise birbirini kovaladı, Yağmur birden yere doğru yavaşça eğildi, oturdu. Gün bitmek üzereydi, güneş bulutların o saf beyazlığının ardından yavaşça kaybolmaya yüz tutarken, etrafı kızıla boyuyordu. Erken batıyordu gün, alışık olmasa da onlar erken batan günlere bu sefer güzeldi, Yağmurun gözlerinden batan günü izledi Toprak. İlk defa böyle duygular yaşıyordu, içinde adını bile koyamadığı hisler dolaşıyor, kalbinde milyonlarca deprem aynı anda oluyor, sarsıyordu onu. Yağmur’un gözleri başını döndürüyordu Toprak’ın. Gün yavaş yavaş batarken dağların ardından bir rüya gibi bitiyordu sanki her şey. Gecenin siyah elbisesini giymesiyle büyü bozulmuştu, bu iki aşık bu ana kadar hiç ama hiç konuşmamıştı, daha doğrusu konuşma gereği duymamıştı, rüzgarın müziği uzaklardan duyulmuştu, melodileri aşk söylüyordu. O gece Toprak ve Yağmur yan yana yatmışlardı. Usulca örttü gece onların üstünü ve her şey bir kıyamet sessizliğine büründü. Gece ilk defa bu kadar uzun sürmüştü. Toprak ile Yağmur’un masum yatışlarına dalmıştı. Kendine geldiğinde gece, gündüz sabırsızlıkla doğmayı bekliyordu, haklıydı… Azcıkta kızmıştı, gece giderken bu iki aşığı yavaşça uyandırmıştı. Uyandıklarında şafak söküyordu, günün ilk ışıkları gözlerini kamaştırıyordu. Yaşadıkları iki günde tek bir şey yapmamışlardı, oturup birbirlerini seyretmekten başka. Onlara göre sanki hayat öyle güzeldi. Birbirlerinin gizemli bakışları içinde kaybolmak, hiç konuşmadan kalplerinin aynı ritimde çarpmasını sağlamak, her gün gördükleri manzaraların ne kadar güzel olduğunu fark etmek onları büyülemişti. İlk aşk sözcükleri onların ağızlarından o gün dökülmüştü. Bir serenattı Toprak’ın söyledikleri. Uzun uzun şiirler yazdı Toprak, Yağmur’a. Ve ilk şiir’inde şöyle sesleniyordu; Günlerden bir bahar sabahıydı Saat sana doğru akıyordu Rüzgarlar senden esiyordu Gözlerim senin adınla kapanıyordu Bilemezdim neden di Seni görmeyince gözlerim kördü Hayat senden başlıyordu ve senden bitiyordu Gecelerce ruhunla yattım En soğuk rüyamda sana sığındım Fırtınalarda senle ısındım Sende yaşadım duyguların en tatlısını Şiir’inin adını da deymeyen yürekler koymuştu, günlerce yan yana olmalarına karşın ne kadar yakın olursa da olsunlar yürekleri birbirlerine hiç deymemişti ve bu Toprak’ın aklına gelmişti. Bu sözcükler Yağmur’u adeta büyülemişti, okurken denize satır satır yazılan bu sözcükleri dalgaların yansımasında bulmuştu hayallerini. Her şey o kadar güzel gidiyordu ki, bu yakınlaşmanın adını da aşk koymuştu Toprak. O günden sonra Toprak ne atına binip rüzgârlarla yarışmış, nede dağlara denizlere kafa tutmuştu. Yağmurda artık her şeyi boş vermişti. İkisi oturup bir sevdanın masalını yazmışlardı. Adını aşk koymuşlardı. Fakat bu mutluluk güneşe çok gelmişti. Onların her mutlu bakışlarında güneş bir yerleri yakıyordu, Yağmur gülümseyince ağaçlar, Toprak gülümseyince dağları taşları ateşe veriyordu. Bir akşamüstüydü, rüzgâr aşk melodisiyle esiyordu, mutluluk onların en yakın sırdaşıydı. Her şey o kadar güzel giderken birden güneş çıktı. İsyanlardaydı belliydi, artık kabul edemiyordu Toprak ile yağmurun aşkını. Ona göre bitmeliydi bu sevda. Bu aşk son bulmalıydı. Oysa bu yaşanan aşkların en harikasıydı. Gökyüzünde Melekler ağladı bu âşıklara, bu aşk bitmemeliydi, bitemezdi böyle bir sevda, bu sevda tüm sevenlere örnek olmalıydı… En sonunda dayanamadı Melekler, önce Güneş’in yaktığı yerleri söndürdüler, sonra güneşi çok uzaklara gönderdiler ve başkalarının Toprak ile Yağmuru üzebileceklerini düşünerek toprağı kum’a Yağmur’u suya dönüştürdüler ama aşklarından bir parçaya bile dokunmadılar… Güneş’in yaktığı yerler çöl olmuştu üstünde çok zor yaşanıyordu, bir türlü yeni hayatlar başlayamıyordu üstlerinde, meleklerin bıraktığı küçük yaşam parçacıkları dışında hiçbir şey bulunamıyordu üstünde… Adeta bir yangın yeriydi ateşi sönmesine rağmen. Rüzgârda çok sinirliydi güneş’e. Her onun yaktığı yere geldiğinde ortalığa saldırıyor, her şeyi savurup bir köşeye atıyordu… Olmadı yetmedimi tüm tepeleri dağları dağıtıyordu. Toprak ise yeryüzünün her bir köşesine dağılmıştı, bütün aşkları ve âşıkları görebilmek için. Bütün aşklar onun üzerinde yaşanacaktı ve biten her aşk onun altında son bulacaktı. Kendine özgü bir rengi olacaktı, her mevsim başka renklerle sarılacaktı… Yağmur ise hayat’ın adı olacaktı, su olup tüm dünyaya hayat verecekti. Eskiden olduğu gibi hep onunla beraber olacaktı su. Gün gelecek Toprak’a kavuşmak için gökyüzünün uçsuz bucaksız derinliklerinden atlayacak, gün gelecek bir kar tanesi olup Toprak’ın üzerine dokunacak, dağlardan taşlardan aşacak coşarak sevdiğine akacak, gün olacak damar damar Toprak’ın içinde gezecekti ama asla ayrılmayacaktı. Onların aşkı hiç mi hiç bitmeyecekti. Eskiden olduğu gibi Su’yun bir dokunuşuyla hayat bulacaktı Toprak. Güneş ise bu aşkı hala çok kıskanıp çok uzaklarda yıldızları yakıyordu birer birer. Toprak’tan hala Su’yu ayırmaya çalışıyordu ne kadar çalışsada bir an ayırabiliyor sonra Su Toprak’a geri dönüyordu, bazen bulut kızıyor Güneş’e araya giriyordu. Güneş ama hiç vazgeçmiyordu. Bir gün ısımla dünyadaki bütün sevgileri bitireceğim diyordu. Oysa sevgiler asla bitmeyecekti. Bir akşamüstü Toprağın sevgilisi gökyüzünden ona yeniden dokunacaktı. O yağan yağmurda hangi sevgili durursa yağmur’un aşkından bir parça alacak içine ve ıslanmayacaktı asla. Yağmur ve Toprak arasında kalınca bütün âşıklar birbirlerine bağlanacaklardı. Meleklerinde dediği gibi bu aşk bitmemeliydi ve bitmeyecekti. Su, Toprağa hayat verecekti, Toprak ise suya beden olacaktı ama bu aşk sonsuza kadar sürecekti. Uğur TAŞTEMUR
__________________ Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir. Ve görüyorsun ki .. Alnımıza yazılanla ..Gönlümüze kazınan bir olmuyor… |
|
Konuyu Toplam 7 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 7 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Her TeLden.. | Ece | Lafazan FM Paylaşımları | 514 | 08 Aralık 2022 19:11 |
DJ-HxC iLe Her TeLden | AyNiL | Sunucu Radyolarından Son Haberler | 0 | 02 Ekim 2021 18:23 |
DJ-HxC iLe Her TeLden.. | AdrenaLin | Sunucu Radyolarından Son Haberler | 0 | 22 Ağustos 2021 20:40 |