IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  reklamver

Etiketlenen Kullanıcılar

74Beğeni(ler)

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 29 Mart 2012, 21:16   #41
Zen
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Edebi(ha)yat




[Duino Ağıtları | Rilke] - Onuncu Ağıt



«Gitmesi gerektir artık ölünün; sessizce götürür
Yaşlı Yakınış onu derin boğaza;
orada, ay ışığı altına ışıl ışıl:
Sevinç pınarı. Saygıyla
adını söyler onun, der ki: İnsanlar için
taşıyıcı bir ırmaktır.-

Dağın eteğinde dururlar.
Sarılır delikanlıya, ağlayarak.

Yapayalnız çıkar şimdi ilk-acı dağlarına,
ayak sesleri bile yankılanmaz olur ses vermeyen bahttan.»




«But the dead must away
and silently the Elder Lament
leads him as far as the Arroyo,
where gleaming in the moonlight
springs the source of joy.
With reverence she names it,
saying: "Endlessly it flows
into the world of men."

They stand at the mountain's foot.
Weeping, she embraces him.

Alone, he starts his climb
up the peak of Primal Pain.
Not once do his footsteps echo
from this soundless path of fate.»

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet reklamver
Alt 01 Nisan 2012, 01:36   #42
Zen
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Edebi(ha)yat




"Mısralar, birçok insanın söylediği gibi, duygular değildi. Onlar yaşanmış anlardır, deneyimlerdir. Bir mısra yazabilmek için birçok kenti görmeli, insanları ve başka şeylerle birlikte, hayvanları tanımalı, kuşlar nasıl uçuyor hissetmeli, çiçekler sabahın ilk ışıkları ile nasıl açıyor bilmeli.. Düşünebilmeli, unutulmuş yörelerdeki yolları yine anımsamalı, beklenmeyen tanışmaları ve ayrılmaları da. Çocukluğun gizemli günlerini düşünmeli, üzdüğü ana babaları, zor geçen çocuk hastalıklarını da. Sessiz odalarda geçen günleri, deniz kıyısındaki sabahları, evet denizleri, ötelere uğultularla ve yıldızlarla uçup giden geceleri anımsamalı. Bütün bunları düşünmek yeterli değildir. Biri ötekine hiç benzemeyen sayısız aşk da anılarda yer almalı, yeni doğmuşların çığlıkları da, beyazlar içinde uyuyan loğusalar da. Fakat ölüme gidenlere eşlik etmeli, oturmalı onların odalarına açık pencerede, kesik kesik inlemelerini dinlemeli. Hep anılarla dolu olmak da güzel değil. Unutabilmeli onları çok fazla olduklarında. Ve yine gelmelerini beklemeli büyük bir sabırla. Sadece anılara sahip olmak yetmez. İçimize girip kanımıza karıştıkları, bakışımız ve davranışlarımız oldukları zaman, isimsiz ve bizden farksız, işte hiç beklenmeyen o anda bir mısranın bir kelimesi anıların ortasından ayağa kalkar."

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 05 Nisan 2012, 22:21   #43
Zen
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Edebi(ha)yat





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.


İçimin de dışımın da olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı; sanırım 8-9 yaşlarındaydım

Acıyı, kederi, neşeyi henüz ayrıştırmamıştım

Hayattı; yekpâreydi Her şey, bir şeydi


Sokağın sonuna doğru uzayıp giden bir tepenin ağzına oturmuştu

Yüzünde yaz esmerliği, ağzını rüzgara karşı açmış; mırıldanıyor muydu yoksa rüzgarı mı yalamaya çalışıyordu? Anlamamıştım
Beyaz bir yaz günüydü İlk o gün görmüştüm onu

Mevsimler birinden öbürüne devrilirken, elimizi arı sokarken, bisikletten düşüp dizlerimizi kanatırken canımıza bir şey olurdu; hissederdim Ama acıya dahil değildi yine de bunlar

Hayattı, yekpâreydi işte
Zaman, hayatı parçalara ayırıp "parça parça" görmeye başladığımızda, acı, o yekpâreliği yitirdiğimizde oluşacaktı
Şimdilik dünya geniş ve ılıktı Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik

Gün ortasında yazlık sinemanın arka duvarından atlar, orada kurardım hışırtılı sessizliğimiSayamayacağım kadar çok sayıda, yeşilli mavili tahta sandalyelerin arasında, geceden kalmış ve öğlen güneşiyle gevremiş milyonlarca çekirdek kabuğunun ortasına yayılır, ılık güneşin ensemi yalamasına gözlerimi yumardım Nereden geldiğimin, niye geldiğimin sorusunun olmadığı zamanlardı

Biz periler o zamanlar en çok ılık, beyaz yaz günlerini severdik
Kış mart demekti; ve mart hakkında hiç de iç açıcı olmayan bilgilerim vardı
Mecaz bilmezdim Annem mart dokuz donludur derdi
Yazın ilk günleri benim "öylesine oluş"um gibiydi Ilık ve uçucu, yekpâre ve sonsuz ve doya doya beyaz gün

Periliğimin yeşil vadisindeydim, uçuşmaktaydım ama sanki vadi bitmekteydi

Gözüm kendi içime ve dışıma bakmaya ayrılmaktaydı
Sanki dünyaya "yayılma hali" çatlamaya başlayacaktı

Bacak boyumun yetmediği bir bisikletle bisiklete binmeyi öğreniyordum

Bir öğretenim yoktu, karar vermiş kalkışmıştım, o kadar
Boyumdan büyük heyulayı sürüyerek dışarı çıkartır, bahçe duvarına yaslar, ayağımın altına yerleştirdiğim yüksekçe bir taş yardımıyla atlardım bisikletin tepesine Pedallara bastığımda, duyduğum tek kuralı uygular, önüme değil ileriye bakardım Sokağın sonundaki bayıra dek giderdim böylece Ama sokağın sonunda, her seferinde düşerek inerdim durdurmayı bilemediğim o kocaman tekerlerin üstünden
Kaş, kafa, diz filan yarardım Kaşım, kafam, dizim filan acırdı, ve bunların hiçbiri acı değildi

O günlerden biriydi Öğlenin ıssızlığı vardı sokakta Ve ben birazdan düşeceğim noktaya doğru hızla pedal çeviriyordum Onu tepenin ağzında oturmuş gördüm Eve, evlere, bahçelere ve hatta ağaçlara olan küsmüşlüğüyle, öylece oturmuş, anneannesi hariç her şeyden istifa etmeyi düşünen yüzüyle karşılaştım O rüzgarı yalamaya çalışıyordu Benimse durdurmayı da döndürmeyi de bilemediğim bisikletten düşerek inme vaktim gelmişti

Toparlanmaya, bacaklarım ve avuç içlerimdeki tozlu acıyı silkelemeye çalışırken beni seyrettiğini ve bana güldüğünü gördüm Bir de mahcup oluşu; insanın rengi değişiyor, ısısı artıyordu

Bu ânı böylesine net hatıra etmiş olan zihnim, sonrasını hatırlamıyor Nasıl oldu da tanışmıştık, ben mi onun yanına gitmiştim yoksa o mu benim yanıma gelmişti, bilmiyorum Bildiğim bir yabancıya, ötekine yakınlık duymuştum Esmer tenli, beyaz gülüşlü bir öteki "peri"

En az benim kadar sessizdi Benden de sessizdi Kendi sessizliğimi bir kenara koyup, onun bana dokunan sessizliğini kırmaya çalıştım
Bir şey hoşuna gittiğine gülümserdi
Gülümsediğinde dünyada bir beyaz delik açılırdı
Ben o yaz o beyaz delikten içeri atladım

Kış (tekrar) gelmişti İçerilere, yaza benzeyen sıcak odalara, camlarından damlalar süzülen pencere arkalarına geri çağrılmıştık

Kıştı; büyük sessizliğiydi dünyanın
Neden, sebep, özlem, isyan tanımazdık Ve tabii böylece alınganlık ve kırgınlık da Ne ben onu aradım ne de o beni Kış gelmişti işte, ve biz içeriye çağrılmıştık o kadar
Yaz beni kendi vadimden çıkarmış, onun beyaz gülüşüyle tanıştırmış, onunla doyurmuştu
Ne kıştan yakınacak ne yazı özleyecek sebebim vardı
Yazlık sinemanın tahta sandalyeleri büyük alanın bir köşesinde üst üste istif edilmiş, üstleri geniş bir naylonla örtülmüştü
Hayattı; hâlâ yekpâreydi
Kış gelmişti işte ve biz içeriye çağrılmıştık



Birhan Keskin / Beyaz Delik

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 12 Haziran 2012, 16:58   #44
Zen
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Edebi(ha)yat





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.


Bir şehre girdim. Ayaklarım uzun yolların yorgunluğunu taşıyordu. Sözcüklerimin hepsini heybeme doldurup sustum. Kan kusup yoksunluğumu kimseye aşikâr etmedim. Sözlerimi seçip seçip attım, kalbimin kuytu köşelerine.


Şimdi bir şehre giriyorum, bin şehri terk etmiş bir deli derviş olarak. Her şehirden tozlar taşıyorum üzerimde. Silkelendikçe çıkmayan, çırptıkça daha derine gömülen tozlar.


Hiçbir hüzün karşılıksız değildir. Ve her şehir bir mecburiyettir. Girersiniz sokaklarında dolaşırsınız, onunla ilgili rüyalar görürsünüz. Tozlarını yutarsınız. Kalbinizi kırar bir parçasını içine bırakırsınız. Sonra çıkıp gidersiniz. Ardından bir rüzgâr eser ve size bir parça anı bırakır, bir parça kalbinizin derinliklerine işlenmiş bir anı.


Ve her şehir bir yankıdır geçmişten geleceğe. Her şehir, diğer şehirlerden başka bir ruhun, başka bir karakterin kendisidir. Her şehir aslında bir insandır. Bir şehri anlamak, bir insanı anlamak kadar zordur.


Ve ben malayani derviş, binlerce şehir gördükten sonra, yeni bir şehre giriyorum. Günlerdir susuz, günlerdir açım. Düşler kadar büyük bir yolun kenarından geçip geliyorum. Ardına düştüğüm düşün düşmanıyım. Yeni bir şehre giriyorum; yıkmak için!


Beni hiçbir şehir reddetmek istemez, Bense hiçbir şehri isteyerek yıkmam.


Ben şehre girerim, şehri çok severim. Şehrin beni sevmesini beklerim. Şehir beni sever, şehrin sevgisi önce beni zehirler; dönüşüm başlar. Zehir tüm vücuda yayıldığında ben şehrin heyulası olmaya başlarım.


Birbirimizi, birbirimize o kadar ait hissetmeye başlarız ki şehir bilinmez bir yıkıma doğru gider. Yıkılır gözlerimin önünde saraylar, köşkler, çeşmeler; yıkılır şehrin umuda uzanmış minareleri.


Bir şehre girdiğim gibi çıkmam hiçbir zaman, ne şehir ne ben kalırım.


Şehri terk etme vakti geldiğinde, yıkılmış bir şehrin tozları kalır hain bir rüzgârın savurmasıyla omuzlarımda. Ve ben kalbimin bir parçasını varlığımla yaktığım şehrin surlarından usulca ayrılırım. Lakin her ayrılık bir yıkımdır ve her yıkımdan sonra şehir yeniden kurulur. Eskinin temelleri üzerine yeni bir şehir.


Ama ben, malayani dervişin kırık kalbi hep kanar.


Usulca çıktığım şehirlerden sonra usulca başka şehirlerin sokaklarına dalarım. Ben, şehirlerin kıyametiyim sevgi dolu.


İzzet Koçak

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 16 Haziran 2012, 00:01   #45
Zen
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Edebi(ha)yat




Bunu istememiştim. Her şeyi isteyebilirdim ama bunu değil. Beni dolduran onca şeyin onmaz yitimini, yaşamımın sakatlanmasını, benliğimin böyle şiddetli biçimde bozulmasını istememiştim. Delilik o denli uzak değil. Delilik bir adım ötede. Delilik, acının tümel olduğu, yaşamın her parçasına çarptığı, ışığı boğduğu, her hareketi düğümlediği, her tür kurtulma çabasını yerle bir ettiği, her hava kabarcığını yutmaya çalıştığı, güçleri parçalamaya sebat ettiği bu yere dokunuyor ya da kapsıyor.
Atlattığımda kırgındım.

‘Kırgınım’ denemez, ‘bir parçalanma yaşıyorum’ da denemez; hiçbir şeyi atlatmadım henüz, yaşama kavuşmadım. Düşlemsel de olsa, henüz mevcut değilim. Patlamalar, kırılmalar, parçalanma, gözyaşı tufanı ve bu isimsiz boşluğu dolduran hiçbir şey olmaması : Bu, ben miyim? Güçlü, çarpıcı bir tuhaflık yayıldı içime; beni etkisi altında tutuyor, umutlara karşı dilsiz kılıyor, bir yaşam boşluğu. Anlamından sıyırtılmış, öylesine büyük bir sevgiyle sahip olduğu şeyden yoksun bırakılmış bir beden. Düzensizlik, dağınıklık. Sarhoş bir gemi, enginlerin sarhoşu bir gemi gibi, içi boş bir sandal gibi dalgalar arasında sallanıp duruyorum. Yaralıyım, hiç bu denli yara almamıştım.
Çocuğum, sana karşı suçluyum. Kendimi ne denli suçlu hissettiğimi bilsen. Seni sıcacık bağrımda tutmak, korumak için her şeyi yaptım. Sevdim, sevdim, görmeden tanımadan, anlamadan çok önce sevdim seni. Ama bu yetmedi. Bir şeyler eksik kaldı, bir parçam eksik kaldı. Belki de babanın ‘mevcut değil’ hanesine bir çarpı koyduğu mekandı bu. Gerçekte sen onun eksikliğini duydun, ben de senin, benden gelmeyen, noksan kalarak eksikli olmana yol açan o parçanı doldurmak için yeterli güce sahip olamadım. Onun, bendeki eksikliğini doldurmaya da gücüm yetmedi.
Sen ve ben, bu zaman zarfında birleştik, aynı yazgıyla bağlandık, aynı şeylere tosladık, aynı noksanların acısını çektik. Bunun ayıbı bana ait, yalnızca bana. Seni iki kişilik sevme, kendimizi iki kişilik sevme, seni aksiliklerden koruma gücüne sahip olmalıydım. Her tür acıyı çekmeni engelleyecek, yitip gitmenin önüne geçebilecek, birlikte yıkılmamızın önüne geçebilecek denli güçlü olmalıydım. Senden af diliyorum, sonsuza kadar...
Senin doyumunu bir daha asla bulamayacağım. O gece kanatlarını açan, sıcaklığıma bir kıvılcım yağpmuru gibi, el ve ayaklarımın hazzına girift ilmekler gibi dolan bu istek geri gelmez artık. O bana ulaşmaya çalışırken ben hazzımın tüm gücüyle onu ağırlamaya, içimde kök salman için ona sahip olmaya çalışıyordum. Ve tanıdık bir toprakmışçasına, yerini orası olduğunu her zaman bilmişçesine karnımın içinde yuvalandın. Gerindin, karanlık ve nemli yuvanı oraya yaptın.
Kabahatliyim, daha güçlü olmalıydım, bin kez daha güçlü olmalı, sana gelecek her tehlikeyi engellemeli, bedenin ve ruhunla seni içimde tutabilmeliydim. Her şey yıkıldı, içimde ve çevremde bir uçurum açıldı : Sen yoksun artık ve yitimine yaklaşan, parçalanan kendi bedenim. Hiçbir umuda yer yok artık.
Yok oldum. Tıpkı üzerime bir granit parçası düşmüş gibi. Onu engellemeye, ondan kaçmaya çalıştım. Ama gücüm o an beni felce uğratarak, elimdeki her şeyi alarak, beni bir hiçliğe teslim ederek, uçtu gitti. Yok oldum. Ne düşünecek kafam, ne bedenim, ne de cinsiyetim kaldı. Ben, seninle dopdoluydum. Senin yitmen, birdenbire her şeyimi aldı götürdü. Bana getireceğin gelişmeden, aydınlanmadan yoksun kaldım. Varlığının bana getirdiğinden böyle şiddetle kopmak ölçülebilir bir şey değil. Ayrımsız, her şeyi yitiriyorum. Hiçliğe gidiyorum.
Günışığını göremeyen yavrum, kendimi kaybediyorum.
Birbirimize bu denli yakınken nasıl terk edebildin beni? Sana nasıl izin verdim? Birbirimize mahkumduk, hala da öyleyiz. Her gittiğim yere seni de götürüyorum. Şimdiyse, sen beni gittiğin yere götürüyorsun. İnanmıştım, umudumu yitiriyorum. Sana bağlı olarak vardım, bana bağlı olarak vardın. Dahası, birlikteydik, ikimiz tektik. İsyan etmek isterdim, ama yıkım öyle yoğun ki, edemiyorum. Bu yıkım, hırçın kum dalgaları arasında boğulan biri gibi beni alıp götürüyor. Ne yaptım da bizi bu hallere düşürdüm, söylesene? Sen de benim imdadıma yetişemedin, kimse bizim imdadımıza yetişemedi.
Artık söyleyecek hiçbir şey yok : Sözdağarcığım da üzüntüm gibi yoksul. Yavrum, senin pahan biçilemezdi. Sen, benim gözümde pahası olan her şeyi kendinde birleştirmiştin : Diago’yu, aşkı, yaşamı, iletişimi, insanın kendini feda etmesini. İnsan sevdiklerini korumalı, her şeye karşı, her şeye rağmen koruması gerektiğini bilmeli.
Çıldırtıcı bir keder.
Artık, seni yaralı bir giz gibi içimde taşıyorum. Çevreme bakıyorum : Sessizlik yutuyor beni, eşyalar siliniyor, bacaklarım halsiz. Hiçbir mihenk taşı yok, hiçbir mekan yok. Ben işte bu dağınık maddeyim ve içim sessizlik dolu. Çevremdeyse eter kokusu yayan, bozulmuş bir evreni kapsayan dört beyaz duvar var. Beklemek...

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 19 Haziran 2012, 21:09   #46
Zen
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Edebi(ha)yat





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.


"insan her şeyi anladığında mutlaka ağır bir sinir krizi geçirir.. bilinçlilik bunu gerektirir..’

‘başlangıç diye bir şey yok.. herkes gibi , sıram gelince ben de doğdum , o zamandan beri de bir aidiyettir gidiyor..

kendimi toplamdan çıkarmak için her yolu denedim , ama bunu kimse başaramamış , hepimiz birer artıyız..
...
oysa satrançta benim adımla ‘ajar savunması’ diye bilinen , son derece yetkin bir savunma sistemi geliştirmiştim.. önce cahors hastanesi’nde yattım , sonra da birçok kez doktor christianssen’in kopenhag’daki psikiyatri kliniğinde..

beni uzmanlara gösterdiler , incelediler , testlerden geçirdiler , keşfettiler ; savunma sistemim çöktü.. ‘tedavi’ edildim ve yeniden piyasaya sürüldüm..

dosyamdan birkaç rapor çalmayı başardım , belki edebi açıdan işe yarar bir şeyler bulurum , kendimi toparlarım diye..

‘rol yapma alışkanlığının yıllar boyunca böylesine kararlı ve sürekli biçimde benimsenerek bu aşırı noktaya vardırılması ve bir saplantıya dönüşmesi , ciddi kişilik sorunları olduğunu göstermektedir..’

pekala , buna bir diyeceğim yok ; ama herkes zaten birbiriyle yarışırcasına rol yapıyor.. cezayirli bir tanıdığım var , kırk yıldır çöpçü rolü oynuyor ; bir başkası , metroda bilet zımbalama görevlisi , o da günde üç bin kez aynı hareketi yapıyor ; rol yapmazsanız asosyal , uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz.. hatta daha da ileri gidip size bütünüyle düzmece bir dünyada , oynayarak yaşadığımızı söyleyebilirim , ama o zaman da olgunlaşmadığımı düşünürsünüz..’

‘aidiyetimin klinik belirtilerinin , onların deyimiyle ‘semptomlarım’ın ne zaman başladığını bilmiyorum.. tam olarak hangi kıyım söz konusuydu , hatırlamıyorum ; ama birdenbire bütün parmakların beni işaret ettiğini , olağanüstü bir görülebilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumu hissettim.. işte o , yakalayın.. dünya çapında biri olduğumu , sınırsız sorumluluk taşıdığımı keşfediyordum.. zaten psikiyatrlar da bu yüzden sorumsuz olduğuma karar verdiler.. dünya çapında bir işkenceci olduğunuzu hissettiğiniz anda , ‘işkence kurbanı’ teşhisini yapıştırıverirler size..

kendimden kaçmak için her yolu denedim.. hatta svahili dilini öğrenmeye bile kalktım ; benden fersahlarca uzakta olsa gerekti.. çalıştım , çok uğraştım ; ama boşuna , svahili dilinde bile kendimi anlıyordum , aidiyet yakamı bırakmıyordu.. bunun üzerine macarca – finceyi denedim.. cahors’da macarca – fince bilen birine rastlamayacağımdan , böylece kendi kendimle burun buruna gelemeyeceğimden emindim.. ama kendimi güvende hissetmiyordum ; lot bölgesinde bile macarca – fince bilen insanoğullarının bulunabileceği düşüncesi beni tedirgin ediyordu.. bu dili bilenler bir tek biz olacağımızdan , duygulanıp birbirimizin kollarına atılmamız ve açık yüreklilikle konuşmamız tehlikesi vardı.. karşılıklı suçüstüler açığa vurulacaktı , ondan sonra da gelsin posta arabası saldırısı.. posta arabası saldırısı diyorum , çünkü konumuzla ilgisi yok , bu da kaçırılmaması gereken bir fırsat.. konuyla ilgili olmayı kesinlikle istemiyorum..
bu arada , beni anlamayacak ve benim de anlamayacağım birini aramaya devam ediyorum , korkunç bir kardeşlik ihtiyacı içindeyim..’


Yalan - Roman / Emile Ajar

 
Alıntı ile Cevapla

Alt 20 Haziran 2012, 23:39   #47
Zen
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Edebi(ha)yat





Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.



“Tatilde, o her şeye uzak sandığın yerde, kurtulmak için sarıldığın her şey bir türlü unutamadığın şehrine benzer. Kendinden kurtulmak için sarıldığın her şey, o bir türlü unutamadığın yabancı, kendine benzer. Burada kendini kimseye anlatamamışsan, orada da kimseye anlatamazsın. Sadece boşluğa akar sevgin, boşluğa akar yetim sevincin...
“Nereye gidersen git, elbet bir gün dönersin. Gittiğin yerde seni kimse tanıyamaz; döndüğün yerde de ya eksik sevilmişsindir ya da yanlış... Bırak biraz daha uyusun içindeki yabancı. Şehre daha çok var. Bırak biraz daha uyusun.”

Ölmek ayıptır, yaşamak ondan da ayıp…

Önceleri yitirdiğin her şey oradadır sanırsın. Çocukların ve köpeklerin saflığına kanarsın. Orada ne görsen, kime dokunsan, alıp geriye getireceğini sanırsın. Oradan getirdiğin her şeyin, yaşadığın şehri biraz daha yaşanılır kılacağını düşünürsün. Ve bunları düşünürken, saatlerce öpüp kokladığın bir bebek ya da kimsesiz bir sokak köpeği ansızın sana benzer. Tatilde, o her şeye uzak sandığın yerde, kurtulmak için sarıldığın her şey bir türlü unutamadığın şehrine benzer. Kendinden kurtulmak için sarıldığın her şey, o bir türlü unutamadığın yabancı, kendine benzer. Burada kendini kimseye anlatamamışsan, orada da kimseye anlatamazsın. Sadece boşluğa akar sevgin, boşluğa akar yetim sevincin... Doğa kutsaldır; seni, o boşluğa akan sevincini görmesi için ona bakarsın. Bir andır sadece, muhteşemdir ama bir göz kırpması kadar bir andır. Sonra o da uzaklaşır, o da soyutlar kendini sana, o da imkânsızlaşır; tıpkı o çok sevdiğin dostların gibi, tıpkı elini uzattığın şehir gibi, tıpkı bin bir soruyla, dibe batan kutsal ömrün gibi; o da uzaklaşır... Şehirde de, kaçtığın doğada da her şey hep bir andır. Görünür ve kaybolur. Vardır, bilirsin, o yüzden terk edemezsin; o yüzden aşağılanmayı ve karşılıksız umudu sineye çekersin. Ölmek ayıptır, yaşamak ondan da ayıp...

En mutlu kimdir, kimdir en büyük hazzı alan?
Bir an için kendini unutup insanları gözlemeye başlarsın. Barlar sokağında herkes kendince bir kaçış yaşıyordur. Sonra kıyıya pahalı tekneler yanaşır. Otogara, yeni giren otobüsler yeni yolcular bırakır. Herkes bir şeye açtır. Kendisinde olmayan, bir kış boyu özlemini çektiği şeye... Herkes en cüretkâr giysileri giyip en kimsesiz yüzünü takınır ve kent merkezine inmeye başlar. Onları bu gidişten kimse durduramaz. Herkes kendisini, bütün doğrularını unutup merkeze inmeye çalışır. Herkes orada kendisini en iyi, en güzel, en kusursuz hissedeceğini sanır. Sanki merkezde ebedi ve şifa veren bir ateş yanmaktadır da o ateşe sürünen herkes yalan ve eksik hayatını doğrulayıp temize çekecektir. Ve herkes o ateşi bir başkasında arar. Kıyıdakiler lokantada yemek yiyenleri, lokantadakiler arabalarıyla geçenleri, arabadakiler yolda piyasa yapanları, yolda piyasa yapanlar gece kulübündekileri gözler, zehirli bir arzuyla. En mutlu kimdir, kimdir en büyük hazzı alan? En çekici, en güzel, en zengin kimdir? Bu sorular bir türlü bitmez... Bu zehirli arzu usulca derin bir hasede bırakır yerini. Başkalarını küçük düşürmek için dışarı çıkanlar, her an küçük düşmeye hazırdır. Merkezdeki ateşe koşanların kalpleri, yetersizliğin ve geç kalmışlığın o kirli hüznüyle bir anda soğumaya başlar. Bu küçük düşmeler, bu soğuyan kalpler, yüzlere küstah ve uzak bir bakış gibi gelip yerleşir. Herkes birbirini çılgınca merak etse de, kimse kimseyi umursamıyormuş gibi yapar.

Herkesin oynadığı mutlu görünme oyununa sende katılırsın

Ve farkında olmadan sen de kapılırsın bu akışa, bu soğumaya; kendini unutup başkalarını seyrederken içindeki hüznü kimsesiz bırakırsın. Bu yüzden gitgide basitleştiğini, ruhunun gerilediğini düşünürsün. Ve bir süre sonra hoşuna gider bu basitleşme, bu herkes gibi olmak. Ruhunu dinlendirmek için, hüznünün üzerine kirli bir unutuş örtüsü örtersin... Ve sonra herkesin oynadığı oyuna sen de katılırsın. Mutlu görünme oyunudur bu. Her şey harikadır burada. İnsanlar çok keyiflidir. Doğa muhteşemdir. Eğlenceler çılgıncadır. Sanki biraz çaba harcasan, kendinden, içindeki yabancıdan kurtulman an meselesidir. Yüzünü mutlu görünme oyununa göre ayarlarsın. Baktığın, dokunduğun, kokladığın her şeyden çok farklı bir tat alıyormuş gibi olmalıdır yüzün. Şaşarsın yüz kaslarının bu kadar çabuk değiştiğine...

Mutlu görünme oyunu çok yorucudur

Ama zaman geçtikçe yüz kasların yorulur. İçindeki acıyı saklayamaz olur.
Hayır, insanlar çok da keyifli değildir, burada. Eğlenceler aptalcadır ve boşluk doldurma çabasıdır. Doğa, herkesi içine öyle kolay kolay almaz. Mutlu görünme oyunu çok yorucudur. Hüznün üzerindeki o kirli örtüyü, gizli bir utançla kaldırırsın. Bu örtüyü kaldırır kaldırmaz, geçmiş, unutmak istediğin her şeyle birlikte gelir. Hüznünle birlikte içindeki yabancı da uyanır. Böyle görünmek istemezsin kimseye. Bu acını yansıtan yüzünle görünmek istemezsin kimseye. Hem, mutlu görünmek böyle yerlerde zorunludur. Bu zorunluluğa uymayanlar, mutlu görünenler tarafından küçümsenip, dışlanır. Sen de bakir koylara kaçarsın. Acınla ve yitirdiklerinle kimse arana girmesin diye, doğanın kollarına sığınırsın. Ama ne yapsan nafiledir. Sığındığın koylara yanaşan teknelerden, kaçtığın şehrin şarkıları hoyratça saldırır sana. O duymak istemediğin sesler, o bayağı gürültüler, saklandığın ay ışığı gecelerinde bile bulur seni. Şehrin insanı o zehirli arzusuyla doğanın en gizli, en mahrem yerlerini bile keşfetmiştir. Geriye bir tek aşk kalmıştır. Onu bu zehirli arzulardan, güç ve zenginlikle büyülenmiş hayranlıklardan ne kadar kurtarabilmişsen, o kadar kalmıştır. Gündüzleri kolye yapan sevgilinle, bir pansiyon odasına kapanırsın. Sevgilinin kollarından başka sığınılacak bir yer kalmamıştır sanki. Kendini ait hissettiğin tek ülkendir, artık onun bedeni.

Küçük küçük ölerek kaçamazsın suçlarından.

Her orgazm, küçük bir ölümdür oysa. Büyük ölümü her erteleyişinde, bu küçük ölümlere sığınırsın. Ve bu küçük ölümleri birbirine ekleyerek yaşamak istersin artık. Hatırlanmamak ve hep unutabilmek için. Ama başaramazsın... Derin sarsıntılarla o küçük ölümü yaşarken, biraz önce odanıza şişe suyu getiren kominin o buruk, o yaslı yüzü gelir aklına. Böyle bir anda bu yüz neden giriyor aklıma, diye kızarsın kendine, hayıflanırsın. Ama kaçamazsın o yüzlerden. Ve unutamazsın suçlu olduğunu. Küçük ölümlerin bile unutturamaz sana, aslında hep şehirde kaldığını. Şehirde nasılsa sevişmelerin, burada da öyledir. Buraya peşinden getirdiğin şehirde açlık vardır, yoksulluk vardır. Onca yoksulluk varken, sen de aynı acı ve kırık seslerle boşalırsın. Küçük küçük ölerek kaçamazsın suçlarından.

Bu yüzden gittiğin her yer, kirli bir hüzün, her yer eksik bir ölüm olur. Gittiğin her yer, o yaban, o uyumsuz, o durmadan kanayan kendin olur. Gittiğin her yer, kendinden kaçan ama neyin hasretini çektiğini bilmeyen o yabancı kendin olur. Gittiğin her yer, gördüğü her şeye özenen, gördüklerine özendiği her anda yine o eksik, o yaralı kendini özleyen, gördüğü her şeyde yine de o asıl kendini özleyen, geldiği yeri özleyen, o yaralı kalbin olur.

Nereye gidersen git elbet bir gün dönersin
.
Ne yaşarsan yaşa, içinde o yaralı kalbin olmuyorsa, kendini yaşamamış sayarsın.
Yaşadığın neyse ve içinde hep o yaralı kalbin varsa, bu yüzden hep geri dönmeyi özlüyorsan, sen benimsin demektir. Ve daha yaşacağımız çok şey var demektir. Sen beni tanıyorsan ben de seni tanıyorum demektir. Sonra bir otobüse binersin. Otobüs seni kaçtığın şehrine geri götürecektir. Kuzu kuzu binersin o otobüse... Otobüsün basamakları, terk ettiğin tatil kentinin en ücra köylerindeki yollara benzer. Ayağında sandaletler vardır. Sanki yere basıyor gibisindir. Sanki kral mezarlarına... Sanki kutsal yollara... Ayakların sanki geri çeker seni... Beyninse başka yere... Sandaletli ayakların, seni geri çeker, beynin geldiğin şehre. Sonra bindiğin otobüs, gecenin bir saatinde mola verir. Otobüsün mola verdiği yerin hemen yakınında, sislere gömülmüş bir orman vardır. Bir an ormana doğru koşmak, içinde kaybolmak istersin. Ama yapamazsın... Otobüs yolcularını geri toplarken, o sislere gömülmüş ormanda kalır düşlerin. Bir an kalbin çok acır. Bundan böyle hayatındaki her şeyin aynı olacağını düşünürsün. Kaçtığın ve yine geri döndüğün yollarda düşlerini bıraka bıraka yaşayacağını... Çünkü nereye gidersen git, elbet bir gün dönersin. Gittiğin yerde seni kimse tanıyamaz; döndüğün yerde de ya eksik sevilmişsindir ya da yanlış... Bırak biraz daha uyusun içindeki yabancı. Şehre daha çok var. Bırak biraz daha uyusun.



Cezmi Ersöz

 
Alıntı ile Cevapla

Cevapla

Etiketler
edebihayat


Konuyu Toplam 6 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 6 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Muhabbet Edebi Zen İslamiyet 0 12 Aralık 2012 16:24
Edebi Sevgi-Li gapex Aşk ve Sevgi Köşesi 0 07 Aralık 2011 16:39
Muş Edebi Örnekler Sim Doğu Anadolu Bölgesi 0 21 Ağustos 2011 03:47
Edebi Sanatlar Ruj Edebi Sanatlar 0 16 Aralık 2010 05:24
Namazın Edebi Lady İslamiyet 0 21 Eylül 2010 14:09