IRCForumları - IRC ve mIRC Kullanıcılarının Buluşma Noktası
  reklamver

Etiketlenen Kullanıcılar

Yeni Konu aç Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 15 Aralık 2010, 02:30   #1
Dilara
Guest
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
A'dan Z'ye Dinimiz'deki Terimler




Abdest Nedir?
Dirsekler ile beraber ellerin yüzün topuklarıyla beraber ayakların temiz su ile yıkanması ve başın meshedilmesidir.


Adak Nedir?
Kişinin dinen yükümlü olmadığı halde farz veya vacip türünden bir ibadet yapacağına dair Allah’a söz vermesidir.


Ahiret Ne Demektir?
Kıyametin kopmasından sonra başlayan ve sonsuza kadar devam edecek olan cennet ve cehennem hayatıdır.


Ahkam Nedir?
Kur’an ve Sünnetin içerdiği dinî hükümlerdir.


Ahlâk nedir?
Bir kişinin iyi veya kötü olarak nitelenmesine sebep olan manevî değerleri huyları ve bunların tesiri ile ortaya koyduğu davranışların bütünüdür.


Allah'ın Rızası Ne Demektir?
Yapılan herhangi bir işten Allah’ın hoşnut olmasıdır.


Amin Ne Demektir?
Yapılan duâ için “Ya Rabbi Kabul buyur” demektir.


Arafat nedir?
Hacı adaylarının “vakfe” yapmak üzere arefe günü toplandıkları Mekke’nin güneydoğusunda bulunan bir bölgedir.


Arş Nedir?
Mecazî anlamda ilahî hükümranlık tahtı demektir.


Ashâb Ne Demektir?
Hz.Peygamber’i gören ve onunla sohbet eden müslümanlardır.


Aşere-i Mübeşşere Nedir? Ve Kimlerdir?
Dünyada iken Hz.Peygamber tarafından Cennetle müjdelenen on kişiye Aşere-i Mübeşşere denir.

Bunlar: Ebû Bekir Ömer Osman Ali Talhâ Zübeyr Avf oğlu Abdurrahman Sa’d Zeyd oğlu Saîd Ebû Ubeyde (r.a.) hazretleridir.


Aşûre Nedir?
Kameri takvimin birinci ayı olan Muharremin onuncu gününe verilen isimdir.


Ayet Nedir?
Kur’an-ı Kerim’de durak işaretleri arasındaki cümle ya da ifadelerdir.


Berat nedir?
Borçtan suç ve cezadan kurtulmaktır. Günahlardan kurtulmaya vesile olan Şaban ayının onbeşinci gecesine de Berat gecesi denir.


Beytullah Ne Demektir?
Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri Kâbe’nin diğer adıdır.


Bid'at nedir?
Dinin aslından olmadığı halde dindenmiş gibi algılanan şeylerdir.


Câiz Nedir?
Yapılması dinen yasak olmayan şeydir.


Cami ve Mescid Nedir?
Müslümanların toplu halde veya tek başına namaz kılıp ibadet ettikleri umuma açık mübarek mekanlardır.


Cennet Cehennem Sırat-ı Müstekîm Berzâh Ne Demektir?
Cennet; Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınanların konulacağı ebedi mükafat yeridir.

Cehennem; kafirlerin sürekli olarak kalacakları azap yeridir.

Sırat-ı Müstakîm; Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de beyan ettiği dosdoğru yoldur.

Berzah; ölümle kıyamet arasındaki zaman dilimidir.


Din Nedir?
Hür iradeleriyle inanan akıl sahibi insanları en iyiye en doğruya en güzele ve ebedî mutluluğa ulaştıran ilahî kanunlar bütünüdür.


Dört Büyük Kitabı Biliyor musunuz?
Dört büyük kitab: Tevrât Zebûr İncil ve son gelen tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kur’an’dır


Dört Büyük Meleği Biliyor musunuz?
a) Cebrail: Allah’tan vahiy getiren melektir.

b) Mikail: Evrendeki tabiat olayları ve canlıların rızıkları ile görevli melektir.

c) İsrafil: Kıyametin kopması ve insanların kabirlerinden kalkması için “Sûr”a üflemekle görevli melektir.

d) Azrail: Canlıların ruhlarını almakla görevli melektir.

Duâ Nedir?
Kulun istek ve arzularını uygun bir üslupla Allah’a arzetmesidir.


Ebedî ve Ezelî Ne Demektir?
Ebedî sonu olmayan; ezelî ise başlangıcı olmayandır.


Ecel Ne Demektir?
Allah’ın takdir ettiği ömrün sona erdiği andır.


Ecir Nedir?
Yapılan güzel ameller karşılığında Allah’ın kullarına verdiği mânevî mükafattır.


Günah Nedir?
Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olan amel söz ve davranışlardır.


Fidye Nedir?
Meşru mazeretler sebebiyle bazı ibadetlerin yapılamaması veya ibadet sırasında eksikliklerin oluşması sebebiyle yerine getirilmesi gereken dinî yükümlülük.


Fıkıh Nedir?
Kişinin amel yönünden faydasına ve zararına olan şeyleri bilmesidir.


Fasık nedir?
Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmeyen kimseye denir.


Farz Nedir?
Dinen yapılması kesin olarak istenen şeydir.


Ezan Nedir?
Namaz vakitlerinin girdiğini bildirmek üzere müezzin tarafından okunan ve özel sözlerden oluşan dini bir davettir.


Esmâ-i Hüsnâ Nedir?
Yüce Allah’ın en güzel isimleri anlamına gelir.


Fitne nedir?
İyi veya kötü şeylerle deneme manevî çöküntü sosyal kargaşa ve kaos demektir.


Fitre Nedir?
Ramazan Bayramına kavuşan ve dinen zengin sayılan Müslümanların kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler için fakirlere vermeleri gereken belli miktarda mal ya da paradır.


Gusül Nedir?
Ağızı burnun içini ve bütün bedeni yıkamaktır.


Hadis Nedir?
Hz.Peygamberin sözleri veya O’nun fiil ve onaylarının sözle ifadesine denir.


Haram Nedir?
Dinen yapılması kesin olarak yasaklanan şeydir.


Haşr Nedir?
Bütün canlıların yeniden diriltilerek mahşerde hesap vermek üzere toplanmasıdır.


Hatim Nedir?
Kur’an-ı Kerim’in baştan sona kadar orijinalinden okunup bitirilmesidir.


Hayır Nedir?
Hayır Yüce Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan güzel amellerdir.


Helal Nedir?
Yapılıp yapılmaması konusunda dinî bir hüküm bulunmayan şeylerdir.


Hicret Nedir?
Hz. Muhammed’in Miladî 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmesi olayıdır.


Hilye-i Şerif Nedir?
Peygamber Efendimizin dış görünüşünü ve vasıflarını anlatan eserlere verilen addır. “Hilye-i Saâdet” de denir.


Hurâfe Nedir?
Akla ve ilme aykırı olan ve hiçbir temeli bulunmayan batıl inançlar ve uygulamalardır


Hutbe Nedir?
Cuma ve Bayram günlerinde camilere gelen müminleri dinî konularda aydınlatmak üzere hatibin yaptığı konuşmadır.


İbadet Nedir?
Allah’a gönülden isteyerek yönelmek ve karşılığında sevap vadedilen dinî görevleri ve amelleri Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yerine getirmektir.

İcmâ Nedir?
Hz.Peygamber’in vefatından sonra herhangi bir asırda bütün İslam müçtehitlerinin dînî bir konuda ortak hüküm vermeleridir.


İçtihat Nedir?
Müçtehidin herhangi bir dînî mesele hakkında bir hükme ulaşabilmek için belli tekniklere başvurarak bütün gücünü harcaması demektir.


İftar Nedir?
Oruç açmaktır.


İhram Nedir?
Hac veya umreye niyet eden bir kimsenin diğer zamanlarda mübah olan bazı davranışları belirli bir süre boyunca kendisine yasaklamasıdır. Bu amaçla giyilen şeye de aynı ad verilir.


İhsan Nedir?
İnsanlara iyilik etmek yararlı ameller işlemek ve “Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmek” demektir


İlahi Kudret Nedir?
Yüce Allah’ın gücü ve kuvvetidir.


İlâhî Ne Demektir?
Tasavvuf Edebiyatında Allah ve Peygamber sevgisini dile getiren şiir türünden dizelerdir.


İlk Müslümanlar Kimlerdir?
İlk Müslümanlar Hz.Hatice Hz.Ali Zeyd b. Hârise ve Hz.Ebu Bekir’dir.


İlk Vahiy Peygamberimize Ne Zaman Gelmiştir.
İlk vahiy Miladî 610 yılında Hz. Peygamber kırk yaşında iken Mekke yakınındaki Nûr Dağı’nda ve Kadir Gecesi’nde gelmiştir.


İmam-Hatip Kimdir?
Cemaate namaz kıldıran ve hutbe okuyan kimse demektir.


İman Nedir? Veya İnanç Nedir?
Hz.Peygamber’in Allah’tan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerin doğruluğunu kabul ve tasdik etmektir.


İmsak Nedir?
Oruç niyetiyle yeme içme ve cinsel ilişki gibi orucu bozan şeylerden uzak durmaktır.


İrşâd Nedir?
Müslümanlara doğru yolu göstermek ve onları dinî görevleri hakkında aydınlatmaktır.


İslam Nedir?
Allah’ın insanlara Peygamberi Hz.Muhammed (s.a.v.) vasıtasıyla gönderdiği son ilâhî dinin adıdir.


İsrâ Nedir?
Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v.)’in bir gece Allah tarafından Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya ***ürülmesidir.


İtâat Nedir?
Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınmaktır.


İtikad nedir?
İnanma gönülden tasdîk etme demektir. İtikadî konular denilince iman esasları akla gelir.


İzar nedir?
Hac veya Umre yapmak üzere ihrama giren erkeklerin belden aşağısını kapatmak üzere büründükleri örtüdür.


Kâbe nedir?
Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri Mekke’deki Mescid-i Haram’ın içinde bulunan Hz.İbrahim ile oğlu Hz.İsmail (A.S.) tarafından inşa edilmiş olan mukaddes ma’bettir.


Kaç Çeşit İbadet Vardır?
İbadetler bedenî malî ve hem bedenî hem malî İbadetler olmak üzere üç çeşittir.


Kader Ne Demektir?
Yüce Allah’ın ezelden ebede kadar meydana gelecek olayları bunların zamanını yerini miktarını ve niteliklerini ezelî ilmi ile bilip takdîr etmesidir


Kâfir Kime Denir?
İslam dininin temel esaslarını kabul etmeyen Hz.Peygamber’in Yüce Allah’tan getirdiği kesin olarak bilinen hususları inkar eden kimsedir.

Kaza Ne Demektir?
Yüce Allah’ın ezelî ilmiyle takdîr ettiği şeylerden her birinin zamanı gelince o takdire uygun olarak yaratmasıdır.


Kelime-i Şehadet Nedir?
“Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim” anlamındaki “Eşhedü en lâ ilâhe illAllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlühü” ifadesidir.


Kelime-i Tevhit Ne Demektir?
Allah’tan başka ilâh yoktur Muhammed O’nun elçisidir” anlamındaki “Lailâhe illâllah Muhammedürresûlullah” ifadesidir.


Kıble nedir?
Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri taraf Kâbe cihetidir.


Kırâat Nedir?
Namazda Kur’an-ı Kerim’den bir miktar okumak demektir.


Kıyam Nedir?
Namazda ayakta durmak demektir ve namazın farzlarından biridir.


Kıyamet Ne Demektir?
Yüce Allah’ın belirlediği zaman gelince kâinat düzeninin bozulup yıkılması ve dünyanın sonunun gelmesidir.


Kıyas Nedir?
Kur’an ve Sünnet’te hükmü açıkça belirtilmeyen bir meselenin hükmünü aralarındaki ortak nitelik dolayısıyla hükmü açıkça belirtilen diğer meseleye göre açıklamaktır


Kirâmen Kâtibîn Nedir?
Her mükellef insanın yaptığı bütün işleri kayda geçiren yazıcı meleklerin adıdır.


Kul Nedir?
Allah’ın hüküm ve tasarrufu altındaki tüm insanlar demektir.


Kur'an-ı Kerîm'de Kaç sûre Vardır?
Kur’an-ı Kerîm’de 114 sûre vardır.


Kurban Nedir?
Allah’a yakın olmak ve rızasına ermek için ibadet niyetiyle kurbanlık bir hayvanı kesmektir.


Kürsü Nedir?
Camilerde vaizlerin va’z sırasında oturdukları yüksekçe yerdir.


Mahşer Ne Demektir?
Öldükten sonra dirilen insanların toplanacağı yerdir.


Meâl nedir?
Her yönüyle aynen aktarılması mümkün olmayan bir sözün başka bir dile yaklaşık olarak çevirisidir. Özellikle Kur’an tercümeleri için kullanılmaktadır.


Mekruh Nedir?
Dinen yapılmaması zannî delille istenen şeydir.


Melek Ne Demektir?
Allah’ın emriyle çeşitli görevleri yerine getiren gözle görülmeyen nûrânî varlıklardır


Mevlid Nedir?
Doğum zamanı demektir. Peygamberimizin doğumu ve bunu anlatan eser anlamında kullanılır.


Mi'rac Nedir?
Peygamberimizin Kudüs’deki Mescid-i Aksa’dan Yüce Allah’ın manevî huzuruna yaptığı yolculuğun adıdır. Dinî literatürde Recep ayının 27. gecesi “mîrac gecesi” olarak bilinir.


Mihrap Nedir?
Cami mescid ve namazgâhlarda kıble yönünde bulunan ve İmam-Hatibin namaz kılarken durduğu bölümdür


Minber Nedir?
Camilerde İmam-Hatiplerin cuma ve bayram hutbesi okudukları basamaklı yüksekçe yerdir


Mîzan Ne Demektir?
Mahşerde hesap görüldükten sonra herkesin amellerinin tartılacağı ilahi adalet terazisidir.


Mucize Ne Demektir?
Peygamberlerin Peygamber olduklarını ispat için Allah’ın izni ile gösterdikleri hiçbir insanın benzerini yapamayacağı harikulade hallerdir.

Mukâbele Nedir?
Kur’an-ı Kerim’i birinin yüzünden veya ezbere okuması diğerlerinin de onu takip etmesidir


Mukaddesât Nedir?
Dinimizce kutsal kabul edilen değerlerdir.


Mübah Nedir?
Dînen yapılıp yapılmaması serbest bırakılan şeydir.


Müezzin-Kayyım Kimdir?
Namaz vakitleri girince ezan okuyup cami ve cemaatle ilgili hizmetleri gören kimsedir.


Müfsid Ne Demektir?
Usûlüne uygun olarak başlanmış bir ibadeti bozup geçersiz hale getiren herhangi bir davranıştır.


Müftü Kimdir?
Dinî konularda fetva vermeye yetkili olan kimsedir.


Mükellef Ne Demektir?
Dinî hükümleri yerine getirmekle yükümlü olan kimse demektir.


Mü'min Ne demektir?
Allah’a Hz.Peygamber’e ve O’nun haber verdiği şeylere gönülden inanıp kabul ve tasdîk eden kimsedir.


Münâcât Nedir?
Allah’a sessizce duâ etmek yalvarmak ve niyaz etmektir. Dua içerikli şiirlere de münacât denir.


Münafık Kime Denir?
Kalben inanmadığı halde dili ile mümin olduğunu söyleyen kimsedir.


Münker Nekir Nedir?
Kabre konulan kimseye “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin nedir?” diye soru soran meleklerin adlarıdır.


Müstehab veya Mendup Nedir?
Hz.Peygamber’in bazen yaptığı bazen de yapmadığı dini içerikli işlerdir.


Na't Nedir?
Peygamber Efendimizi övmek maksadıyla yazılan şiir türüdür.


Nafile Kaza Nedir?
Nafile; farz vacib ve sünnet ibadetlerin dışında sevap kazanmak için yapılan tüm ibadetlerdir.

Kaza; vaktinde yerine getirilememiş olan farz bir ibadetin vaktinden sonra yerine getirilmesidir.


Nebî veya Resûl Ne Demektir?
Allah’tan vahiy yoluyla aldığı emir ve yasakları insanlara ulaştırmakla görevli olan seçkin insandır.


Nisap miktarı ne demektir?
Dînen zengin sayılmanın ölçüsüdür.


Niyâz Nedir?
Duâ etmek demektir.


Niyet Nedir?
İnsanın bir şeyi yapmaya kalben ve zihnen karar vermesidir.


Orucun Kazası Ne Demektir?
Vaktinde tutulamayan oruçların daha sonra gününe gün olarak tutulmasıdır.


Orucun Kefareti Nedir?
Ramazan’da mazeretsiz olarak kasten orucu bozmanın cezası olarak peş peşe tutulan altmış gün oruçtur. Buna gücü yetmeyenler altmış fakiri sabahlı akşamlı doyururlar


Oruç Kimlere Farzdır?
Oruç ergenlik çağına ulaşmış akıllı ve Müslüman olan herkese farzdır


Öşür Nedir?
Tarım ürünlerinden onda bir ya da yirmide bir oranında verilen zekattır.
Peygamberimiz Hz.Muhammed Ne Zaman Doğmuştur?
Peygamberimiz Hz.Muhammed Miladî 571 yılında Rebîulevvel ayının on ikinci gecesi seher vaktinde dünyaya gelmiştir.


Peygamberlerde Bulunan Temel Nitelikler Nelerdir?
Sözünde ve özünde doğru her yönüyle güvenilir günahlardan korunmuş üstün akıl ve zeka sahibi Allah’tan aldığı vahyi insanlara aynen ulaştırma Peygamberlerin temel nitelikleridir.


Rab Nedir?
Yaratan nimet veren ve terbiye eden anlamına gelir ve Yüce Allah’ın güzel isimlerindendir.


Rahman ve Rahîm Ne Demektir?
Allah’ın güzel isimlerinden olup çok merhamet eden esirgeyen ve bağışlayan demektir.


Rahmet Nedir?
Allah’ın yaratıklarına merhamet etmesi ve lütufta bulunmasıdır.


Regâib Nedir?
Rağbet olunun şey ve bol ihsan demektir. Örfümüzde Recep ayının ilk Cuma gecesi olarak bilinmektedir.


Rekat Nedir?
Namazın kıyam rükû ve secdelerinden oluşan her bir bölümüdür


Rida nedir?
Hac veya umre yapmak üzere ihrama giren erkeklerin belden yukarısını kapatmak üzere büründükleri örtüdür.


Ru'yet-i Hilâl Ne demektir?
Kamerî ayların başlangıcını belirleyen Hilal’in görülmesidir.


Rükû Nedir?
Namazda eller dizlere erecek ve sırt ile baş düz bir satıh oluşturacak biçimde öne doğru eğilmektir.


Sa'y nedir?
Hac ya da Umre yaparken Kâbe yakınlarında bulunan Safâ ile Merve tepeleri arasında dört gidiş üç geliş olmak üzere yedi defa gidip gelmektir.


Sadaka Nedir?
Zekat dışında ibadet niyetiyle fakirlere yapılan yardımlardır.


Sahur Nedir?
İkinci tan yeri ağarmasından az önceki vakit ve bu vakitte yenen yemektir.


Salih Amel Nedir?
Yapılması Allah ve Peygamberi tarafından istenen fert ve toplum için faydalı işler ve davranışlardır.


Secde Nedir?
Namaz kılanın ayak parmaklarını dizlerini ellerini alnını ve burnunu yere koyması ile oluşan durumdur.


Sehiv (Yanılma) Secdesi Ne Demektir?
Yanılma unutma veya dalgınlık gibi haller nedeniyle namazın farzlarından birinin ertelenmesi vaciplerinden birinin terk edilmesi veya ertelenmesi durumunda namazın sonunda yapılan secdedir.


Sevap Nedir?
Allah’ın emir ve yasaklarına uygun olan amel söz ve davranışlardır


Sûre Nedir?
Kur’an’ın birbirinden besmele ile ayrılan her bir bölümüdür.


Sünnet Nedir?
Peygamber Efendimiz’in yaptığı ve müslümanlardan da yapılmasını istediği dinî görevlerdir.


Şirk Ne Demektir?
Allah’a ortak koşmak demektir. Bu da Allah’tan başka ilah edinmek veya O’ndan başkasına ibadet etmek şeklinde olur


Şükür Nedir?
Nimetleri Allah’ın verdiğini bilip O’na şükranda bulunmaktır.


Taassup Nedir?
Herhangi bir delile dayanmadan bir fikre körü körüne bağlanmaktır.

Tahiyyata oturmak Ne Demektir?
Namazların ikinci ve son rekatından sonra tahiyyât duasını okuyacak kadar bir süre oturmaktır.


Takvâ Nedir?
Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınmaktır.


Tavaf nedir?
Hacer-i Esved’den başla***** Kâbe’yi sola almak suretiyle yedi defa Kâbe’nin çevresinde dönmektir.


Tebliğ Nedir?
Peygamberlerin getirdikleri ilahî mesajın insanlara aynen ulaştırmalarıdır


Tefsir nedir?
Kur’an-ı Kerim’i usûlüne göre açıklamak ve yorumlamak demektir.


Tekbîr ve Tesbîh Nedir ?
Tekbir “Allâhuekber” Tesbih de “Sübhânallâh” demektir.


Terâvih Namazı Nedir?
Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan sünnet bir namazdır.


Teşrik Tekbiri Ne Demektir?
“Allâhüekber Allâhüekber Lâilâhe illallâhü vallâhüekber Allâhüekber ve lillâhi’l-hamd” demektir.

Kurban Bayramının arifesinde sabah namazından başlayıp Bayramın 4. günü ikindi namazına kadar 23 vakitte farz namazların sonunda teşrik tekbiri getirmek vâciptir.


Tevbe Ne Demektir?
Kişinin işlemiş olduğu günahlardan pişmanlık duyup Allah’a yönelmesi ve günahları terk etmesidir.


Tevekkül Nedir?
İnsanın her konuda kendine düşen görevleri yerine getirdikten sonra sonucu Allah’a bırakmasıdır.


Tevhîd Nedir?
Allah’ın var ve bir olduğuna inanmaktır.


Teyemmüm Nedir?
Abdest ya da boy abdesti almak için su bulunmadığı veya bulunup da kullanma imkanı olmadığı durumlarda niyet edilerek temiz toprak veya toprak cinsinden bir şeye elleri sürüp yüzü ve kolları meshetmektir.


Vâcib Nedir?
Dinen yapılması zannî delillerle istenen hükümlerdir.


Vahiy Nedir?
Yüce Allah’ın dilediği şeyleri Peygamberlerine özel yolla bildirmesidir.


Vaiz Kimdir?
Dinî konularda insanları aydınlatma görevi yapan ve bu amaçla va’z eden kimsedir.


Vakfe nedir?
Zilhicce Ayının 9.ncu gününde hac için ihramlı olarak Arafat’ta bulunmadır.


Vitir Nedir?
Yatsı namazından sonra kılınan üç rek’atlık vacip namazdır.


Yemin Kefareti nedir?
Yeminini bozan bir kimsenin on fakiri sabah akşam doyurması ya da giydirmesi veya bunlara gücü yetmeyenin üç gün peş peşe oruç tutmasıdır.


Yeryüzünde İlk Mabed Neresidir?
Yer yüzende ilk mâbed Kâbe-i Muazzama’dır.


Zekat Nedir?
Dinen zengin sayılan müslümanların belirli yerlere sarfedilmek üzere mallarından vermekle yükümlü oldukları belli bir paydır.

A'RAF
Her şeyin tümseği yüksek yer burç sırt tepe örfler âdetler iki şey arasında kalan kısım arf kelimesinin çoğulu. Bu nedenle atın yelesine horozun ibiğine de arf denmiştir. Kur'an'da üç ayette geçer:
"İki (taraf) arasında (surdan) bir perde ve A'râf üzerinde de (Cennetlik ve Cehennemliklerin) her biri simalarıyla tanıyacak adamlar vardır ki onlar henüz oraya (Cennete) girmemiş fakat onlar girmeyi şiddetle arzu eder olarak Cennet yârânına: "Selâmün Aleyküm " diye nidâ ederler.
Gözleri ehl-i Cehennem tarafına çevrildiği zaman da "Ey Rabbimiz bizi zalimler gürûhu ile beraber bulundurma" derler.
(Yine) A'râf yaranı (kâfirlerden) simalarıyla tanıdıkları (elebaşı) bir takım adamlara şöyle nidâ ederek derler: "Ne çokluğunuz (yahut topladığınız mallar) ne de (hakka karşı) yeltenmekte devam ettiğiniz o kibr (ve azamet) size hiç bir fayda vermedi. " (el-A'râf 7/46-48).
Müfessirlere göre bu ayetlerdeki A'râfdan maksad Cennetle Cehennem arasındaki sur benzeri bir perdenin yüksek tepeleridir.
İbn Cerîr'in rivayetine göre Huzeyfe (r.a.)'e A'râf'ın ne olduğu sorulduğunda şöyle demiştir: "A'râf; iyilikleri ile kötülükleri eşit gelen insanlardır. Kötülükleri Cennet'e girmelerine iyilikleri de Cehennem'e girmelerine mani olmuştur. Bunlar Cenâb-ı Hak onların hakkında hüküm verinceye kadar bu sur üzerinde kalacaklardır."
Kimler A'râf'ta bulunacaktır? Bu hususta çeşitli rivayetler varsa da konuyu şöyle özetlemek mümkündür: İyilikleriyle kötülükleri denk gelenler A'râf'ta bekletileceklerdir. Nitekim İbn Merdûye'nin Câbir b. Abdullah'dan merfu olarak rivayet ettiği bir hadis'te: "Peygamberimiz (s.a.s.)'e iyilikleriyle kötülükleri denk gelenlerin durumu sorulduğu zaman Hz. Peygamber "Onlar A'râf'ta bulunacaklardır. Onlar oraya isteyerek girmemişlerdir." buyurmuştur. Daha sonra bunlar Allah'ın lûtfuyla Cennet'e gireceklerdir. (Muhtasaru Tefsîr ibn Kesîr II 22).
Bazılarına göre de fetret devirlerinde ölenlerle müşriklerin çocukları da burada kalacaklardır.
A'râf konusunda daha başka açıklamalar da yapılmıştır. Ez cümle Hasan-i Basrî Hazretleri "A'râf marifetten gelir. Bu da Cennetliklerle Cehennemlikleri simalarından tanıyan bazı kimseler demektir. Belki de şimdi aramızda olanları vardır." şeklinde izah etmiştir.


Â'RÂZ
Başka bir nesne ile varolan kendi basına varolmayan "devamlı olmayan şey". Terim anlamı ise; "başkasına yani cevher ve cisme bağlı olarak varlığını gösterebilen ve devamlı olmayan şey"dir (Nûreddîn es-Sâbûnî el-Bidâye Ankara 1982 19).
İslâm âlimleri Allah'ın varlığını ispatta genellikle "hudus" delilinden yararlanmışlardır. Hudus deliliyle alem (Allah'tan başka her şey)in hadis (sonradan) olması prensibinden hareket ederek Allah'ın yegâne yaratıcı olmasını ispat ederler. Hudus delilini ileri sürmeğe de âlemin aslını oluşturan iki unsuru zikirle başlarlar. O da âlemin cevherler ve ârâzdan meydana gelmiş olmasıdır. Ârâzı anlayabilmek için önce cevherin tarifini yapmak lâzımdır. Cevher "kendi başına boşlukta yer tutan ve başkasına bağlı olmadan kendini gösterebilen şey"e denir. Esasen cevherin tarifi şöyledir: "Bölünmeyen en küçük parçaya cevher denir." Cevherlerin birleşmesiyle meydana gelene cisim denir. Demek ki boşlukta yer kaplayan bir varlığa cevher bunun çeşitli sıfatlarına ve özelliklerine de ârâz denir. Meselâ taş cevher; katılığı ise arazdır.
İslâm alimlerinin ârâz konusundaki açıklamalarında belirgin bir fark yoktur. Eş'ariyye ve Mutezile ârâz'ın izahı konusunda ayrı görüşler ortaya koymaktadırlar. Eş'ariye'ye göre ârâz sonradan meydana gelen ve yer işgal eden bir nesne ile var olan şeydir. Buna göre menfi sıfatlar ve yokluklar yer kaplayan bir cisme hâl yahut sıfat olamazlar. Allah ise zaman ve mekan sınırları içinde bulunması söz konusu olmadığından O'nun sıfatları ârâz olamaz.
Mutezile'ye göre ise araz yoklukta varlığını sürdürür. Eğer varlığa çıkacak olsa yer kaplayan bir cisim ile ayakta durabilir. Böylece Mutezile bu görüşü ile "yokluk"u bir varlık alanı olarak kabul etmektedir. Mutezile ekolünden Ebu Huzeyl Allaf ve onu izleyenler Mutezile'nin bu görüşünü benimsememişlerdir .
Ârâzlar ancak cevher ve cisimlerde varlıklarını gösterebilirler. Çünkü bunlar madde değildirler. Maddenin çeşitli vasıflan ve özellikleridirler. Önce madde olmalı ki ondan sonra bir sıfat bir özellik sözkonusu olabilsin.
Ârâzlar otuzdan fazladır. Renkler tatlar kokular hareket-durma gibi oluşlar sesler. bunlardandır.
Ârâzların belli başlı özellikleri şunlardır: Ârâzlar bir yerden başka bir yere taşınmazlar. Ârâzlar ârâzlarla bulunmazlar. Ârâzlar devamlı olmazlar. Bir ârâz iki yerde bulunmaz. (el-Cürcânî Şerhu'l-Mevâkıf İstanbul 1286 h. 190 vd.)
Ârâzlar hadistir. Ârâzların hadis oluşunu biz tecrübeyle müşahedeyle ve delille biliyoruz. Sükûndan sonra hareketin; karanlıktan sonra ışığın; beyazlıktan sonra siyahlığın gelmesi gibi. Sükûn gelince hareket yok olmakta hareket gelince de sükûn yok olmaktadır.
Cevher ve cisimler de mutlaka ârâzlarla bulunurlar ârâzsız olamazlar. Ârâzlar hadis olduğuna göre hadis olan ârâzsız bulunamayan cevher ve cisimler de zorunlu olarak hadis olacaktır. Böylece âlemin (Allah'tan başka her şeyin) hadis (sonradan) olduğu ortaya çıkınca hadis olmayan bir yaratıcının bunları yaratması zarurî oluyor. Böylece Allah'ın varlığı ispat edilmiş oluyor. (Sâdeddîn er-Taftâzânî Şerhû'l-Akâid İstanbul 1970 46 vd.)




----------

ÂBÂ


Baba kelimesinin çoğulu. Bu kelime aynı zamanda bir nesilden gelen kimselerin aralarındaki bağlantıyı da göstermektedir. Baba oğul ve torun arasındaki ilişki gibi. Bunlar ortak bir asıldan gelmiş oldukları gibi birbirinden husûle gelen kimseler arasındaki birleşme olarak bilinen 'neseb'i de teşkil etmiş olmaktadırlar.
Kur'ân-ı Kerim'de müşriklerin babalarının dinlerine bağlılıklarını kınayan hükümler belirtilirken "âbâ" tabiri kullanılmaktadır. Bu husustaki hükümler İslâm'ın getirdiği akîde açısından büyük bir önemi hâizdir. Mekkeli müşriklerin babalarının ve neseblerinin üstünlükleri ve dinlerine bağlılıklarını dile getirmeleri büyük bir câhilî ve ilkel anlayış olarak kabul edilmiştir. İslâm'ın babaların din ve yaşayış tarzlarının yanlış olduğunu Allah'ın din ve nizamına uyulması gerektiğini belirtmesi ve bu husustaki mesajını bildirmesi üzerine müşrikler bu konudaki âbâ anlayışlarını ortaya koymuş ve bu anlayışlarından dolayı Kur'ân-ı Kerim tarafından kınanmışlardır. İslâm babaya ve ecdâda saygıyı kabul etmesine rağmen babaların ve ecdâdın Allah'ın din ve emirleri dışında yaşaması hâlinde Allah'a itaatin dışına çıkacaklarını ve dolayısıyla bu isyanları karşısında onlara itaatin haram olduğunu da yine İslâm bildirmektedir. Müşriklerin babalarına itaat etmeyi ileri sürmeleri Hz. Peygamber'in getirdiği Allah'a iman âhiret ve risâlet inancını inkâr etmek için babalarına itaat etmeyi ileri sürüyorlardı. Aslında bu kendilerinin sahip oldukları şirk nizâmını korumak kendi dünyevî saltanat ve yönetimlerine zarar gelmesini istemediklerinden kaynaklanıyordu .
İslâm atalara bağlanmayı onların yolunu körü körüne taklit etmeyi reddederek vahye dayalı yeni bir akîde ve medeniyet getirmiş; bu akîde ve nizam ile bütün câhilî anlayışları kökünden yıkmıştır. Miras ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de ifâde edilen âbâ tabiri için bk. miras mad.


ABÂ'


Yünden imal edilen kaba bir kumaş. Bu kumaştan dikilen elbise hırka cinsinden olan giyim eşyalarına da bu ad verilmiştir. Buna "abâye" veyahut "abâe" de denmektedir. Oldukça uzun geniş ve önü açık bir giyecektir. Bu daha çok dervişler ve ilmiye ve dolayısıyla medrese mensuplarının giydikleri paltoya benzer bir elbise idi. Bu elbisenin özelliği oldukça ucuz ve gösterişsiz olmasıydı. Bu tür elbisenin giyilişinin Hz. Peygamber (s.a.s.) dönemine kadar uzandığından bahsedilir. Aynı zamanda zarûret içinde bulunanların bu tip bir giyimi tercih ettikleri görülmektedir. Zamanla tasavvuf mesleğinin gelişmesi ile aza kanaat edip sâde bir hayatı yaşamaya gayret göstererek Allah'ın rızasına nâil olmak arzusu ile bu tür eski ve sâde elbise giyimi sofîler arasında da yayılmıştır. Hz. Peygamber'in de çeşitli hadislerde sâde yaşantıyı uygun gördüğü bilinmektedir. (Tirmizî Zühd 13). Aynı şekilde Rasûlullah'ın keçeden elbise giydiği ve 'abâ' cinsinden olan uzun ve geniş bir ihrama büründüğü de nakledilmektedir.
Bütün bunlardan dolayı İslâm toplumlarında gösterişsiz giyim belirli kesimler arasında itibar edilen bir fazilet gibi kabul edilmiştir. Hatta zaman zaman bu durumu kendi menfaatleri için kullanıp; çevrenin gözünü boyamak isteyen riyakâr ve açıkgözler türemiştir. Fakat bu davranış herkes tarafından itibar görmemiş ve güzel kıyâfetler içinde yaşayan nice ilim ve gönül adamı faydalı ve hayırlı çalışmaların yürütücüsü olmuşlardır.


ABADİLE


Adları Abdullah olan fakîh ve muhaddis dört sahâbî. Abâdile Abdullah kelimesinin çoğulu olup "Abdullahlar" anlamına gelmektedir. Ashâb içinde iki yüz kadar Abdullah adında sahâbî bulunduğu halde Abâdile denilince fıkıh ve hadîs'te Abdullah adını taşıyan üç veya dört sahâbî kasdedilmiş ve bunlar bu isimle şöhret bulmuşlardır. Bunlar; Abdullah İbn Abbâs (ö. 65/687-688) Abdullah İbn Ömer (ö. 74/693) Abdullah İbn Amr (ö. 65/687-688) ve Abdullah İbn Zübeyr (ö. 73/692)'dir (r.anhum). İslâm âlimlerinden bazıları Abdullah İbn Zübeyr yerine Abdullah İbn Mes'ud (ö. 32/652-653)'u Abâdile'den kabul etmektedirler. Fakat İbn Mes'ud'un Abâdile'den olmadığı kanaati daha yaygındır (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi I 27).
Bu büyük sahabîler İslâm fıkhına olan vukûfiyetleri ve verdikleri fetvalarla meşhurdurlar. Bu sahâbîler Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinin genç dinamik gayretli ilim ve ibâdete son derece düşkün kimseleriydi. Bu Abdullahlar Cenâb-ı Allah'ın bir lûtfu olarak Rasûlullah'tan sonra uzun müddet yaşamış ve diğer büyük sahâbilerden de öğrendiklerini kendilerinden sonra gelen nesillere öğretmişlerdir. Abâdile herhangi bir İslâmî problemin çözümünde aynı görüşü belirtmiş ve aynı paralelde ictihâd etmişlerse onların bu görüşüne "Abâdile'nin görüşü" denir. Bu tabir fıkıh usûlünde yerleşmiş bir tabirdir.


ABD


Kul köle mahlûk insan. İtaat etmek boyun eğmek tevâzu göstermek daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye ona isyan etmeden ve ondan yüz çevirmeksizin itaat etmesidir. Abd kelimesinin masdarı olan ubudiyyet (kulluk etmek) insanın sıfatıdır. Sâmî menşeli olduğu için; İbrânîce'de ve diğer akraba dillerde de görülen Abd kelimesi Arapça'da bazı hususiyetler ifade etmektedir. insanın yaratılış hikmetinin Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kulluğa dayandığı kat'i nasslarla sabittir.
"Bana karşı imtihan ettiğin -başıma kaktığın- ganimet İsrailoğullarını kendine kul -köle- edindiğin için. " ifâdesindeki meâl Musa (a.s.)'ın Firavuna cevabında olduğu gibi "kul" "köle" edindin demektir (eş-Şuarâ 26/22).
Abd kelimesinin masdarı olan ubûdiyet ve kulluk insanın; rubûbiyet ise Allah'ın sıfatıdır. Zaman zaman müstekbir ve mütekebbir insanlar ilâhlık taslayarak Allah'a ait vasıfların kendilerinde de bulunduğunu iddia ederler. Bilhassa hüküm vermede ve kanun yapmada bu durum kendini açıkça belli eder. Cenâb-ı Hak ise bu durum karşısında bütün insanların kul olduğunu hüküm koymanın yalnız Allah'a ait bulunduğunu bir insanın Allah'ın hükümlerine bağlı kalarak mükemmel bir kul ve insan olacağı üzerinde Kur'ân'da ısrarla durmuştur.
Kur'ân-ı Kerim'de: "Cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri için yarattım" (ez-Zâriyât 51/56) hükmü beyan buyurulmuştur. Bütün peygamberler abd olduklarını övünerek söylemişlerdir. Hristiyanlar tarafından ilâh olduğu ileri sürülen Hz. İsa (a.s.) bu iddiayı kesinlikle reddederek Kur'ân-ı Kerim'in tabiriyle şöyle der: "Ben Allah'ın bir kuluyum." (Meryem 19/30). Hz. Davud (a.s.) için "O ne güzel bir kuldu" (Sâd 38/30) diye buyrulurken Hz. Eyyüb (a.s.) hakkında da sabrından dolayı şöyle ifade edilmektedir: "Gerçekten biz onu sabırlı bulmuştuk. O ne güzel kuldu" (Sâd 38/44). Kur'ân-ı Kerim'de birçok isim ve sıfatla anılan Hz. Peygamber (s.a.s.) için en şerefli isim olarak "abd" tabiri kullanılmaktadır. Cenâb-ı Allah'a en yakın bulunduğu Mîrac gecesinde kendisinden "abd" diye sözedilmektedir (el-İsra 17/1; en-Necm 53/10) .
Rasûlullah (s.a.s.)'in "abd" yönü ve özelliği rasûl sıfatından daha üstündür. Zira kul olma yönüyle Hakk'a ubûdiyet özelliğini yansıtır; rasûl yönüyle ise insanlara tebliğ özelliğini ifade eder. Allah'a yönelik kul olma özelliği halka yönelik rasûl özelliğinden daha önemli ve daha üstündür. Bundan dolayı da Kelime-i Şehâdet ve Kelime-i Tevhid'de önce abd (kul) sıfatı sonra rasûl sıfatı zikredilmektedir. Aynı şekilde Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de "Allah Kur'ân'ı kuluna indirdi." (el-Kehf 18/1) âyetiyle peygarnberlik görevinden söz ederken Rasûlullah'tan "kul" diye söz etmektedir.
Hz. Âdem (a.s.)'den itibaren bütün peygamberler insanları Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya ibadet etmeye davet etmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Andolsun ki biz her kavme: -Allah'a ibadet edin tâğuta kulluk etmekten kaçının diye- (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (en-Nahl 16/36) buyurulmaktadır. Bilindiği gibi tâğut; Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan (tuğyan eden) her güce verilen bir isimdir. Bunun insan olması şeytan olması put olması veya bir ideoloji olması mahiyetini değiştirmez. Nitekim: "İman edenler Allah yolunda cihad ederler; küfredenler de (kâfirler) tâğut yolunda savaşırlar" (en-Nisâ 4/76) âyet-i kerimesi insanların ya Allah'a iman edip O'nun dini için cihad edeceklerini ya da küfredip (kâfir olup) tâğut yolunda savaşacağını sarih olarak ortaya koymuştur. Bu iki hâlin dışında üçüncü bir hâlden söz etmek mümkün değildir. Bu mücadelenin ortaya çıkardığı hukûkî bir durum "abd" kavramı ile alâkalıdır. Şöyle ki; abd kelimesi köle mânâsına da kullanılmıştır. (el-Bakara 2/221) Şimdi bu mâhiyet üzerinde kısaca duralım.
Ruhlar âleminde iken Allah'u Teâlâ (c.c.) bütün insanlardan "mîsak" almıştır. Bu bir anlamda Allah'u Teâlâ (c.c.) ile insanlar arasında tahakkuk eden mânevî bir mukaveledir. Her mü'min "Ne zamandan beri müslümansın?" suâline; "Kâlû Belâ'dan beri" diyerek bu manevî mukâveleyi ikrar eder. Kur'ân-ı Kerim'de; Allah (c.c.)'ın "emâneti" göklere dağlara ve yeryüzüne teklif ettiğini onların bu emanetin ağırlığı karşısında endişeye düştükleri insanın ise kendi iradesiyle yüklendiği bildirilmiştir. (el-Ahzab 33/72) Emânet; Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın tekliflerinin tamamına verilen isimdir. Ruhlar âleminde gerçekleşen mîsak ve yüklenilen emânet sebebiyle; insan yeryüzünde Allah (c.c.)'ın halîfesi hükmündedir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar" müjdesi sarihtir. insan; dünyaya geldikten sonra mîsakı unutur emânete ihanet eder ve İslâm'a karşı savaşırsa "kölelik" (abd rakik memlûk cariye vs.) gündeme girer. Nitekim Molla Hüsrev: "Kölelik; tevhid akîdesinden yüz çevirmenin cezası olarak Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın takdir ettiği bir hakirliktir" (Molla Hüsrev ed-Dürer İstanbul 1307 II 6) diyerek meselenin içeriğine işaret etmiştir. İbn Âbidîn'de bu konuyla ilgili olarak şu hükümlere yer verilmiştir: "Bulunan çocuk (lâkit) bütün hükümlerde hürdür. Hattâ kazf (zina isnadı iftirası) edene had vurulur. Çünkü âdemoğlu için asıl olan hürriyettir. Zira insanlar müslümanların en hayırlıları olan Hz. Adem ile Hz. Havva'nın çocuklarıdırlar. Bazı insanlardaki kölelik hâli ise daha sonra ortaya çıkan küfür sebebiyle meydana gelmiştir." Dikkat edilirse köleliğin tahakkuku ruhlar âleminde gerçekleşen mîsakı reddetmek ve emânete ihanet ederek İslâm'a karşı savaşmakla ilgilidir. Müsteşriklerin (veya onları taklid eden kimselerin) iddia ettikleri gibi kaba kuvvetle alâkası yoktur. Rasûlullah (s.a.s.)'ın hür bir insanı kuvvet kullanarak kendisine hizmetçi yapanın namazının asla kabul edilmeyeceğini ve kıyâmet gününde onun karşısında olacağını ifade ettiği bilinmektedir. (Buhârî İcare 10) Dolayısıyla bir İslâm beldesi kâfirlerin istilâsına uğrarsa o beldedeki müslümanlar "esir" olabilirler ancak kat'iyyen "köle" olamazlar.
Râgıp el-İsfahânî; "abd" kavramının Kur'ân-ı Kerim'de dört ayrı mahiyeti ifade için kullanıldığını kaydeder. Bunlar: 1) Hukûkî açıdan köle mânâsına: el-Bakara Sûresi'nin 221. âyetinde olduğu gibi. 2) Yaratılması bakımından abd: Bu mâhiyette sadece Allah'u Teâlâ (c.c.)ya nisbet edilerek kullanılır. Nitekim Rasûl-ü Ekrem (s.a.s.): "Hiç biriniz (elinizin) emrinizin altında bulunanlara kulum demesin. Çünkü hepiniz Allah'u Teâlâ (c.c.) 'nın kullarısınız" diyerek bu mahiyete işaret etmiştir. 3) Allah'a kulluk yapması açısından abd: İster hür ister köle olsun şer'î hududlara riâyet eden kimse. 4) Dünyaya ve dünya servetine kul haline gelen abd: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Kahrolsun altına gümüşe ve lükse kul olan insan" (Tirmizî Zühd 42) diye zemmettiği kimseler.
Kelime-i Şehâdet getirirken; bütün ilâhları reddettiğimizi sadece Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya iman ettiğimizi Peygamber Efendimizin (s.a.s.) önce "abd" (kul) sonra "rasûl" olduğunu ikrar ve tasdik ediyoruz. Dikkat edilirse kelime-i şehâdette geçen kavramlardan birisi de "abd" kavramıdır. İnsanın sıfatı; Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kul olmasıdır: Eğer bu sıfat kaybedilirse tâğut'un esiri haline gelme tehlikesi mevcuttur. Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kulluk eden kimseye "hür insan" tâğuta kulluk edene de "köle" denilir. Bu mahiyet asla unutulmamalıdır. Hz. Âdem (a.s.)'den beri devam eden mücadelenin mahiyeti "abd" kavramı ile izah edilebilir. Zira bütün peygamberler insanları "Allah'a kulluk (ibadet) edin tâğût'a kulluk etmekten kaçının" diyerek uyarmışlardır. Günümüzde "Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır" sloganının arkasına gizlenen tâğûtî güçler kuvvet kullanarak müslümanları esir etmek arzusundadırlar. Bu büyük tehlike karşısında; ihlâsla Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kulluk eden mü'minlerin cihâd ibadetini ihya etmeleri zarûrîdir. Gerçek mânâda ubûdiyyet (kulluk); İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için ihlâsla ve sabırla gayret sarfetmektir.


ABDÂL

Halk içinde dolaşan ve ermiş diye bilinen kişilere verilmiş bir lâkap. Aynı şekilde ilim ve gönül erbabının bütününe bu ismin verilmiş olduğunu görmekteyiz. Abdâl telâkkisi ilk defa ortaya çıktığı sıralarda âbid ve zâhidlerle birlikte muhaddis ve fâkihler için de kullanılmıştır. İbn Hanbel'in Müsnedi'nde Hz. Peygamber (s.a.s.)'den nakledilen bir rivâyete göre kırk diğer bir rivâyette ise otuz abdâlın ümmet içerisinde bulunduğundan bahsettiği görülmektedir. (Ahmed b. Hanbel I 112) Nitekim itimada yakın bilinen abdâl hadîslerini nakleden Ahmed b. Hanbel'in yeryüzünde muhaddislerden başka abdâl tanımadığını söylediği belirtilmektedir.
İmam Gazâlî de abdâl konusunda buna benzer bir izahı Ebu'd-Derdâ' dan nakletmektedir. (Gazâlî İhya 111 357) Abdâlların ahlâkî ve mânevî kişilikleri hakkında söylenenler her müslümanda bulunması gerekli vasıflardır. Buna göre abdâllar bütün insanlara karşı iyi kendilerine kötü muamele edenleri bağışlayan kaza ve kadere gönül hoşnutluğuyla boyun eğen haramlardan kaçan ibâdetlerini ihlâs ve samimiyetle yerine getiren sevgi şefkat ve ahlâkî vasıflarla donanmış kişilerdir.
Abdâl kelimesinin Arapça 'ebdal'den kısmen değişerek Türkçe'ye girmiş olduğu anlaşılmaktadır. Arapça'da halkın iyiliği için tasarrufa izinli evliya zümresinden olan bir cemaate verilen bir isim olarak geçer. Fakat bu tür bir kitlenin Allah tarafından gönderildiğine dair sahih İslâmî kaynaklarda herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu durumun halkın kendi muhayyilesi içerisinde ortaya çıkmış bir kanaatten başka birşey olmadığı söylenebilir.
Tasavvufta dervişler arasında kendini kaybeden ve coşku haline girenler için abdâl kelimesinin kullanıldığı anlaşılmaktadır. Hatta bu kelime giderek "hafif meşrep" "meczup" olanlara verilen bir isim haline sokulmuştur.
Abdâl kelimesi ilk dönemlerden beri gizli güçlere sahip ve sırlara vâkıf olduklarına inanılan kimseler ve; Hızır İlyas Mehdi gibi gizli şahsiyetlere de atfedildiği görülmüştür. Melâmet ehlinin gizli veliler inancı abdalları daha da esrarengiz hâle getirmiş hattâ bizzat abdâlların dahi birbirlerini tanımadıkları veya ancak üst tabakada olanların alttakileri tanıyabildikleri söylenmiştir. XII. yüzyıldan sonra bilhassa Melâmî* ve Kalenderîler arasında cezbe ve istiğrak (kendinden geçme) hâli fazla olduğundan abdâl kelimesi özellikle bunlar hakkında kullanılmıştır.
XIV. ve XV. yüzyıllarda abdâl adı altında bozuk inançlı birtakım derviş zümreleri türedi. Bunlar Rum abdâlları ünvanı ile anıldılar. XVI. yüzyılda yaşayan Vâhidî abdâlları şu şekilde tasvir etmektedir. "Başları kaşları sakal ve bıyıkları traş edilmiş başlarında kıldan örülmüş külâh sırtlarında bal renkli veya siyah şal ellerinde tabl ve âlem bulunmaktadır."
Yine bu yüzyıllarda bazı dervişler tek başlarına abdâl ismini kullanmışlardır. Abdâl Musa Kaygusuz Abdâl Pir Sultan Abdâl gibi.
Abdâl hadislerinin sıhhat derecesine kavuşmamış olması bu anlayışın kaynağının Ehl-i Sünnet dışında aranmasına yol açmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ve "ashab"tan gavs kutb evtâd nücebâ vb. ricâlü'l gay-b'a ilişkin hiçbir söz nakledilmediğini seleften bazılarının Hz. Peygamber'den rivâyet ettikleri abdâla dair sözün ise zayıf bir hadis olduğunu belirten İbni Teymiyye ricalü'l-gayb olduğu söylenen bazı insanlara -onları Allah'a ortak gösterir gibi- olağanüstü yetkiler ve güçler nisbet etmenin İslâm akidesiyle bağdaştırılamayacağını bu tür bir anlayışın daha çok Hristiyanların ve aşırı Şiî fırkaların akidelerini yansıttığını belirtmektedir. (Minhacü's-Sünne I 21-22).
Bu arada İbni Teymiyye ve İbni Haldun dışında kalan âlimlerin büyük bir ekseriyeti ve mutasavvıfların abdâl anlayışını benimsemiş veya en azından tenkit etmemiş olmaları bu görüşün esas itibariyle Şia'dan veya Ehl-i Sünnet dışı başka bir kaynaktan geldiği görüşünü şüphe ile karşılamak için yeterli sebeplerdi. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki ilk devirler Ehl-i Sünnet âlim ve mutasavvıflarının abdâl anlayışları İbnü'l-Arabî'nin anlayışından ve özellikle XIV. yüzyıldan itibaren başgösteren ve XX. yüzyıl başına kadar devam eden Râfizî abdâlların hayat tarzlarından tamamen farklıdır. Nitekim Abdâl kelimesinin ilk defa ortaya çıktığı sıralarda âbid ve zahidlerle birlikte muhaddis ve fâkihler için de kullanıldığı görülmüştü.


ABDEST


İslâm'da bazı ibâdetlerin yerine getirilmesi için yapılan ve bizzat kendisi ibâdet olan temizlenme. Abdest kelimesi Farsça'da su anlamına gelen "âb" ile el anlamına gelen "dest" kelimelerinden oluşmuş birleşik bir isimdir. Arapça karşılığı olan "vudû" kelimesi hadislerde kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de ise temizlik anlamında "tahâret" ve "zekâ" kelimeleri geçmektedir. Vudû' kelimesi güzellik ve temizlik anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ibâdete başlanmadan önce insanın iç dünyasını güzelleştirmesi ve dışını da iyice temizlemesi gerekir.
İslâm'da abdestin farziyetine "Ey iman edenler namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinizle birlikte ellerinizi yıkayın. Başınıza meshedin. Her iki topuğunuzla birlikte ayaklarınızı da (yıkayın)." (el-Mâide 5/6) âyeti delâlet etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in abdest almadan hiç bir iş yapmadığını görüyoruz (Elmalılı Hak Dini Kur'ân Dili II 1583). Ancak abdest her amel ve ibâdet için değil başta namaz olmak üzere bazı ibâdetler için farz kılınmıştır. Fakat müslümanın sürekli abdestli bulunması sünnettir.
Abdest her şeyden önce her türlü pislik ve kirlilikten kurtulmak yani maddî ve manevî bütün pislik ve mikroplardan uzak kalmak için İslâm'ın emrettiği önemli bir ibâdettir. Mikrobun en kolay ürediği yer ağızdır. Ağızdan başlayarak el yüz ve ayakların günde beş defa temizlenmesi İslâm'ın temizliğe verdiği önemi gösterir. Böylelikle İslâm yüzyıllar önce temizliğin üzerinde durup insanoğlunu maddî-manevî her türlü pislik ve mikroptan korumayı hedeflemiştir. Bunun yanında abdest alan bir insan kendini manen temiz ve rahat hisseder ve bu güzel his ve temiz duyguyla Allah'a ibâdete durur. Bu da ruhun temizliğini sağlamaktadır. İnsanın yaratılış gayesi olan Allah'a kulluk böyle bir temizleme ameliyesi ile başlayınca insanoğluna vereceği zevk ve rahatlığın değeri sonsuzdur.
İnsan abdestle bedenen ve mânen temizlendikten sonra Allah'ın huzuruna çıkar. Böyle bir temizlenme ile günlük bütün yorgunlukları ve yükleri geride bırakır.
Abdest almakla dünyevî ve uhrevî birçok fazilet ve güzellikler elde edilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) abdestle ilgili olarak şöyle buyururlar:
"Bir müslüman abdest alıp yüzünü yıkadığında yüzündeki âzaların işlediği bütün günahları; el ve ayaklarını yıkadığında el ve ayaklarıyla işlediği bütün hata ve günahları su damlalarıyla beraber akıp gider ve kendisi de tertemiz olur. Hatta kirpik ve tırnak diplerindeki günahlarından eser kalmaz. Âdâp ve erkânına uymak suretiyle abdest alıp kıbleye dönerek: "Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlühü" diyen bu kul için cennetin kapıları açılmıştır; o cennet kapılarının dilediğinden içeri girer."(Müslim Tahare 32 33; Tirmizî Tahâre 2).
Abdestin Farzları
1- Yüzü Yıkamak
Yüzün bir defa yıkanması farzdır. Yüzün sınırları saçın bittiği yerden sakal veya çene altına kulakların köklerine kadar olan bölümdür. Gözlerin içine suyun ulaştırılması gerekmez. Ancak abdest alırken gözler sıkılmaz tamamen açık bırakılmaz. Normal bir şekilde yüz yıkanır. Dudaklar yumulduğu zaman dışarda kalan kısımlar yüzün sınırlarıdır. Sakal bıyık ve kaşın altına suyu ulaştırmak gereklidir.
2- Kolları Yıkamak
Parmak uçlarından kol dirseklerine kadar -dirsekler de dahil- olan kısmı bir defa yıkamak farzdır. Eğer iğne ucu kadar kuru bir yer kalırsa veya tırnağının altına suyu geçirmeyecek (hamur boya çamur vb.) bir madde bulunursa abdest alınmış sayılmaz. Ancak boyacıların tırnaklarındaki boyalardan kaçınmanın mümkün olmamasından dolayı bunlar abdeste zarar vermez. Tırnaklar parmak uçlarından dışarı taşacak kadar uzamış olursa o fazlalığı da yıkamak gerekir. Bir kimse abdest aldıktan sonra bu uzamış tırnağı keserse abdestini yenilemesi gerekmez. Parmakta yüzük var ve bu geniş ise abdest alırken bunu oynatmak sünnet eğer yüzük dar ve altına su geçirmeyecek kadar parmağa oturmuşsa onu oynatmak farzdır.
3- Başı Meshetmek
Mesh sözlükte eli bir şeyin üzerinden geçirmek demektir. İbâdet hukukunda ise suyun bir vücut organına isâbet etmesidir. Başın meshedilmesindeki farz oranı alın miktarıdır. Bu miktar ise başın dörtte biridir. Meshederken üç veya daha fazla parmağı kullanmak gerekir. İki parmakla yapılan mesh câiz değildir.
Başa giyilen sarık veya takke üzerine meshetmek geçerli değildir. Kadınlar da baş örtüleri üzerine meshedemezler.
4- Ayakları Yıkamak
Sağlam ve çıplak ayakları topuklarıyla birlikte bir defa yıkamak farzdır. Yaralı veya mestle örtülü ayakları yıkamaya gerek olmayıp sadece meshetmek yeterlidir. Mâide Sûresi 6. âyette geçen topuk = ka'b ayağın iki tarafından inak kemiğine bitişik kemiktir. Rasûlullah (s.a.s.): "Vay ateşten o topukların haline. " (Buhârı İlim 30; Vudû' 2729; Müslim Tahâre 25-2830; Ebû Davud Tahâre 46) buyurduğu ve ayakların tamamen yıkanmasını emrettiği bilinmektedir.
Bir kimsenin ayağında yarık varsa ve o yarığa su sızdırmayan bir ilaç sürülmüşse o kimse ayağını yıkadığı zaman su yarığın altına geçmezse bu durumda su ayağa zarar verecekse abdest yerine getirilmiş sayılır ve bu câizdir. Ancak su zarar vermiyorsa abdest tam olarak alınmış sayılmaz. Dolayısıyla zarar vermediği takdirde yarıklara su ulaşacak şekilde yıkamak gereklidir .
Abdestin Sünnetleri
1- Niyetle Başlamak
Niyet bir şeyi yapmayı kalbinden geçirmektir. Kalpden niyet etmeden yalnız dil ile niyeti söylemek yeterli değildir. Abdest için niyet müstehap bir sünnettir. Ancak Şâfiî mezhebine göre niyet başlı başına bir ibâdet olduğundan abdeste niyet de farzdır. Bu sebeple niyetsiz abdest olamaz.
2-Abdeste Besmele ile Başlamak
Abdeste başlarken Allah'u Teâlâ'nın ismiyle yani besmele ile başlamak sünnettir. Rasûlullah (s.a.s.): "Allah'u Teâlâ'nın ismini zikretmeyen kimsenin abdesti yoktur." (Ebû Davud Tahâre 48; Tirmizî Tahâre 20; İbn Mâce Tahâre 41) buyurarak besmelenin faziletini belirtmiş olmaktadır. Besmeleyi abdeste başlarken okumak esastır. Çıplak bir hâlde iken veya tuvalette besmele okunmaz. Bir kimse abdestin başında "Lâilâhe illallah" veya "Elhamdülillah" dese besmele yerine geçer (Fetevâyı Hinddyye 17).
3-Önce Bileklere Kadar Elleri Yıkamak
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): "Sizden birisi uykusundan uyandığı zaman kat'iyyen elini yıkamadıkça su kabına daldırmasın. Çünkü o eli nerede gecelemiştir bilemez" (Buhârî Vudû' 26; Müslim Tahâre 87-88; Ebu Davud Tahare 49) buyurmuştur. Ayrıca insanın eli temizleme hususunda bir araçtır. Dolayısıyla ilkin onu temizlemeye başlamak sünnettir. Bilindiği üzere elleri dirseklere kadar yıkamak (dirsekler dahil) farzdır. Fakat önce bileklere kadar yıkamak tertip olarak sünnettir.
4-Misvak Kullanmak
Rasûlullah (s.a.s.): "Eğer ümmetime zorluk vereceğinden çekinmeseydim her namazdan önce onlara misvak kullanmayı mutlaka emrederdim." (Müslim Tahâre 15; Ahmed İbn Hanbel II 250 400) buyurmaktadır. Dişleri parmakla yıkamak misvağın yerini tutmaz. Ancak misvak bulunmazsa sağ elin bir parmağı ile dişleri temizlemek misvak yerine geçerli olabilir.
5- Ağzı Yıkamak
Abdest alırken Rasûlullah (s.a.s.)'in ağzını üç defa yıkadığı (mazmaza yaptığı) bize ulaşan bilgiler arasındadır. Bunun sınırı suyun ağzın tamamını kaplamasıdır. Ayrıca her seferinde suyu yenilemek de sünnettir.
6- Burnu Yıkamak
Yine Hz. Peygamber (s.a.s.)'in abdest alırken burnuna da üç defa su çektiği bilinmektedir. Burna su çekerek sol eli ile suyu dışarıya verip yeniden su çekerek burnu sol el ile temizlemek sünnettir.
7- Kulakların Meshedilmesi
Baş meshedilirken kulakların da aynı şekilde sayılarak meshedilmesi sünnettir. Ayrı bir su ile meshedilmesini sünnet olarak kabul edenler de vardır.
8- Yıkanması Gereken Uzuvları Üçer Defa Yıkamak
Yıkanması farz olan yüz eller ve ayaklar gibi organlarımızı üçer kere yıkamak sünnettir. Bu organlarımızdan her birini yıkamaya başlayınca ilk yıkama farzdır. En sağlam ve geçerli görüşe göre ikinci yıkama ise sünnettir. Abdest alırken yıkanmakta olan organa su ulaşır ve ondan damla damla dökülüp akarsa yıkamanın tamam olduğu tam anlamıyla anlaşılır.
9- Parmakların Arasını Yıkamak
"Parmaklarınızın arasını hilâlleyiniz ki onların arasına Cehennem ateşi girmesin ve onları hilâllemesin" (Ebu Davud Tahâre 56 59; Tirmizî Tahâre 30; Savm 68; Nesâî Tahâre 91) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu buyruklarıyla belirtilen işi yapmak sünnet olmaktadır. Bu aynı zamanda farz olan yıkamanın da kâmil anlamda gerçekleşmesini sağlar.
10- Sakalı Ovmak
Abdest alırken sakalı bulunanların sakallarını parmaklarını sakalın içine sokarak alt taraftan üst tarafa doğru hareket ettirmesi hilâllemek olarak tanımlanmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.): "Müşriklere muhâlefet edin bıyıkları kısaltın sakalı uzatın." (Müslim Tahâre 56; Ebû Davud Tahâre 29; Tirmîzî Edeb 14; Nesâi Zinet 1 56) buyurarak mü'minler için sakalın gerekçe ve önemini belirtmiş olmaktadır. Dolayısıyla mü'minler sakallarını sünnete göre uzatmak ve sakal bırakmak konusunda duyarlı olmak zorundadırlar.
11- Abdest Almaya Sağ Taraftan Başlamak
"Şüphesiz ki Allah'u Teâlâ her şeye sağdan başlanmasını sever. Hattâ ayakkabılar giyilirken ve çıkarılırken dahi" (Buhârî Vudû' 31) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu uyarısına göre de abdeste sağdan başlamak sünnettir.
12-Tertibe Uymak
Abdest alırken Mâide Sûresinde beyan buyurulan sıraya uymak ve bu sıraya göre abdest almak da sünnettir. Yani önce elleri ve akabinde yüzü yıkamak ardından da başı meshetmek ve en son olarak da ayakları yıkamaktır. İmam Şâfiî (rh.a) bu sıraya uymanın farz olduğu kanaatindedir. Şâfiî'nin bu içtihadı ile âlimler abdestin farzının altı olduğunu tesbit etmişlerdir ki bunlar şöylece sıralanmaktadır: Niyet ellerin yıkanması yüzün yıkanması başa meshedilmesi ayakların yıkanması ve tertibe uymaktır.
13-Başın Tamamını Bir Defada Meshetmek
Abdest alan bir kimse iki avucunu ve parmaklarını başının ön kısmından başlayarak arka kısmına kadar başın tamamını kaplayacak bir şekilde arkaya doğru çekerek mesheder. Bu sünnettir. Başın tamamını devamlı olarak meshetmek ve özürsüz bir şekilde terk etmek günah olur.
Muvalât ise organları ara vermeden birbiri ardında yıkamak demektir. Öyle ki ılıman bir havada ilk yıkanan organ abdest tamamlanmadan kurumamalıdır.
Abdestin Çeşitleri
1- Farz Olan Abdest
Namaz kılmak Kur'ân-ı Kerim'e el sürmek ve tilâvet secdesi yapmak için abdest almak farzdır. Cünüp veya abdestsiz olan kimsenin Kur'ân-ı Kerim'i eline almasının helâl olamayacağı hususunda İslâm bilginleri arasında ittifak vardır.
2-Vâcip Olan Abdest
Kâbe-i Muazzama'yı tavaf* etmek için abdest almak vaciptir. Bir kimsenin Kâbe'yi abdestsiz tavaf etmesi vacibi terk ettiğinden dolayı sorumlu olmakla beraber yaptığı bu tavaf câiz ve geçerlidir. Ancak bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
"Tavaf namaz gibidir. Fakat tavaf sırasında konuşmak câizdir. Tavafta konuşan kimse hayırlı söz söylesin." (Tirmîzî Hacc 112; Nesâî Menasik 126) .
Farz olan tavaf abdestsiz olarak yapıldığı takdirde bir küçükbaş hayvan kurban etmek gerekir. Cünüb olan kimsenin ise böyle bir farz tavafı yapması hâlinde bir büyükbaş hayvan kurban etmesi lâzımdır. Ancak bu farz tavaf abdest alınarak yeniden yapılırsa böyle bir kurbana gerek kalmaz. Fakat farz günler dışında tekrar yapılması hâlinde geciktirilmiş olduğundan dolayı kurban kesmek gerekmektedir .
Yapılması vacip olan vedâ tavafını abdestsiz olarak yapan kimse bir miktar sadaka vermelidir. Fakat vacip olan tavafı cünüb olarak yapanın bir küçükbaş hayvan kurban etmesi lâzımdır.
3- Mendup Olan Abdest
Uykudan önce veya uykudan kalktıktan sonra cenâze yıkamak cenâze taşımak cenâzeyi yıkadıktan sonra cinsel temastan önce ezberden Kur'ân okumak hadîs okumak Cenâb-ı Allah'ı ta'zim veya tesbih etmek için veya kızgınlık sırasında kızgınlığını gidermek gayesiyle abdest almak ve sürekli abdestli olmak niyetiyle abdest almak menduptur.
Abdestin Mekruhları
1- Abdest alırken gereğinden fazla suyu boş yere tüketmek.
2- Gereği yokken suyu âdetâ âzaları mesheder gibi çok az kullanmak.
3- Suyu abdest âzalarına hızlı çarpmak etrafa su sıçratmak.
4- Abdest alırken gereksiz yere konuşmak.
5- İhtiyacı olmadığı halde abdest almak için başkasından yardım ve su dökmesini istemek.
6- Temiz olmayan pis ve kirli bir yerde abdest almak.
7- Abdestin sünnetlerini bilerek terk etmek.
Abdestsiz Olarak Yapılması Yasak Olan Hususlar
1- Namaz kılmak.
2- Kur'ân-ı Kerim'e el sürmek.
3- Tilâvet secdesi yapmak.
4- Cenâze namazı kılmak.
5- Kâbe'yi tavaf etmektir.
Abdestin Edepleri (Âdâbı)
Edeb; nezâket zarâfet insanlara sözle ve davranışla yardımda bulunmak gönüllerini okşamak demektir. Abdestin edepleri ise yapılması halinde sahibine sevap kazandıran hususlardır. Yapılmamaları halinde ise kişiye günah yazılmaz. Abdestin edepleri şunlardır:
1- Abdest alırken başkasından yardım istememek.
2- Abdest alırken suyun sıçramaması için dikkatli davranmak.
3- Kıbleye doğru yönelmek.
4- Gereksiz yere konuşmamak.
5- Niyet ederken dil ile niyet etmek.
6- Her uzvu iyice ovmak.
7- Abdest dualarını okumak.
8- Kullanılmış bir su ile abdest almamaya dikkat etmek.
9- Her uzvu yıkarken niyeti korumakla birlikte "Bismillâh" demek.
10- Kulağını meshederken serçe parmaklarının uçlarıyla kulak deliklerini meshetmek.
11- Burna ve ağıza suyu alırken sağ eli kullanmak.
12- Sol el ile sümkürmek.
13- Özür sahibi olmayan kimsenin namaz vaktinden önce abdest alması.
14- Abdest bittikten sonra kıbleye karşı ayakta kelime-i şehâdet getirmek ve dua yapmak biraz su içmek.
15- Durgun veya akarak yer değiştiren sular ile birikinti hâlindeki sulara ve Kıble'ye karşı abdest bozulmaz.
Abdest Namazı
Abdest namazı abdest aldıktan sonra abdest âzaları henüz yaş iken iki rek'at nafile namaz kılmaktan ibarettir.
Abdesti Bozan Durumlar
1- İdrar veya dışkı yollarından yani ön ve arkadan herhangi bir şeyin çıkması. Mâide sûresi 6. âyetinde ".sizden birisi abdest bozmaktan geri dönmüşse." ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'e "Hades nedir?" diye sorulduğunda; "Her iki yoldan çıkandır" cevabını vermeleri ön ve arka yollardan birinden çıkan idrar dışkı yel vedi mezi meni kurt ve diğer hususların abdesti bozduğunu ifâde eder.
2- Aklın idrak gücünü gideren hususlar; uyumak bayılmak delirmek sarhoş olmak vs.'dir. Ancak oturduğu yerde kıpırdamadan uyuyan kimsenin abdesti bozulmaz. (Müslim Vudû' 2; Ahmed b. Hanbel 1 256).
3- Vücudun herhangi bir yerinden kan irin veya sarı su çıkması ve etrafına yayılması. Ağızdan akan kana bakılır şâyet bu kan tükrük kadar veya tükrükten fazla ise abdesti bozulur.
4- Ağız dolusu kusmak. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) "Kusuntu abdesti bozar" (Tirmizî Tahâre 64) buyurmaktadır. Kusma ağız dolusu değilse abdest bozulmaz.
5- Cinsî münasebette bulunmak.
6- Tam olarak cinsî ilişki olmasa bile kadın ve erkeğin çıplak veya ince bir elbise ile vücutlarının veya tenâsül uzuvlarının birbirine değmesi.
7- Teyemmüm yapan kimsenin su bulması .
8- Namazda sesli olarak gülmek. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz namazdayken kahkaha ile gülerse abdesti ve namazı birlikte iade etsin. " Kahkaha namazın dışında olursa abdesti bozmaz.
Bir kimse abdest alırken bazı organlarını yıkayıp yıkamadığı konusunda endişe ederse şayet bu ilk defa karşılaştığı bir şüphe ise o organını yeniden yıkar yok eğer sürekli şüpheye düşüp duruyorsa bu şüphesinin önemi yoktur. Abdestini tam almış sayılır. Abdestinin bozulup bozulmadığını tam hatırlayamayan kişi kesin olarak abdest aldığını hatırlıyorsa abdestli demektir. Çünkü kesin olarak bilinen bir husus şüphelerle yok olmaz.
Ayrıca namaz haricinde abdestinden şüpheye düşenin abdest almasının takvaya daha yakın olduğu; fakat namaz içinde bulunan kimsenin ise abdestinden şüpheye düşmesi hâlinde namazını bozup abdest alması gerekmediği âlimler tarafından ifâde edilmiştir.
Abdesti Bozmayan Durumlar
1- Kişinin ön veya arka yollarından başka vücudunun herhangi bir yerinden kan çıkıp bir damla halinde kalması.
2- Kabuk bağlamış bir yaranın kan çıkmadan kabuğunun düşmesi.
3- Yaradan burundan yahut kulaktan bir vücud kurdunun düşmesi.
4- Tenâsül uzvuna (cinsî organına) el sürmek.
5- Kadın vücudunun herhangi bir yerine dokunmak.
6- Ağız dolusu olmayan kusuntu.
7- Ağızdan çıkan balgam.
8- Oturduğu yerde veya namazda uyumak .
9- Ağlamak.
Abdest Nasıl Alınır?
Farz sünnet ve edeplerini yukarıdaki maddelerde verdiğimiz abdesti tertip ve usûlüne göre ancak şöylece alabiliriz:
Abdeste başlarken şu dua yapılmalıdır:
"Bismillâhilazîm ve'l hamdülillâhi alâ dini'l İslâm" .
"Yüce Allah'ın ismini anarak başlarım. Beni İslâm dini ve akidesi üzere yarattığı için hamd ederim."
Abdest almaya niyetlendikten sonra eûzü besmele çekilerek eller bileklere kadar yıkanır. Parmakta yüzük varsa kımıldatılır. Altına suyun geçmesi sağlanır.
Uzuvların yıkanması sırasında bizden öncekilerden nakledilen şu duaları okumak abdestin edeplerindendir.
A- Mazmaza=Ağıza su verme sırasında: "Allâhümme einnî alâ tilâveti'l Kur'ân ve zikrike ve şükrike ve hüsn-i ibâdetike."
"Allah'ım Kur'ân-ı Kerimi okumada seni zikretme sana şükretme ve sana güzel şekilde kulluk etmede yardımını istirham ederim."
B- İstinşak = Buruna su verme sırasında: "Allâhümme erihnî râyihate'l Cenneti verzuknî min neîmihâ."
"Allah'ım bana Cennetin kokusunu koklat. Cennet nimetlerinden beni rızıklandır."
C- Yüzü Yıkama Sırasında
"Allâhümme beyyid vechî binûrike yevme tebyaddu vücûhun ve tesveddü vücûh."
"Allah'ım bir kısım yüzlerin ağarıp nurlandığı bir kısım yüzlerin ise karardığı gün benim yüzümü nurlandır ağart."
D- Sağ Eli Yıkama Sırasında
"Allâhümme a'tınî kitâbî biyemînî ve hâsibnî hisâben yesîrâ."
"Allah'ım kitabımı -amel defterimi- sağ elime ver ve hesabımı kolaylaştır."
E- Sol Eli Dirseklere Kadar Yıkama Sırasında
"Allâhümme lâ tu'tinî kitâbî bişimâlî velâ min verâi zahfi."
"Allah'ım kitabımı -amel defterimi- sol elimden ve arkamdan verme."
Sonra sıra başı meshetmeye gelir.
Kaplama mesh için eller ıslatılır küçük parmakla üç parmak uc uca getirilir. Önden başlayarak başın üstü sıvazlanıp arka ve yan taraflarda böylece meshedilir.
F- Kulakları Yıkarken
"Allâhümmec'alnî minellezîne yestemîune'l-kavle feyettebiûne ahseneh."
"Allah'ım beni hak sözü dinleyenlerden ve onun en güzeline uyanlardan eyle." denilir ve kulaklar yıkanır.
G- Boyuna Mesh Etme Sırasında
"Allâhümme a'tik unuki (veya rakabeti) mine'n-nâri."
"Allah'ım boynumu Cehennem ateşinden azad buyur."
H- Ayakları Yıkama Sırasında
"Allâhümme sebbit kademeyye ales'sırâtı yevme tezûlü Fhi'l-akdâm."
"Allah'ım Sırat köprüsünde ayakların kaydığı günde ayaklarımı kaydırma sabit eyle."
Abdest alıp bittikten sonra Rasûlullah (s.a.s.)'e salavât getirilmeli ve şu dua okunmalıdır:
"Allâhümmec'alnî minettevvâbîne vec'alnî mine'l-mütetahhirîn."
"Allah'ım beni tevbe eden ve günahlarından temizlenen kullarından eyle. . ."


ÂB-I HAYÂT


İçene ölümsüz bir hayat verdiğine inanılan su. Âb Farsça'da "su" hayat ise Arapça'da "yaşam" demektir. Buna âb-ı hayat âb-ı Hızır aynü'l-hayat nehru'l-hayat da denilir. Anlamları; hayat suyu Hızır suyu hayat pınarı ve hayat ırmağı demektir.
Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Musa ve Hızır kıssası anlatılırken âb-ı hayata dolaylı olarak temas edilir. (el-Kehf 18/60-82). Ayetlerde anlatılanlar şöyle özetlenebilir: Hz. Musa bir gün genç arkadaşıyla birlikte kendisine Allah tarafından "rahmet ve gizli ilim" verilen Hızır (a.s.)'la buluşmak üzere yola çıkar. Buluşma yeri "iki denizin birleştiği yer" (Mecmau'l-Bahreyn)'dir. Yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın canlanıp denize atlaması buluşma yerini belirleyen bir işaret olacaktır. Deniz sahilinde rastladıkları bir kayanın yanındaki pınarın suyu tuzlu balığa temas edince balık canlanır ve denize atlar. Genç arkadaşının elinde gerçekleşen bu olağanüstü olayı daha sonra öğrenen Musa Peygamber geri döner ve hayat pınarının başında Hızır (a.s.)'la buluşarak ibretli olayların geçeceği yolculuğa çıkarlar (bkz. Kehf Suresi mad.). Buhârî'deki bir rivayette buluşma yeri olan Mecmau'l-Bahreyn'den maksadın hayat pınarı olduğu ifade edilir. Bu hadîse göre; "Hızır'la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak 'ayn' vardı ki buna hayat kaynağı (aynü'l-hayât ab-ı hayât) deniyordu. Bu suyun temas edip de diriltmediği hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramış" (Buhârî Tefsîr Suretü'l-Kehf 4).
Halk arasındaki mitolojik anlayış ve inanışa göre yeri bilinmeyen bu pınardan içen kimse uzun ömre veya sonsuz yaşayışa kavuşmuş olur. Hızır (a.s.)'ın uzun yaşayışı da bununla açıklanmak istenir.
Wensinck L. Massignon ve Friendlaender gibi müsteşrikler İskender efsanesi ile Hz. Musa ve Hızır kıssası arasında ilgi kurmaya çalışmışlardır. Çünkü âb-ı hayât unsuru bu hikâyelerde ağırlık noktasını teşkil eder. Müfessirlerin bu bilgilere yer vermesi muhaddis ve tarihçilerin yaptıkları aktarmalar Kehf Suresindeki (18/83-98) Zülkarneyn kıssası onların başlıca delilleri olmuştur. Müfessirler IX. yüzyıldan itibaren İskender efsanesini Kur'an-ı Kerîm'deki Zülkarneyn kıssasını açıklarken geniş ölçüde kullanmışlardır. Buna göre İskender-i Zülkarneyn içene sonsuz hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran âb-ı hayattan söz edildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Halasının oğlu olan ve Hızır diye anılan Elyesa ile ordusunun refakatinde yolculuğa çıkar. Âb-ı hayât "karanlıklar ülkesi"ndedir. Yolda fırtına yüzünden ordudan ayrı düşerler. Karanlıklar ülkesine gelince Zülkarneyn sağa Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem sonsuz bir hayata kavuşur ve hem de olağanüstü güçler kazanır. Sonra Zülkarneyn'le karşılaşır. O da âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz ve bir süre sonra ölür (Buhârî Tefsir 18/4; Zemahşerî el-Keşşaf Kahire 1307 I 575; Taberî Câmiu'l-Beyân Bulak 1323-29 Beyrut 1398/ XV 163-167; Beyzâvî Envâru't-Tenzîl Kahire 1285 II 19-20; A. Yaşar Ocak İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü Ankara 1985 s. 43-58; İ. Hakkı İzmirli "Âb-ı Hayât " İTA 1 48-49; A. J. Wensinck "Hızır" İA V/I s.457-462).
Âb-ı hayât tasavvufta Cenâb-ı Hakk'ın "el-Hayy" isminin gerçeğinden ibarettir. Bu ismin sırrına erenler âb-ı hayâttan içmiş olurlar. Dinî tasavvufi edebiyat türlerinde bu anlamı bulmak mümkündür. Mevlânâ'nın şu mısraları örnek verilebilir: "Hızır Tanrı keremiyle âb-ı hayâta kavuştu" "Sen ya baştan başa cansın yahut zamanın Hızır'ı yahut âb-ı hayât; onun için halktan gizlenmektesin" "Sana nasıl Hızır demeyeyim ki âb-ı hayat içtin sen âb-ı hayatsın; sula kandır bizi" (Dîvân-ı Kebîr trc. Abdülbâkî Gölpınarlı İstanbul 1957 I 92 166 352 II 62 355-434)


ABIK

Kaçak köle anlamına gelen bir fıkıh terimi. Mastarı ibâk olup hür olsun köle olsun firar eden insan için kullanılır. Bir İslâm hukuku terimi olarak ise; bir kölenin elinde bulunduğu kimsenin yanından bir korku veya işinde bir zorlama olmaksızın isyan ederek kaçmasıdır. (İbnü'l-Manzûr Lisanü'l-Arab Âbık maddesi).
İslâm'da kölenin efendisinin yanından kaçması yasaklanmış ve bunu alışkanlık hâline getirme hukukî bir ayıp sayılmıştır. Köle firarını yasaklayan çeşitli hadisler vardır. Cerîr b. Abdullah el-Becelî'nin naklettiği bir hadis şöyledir: "Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir köle efendisinden kaçarsa dönünceye kadar küfre düşmüş olur." Başka bir rivayette "Bir köle firar ederse ondan zimmet kalkmış olur" (Müslim Sahih Nst. M. Fuad Abdulbaki I 83) Kölenin kaçak sayılması için âkıl ve bâliğ olması gerekir. Çocuk veya akıl hastası olursa yitik veya yolunu kaybetmiş sayılır (el-Fetâvâ'l Ankaraviyye el-Emîriyye I 204).
Hanefî ve Mâlikîlere göre kaçak bir köleyi gören kimse yakalamadığı takdirde zâyi veya telef olacağından korkarsa ve gücü de yetiyorsa bunu yakalaması gerekir. Ancak böyle bir köleyi kendisi için tutması haramdır. Şâfiîlere göre ise efendisinin izni olmaksızın kaçak köleyi yakalamak câiz değildir (İbnü'l-Hümâm Fethu'lKadîr IV 434; İbn Âbidîn Reddü'lMuhtâr III 325). Köle yakalayanın elinde sahibine geri verinceye kadar emânet hükümlerine tâbi bulunur. Sahibi bulunmazsa ilgili resmî makama teslim edilir (el-Fetâvâ'l-Ankaraviyye I 203).
İslâm VI. M. yüzyılın gereği köleliği kaldırmamış ancak köle ve câriyelere birtakım insanî haklar bahşetmiş her fırsatta onları hürriyetlerine kavuşturmanın faziletinden bahsetmiş ve tedricen kalkması için gerekli düzenlemeler getirmiştir. Ashâb-ı Kiramdan Ebû Zerr (r.a.) zenci bir köle ile tartışmış durum Rasûlullah (s.a.s.)'a intikâl edince o şöyle buyurmuştur: "Köleler Allâh'ın sizin elinizin altında bulundurduğu kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin giydiğinizden giydirin. Onlara üstesinden gelebilecekleri yükü yükleyiniz. Eğer ağır yük yüklerseniz onlara yardım ediniz" (Buhârî İman 22 Itk 15; Müslim Eymân 40). Köle ve câriye gerçeği olan bir devirde bununla ilgili düzenlemelerin bulunması tabiidir. (Ayrıca bk. Azad etmek).


----------

ÂCİR


Kiraya veren kira akdinde kiran sahibi iş akdinde işçi anlamına gelen bir terimdir. Âcir kira veya iş akdinde akdi yapan tarafı ifâde eder. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre icâre* akdinin rükünleri; icap* kabul* akdin tarafları ve akdin konusu yani menfaat ve ücret olmak üzere dört tanedir. Hanefilere* göre ise yalnız icap ve kabul rükün olup diğerleri akdi * tamamlayan şartlardır. Akdi yapanlar âcir (mûcir) ile müstecir (kiracı) dan ibarettir. Akdi yapan tek kişi olabileceği gibi bir topluluk da olabilir. Mesela bir köy halkı bir öğretmen veya bir imam yahut bir müezzin tutsa bunlar hizmet yapınca ücretlerini köy halkından isterler.
Kira akdinin meydana gelmesi için akdi yapanların akıllı* olması gerekir. Bu yüzden akıl hastasının veya temyiz kudretine sahip olmayan küçüğün yapacağı kira akdi geçerli olmaz. Hanefîlere göre velisi izinli olan mümeyyiz* küçüğün aldanma (gabn*) olmayan bir ücret karşılığında yapacağı kira akdi geçerlidir. Şâfiîler* ise böyle bir kira akdini mutlak olarak geçersiz sayarlar. Ancak böyle bir akit yapılmışsa kiraya veren kira bedeline hak kazanır. Eğer mümeyyiz küçük kiraya vermeye izinli değilse akit velisinin icâzetine* kadar askıda kalır. Çocuğun şahsı veya malı üzerinde velî olan kimsenin yapacağı kira akdi geçerlidir. Çocuk kira süresi bitmeden önce büluğ* çağına girerse akit süre sonuna kadar devam eder. Ancak velîsi çocuk üzerinde iş akdi yapmışsa bu akit büluğ ile sona erer.
İcâre akdi taraflarının -eğer erkekse- mürted* olmaması gerekir. Çünkü mürtedin mâlî tasarrufları askıdadır. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise mürtedin tasarrufları geçerlidir (el-Kâsânî Bedâyetu's-Sanâyi IV 176-179; el-Fetâvâ-i HindiyyeIV 410-411; el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye Kuveyt 1980 I 258 259; Muhammed Ebû Zehra Usulü'l-Fıkh s. 331-332; İbn Âbidîn Reddü'l-Muhtâr IV 400 vd.; Hamdi Döndüren Delilleriyle İslâm Hukuku İstanbul 1983 s. 128-129. Geniş bilgi için bk. İcâre).

ACZ


Bir nesneye gücü yetmemek kudreti olmama durumu güçsüzlük kifâyetsizlik. Bu sıfatları üzerinde bulunduran kimseye de âciz denir. Acz kudretin zıddıdır. Bir şeyi yapmaya gücü yetmeyen kimse ondan âcizdir.
İslâm'da mükellefiyet (yükümlülük)'ler kudrete bağlıdır. Bir şeyi yapmaktan âciz olan onunla mükellef* değildir. Allah hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle yükümlü tutmaz. Allah kullarının âciz kaldığı konularda onlar için bazı kolaylıklar getirmiştir. Meselâ su bulamayan ya da kullanmaktan âciz olan kimse teyemmüm eder. Namazda ayakta durmaktan âciz olan kimse namazını oturarak kılar oturmaktan da âciz ise işâretle kılar. Ramazan orucunu tutamayacak kadar hasta ve âciz olan kimse yer sonra iyileşince kaza eder. Hacca gitmeye kudreti olmayana hac farz değildir .
Acz ehliyet* ârızalarındandır. Bir işi yapmak için insanın ona ehil olması gerekir. Buna edâ ehliyeti diyoruz ki iki kısma ayrılır:
1- Ehliyet-i Kâsıra: Kudreti noksan olanların ehliyetidir. Çocukların ve delilerin akılları eksik olduğundan kudretleri de noksandır. Bu gibi kimselerin fiilleri namaz ve oruç gibi Allah hukuku ile ilgili ise edâsı sahîh ve muteber olur kul hakkıyla ilgili ise yapılan işin cinsine göre üç durum söz konusudur:
a- Hibe ve sadaka kabul etmek gibi kendileri için faydalı olan şeyler geçerlidir.
b- Borç vermek ve bağışta bulunmak gibi kendileri için zararlı olan hususlar sahih değildir geçersizdir.
c- Alışveriş gibi olan şeyler ise velisinin iznine bağlıdır.
2- Ehliyet-i Kâmile: Aklı tam olanların ehliyetidir. Ergenlik çağına gelmiş ve aklı yerinde olan kimselerin ehliyeti gibi. (Ömer Nasuhi Bilmen Hukuki İslâmiye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu I 228)

ÂD KAVMİ

Kur'ân'da adı geçen eski bir Arap kavmi.
Hz. Âdem* (a.s.) ile başlayan tevhîd mücadelesinin mâhiyeti Kur'an-ı Kerim'de kıssalar yoluyla insanlara tebliğ edilmiştir. Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeblerinden birisi de onlardan ibret alınmasıdır. Meydana gelen olayların sebeblerini iyi tesbit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak esastır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun onların kıssalarını açıklamada selîm akıl sahipleri için birer ibret vardır. Bu (Kur'an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden evvel indirilen kitap'ların tasdîki (Dine ait) her şeyin tafsilidir" (Yusuf 12/111) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse selîm akıl sahiplerinin ibret alması ön plândadır.
Âd kavminin yaşadığı beldenin ismi Ahkâf'tır. Müfessirler Yemen ile Umman arasındaki geniş bir beldenin bu isimle anıldığını kaydederler.
Kur'an-ı Kerim'de: "Âd (kavmi)ne gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş!" dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ı -ki o bunlardan pek kuvvetlidir- hiç düşünmediler mi? Onlar bizim mu'cizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı". (el-Fussilet 41/15) hükmü beyan buyurulmuştur. Fizikî yapıları hakkında değişik rivâyetler vardır. Fakat gerek boy gerek fizikî güç olarak gayet kuvvetli oldukları bilinmektedir. Hz. Âdem (a.s.)'in boyunun altmış zira (arşın) olduğu Buhârî'de kaydedilen haberlerle sabittir. Kendisinden sonra gelen nesillerin giderek kısaldığını iddia edenler Âd kavminin boyunun altmış ziradan aşağı olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı müfessirler ise Âd kavminin boy itibariyle Hz. Âdem'den de büyük olduğu üzerinde durmuşlardır (Kurtubî XX 48; Buharî Enbiyâ I; İbn Hanbel II 3 1 5-325).
Hz. Hûd döneminde Âd kavminin lideri Şeddâd'tır. Temel hedefi yeryüzündeki bütün insanları kendisine boyun eğdirmektir. Heykeller çevresinde geliştirdiği siyâsî yorumlarla zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur. (eş-Şuarâ 26/130; Hûd 11/59). Bu lider Hz. Hûd (a.s.)'un tebliğine muhatap olmuştur. Fakat gerek kendisi gerek kavmi vahye karşı heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi! Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular" (Hûd 11/59-60) hükmü beyan buyurulmuştur.
İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykel'lere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme* ve zorbalığa dayanırlar.
Âd kavmi gerek siyâsî gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü! "Bağ-ı İrem" diye anılan; muhteşem sarayların süslediği büyük bir şehir dillere destan olmuştu! Kur'an-ı Kerim'de: "Ey Muhammed Rabbinin ülkelerde benzeri yaratılmayan sütunlara (büyük saraylara) sahip İrem şehrinde yaşayan Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi?" (el-Fecr 89/6-8) denilmek suretiyle bu mahiyet meydana konulmuştur. Fakat heykellere (putlara) tapan Âd kavmi zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi! Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı. Kendi içlerinden Hz. Hûd* (a.s.)'a peygamberlik görevi verildiğinde büyük bir mücadele başladı. Akılları ve bilimsel teorileri zorbaların safında yer almak gerektiğini esas alıyordu. Şimdi bu mücadeleyi Kur'an-ı Kerim'i esas alarak özetleyelim: "Hani kardeşleri Hûd onlara: "Allah'dan korkmaz mısınız?" demişti. "Şüphesiz ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat* edin. Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına aid değildir. Siz her yüksek yerde bir âlâmet (saray kule) bina edip eğlenir misiniz? Tutup yakaladığınız vakitzorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bilip durduğunuz şeylerden (nimetlerde) yardım eden size davarlar oğullar bağlar ırmaklar ihsan eden Allah'tan sakının. Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum." (eş-Şuarâ 26/124-135)
Bu tebliğ karşısında Âd kavminin ileri gelenleri ulusal çıkarlarını bahane ederek iftira kampanyasını başlatırlar.
"(Âd) kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemâat de: "Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz. Seni muhakkak yalancılardan sayıyoruz" dedi. (Bunun üzerine Hûd) "Ey kavmim" dedi. Bende hiç beyinsizlik yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin emin bir hayırhahınızım. Size o korkunç âkıbeti haber vermek için içinizden bir kimse (vasıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti? Düşünün ki o sizi Nûh kavminden sonra hükümdarlar yaptı size yaratılışta onlardan ziyâde boy-pos (ve kuvvet) verdi. O halde Allah'ın nimetlerini unutmayıp hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." (el-A'raf 7/66-69).
Şeddâd'ın çevresinde yer alan politik güçler Hûd (a.s.)'un tebliğine engel olabilmek için değişik yöntemlere başvuruyorlardı:
"Dediler ki: "Sen bize yalnız Allah'a kulluk* etmemiz atalarımızın ibâdet etmekte olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sıddıklardan (doğru sözlülerden) isen bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azâbı) getir bize!" (el-A'raf 7/70).
" Bize bizi ilâhlarımızdan (heykellerimizden putlarımızdan) alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir." (el-Ahkâf 46/22).
"Dediler ki: "Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize* getirmedin. Biz de senin sözünle tanrılarımızı (heykellerimizi putlarımızı) bırakmayız. Senin söylediklerine inanıcılar da değiliz. Biz: "Tanrılarımızdan bazıları seni fenâ çarpmış " (demekten) başka bir şey söylemeyiz." (Hûd 11/53-54).
Hûd (a.s.)'un tebliği* karşısında iyiden iyiye hırçınlaşan Âd kavmi heykellerinin kendilerini koruyacaklarından oldukça emin görünüyordu. Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız kendilerine ait olduğu iddiasına iman etmişlerdi. Bu hâkimiyetlerini heykellerinin ifâde ettiği ideolojileri sayesinde sürdürdüklerini kabul ediyorlardı. Sürekli olarak;
"Biz azâ.ba uğratılacak da değiliz" (eş-Şuara 26/138) diyerek kendi kendilerini ikna etme yoluna gidiyorlardı. Hûd (a.s.)'un tebliğini kabul eden müminlere işkence etmekten asla çekinmeyen ve zindanlarda çürütmeyi hedef alan Âd kavmi alay ederek: "Haydi tehdit ettiğin azâbı getir" sloganına sarılmıştı! Kısa bir süre sonra azâbın belirtileri görüldü. Akarsular kurumaya yeşillikler sararmaya başladı. Ünlü İrem bağları birer birer yok oluyordu. Kuraklık etrafı kasıp kavuruyordu. O yiğit yapılı güçlü kuvvetli insanlar bir yudum suya bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Bu noktada Hûd (a.s.) yeniden tebliği denedi ve;
"Eğer şimdi yüz çevirirseniz (ne diyeyim). Ben size ne ile gönderilmişsem işte onu tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir de ona (Allahü Teâlâ 'ya) hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyi koruyandır" (Hûd 11/57) dedi.
Âd kavminin Şeddâd ve çevresinin geliştirdiği ideolojiyle beyni yıkanmıştı! Heykellerinin izinden ayrılmıyorlardı. Belirli bir süre sonra her zaman yağmur getiren bulutların geldiği yönde bir bulut gördüler sevindiler. Çünkü kuraklığı "tabiat kanunlarıyla" açıklama âdetleri vardı. Bunun "Allahü Teâlâ (c.c.)'nın bir ihtarı" olduğunu kabule yanaşmıyorlardı. Şimdi hadisenin cereyan ediş şeklini Kur'an-ı Kerim'den öğrenelim:
"Artık onu (azâbı) vâdilerine doğru gelen bir bulut halinde görmüşlerdi. Dediler ki: "Bu bize yağmur verici bir buluttur." (Hûd) "Hayır" (dedi) bu çarçabucak gelmesini talep ettiğiniz (bu hususa beni sıkıştırdığınız) şeydir. Bir rüzgârdır ki onda elem verici bir azâb vardır. O (Rüzgâr) Rabbimin emriyle her şeyi helâk edecektir." (el-Ahkâf 46/24-28).
İnkârcı Nûh kavmi tufan sonucu helâk edilmişti! Âd kavmi ise korkunç bir rüzgârla şirk'in ve zulmün cezasını bu dünyada gördü:
"Âd kavmi (Peygamberleri Hûd'u) yalanladı. İşte benim azâbım (ve bundan evvel) tehditlerim nice imiş (düşünün). Çünkü biz (haklarında) uğursuz ve (uğursuzluğu) sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik. (Öyle bir fırtına) ki insanları sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi tâ temelinden kopar(ıp helâke) uğratıyordu" (el-Kamer 54/18-20).
Bu azâb sırasında Hz. Hûd (a.s.) ve beraberinde bulunan müminlerin durumu ne olmuştu? Bunu da Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz:
"Hûd'u ve beraberindeki iman edenleri rahmetimizle kurtardık. " (el-Âraf 7/22).
Âd kavminin durumu bütün insanlara büyük bir ibrettir. Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirki ve zulmü yaymak için gayret sarfeden bütün müstekbir'lerin zaferleri geçicidir! Elbette azâbın en şiddetlisine şahid olacaklardır. Kısacık dünya hayatı için zorbalara boyun eğen ve şirkin hâkimiyetine râzı olanlar Âd kavmini asla unutmamalıdırlar.


AD KOYMAK

İsim vermek. Yeni doğan çocuğuna güzel bir isim koymak öncelikle babanın sonra annenin görevlerindendir. Konulan ismin güzel bir mânâsının olması İslâm inancına ve hükümlerine uygun olması gerekir. İslâm'da çocuğa genellikle doğduğu gece isim verildiği gibi doğumunun üçüncü veya yedinci gününde ad konulmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.) oğlu İbrâhim dünyaya gelince: "Bu gece bir oğlum doğdu; ona atam İbrâhim'in adını verdim." buyurmuşlardır. Bu hadis ismin ne zaman konacağı hususunda önemli bir delildir. (Ebû Dâvud Cenâiz 24) Ayrıca bir kimseye birden fazla isim verilebileceği de yine Rasûlullah (s.a.s.) belirtilmiştir. (Buharî Menâkıb 17; Müslim Fezâil 124).
Anlamı İslâmî akîdeye uygun olmayan dinin yasakladığı bir anlam taşıyan isimlerin çocuklara verilmesi uygun değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) yeni Müslüman olanların şirk dönemindeki isimlerini değiştirmez genellikle aynen bırakırdı. Ancak bu isimler arasında mânâsı çirkin veya Allah'tan başkasına kulluğu ifâde edenler varsa meselâ müşriklerin taptığı putlardan biri olan Uzzâ'nın kulu anlamındaki Abdüluzzâ Kâ'be'nin kulu anlamındaki Abdülka'be ve benzeri isimleri genellikle Allah'ın kulu mânâsında Abdullah veya Rahman'ın kulu mânâsında Abdurrahman gibi isimlerle değiştirirdi. Kesmek anlamına gelen Sarim ismindeki bir sahâbinin ismini de mutlu anlamına gelen Saîd; Berrâ olan bir kadının adını Zeyneb olarak değiştirmiştir. (Buhârî Edeb 108; Ebû Dâvud Edeb 62; İbn Mâce Edeb 32) Ayrıca Firavun ve Kârun gibi zulüm ve küfür önder ve sembolleri olan isimlerin verilmesi de İslâm'da yasaktır.
"Allah katında isimlerin en güzeli Abdullah ve Abdurrahman'dır." hadisi (Buhârî Edeb 105-106; Müslim Âdab 2; İbn Mâce Edeb 2; Tirmizî Edeb 64; İbn Hanbel II 24 128) isim koyma hususunda İslâm'ın genel prensibini belirlemektedir. Çocuklarımıza vereceğimiz isimler Allah'a kulluk ifâde eden İslâmî gayelere ve insan haysiyetine uygun çevremizdeki insanların genellikle hoşlanacakları kulağa hoş gelen İslâm büyüklerinden hâtıra kalan mânâsı güzel olan isimlerden herhangi biri olabilir. Daha önceden pek duyulmamış diye yapmacık ifâdeler taşıyan İslâm toplumunda hiç kullanılmayan uydurma ve müslüman olmayanlara ait isimlerin çocuklarımıza ad olarak verilmesi doğru değildir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) "Kıyâmet gününde babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Bu bakımdan çocuklarınızın isimlerini güzel koyunuz." (Ebû Dâvud Edeb 61; İbn Hanbel V 194) buyurmuştur.


ÂDÂB
Ahlâk terbiye ve nezâket kuralları. Birini ziyafete davet etme mânâsını ifade eden edep İslâm'ın güzel saydığı söz ve davranışlardır. Bu itibarla edep insanların kendisine davet olunan bilumum hayır zarâfet usluluk ve güzel ahlâk demektir. Seyyid Şerîf (et-Tarifât) adlı eserinde edebi "bütün hatâ türlerinden kendisiyle korunulan şeyi bilmekten ibarettir" diye tarif etmektedir. Edeb insanı ayıplanma ve kötülenme sebeplerinden koruyan nefsin köklü bir kuvvetidir. "Nefs edebi" ve "ders edebi" olmak üzere ikiye ayrılan edeb'in birincisi acelecilik ve sinirlilik gibi doğuştan olan edeb ikincisi ise daha sonra elde edilen ve "mekârim-i ahlâk"* (güzel ahlâk) olarak da isimlendirilen edebtir .
Ayrıca münazara-mübahase ilmini içine alan bir edeb türü daha vardır ki âlimler bunu "edeb-i bahs" diye isimlendirirler. Edeb'in bu türü ilmî münazaralarda tarafların birbirlerine karşı gösterecekleri ahlâkî kaideleri ihtiva etmektedir. Yakın zamanlara kadar medreselerde bir ilim dalı olarak okutulagelmiştir.
Fıkıh ıstılahına göre ise edeb "Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine uygun olarak yapılan hareketlerdir." Daha geniş ifadesiyle Allah'ın ve Peygamber'in emir ve yasaklarına uygun biçimde hareket etmektir.
Âdâb fıkhî terim olarak ele alındığında 'sünnet-i gayr-i müekkede' hükmündedir. Onun için bu davranışta bulunana sevap yazılır yapmayana ise günah yoktur. O yüzden âdâb bazen nafile * bazen müstehap bazen mendub bazen de tatavvu' ve fazilet kavramlarıyla eş anlamda kullanılır. Âdâb kaideleri Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından tavsiye ve teşvik edildiği için yapılan bu davranışa müstehab adı verilir. Yapıldığında bir sevap kazanmak söz konusu olduğundan buna mendub denir. Yapılırken bir zorunluluk olmadan yapıldığı için buna tatavvu' adı verilmiştir. Fıkhî bir terim olarak farz ve sünnetlerden sonra ibâdetlerin âdâbı anlamında bu anlamlarda kullanıldığı bilinmektedir. Meselâ abdestin farz ve sünnetleri sayıldıktan sonra "Âdâbu'l vudû" namaz için "Âdâbu's-salât" terimleri kullanılmıştır.
Edeb'in çoğulu âdâb'tır. En güzel ve hiçbir zaman eskimeyecek olan edeb ve ahlâk Kur'an'da öğretilen ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünneti ile tatbik edilip yaşanan âdâbtır.
Kâinatı en mükemmel bir düzen ve intizam üzere yaratan Allah yaratıkları içinde insanı en güzel bir kıvamda yaratmıştır. (et-En 95/4) Diğer yaratıkları da onun istifadesine vermiştir. Böylece insanı âlem için hâkim duruma getirerek onu muhatab ve mükellef kılmıştır. Peygamberleri vasıtasıyla saadet yollarını göstermiş iyi ve güzeli kötü ve çirkini öğretmiştir. Her şeyi mükemmel olarak yaratan Allah insanlara da kendileri için en doğru olan yaşayış ve hareket yollarını bildirmiştir. Dolayısıyla Allah'ın bize öğrettiği edeb ve ahlâk değişmeyen en güzel ve doğru ahlâktır. Bu ahlâkı en güzel şekilde yaşayan da Hz. Peygamberdir (s.a.s.): "Gerçekten sen çok büyük bir ahlâk üzeresin." (Kalem 68/5) âyeti ile Allah'ın iltifatına mazhar olan Hz. Peygamber kendi hakkında "Ben ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim." (Muvattâ Hüsnü'l-Hulk 8) buyurmuş ve Kur'an'dan ibaret olan güzel ahlâkını hayatında yaptığı tatbikatı ve tavsiyeleri ile ümmetine tebliğ etmiştir. "Onun şahsında Allah'ı ve Âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça hatırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk numuneleri vardır. " (Ahzab 33/21).
Her konuda olduğu gibi güzel ahlâk konusunda da örneğimiz olan Hz. Peygamber (s.a.s.) ahlâkça insanların en güzeli idi. Peygamberimiz güzel ahlâkı tarif ederken şöyle buyurmuştur: "İyilik güzel ahlâktır; fenalık da kalbin yatışmadığı ve halkın duymasını hoş görmediğin şeydir." buyurmuştur.
"İnsanların en hayırlısı ahlâkça en güzel olanıdır." "Kıyâmet günü müminin mîzanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz ve her halde Allah çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez. " "İmânı en olgun kimseler en güzel ahlâklılardır. En hayırlılarınız kadınlarına hayırlı olanlardır."
"Bir mümin güzel ahlâkıyla gece ibâdet eden gündüz oruç tutan kimselerin derecelerine erişir." "Güzel ahlâk güler yüz hayırlı işlerde el açıklığı bir de kimseye eziyet etmemektir. " buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Hureyre'nin (r.a.) bir sorusu üzerine Allah'tan korkmanın ve güzel ahlâklı olmanın Cennet'e girmeye sebep olacağını güzel ahlâklı bir insana Cennet'in yukarı kısmında bir ev verileceğini Peygamber'e en sevgili olan insanın ve Kıyâmet'te onun meclisine en yakın olacak insanın ahlâkı güzel olan kişi olacağını bildirmiştir. (Riyazu's-Sâlihîn 1/49-54).
Muhaddisler Hz. Peygamber'in bizzat yaşadığı ve ümmetine tavsiye ettiği edeb ve ahlâk kaidelerini ihtiva eden hadîsleri tasnîf ettikleri hadîs kitaplarında "Kitâbu'l Edeb" "Bâbu'l Edeb" gibi başlıklar altında toplamışlardır. (bk. Buhârî Edeb; Müslim Edeb Muvattâ Hulk.) Buna ilâveten İmam Buhârî "El-Edebu'l Müfred" isimli kitabını Hz. Peygamber'in (s.a.s.) ahlâkî yaşayış ve emirleri ile ilgili hadîslerini derleyerek meydana getirmiştir.
Edeb insanlara karşı bütün davranış ve muamelelerinde terbiyeli ve ahlâklı olmaktır. Selâm vermek güler yüz göstermek tırnak kesmek sakal* bırakmak gibi nice İslâmî edebler vardır ki bunlar Hz. Peygamber'in birer sünneti olduğu gibi daha önce geçen peygamberlerin de sünnetidir.
Rivâyetlerle sabit olan edeb ve güzel ahlâk hakkındaki Peygamberî emirler bütün ümmeti ilgilendirdiği için edeb verme ve terbiye etme konumunda olan her kişinin bu emirleri önce şahsında tatbik etmesi daha sonra da terbiyesi altında bulundurduğu kişileri bu güzel ahlâk ile ahlâklandırmaya çalışması gerekir. "Ey inananlar nefsinizi ve ehlinizi tutuşturucusu taşlar ve insanlar olan ve kâfirler için hazırlanmış bulunan Cehennem ateşinden koruyunuz." (Tahrim 66/6) buyuran Cenâb-ı Allah hem nefsimizi hem de elimiz altında yetiştirmekle mükellef bulunduğumuz çoluk çocuğumuzu Allah ve Peygamberi'nin razı olduğu güzel ahlâk ile ahlâklandırarak bu suretle Cehennem'in azâbından korumamız gerektiğini ifâde etmiştir.
Her insan elinin altında bulundurduğu kimselerin her türlü hak ve hukukundan eğitim ve öğretiminden terbiyesinden sorumludur. (Tecrîd-i Sarih trc. Hadis no: 487) Ebeveynin evlâd üzerindeki eğitiminin önemi hakkında Allah'ın Rasûlü: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Bundan sonra anası babası onu Yahudi yaparlar Nasrânî yaparlar Mecusî yaparlar. Nitekim behîme derli toplu bir behîme olarak doğurulur. Siz kusursuz doğan bu hayvan yavrularının içinde kulağı dudağı burnu ayağı kesik olanını hiç görüyor musunuz? " buyurmuştur. (Müslim Kader 25) Hadîsi rivâyet eden Ebû Hureyre devamla: "İsterseniz şu âyeti okuyunuz" dedi. "O halde sen yüzünü bir muvahhîd* olarak dîne Allah'ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır." (er-Rûm 30/30) Zikredilen âyet ve hadîsi şerif insanın fıtraten temiz ve saf olduğunu ahlâkın en güzeli olan İslâm'ı kabule kabiliyet ve istidatlı bulunduğunu ortaya koyar. Ancak insana verilen yanlış bir eğitim onu kötü ahlâk sahibi ve inançsız bir insan durumuna getirir. Bu nedenle çevrenin ve ebeveynin çocuk üzerindeki te'dib terbiyesi tartışılmayacak kadar önemlidir. (Müslim Kader 22) Allah insanı fıtraten temiz yarattığı halde onun fıtratına uygun edebi verme işini babaya havale etmiştir. Babanın evlâda en güzel ve kalıcı hediyesi onu iyi terbiye etmesidir. Terbiye edilmiş sâlih bir evlâd ölümünden sonra da baba için hayırlı amellerin yazılmasına sebep olur.
Ebû Hüreyre Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Ona rastladığın zaman kendisine selâm ver seni yemeğe davet ederse icâbet et. Senden öğüt isterse öğüt ver. Aksırır da Allah'a hamd ederse "yerhamükellah" (Allah sana merhamet etsin) de. Hastalanırsa kendisini ziyaret et. Ölürse cenazesinde hazır bulun." (Buhârî Cenâiz 2; Müslim Selâm 4-6).
Hadiste yer alan edebler:
1) Rastladığı zaman din kardeşine selâm vermek. İslâm âlimlerinin çoğuna göre selâm vermek sünnet almak ise farzdır. Başka hadislerde selâmın yaygınlaştırılması ve bunun toplumda karşılıklı sevgi ve muhabbetin artmasına sebep olacağı bildirilmiştir.
2) Davete icâbet etmek. Bu davet düğün sünnet cemiyeti ve benzerlerini kapsamına alır. Düğün davetine "velîme" * denir ki buna icabet vacibtir. Çünkü hadiste "Her kim velîme davetine icabet etmezse Allah'a ve Resûlü'ne isyan etmiş olur." (el-Askalâni Buluğu'l-Meram Trc. A. Davudoğlu IV 315) buyurulmaktadır. Diğer davetlere icabet menduptur. Çünkü onlar hakkında velîmede olduğu gibi tahdîd yoktur.
3) Öğüt isteyene öğüt vermek. İstemeden nasihatta bulunmak menduptur. Çünkü hayra ve iyiliğe delâlettir.
4) Aksırır da "elhamdülillah" derse bunu işiten "yerhamükellah" der. Hadiste: "Biriniz aksıracağı zaman hemen iki avucunu yüzüne koysun ve bunlarla sesini kıssın." (Ebû Davûd Edeb 90) buyurulur. Aksırık tekerrür ederse üç defaya kadar "yerhamükellah" (teşmit) da tekrarlanır. Aksırık insan için bir nimettir.
5) Hasta ziyareti yapmak. Hasta ziyaretini farz-ı kifâye sayanlar varsa da İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre menduptur. Bunda hastayı tanımakla tanımamak ve hısım olmakla olmamak aynıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) müslüman hastalar yanında gayr-ı müslim hizmetkârını ve amcası Ebû Tâlib'i ölüm döşeğinde ziyaret etmiştir. Hizmetçi bu ziyaret bereketiyle İslâm'a girmiştir.
6) Cenazede bulunmak. Cenaze tanıdık olsun veya olmasın hazır bulunmaya çalışmak gerekir.
Ebu Hüreyre'den rivâyet edilen başka bir hadis şöyledir:
"Kendinizden aşağı olana bakın. Sizden daha üstün olana bakmayın. Çünkü bu türlü hareket Allah'ın size olan nimetini küçümsememeniz için daha uygundur."
İnsanoğlu genellikle kendisinden üstün bir kimse görünce onun gibi olmak ister ve Allah'ın kendisine verdiği nimetleri küçümser. Ötekine yetişmek için bu nimetlerin artmasını diler. Fakat dünya işlerinde kendisinden aşağı olanların durumuna bakarsa elindeki nimetin kadrini bilir ve şükreder. Başka bir hadiste "Biriniz mal ve yaratılış (hilkât)ça kendinden üstün birini gördü mü kendinden aşağı olana bakıversin." (Buhârî Rikâk 30; Müslim Zühd 8; Tirmizî Libas 38)
Nevvâs b. Sem'ân (r.a.) Allah Rasûlü'ne birr ve ism'in anlamını sormuş o şu cevabı vermiştir: "Birr ahlâk güzelliğidir. İsm ise kalbini rahatsız eden ve başkalarının bilmesini istemediğin şeylerdir."
Güzel ahlâk şu hadiste tarif edilir: "Güzel ahlâk güler yüzlü olmak ve eziyet etmemektir." (el-Askalâni a.g.e. IV 321)
İbn Mes'ud (r.a.) Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Eğer bir yerde üç kişi iseniz kalabalığa karışmadıkça ikiniz ötekini bırakarak gizli bir şey konuşmasın. Çünkü bu onu üzer." (Müslim Selâm 26 27 28; İbn Mâce Edeb 50).
İbn Ömer Rasûlullah'ın şöyle dediğini nakleder: "Bir kimse birini yerinden kaldırarak oraya kendisi oturamaz. Lâkin açılın ve genişleyin. " "Bir kimse yerinden kalkar da sonra o yere dönerse orası için başkasından daha fazla hak sahibidir." (Müslim Edeb 21; Ebû Dâvûd Edeb 28-139).
İsraftan sakınma ve nimetin kadrini bilme ile ilgili bir hadis şöyledir: "Birinizin lokması yemekte yere düşerse üzerindeki bulaşığı gidersin ve yesin onu şeytana bırakmasın."
Selâmlaşmada âdâb: Ebû Hüreyre'den Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Küçük büyüğe yürüyen oturana ve sayıları az olanlar çok olanlara selâm versin. " (Buhârî İsti'zân 4-7; Müslim Selâm 1 Edeb 46; İbn Hanbel III 444) Hz. Câbir (r.a.)'den: "Yaya giden iki kişi karşılaştıklarında hangisi önce selâm verirse o daha fazla ecir kazanır" hadisi rivâyet edilmektedir .
Ahlâk hulk kelimesinin çoğuludur ve Arapça bir kelimedir. Huy tabiat mânasında kullanılır. İnsanın yaradılışından gelen ve cemiyet içinde yaşanarak kazanılan iyi ve güzel huylar insanın yaradılışından gelen bu hususiyetler Kur'an'ı Kerim ve Sünnet'te sınırları çizilen insanların iyiliğini ve mutluluğunu hedef alan kaidelerin hayata geçirilmesiyle kazanılan iyi ve güzel davranışların bütünü. Zıddı ahlâksızlıktır .
Her toplumun kendi sosyal yapısına göre ahlâk anlayışı vardır. Bir topluma göre ahlâkî bir davranış kabul edilen bir fiil bir başka topluma göre ahlâksızlık olarak kabul edilebilir. İslâm dışı toplumlarda flört ve zina gibi fiiller normal bir olay kabul edildiği halde İslâmî toplumlarda bu durum Allah'ın emri ile haram kılınmış en büyük ahlâksızlıktır. Öyleyse müslüman toplumumuza göre ahlâk ve ahlâksızlığın ölçüsünü Allah'ın yasakladığı ve yasaklamadığı fiiller olarak kabul ederiz.
Şamil İA
Âyet ve Hadisler Işığında Âdâb-ı Muâşeretten Örnekler
-Herkese karşı tatlı dilli güler yüzlü açık kalbli olmak. Allah iyi huylu güler yüzlü kimseyi sever.
-Herkes ile güzel görüşmek halka eziyet vermekten sakınmak. "Müslüman diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir."
-Kötülüğe karşı iyilikte bulunmak ve halkın eziyetlerine karşı sabırlı olmak. Allah katında sıddîkların mertebelerine erişmek için zulmedeni affetmek irtibatı kesenle irtibat kurmak esirgeyene esirgemeden vermek gerekir.
-Küskünlüğe dargınlığa düşmanlığa son vermek. Müslümanın müslümanla üç günden fazla dargın durması helâl değildir.
-Dargın iki müslümanın arasını bulmaya çalışmak. Yalan söylemenin câiz olduğu yerlerden biri dargınların barışmalarını sağlamak için söylenen yalandır. Bu da sadaka vermek kadar hayırlı bir iştir.
-İnsanların kusurlarını araştırmamak bilakis bu kusurları örtmeye çalışmak. Başkasının kusurunu arayan önce kendi kusurunu görmelidir. Başkasının kusurunu örten bir müslümanın kusurunu da Allah örter ve onu affeder.
- Dostlar birbirlerini arkalarından müdafaa etmelidir haklarındaki yanlış fikirleri düzeltmelidirler. Kardeşine yardımda bulunana Allah da yardım eder.
-İnsanlara karşı kötü zan ve töhmette bulunmamak nefret uyandırmamak dedikodu yapmamak. Bu sözlerin konuşulduğu yerleri terketmek.
-Her insanla kapasite ve mevkilerine göre konuşmak. Câhille ilmî konuşma yapılamayacağı gibi âlimle de câhille konuşulduğu gibi konuşulmaz. İnsanlara akıllarına göre hitap edilmelidir.
-Büyüklere hürmet ve saygı; küçüklere düşkünlere şefkat ve merhamet; özellikle aile arasındaki fertlere iyi muamele etmek İslâm'ın esaslarındandır. Allah ana babaya saygısızlık bir tarafa "öf " demeyi dahi yasaklamıştır. Başkasına merhamet etmeyene merhamet olunmaz.
-Herkes hakkında hayır dilemek ve yardımda bulunmak müslüman kardeşliğinin bir özelliğidir. Ancak bu yardımlaşma kötülükte değil iyilikte olmalıdır. Mümin kendisi için arzu ettiği güzel şeyleri Müslüman kardeşi için de arzu etmelidir. Kendini kötülüklerden koruduğu gibi etrafındakileri de korumaya çalışmalıdır.
-Selâm müslümanlar arasında sevgi bağlarının kurulmasında önemli bir araçtır. Selâm vermek sünnet almak ise farzdır. Peygamberimiz (s.a.s.) selâmı yaymamızı tanısak da tanımasak da her müslümana selâm vermemiz gerektiğini bununla da imanımız olgunluğa erdiği için Cennet'e gireceğimizi müjdelemiştir. Bu nedenle gençler ihtiyarlara binek üzerinde olanlar yürüyenlere yürüyenler oturanlara arkadan gelenler önden gidenlere bir kişi çok kişiye selâm vermelidir. Selâma daha güzel bir şekil de karşılık vermek gerekir. "es-Selâmu aleykum" diyene "ve aleykumu'sselâm ve rahmetullâhi ve berekatuhu" denmelidir. Verilen selâmı alma durumunda olmayana selâm vermek mekruhtur. Yemek yiyene namaz kılana Kur'an okuyana hutbe dinleyene selâm verilmemelidir. Kâfirlere selâm verilmez. Açıktan açığa Allah'ın emrini çiğneyen ve bu hâlinde ısrarlı olana da selâm verilmez. Topluma verilen selâma bir kişi karşılık verirse diğerlerinin selâm alma sorumluluğu kalkar. Selâm getiren birinden selâmı almak mektupta yazılı selâma ya mektupla ya da o anda sözle karşılık vermek gerekir. Eve girerken ev halkına selâm verildiği gibi ayrılırken de selâm vererek ayrılmak faziletli bir iştir. Boş bir yere girilirken de "es selâmu aleyna ve alâ ibâdillahi's-Sâlihîn" diyerek selâm verilir. Selâm müminin mümine yaptığı hayırlı bir duadır. "Allah'ın selâmı rahmeti ve bereketi üzerine olsun. " Mânasına gelen selâmlaşmanın yerini basit kelimeler tutmaz.
-Karşılaşan iki müslüman birbirlerinin ellerini tutarak müsafaha* eder Peygamber'e (s.a.s.) salavât okur hal hatır sorarlar. Bu durumda olan kişiler henüz birbirlerinden ayrılmadan Allah onlara mağfiret eder.
-Aksırana karşı hayır dua etmek. Aksıran kişi "elhamdülillah"der yanındaki müslüman "yerhamükellah" yani "Allah sana merhamet etsin " diye dua eder aksıran kişi de "yehdîna ve yehdîkumullah " yani Allah bizi de sizleri de hidâyete dâim kılsın" diye karşı duada bulunur. Buna "teşmît" denir.
Müddessir sûresi 4. âyetinde "Giydiklerini temizle. Kötü şeylerden sakın" şeklinde temizlik emredilmektedir. Giydiklerini temizlemek kalbi ahlâkı ve ameli temizlemeden kinâye olarak kullanılmaktadır. Elbiseyi giyen şahsın ve onun dokunduğu her şeyin temizliği Kur'an ahlâkına uymanın gerektirdiği bir temizliktir. Her türlü nefsânî arzulara şeytânî hileler ve alışkanlıklara mârûz kalan bir ortamda Kur'an'ın öngördüğü temizliğe dikkat etmek ve onu gerçekleştirmek insana büyük bir izzet kazandıracağından maddî ve manevî yönden temiz olmayan kimselerin kirlerine bulaşmadan ayrılmak mümin için önemli bir davranıştır. Bâtıl inanışları kötü âdet ve alışkanlıkları câhiliyyet halkının daldığı ve insanı lekeleyen ve âhirette sorumlu tutacak her türlü bâtılı terketmek Kur'an ahlâkının istediği muaşeret edeplerindendir.
Gönlün temiz tutulması da Kur'an-ı Kerim'de emredilmiştir. "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak göz ve kalb bunların hepsi o şeyden sorumludur."(el-İsrâ 17/36) buyrulması bunun açık delillerindendir.
-Müslüman gittiği meclise temiz elbiseyle gitmelidir. Yaşlı ve bilgili kimselerden üstte oturmamalı kendine söz düşmedikçe konuşmamalı söylenilen faydalı şeyleri dinlemelidir. Sonradan gelenlere yer vermeli birbirlerine karşı güler yüzlü tatlı sözlü olmalıdır. Meclisten ayrılırken arkadaşlarından izin alarak ve selâm vererek ayrılmalıdır.
"Ey inananlar toplantılarda size 'yer açın' denince yer açın ki Allah da size genişlik versin. 'Kalkın' dendiği zaman da hemen kalkın ki Allah içinizde inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah işlediklerinizden haberdardır." (el-Mücadele 59/11) buyrularak bir toplum kuralı belirtilmiş olmaktadır. Bu kural cemiyet ve cemaat muaşeretindendir.
- Müslümanlar uygun zamanlarda mümin kardeşlerini büyüklerini ve yakın akrabalarını ziyaret etmeli onların gönüllerini hoş etmeye çalışmalıdır. Ancak ziyâretin çok uzun ve usandırıcı olmamasına özen göstermelidir. Ziyârete gelenlere imkân nisbetinde ikram etmelidir. Allah'a ve âhirete inanan misâfirine izzet ve ikramda bulunmalıdır.
- Müslüman din kardeşinin davetine icabet eder ziyâretinde bulunur. Böylece aralarında muhabbet artmış olur. Peygamber (s.a.s.) "Sizden birinizi kardeşi düğün yemeğine veya benzer bir ziyâfete davet edince icabet etsin." buyurmuştur. Ancak bu tür yerlerde Allah'ın yasakladığı içki ve benzeri şeyler bulunuyorsa oraya gitmemelidir. Kötülükleri engelleyeceğine kanaat getirirse gidebilir. Merâsimler külfetten ve gösterişten uzak olmalıdır.
- Müslümanlar din kardeşleri yanlarına geldiklerinde hürmet olsun diye ayağa kalkabilirler.Âlim zatların ellerini öpmek câizdir. Ancak dünyalık bir menfaat elde etmek için el öpmek boyun bükmek hele hele dalkavukluk yapmak asla doğru değildir. Büyüklerin huzurunda yerlere kadar eğilmek ve yeri öpmek haramdır.
-Müslümanlıkta komşuluğun büyük ehemmiyeti vardır. Komşu haklarına son derece riayet etmeli onlara zarar verecek her türlü hareketlerden kaçınmalıdır. Kötülüklerinden komşusu emin olmayan kimse gerçek mümin olamaz.
- Hastaları ziyârette bulunmak onların afiyetlerine dua etmek dinî bir görevdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde: "Beş şey vardır ki kardeşine karşı müslümana vazife olur. Bunlar da verilen selâmı iâde aksırana hayır dua davete icâbet hastayı ziyâret ve cenazeleri mezara kadar takip etmektir. " buyurmuştur. Müslümanlar vefat eden din kardeşlerinin cenazelerini kabirlerine kadar üzüntülü ve düşünceli ***ürür kabre defnederler haklarında rahmetle duada bulunurlar. İmkân buldukça müslümanın cenaze namazını da kılmalıdır. Kabirlerini ziyâret ederek haklarında hayır duada bulunmak bir vefa borcudur. Ancak kabir ziyâretleri İslâmî ölçüler içerisinde olmalı aşırı ta'zim hareketlerinden sakınmalıdır. Kabir ziyâreti insana ölümü ve geleceğini hatırlatır uyanmaya vesile olur.
- Evlere ve odalara girerken usule riayet etmek gerekir. Cahiliye devrinde evlere hücum edilircesine girilirdi. Ziyâretçi eve girer ve girdikten sonra da 'girdim' diye seslenirdi. Çok defa ev sahibinin ailesiyle onları başkasının görmesi doğru olmayan hâlde kadın veya erkeğin avret yerlerinin açık olduğu olurdu. Bu hâl üzüntü verip gönülleri yaraladığı gibi evleri emniyet ve huzurdan yoksun bırakırdı. Ayrıca gözler tahrik edici yerlere takıldığı zaman nefisleri bu şekilde fitneye sürüklerdi. İşte bu sebepten dolayı Allah müslümanları yüksek bir âdâb-ı muaşeretle terbiye etmiştir. Evlere girmeden izin isteme âdâbı ve ev halkına güven verip onlardan kuşkuyu gidermek için girmezden evvel selâm verme âdâbını getirmiştir.
"Ey inananlar kendi evlerinizden başka evlere izin alıp halkına selâm vermeden girmeyiniz. Herhalde bunun sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anlarsınız." "Eğer orda kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Bu sizin için daha iyidir." (en-Nur 24/27-28). Aynı şekilde erginlik çağına erişmemiş çocuklarla hizmetçilerin başkalarının odalarına girerken izin almaları yolunda eğitilmeleriyle bunların girmesinin ancak hangi vakitlerde olabileceği de belirtilmiştir:
".Sizden henüz erginlik çağına erişmemiş çocuklar üç vakitte sizden izin istesinler. Sabah namazından önce öğlenden sonra elbisenizi çıkarıp yatacağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunun dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. " (en-Nur 24/58).
İşte böylece İslâm gerek başkaları için gerek ev halkı için çiğnenmesi asla doğru olmayan özel bir dokunulmazlık koymuştur. İslâm'da devletin temeli aile olduğundan insanlar evlerinde yabancı kimselerin anî baskınlarına maruz bırakılmaz. Ancak ev sahiplerinden izin isteyip onların müsâadesi alındıktan sonra girilebilir.
-Müslümanın davranışları yumuşak ve yavaş olmalıdır. Bu muaşeret kuralı için Kur'an-ı Kerim'de tavsiye ve emir buyrulan açık ve anlaşılır şu âyet ne güzeldir:
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol sesini de kıs. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." (Lokman 31/18-19).
-Müslüman doğru sözlü olmalıdır. Kur'an-ı Kerim Müminlerin doğru ve dikkatli konuşmasını söyleyecekleri sözü ölçülü ve bu sözün nereye varacağını düşünerek söylemelerini emretmekte ve onları sâlih amele yol açan güzel söz söylemeye yönlendirmektedir. Çünkü Allah doğruların doğru sözlülerin yardımcısıdır. Doğru sözlülerin hareketlerini hatadan korumayı işlerini düzeltip yoluna koymayı kendilerine bir mükâfat olarak vâdetmiştir. Bu güzel davranışı yerine getiren müminin hatalarını Allah'u Teâlâ'nın bağışlaması ne engin bir rahmettir. İnsanoğlunu da ancak Allah'ın bu bağış ve rahmeti kurtarabilir:
"Ey inananlar Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir başarıya erişmiş olur. " (elAhzab 33/71)
- Müslüman israf etmemelidir. İsrâf herhangi bir şeyi gereğinden fazla kullanmak demektir. ".Yeyin için fakat israf etmeyin Allah israf edenleri sevmez." (el-A'raf 7/31) buyurulmaktadır. Yine ".Allah israfçı ve yalancı kişiyi hidâyete erdirmez. " (el-Mü'min 40/28) düsturu yer almaktadır. En'am Sûresi 141. âyeti de yine bu hükmü beyan etmektedir: "İsraf etmeyin çünkü Allah israf edenleri sevmez."
İnsan iyilik yaparken de isrâf yapmamalıdır. "onlar infak ettikleri zaman bile israf etmezler." (el-Furkan 25/67)
Ayrıca kusurları bağışlamak her işi güzel bir niyetle ve saf bir kalb ile yapmak işlerinde doğruluktan ayrılmayıp dirayet ve akıl dairesi içinde yürütmek büyüklerin dine uygun emirlerine itaat etmek halkın itimadını ve güvenini kazanmak her işte aşırı gitmemek münasip kişilerle güzel bir sûrette görüşüp konuşmak kendisine emânet edilen sırlara ve eşyaya hainlik etmemek zulümden uzaklaşarak insafla hareket etmek insanlara karşı mütevâzî olmak sözünde durarak ahdine vefa göstermek ihtiyaç sahiplerine karşı cömertçe davranmak insanlar hakkında daima iyi zan beslemek lüzumsuz ve kalb kırıcı sözlerden sakınmak her yaptığı işi hakkâniyet ölçüleri içinde yapmak kızgınlık ve şiddetten sakınarak yumuşak huylu olmak namusu haysiyeti ve mukaddes değerleri korumak daima hayır ve iyilik yolunu tutmak dostluğa önem vermek hakkına razı olmak vaktini boşa geçirmeden çalışmak korkaklığı terkederek yiğit ve cesur olmak yapılan iyiliklere karşı teşekkür etmek şehevî duygularına hakim olmak her türlü belâ ve musîbetlere sabretmek bir işte azim ve sebat sahibi olmak günahlardan kaçınmak herkesin mertebesini bilip hakkında ona göre muamele etmek kanaat sahibi olmak şaka ve nüktelerinde bile ahlâk dışı olmamak başkalarını kötülemekten kaçınmak kendini yüksek görmemek içi başka dışı başka olmamak insanlığa ve inançlarına uygun olan her şeyi yapmak bu işi yapmadan evvel o işin ehli ile istişâre'de bulunmak yaptığı iyilikleri başa kakmamak ağır başlı ve vakur olmak koğuculuk yapmamak gibi güzel meziyetler insanlar arasında saygınlık ve muhabbet doğurur. Bunlara riayet etmek İslâm'ın ortaya koyduğu muaşeret âdâbındandır.


ADEM

Yokluk hiçlik fena bulunmama. İki çeşit adem bulunduğu belirtilmiştir. Bunlardan biri mutlak diğeri ise mukayyed yokluktur. Meselâ "Evde ekmek yoktur" cümlesinde ekmek; eve nisbetle yoktur. Yani bu durum ekmeğin mutlak olarak değil belirli bir anda bulunmamasını gösterir. Bu şekilde "var fakat mevcut değil" manasındadır. Mutlak yoklukta böyle bir şartlı yokluk söz konusu değildir. Kesin bir yokluk durumu vardır.
Tasavvufta mutlak ve gerçek vücud Allah'ın varlığıdır. Bu yüzden tasavvufta eşya ve madde bir "yokluk" olarak kabul edilmiştir. Çünkü madde ve eşya yokluktan hâsıl olmuştur. Aynada görülen şeylerin gerçek varlığı bulunmadığı gibi madde aynasında görünen ve akseden şeylerin de kendi başlarına bir varlıkları bulunmamaktadır.
İbnü'l-Arabî'ye göre: "Kâinattaki her şey bir vehim ve hayalden ibarettir. " Bunların gerçek ve belli başlı bir varlıkları yoktur. Bu konuda da İbnü'l-Arabî'nin özellikle Eflatun'da görülen "gerçek ve onun yansıması olan ideler âlemi" görüşüne bir yaklaşma vardır. Dolayısıyla eski Yunan'dan bir etkilenme söz konusudur. Bu konudaki tartışmalar nassların çizdiği hudutların dışına bile çıkacak noktaya maalesef gelebilmiştir. Batı'da olduğu gibi akıl bu hususları tahlil etmek için bayağı zorlanmıştır


ÂDETULLAH

Allah'ın kanunu sünneti. Âdet geri dönmek manasına olan Avd'dan isimdir. Aslı avdettir. Aynı zamanda âdet; İsti'mâlin eş anlamlısıdır.
Âdet Kur'an-ı Kerim'de "Sünnet" lâfzı ile teblîğ buyurulmuş ve müfessirler tarafından düstûr kanun diye izah edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'in Ahzâb Fâtır Fetih gibi birçok surelerinde âdet hep sünnet lâfzıyla tabir buyurulup bütün bunlarda Allah'ın âdetlerinden kanunlarından sözedilmiş ve Âdetullah'ın değişmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir. Âdetullah ile ilgili ayetlerin çoğunda bilhassa geçmiş ümmetlerin müşriklerine dünyevî ve uhrevî ceza tayininde carî bulunan ilâhî kanun tebliğ edilmiştir. (bk. el-Enfâl 8/38; el-İsrâ 17/76-77; el-Fâtır 35/42-43)
Âdet; selim tabiatlarda makbul olup devamlı yapılan işlerde insanların içinde istikrar bulmuş hususlardan ibârettir. Âdet üç çeşittir: Genel örf âdetleri (ayak basma gibi.) Özel örf; (her grubun terimleri. Nahiv'de ref' kelimesi gibi.) (Şer'î örf salât zekât ve hac gibi. Bunlarda lügat manasının yerine şer'i manalar kullanılır) (et-Tehânevî Keşşâf-u Istılâhâti'l-Fünûn İstanbul 1984 II 958)
İlâhî âdetler kevnî ve ilâhî sünnetlerdir. Tabiat kanunları Âdetullahtır Kevnî sünnetler Allah'ın genel hikmeti gereği değişmez. (el-Fetih 48/23) Şu kadar ki bazı kere özel tercih hikmeti gereği Cenâb-ı Allah sebebi veya tesiri yok eder. Sebepsiz veya alışılmamış sebeplerle müsebbibâtı yaratır; böylece âdât-ı İlahiyye haricinde harikulâde olaylar yaratır.
Kevnî sünnetlerin veya tabiat kanunlarının koyucusu olan mutlak yaratıcı harikulâdeye has olan birtakım kanunlar koymaktadır. İşte o kanunlara göre bazen insanlar aracılığıyla birtakım harikulâde olaylar meydana gelebilir.
Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de Âdetullah'ı ve hikmetlerini zikrederek Müslümanlara daha önce bilmedikleri her şeyin varlığını bildirdi ve kendisinin yaratıklar üzerinde kanunları olduğunu haber verdi. Bu gerçekten hareketle bu sünnetleri bir ibret ve nasihat olmak üzere en güzel bir şekilde "Allah'ın Sünnetleri İlmi" diye bir ilim dalında toplayıp incelemek mümkündür. Bilindiği üzere Allahü Teâlâ bazı ayetlerde kanunlarını açıkça göstermiştir. Bazan sebebi bir ayette onun sonucunu da diğer bir ayette zikretmiştir. O geçmiş milletlerin haberlerini zikrederken genellikle âdetini zımnen göstermiştir. Adetullah'ı izah eden ayetlerden bazısı şunlardır:
"Biz bir Resul göndermedikçe hiçbir kimseye azap edecek değiliz." (el-İsrâ 17/15)
"Allah bir topluma verdiği nimeti onlar kendilerinin (iyi) hâlini (fenalığa) çevirmedikçe bozmaz." (er-Ra'd 13/11)
Bunlardan başka Allah'ın peygamberlerini fertlere değil toplumlara gönderdiğini (Hûd l l/25) cihada icabet etmeyen bir kavmin yerine başka bir kavmi getireceğini (et-Tevbe 9/38-39) servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmaması için zekât ve sadakaların yanı sıra ganimetlerden fakirlere daha fazla pay verilmesini (el-Haşr 59/7) belirten ayetler Âdetullah'ı ifade eden hükümlerdir


ÂDİLE


Doğru olmak düzeltmek eşitlemek anlamlarına gelen bir İslâm miras* hukuku terimi. Belirli hisse sahiplerinin (ashâbü'l-ferâiz) mirastan alacakları payların toplamının ortak paydaya (mahrec) eşit olması halini ifade eder.
Paylar toplamının ortak paydadan fazla olması durumunda "avl*" daha az olması durumunda da "red" söz konusudur. Ancak paylar toplamının ortak paydadan küçük olması halinde mirasçılar arasında asâbe*den birisi bulunursa geri kalanı o alacağından yine denklik sağlanarak red söz konusu olmaz. Bu duruma da "âdile' denir. Örnek: Ölenin anne baba ve iki kızı mirasçı olarak kalsa anne altıda bir baba altıda bir ve iki kız üçte iki pay alırlar. Paylar toplamı altı ve ortak payda (mahrec) da altı olduğundan mesele "âdile' kabilindendir (es-Serahsî el-Mebsût Beyrut (ty) XXIX 160 161; el-Fetâvâ'l-Hindiyye Bulak 1310 VI 468; Ömer Nasuhi Bilmen Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu İstanbul 1969 V 211).


ADL

Denklik adâlet dengeli davranma doğruluk hakkâniyet.
Adl "A-De-Le" fiilinden masdardır. Bazen "Idl' şeklinde de kullanılmaktadır. "Adl' denkliği basîretle idrak olunan; "Idl' ise duyularla idrak olunanı ifade eder. "A-De-Le" doğru olmak doğru davranmak aynı düzeyde yapmak anlamlarına geldiği gibi "meyletmek sapmak" anlamlarına da gelir; yalnız bu anlamda masdarı adı değil "udül"dür
Allah insanı adı üzere; yani düzgün eli ayağı gözü kulağı kısaca bütün organları birbirine denk gelecek ve dünya hayatını sürdürmesini sağlayacak bir özellikte yaratmıştır; yani onu tam bir denge üzerinde var etmiştir: "O seni yarattı tesviye etti ve ölçülü bir biçime koydu (adele)" (el-İnfitâr 82/7)
Allah nasıl insanı adı üzere yarattıysa onun da yeryüzünde adı üzere davranmasını yani her zaman koyduğu mizan*a uygun hareket etmesini ister: "Allah "adl'le emreder" (en-Nahl 16/90); "İnsanlar arasında "adl'le hükmolunmasını emreder" (en-Nisa 4/58) İslâm'da adâlet mülkün yönetimin temelidir âlemin nizamı "amel ve itaatta kaçınılmaz ahlâki bir fazilet"tir. Adl tevhîd ile özdeştir; birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü ancak Tevhîd* üzere olunduğu zaman adâleti gerçekleştirmek mümkün olabilir; madem ki kâinattaki düzeni belirleyen ve insanın hayatı için bir mizan ve sistem koyan Allah'tır o halde insan Tevhîd üzere yaşayıp Allah'ın mizanına uyarak adl'de bulunabilir. Allah'ın ahkâmına tam anlamıyla iman etmemiş bir kimse adı üzere olamaz.
Allah mutlak adildir; fakat kullar Allah'a karşı adâlette bulunamaz; yani O'nu bir başka şeyle denk sayamaz; O'nu bir tartının bir kefesine bir başka şeyi de öbür kefeye koyamaz. Böyle bir hareket ve inanç kesinlikle şirktir. Allah'a ortak koşmak demektir; zira Allah hiçbir şeyle tartılamaz ölçülemez. Kur'an'da "Sonra kâfir olanlar Rablerine adı ediyorlar" (el-En'âm 6/1) buyurulur; yani kâfirlerin Allah'tan başka Rabler ve ilâhlar kabul edip bunları Allah'la birlikte aynı kefeye koyup tarttıkları ifade olunur; bu ise Allah'a ortak koşmak O'na başka varlıkları eşit görmektir.
Şu halde kulun Allah'ın mutlak adil olduğunu kabul edip O'nun koyduğu mizanın iki kefesini de denk tutmaya çalışması yani adı üzere olması Allah'ı bir başka şeyle tartmaya kalkışmaması İslâmî akîdenin yani Tevhîd'in gereğidir.
Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Allah Hayrü'l-Hâkimîn yani adâletle hükmedenlerin en hayırlısı (el-A'râf 7/87) olarak ifade edilirken en büyük adâlet sıfatına sahip olan varlık anlamında kullanılmıştır.
Adl Cenâb-ı Allah'ın doksandokuz güzel isminden biri olarak sayılmıştır. (Tirmizî Da'avât 83) Allah'ın asla zulmetmediği hak ile hükmedip çok adil olduğu anlamında kullanılan adı sıfatı onun mahlûklarına büyük nimetler vermede âdil olduğunu ifade eder. Allah'ın mutlak adil olduğunda bütün İslâm âlimleri arasında tam bir ittifak olmakla birlikte adâlet sıfatının izahında Mutezile* fırkası ayrı bir izah getirmiştir.


ADLİYE

İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklara ve ihtilâflara bakıp yargı fonksiyonunu yerine getiren devlet organı. Eskiden bu göreve kazâ* denirdi.

Adâlet konusu son derece hassas bir meseledir. Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de bu hususu şöyle beyan etmektedir: "Allah size emanetleri (kamu görevlerini) ehil (ve erbab)ına vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla (emaneti ehline vermeyi ve adâletle hükmetmeyi emretmekle) size gerçekten ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah(u azimü'ş-şan sözlerinizi ve hükümlerinizi) hakkıyla işiticidir (bütün yaptıklarınızı) hakkıyla görücüdür." (en-Nisa 4/58) Görüldüğü gibi adâlet konusu oldukça geniştir. Fakat dikkati çekecek nokta ayet-i kerîmede Allah adil olmanın şartının emaneti (yani toplumdaki görevleri) ehil insanlara vermekle gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki adâlet müessesesi olan adliye ancak adâlet kavramını tam olarak gerçekleştirebildiği takdirde toplumda gerçek rolünü oynayabilir.
İslâm Arap yarımadasında ortaya çıkmadan evvel gerçek adâletin temsilcisi olabilecek bir devlet olmadığı gibi adâleti gerçekleştirecek bir yargı organı da mevcut değildi. Kabîleler arasından seçilen hakemler kendi usûllerine göre hüküm verirlerdi. Ellerinde hangi konulara ne tür hükümler verileceğine dair yazılı bir kaynak yoktu. Aynı zamanda verilen hükmün tatbiki için herhangi bir icra* kuvveti mevcut değildi. Hüküm kabilenin güç ve nüfûzuna göre ya tatbik ediliyor veya güçlü taraf haksız da olsa kendisini haklı çıkarıyordu.
Hz. Peygamber'in İslâm devletini kurmasından sonra ortaya koyduğu yazılı anayasa* birçok meselede olduğu gibi adâletin sağlanması noktasında da o zamana kadar gerçekleştirilemeyen bir hâkimiyet tesis etmekteydi. O döneme kadar kendi haklarını güçleri nisbetinde almaya çalışan kabileler; Medine anayasasından sonra kendi haklarını belirlenmiş bir otoriteden isteme durumunda kalıyorlardı. Bu otorite İslâm devlet başkanı olan Halife* idi. Kur'an ve Hadis en büyük hukuki ve adli otorite kabul edildi. Bu iki ana kaynaktan çıkacak hükümlere itiraz söz konusu değildi.
Kur'an'ı Kerim'de kazâ fonksiyonunu hâkimlerin ifa edeceği belirtilmişti. Kadı bu görevlerini yerine getirirken bazı memurlar çalıştırırdı. Bunların görevleri statüleri ve maaş durumları açıkça belirtilirdi.
İslâm adliye teşkilâtında hâkimlerin tek başlarına bir hüküm verme durumu var ise de heyet* usulüyle de hükümler verilmesi hakkında müsbet görüşler öne sürülmüştür. Osmanlı devletinde Hâkim'in yanı sıra bir heyetin varlığı ve bu kimselerin çeşitli sahâlarda uzman insanlardan teşekkül eden ve kararlarda etkili olan bir yargı görevlileri vardı.
Hz. Peygamber kendi döneminde yargı görevini bazı sahâbilere bırakmaktaydı. Bu dönemde yeni fethedilen topraklara vali tayin ediliyordu. Bu valiler idarî işlerle birlikte adlî ve kazâi işlerden de sorumlu bulunuyorlardı. Bu kimselerin İslâm fıkhını çok iyi bilen kimseler olması dikkati çekiyordu. Hz. Peygamber tayin edilen valilere idare ve diğer kanunlar hakkında bilgi veriyordu. Kendisi ise son karar mercii olarak mühim rolünü ifa etmekteydi. Hz. Peygamber'in adlî müesseseyi ahiret ve dünya ile alâkalı hükümlerle etkin bir duruma getirmiş olduğunu biliyoruz. Bu durum dört büyük halife döneminde de aynı şekilde devam ediyordu. Halîfeler hem hâkim ve hem de idareci olarak görevlerini ifa ederlerdi. Hz. Ömer'in Ebu Musa el-Eş'arî'ye göndermiş olduğu kazâi talimatnâmenin İslâm adliye tarihi açısından büyük bir önem taşıdığı kaynaklarda belirtilmektedir. Halife Ömer İbn Abdülaziz idarî ve mahkeme işlerinde yenilik getiren halifelerden biriydi. Abbâsi halifelerinin bugünkü Adâlet Bakanlığı tarzında "Kadı'l- Kudât"*lık ihdas ettiğini ve Harun Reşid döneminde buraya meşhur âlim ve Hanefî mezhebinin önde gelen fâkihi Ebû Yusuf*'un tayin edildiği görülür.
Daha sonra Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de aynı tür müesseselerin biraz geliştirilerek devam ettirildiğini görmekteyiz. Osmanlı devletinde daha beylik döneminden itibaren başlayan kadılık müessesesi âlimlerin tayin edildiği bir mevkî idi. Sultan I. Murad zamanında Kadıaskerliğin (kazasker) tesis edildiği görülür. Daha sonra Kadıaskerlik * ülke sınırlarının genişlemesi ile Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği olmak üzere ikiye ayrıldı.
Devletin idari bölümlenmesi olarak eyâlet sancak ve daha alt birimler olan kaza ve nahiyelerde kadılıklar kurulmuştu. Kadılar aynı zamanda siyasî idarenin de başkanı durumundaydılar. Böylece hem idarî ve hem de hukukî otoriteyi temsil ediyorlardı. Büyük şehirlerde meselelerin biraz daha fazla oluşu sebebiyle birden fazla mahkeme bulunur; ayrıca kadılara yardımcı olarak "Naibler" * görev yaparlardı.
Bunun dışında adlî meselelerden sayılan ve devletin en büyük organı olan Divân-ı Hümâyun'da halkın bazı şikâyetleri dinlenir hal yoluna koyulurdu. Bu arada özellikle devlet bünyesindeki hukukî problemlerin Divân*da tartışılıp hâl yoluna koyulduğu bilinmektedir. Divân-ı Hümâyun aynı zamanda bir yüksek mahkeme vazifesini de görürdü. Buna daha önceki dönemlerde devlet başkanlarının başkanlık ettiği "Divânü'lMezalim" adı verilmekteydi. Ülkenin çeşitli yerlerinde verilen mahkeme kararlarına itiraz durumu burada yeniden gözden geçirilirdi. Divânü'l Mezalim'de veya Osmanlılar dönemindeki Divân-ı Hümâyun'da alınan kararlar hemen infaz edilirdi. Zamanla Divân'ın önemi azaldı. Özellikle padişahların Divân toplantılarına katılmaması bu müessesenin ciddiyetine gölge düşürdü.
Osmanlı Devleti'nde merkezî otoritenin zayıflamasından sonra bilhassa taşrada çeşitli yolsuzluk hırsızlık ve isyanlar çıkmıştı. Padişahlar bunların ortadan kalkması ve adâletin tesis edilmesi için kadılara "adâletname" denilen fermanlar göndererek halka iyi davranılmasını istemişlerdir. Bu tür teşebbüsler adâletin gerçekleşmesi ve zulmün hafiflemesi noktasında önemli etki sağlamıştır.
Sultan Mahmud devrinde başlayan Batıcı hukuk çalışmalarından sonra "hukuk'ta Batı tarzında düzenlemeler görüldü. Adlî teşkilât da bu doğrultuda İslâmî esas ve şekilden uzaklaşarak Batı'nın bir kopyası haline geldi.
Yalnız Batı'dan en önemli farkı; toplumdaki problemleri çözemeyen iğreti bir müessese olarak varlığını sürdürmesiydi.


ADN CENNETİ

Cennet'in en güzel yerlerinden biri.
"Adn" sözlükte yerleşmek bir yerde iskân etmek anlamına gelir.
Adn Cenneti peygamberlere sıddîklara şehidlere mahsus içinde gözlerin hiç görmediği insanın hatırından geçmeyen muazzam güzelliklerin bulunduğu muhteşem Cennet'in adıdır. Bu tarif Hz. Peygamber'den rivayet edilen bir hadîse dayanılarak yapılmıştır. Allahü Teâlâ buraya giren kimseleri överek "Sana girecek olanlara ne mutlu!" buyurmuştur.
Ayrıca Adn Cenneti'ne Cennet'teki bir şehir veya nehir ismi diyenler de vardır. (ez-Zemahşerî el-Keşşâf Beyrut (t.y.) II 207; el-Beydâvî En vâru't- Tenzîl Mecmefu't- Tefâsir III 157; en-Nesefî Medarikü'l-Tenzîl; III 157-8; el-Hâzin Lubâbü'tTevîl III 157) Bunlardan başka Cennet'in en üst makamı Cennet'in ortası birçok kapılı burçları olan Cennet'teki bir köşk diyenler de vardır (el-Hazin a.g.e. III 158) Ancak bu görüşlere pek itibar edilmeyip Adn Cenneti'nin ayrı bir makam ve hatta "Cennetler"den ibaret olduğu ifade edilmektedir.
Adn Cenneti Kur'an-ı Kerim'de ondan fazla yerde geçmektedir. Dünyada yaptıkları işe göre buraya girebilecek olan müminler ve Adn Cenneti'nin güzelliği bu ayetlerde açıklanmıştır: "Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara kendileri içinde ebedî kalıcılar olarak altından ırmaklar akan Adn Cenneti'ni ve çok güzel meskenler va'd etti Allah'ın rıdvânı (rızası) hepsinden daha büyüktür. İşte bu büyük kurtuluştur" (et-Tevbe 9/72) "Sana Rabbinden indirilen şeyin gerçekten hak olduğunu bilen kimse (onu bilmeyen) kör gibimidir?Ancak sağduyu sahipleri iyice düşünürler O sağ duyu sahipleri ki Allah'a verdikleri ahdi yerine getirirler anlaşma ve sözleşmelerini bozmazlar Yine onlar ki Allah'ın ulaştırılmasını (yerine getirilmesini) istediği şeyi ulaştırırlar Rablerinden korkarlar ve kötü hesabtan da endişe ederler Onlar ki Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler namazlarını dosdoğru kılarlar kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açıktan Allah yolunda harcarlar kötülüğü iyilikle savarlar; işte bunlara dünya yurdunun güzel sonucu girecekleri Adn Cennetleri vardır. Bunlardan eşlerinden çocuklarından kendilerini düzeltip iyiler sınıfına girenler de onlarla beraber oraya gireceklerdir Melekler de her kapıdan onların üzerlerine girerler de "sabretmenize karşılık selâm size burası dünya yurdunun ne güzel sonucudur!' derler" (er Ra'd 13/19-24; Ayrıca bk. en-Nahl 16/31) Diğer bir ayette de (el-Kehf 18/30-31) söz konusu cennetlere gireceklerin özellikleri olarak şunlar sayılmaktadır: Allah'a iman etmeleri ve güzel yararlı işler (salih amel) yapmaları. Öbür bazı ayetlerde de (Meryem 19/60-61; Tâhâ 20/75-76) tevbe edip iman eden ve yararlı işler yapanların da Adn Cenneti'ne girecekleri haber verilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de hayatlarında iman ederek kendilerine zulmetmeden orta (muktesid) bir yol tutanlar hayırda ileri gidenler de aynı şekilde bu Cennet'e girecekleri ve burada altın bileziklerle ve incilerle süslenecekleri elbiseleri ipekten olacağı açıklanarak Adn Cenneti'ne girdikten sonra Allah'a hamdederek kendilerinin sonsuz olarak kalacakları bir konağa yerleştirilecekleri ve artık orada kendilerine ne bir yorgunluk ne bir usanma ne de bir bıkkınlık gelmeyeceği (Fâtır 35/32-) anlatılmaktadır.
Adn Cennetlerine girenlerin her an Cemalullah'ı görebilecekleri bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından bildirilmektedir. (Buhârî Tefsir 55; Müslîm İman 296)
Müfessirler Adn Cenneti hakkında iki görüş olduğunu ifade ederler. Birincisi el-Kesşâf'da da geçtiği gibi Adn Cenneti belirli bir yerin özel ismidir. Nitekim çesitli rivayetler bu görüşü desteklemektedir. Meselâ Hz. Peygamber de bir gece kendisini iki meleğin uyandırarak çok güzel bir şehre ***ürdüklerini Cennet-i Adn'ı ve buradaki kendi menzilini (konağını) gösterdiklerini anlatmışlardır.(Tecrid-i Sarih Tercemesi XI 111)
İkinci görüşe göre ise Adn Cenneti Cennet'in bir sıfatıdır. Bazı âlimler bunun için bütün Cennetler Adn Cennetidir demişlerdir (el-Hazin a.g.e. III. 158) Meâllerini verdiğimiz ayetler de daha çok bu görüşü destekler mahiyettedir.


el-AFÜV

Allah'ın isimleri olan doksandokuz Esma-i Hüsna*sından biri. Çok affeden günahları silen tevbe edeni bağışlayan suç işleyene ceza uygulamayan anlamındadır.
Allah'ın kullarını bağışlaması suçlarını affetmek şeklinde olduğu gibi mükellefiyetlerini hafifletmek ve kolaylaştırmakla da ortaya çıkar.
Allah'ın affetmesi inanan ve işlediği suçtan dolayı pişmanlık duyarak tevbe eden hakkındadır. İşlediği suçta ısrar edip ona devam eden için af değil öç almak söz konusudur: "Allah geçmişi affetmiştir. Kim düşmanlık ederse Allah ondan öç alır. Allah daima galiptir öç alandır." (el-Mâide 5/95) "Odur ki kullarından tevbeyi kabul eder kötülüklerden geçer ve yaptıklarınızı bilir." (eş-Şûrâ 42/25) Yüce Allah bağışlanacak muttakilerin vasıflarını sıralarken şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar bir kötülük yaptıkları ya da nefeslerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler." (Âlû İmrân 3/135).
Af mağfiretten daha şumullüdür. Cezadan önce de sonra da olabilir. Mağfiret ise cezadan önce olur. Af günahların izlerini de silip büsbütün yok etmektir. Mağfiret ise günahların üstüne bir perde çekmektir. Af intikamın zıddıdır. Yüce Allah bazı suçluları intikamıyla sorguya çeker bazılarını da affiyle sevindirir. Allah günahkâr kullarına af ve lütfûyle muamele etmeyi onları cezalandırmaktan daha çok sever ve onları hemen cezalandırmaz. Tevbe etmeleri için mühlet verir. Bağışlanabilmelerinin yollarını gösterir.
Ancak Cenâb-ı Hakk şirk ve küfür suçu ile huzuruna gelen kullarını affetmez. Zira şirk af kapsamına girmez. (en-Nisa 4/48) Allah tevbe eden kullarını bağışlar.
O hâlde Allah affı çok olmakla birlikte kulun affedilmesi için birtakım kayıtlar da koymuştur. Kulun affedilmeğe yaraşır davranışlar içerisine girmesi gerekir. Bir ayette toplumlarına kötüler ve kötülükler hakim olduğu halde bunlara karşı gelmeyenler arasında sadece güçsüzlerin yani karşı gelme gücü bulunmayanların affedileceği bildirilerek şöyle buyurulmaktadır: "Nefislerine* yazık eden kimselere canlarını alırken melekler: "Ne işte idiniz?' dediler. (Bunlar): "Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük' diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: "Peki Allah'ın yeri geniş değil miydi ki onda göç edip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gideydiniz?' işte onların durağı Cehennem'dir ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulmayan gerçekten zayıf erkekler kadınlar ve çocuklar hariç. Çünkü Allah'ın bunları affetmesi umulur. Allah çok affeden çok bağışlayandır. " (en-Nisâ 4/97-99)
Allahü Teâlâ kendisi affedici olduğu gibi inanan kullarının da affedici olmalarını teşvik etmektedir. Muttakîlerin vasıfları anlatılırken şöyle buyurulmaktadır: "Onlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar Öfke*lerini yutkunurlar insanları affederler. Allah da güzel davrananları sever." (Âlû İmrân 3/134)
Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadîslerinde şöyle buyurmaktadır: "Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez. Allah kişinin affetmesi sebebiyle ancak şerefini arttırır. Allah için alçak gönüllü davranan kimseyi Allah mutlaka yükseltir. " (İmam Malik Muvatta Sadaka 12; Tirmizî Birr 81)
Cenâb-ı Hakk adâleti gereği suçlu ve günahkârı cezalandırmaya kadir olduğu halde lütfu ile affettiği ve edebileceği Kur'anı ifade ile belirtilmiştir. Aslında af cezalandırmaya güç bulan kuvvetli ve nüfuzlu kimse tarafından yapılması halinde değer kazanır.


ÂFÂK

Ufuklar gök ile yerin birleşmiş gibi göründüğü yer kenar sınır etraf dış dünya. Ayrıca Âfâk objektif kelimesi karşılığında kullanılan bir terimdir.
Kur'an-ı Kerim'de bir yerde geçen âfâk tâbiri "dış dünya" anlamında kullanılmaktadır: "Biz onlara (kudretimize dalâlet eden) ayetlerimizi hem âfâk'ta (dış dünya) hem de enfüslerinde (iç dünyalarında) göstereceğiz. Tâ ki onun hakkın ta kendisi olduğu açıkça belli olsun. Rabbinin her şeyi görüp gözetici olması sana yetmez mi? " (Fussilet 41/53).
Bu ayetin tefsiri çeşitli şekillerde yapılmıştır. Âfâk'ın İslâm devletinin ilerde büyük fetihler yapacağına İslâm'ın dünyanın dört bir yanına ulaşacağına işaret olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca Süddî ve Mücâhid ile Hasan-ı Basrî gibi müfessirler âfâk'ın Bedir* zaferi veya Mekke'nin fethi olduğunu kaydederler. Bu iki fetih ve başarıyla Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamber ve onun ümmetine yardım ettiği küfrü ve yandaşlarını yalnız bıraktığı görülmekte olup âfâk'ın yani dış dünya gözüyle görünen ayet ve mu'cizelerin bu ve bunlara benzer hususlar olduğu belirtilmektedir
Atâ İbn Ebi Rebâh'tan gelen tefsire göre âfak tabiri ile dış dünyada var olan bütün canlı ve cansız varlıkların hepsi ve madde âlemi kastedilmektedir.
Allah'ın bu ayetteki va'di gerçekleşmiş kâfirlerin Mu'cize isteklerinin karşısında gerek Resulullah (s.a.s.) döneminde gerek daha sonraki dönemlerde ve ondört asırdan beri gerçekleşen İslâmî başarılara her gün biri daha eklendiği gibi Cenâb-ı Hakk iç ve dış dünyadaki ayetlerini sürekli olarak açıklamaya devam etmektedir. İnsanoğlu âfâk'ı ve enfüsü* dış dünyada tezahür eden olaylarla ve varılan bilgilerle biraz daha yakından anlamaktadır. Ayrıca insanlar dış dünyalarında yeryüzünde gördüklerinin dışında ve bütün kâinâtta milyarlarca varlığın mahiyetini her yönüyle öğrendiler her gün daha da yeni bilgiler elde etmektedirler. ".onun hakkın ta kendisi olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi onlara Âfak'ta ve Enfüs'te göstermeye devam edeceğiz. " ilâhî buyruğu insanoğlunun bugün sahip olduğu âfâki bilgileri açıklamaktadır. Bu dış dünyadaki madde plânını oluşturan bilgilerin yanı sıra çıplak gözle insanlara İslâm'ın başarısı ve kâinata hâkimiyeti de gösterilmektedir. Bu hâkimiyet âfâk'ın bir tecellisi ve tezahürüdür.



 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet reklamver
Cevapla

Etiketler
adan, dinimizdeki, terimler, zye


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Dinimiz İslam'da Gece Kavramı Ne İfade etmektedir CyBeR İslamiyet 1 06 Aralık 2021 03:19
İçki, dinimiz ve sağlığımız daiSy İslamiyet 0 07 Ekim 2016 19:47
Dinimiz, kadının nasıl kapanacağını açıkça bildirdiğine göre bunun tartışması niçin Kaf_Dağı İslamiyet 0 09 Mart 2016 13:40
Atatürk'ün Dinimiz Hakkındaki Sözleri Zen Atatürk Köşesi 0 05 Haziran 2013 20:52
Türkçe Terimler - Terimler Sözlüğü Sevda Türkçe 0 12 Ekim 2012 23:58