23 Temmuz 2008, 03:56 | #1 | |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | "Atatürk'le Konuşmalar" Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. "Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklâl bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menafil çıkarları icap ettirdiği gerektirdiği takdirde beşeriyeti insanlığı teşkil eden oluşturan milletlerden her biriyle medeniyet mukteziyatından gereğince olan dostluk, siyaset münasebatını ilişkisini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarf-ı nazar edinceye vazgeçinceye kadar bîaman amansız düşmanıyım!.." "Mustafa Kemâl Paşa'nın Ruşen Eşref'e verdiği mülâkat" "- Hayır efendim, düşünüyorum, size ne söyleyebilirim! Çünkü, bakın bütün bu yığınlarla evrak hep o günlerin hatıralarını ihtiva ediyor." Dedim ki: - "Paşa Hazretleri! Şüphesiz ki Çanakkale Harbi bu memleketin çocuklarındaki özveriyi, vatan toprağını yabancıya vermemek için bir mutluluğa koşar gibi ölüme atıldığını göstermek bakımından tarihimizde unutulmaz bir kahramanlık evreleri vücuda getirmiştir. O muharebelerin her gününe büyük bir çalışmalarıyla katıldınız. Durumu tamamıyla biliyorsunuz... Kimbilir ne kadar çok anınız vardır. İşte izin verirseniz eğer, bugün subaylarınızdan onları dinlemek için geldim." Dedi ki: "- Benim verdiğim karara göre düşman ihraç girişiminde bulunursa iki noktadan hareket ederdi: Biri Seddülbahir, diğeri Kocatepe civarı!.. Ve benim bakış açıma göre düşmanı karaya çıkartmadan bu sahil parçalarını doğrudan doğruya savunma olanağı vardı. Bu yüzden alaylarımı, böyle sahilden savunma yapacak şekilde yerleştirdim. Bu durum yaklaşık olarak 1330... (1914). (...) İşte o günlerden birinde, on iki nisan sabahı idi ki Arıburnu'nda bir olayın meydana geldiği, işitilen gemi toplarının sesinden anlaşılmıştı. Bütün fırka kıtalarının harekete hazırlık derecesi arttırıldı. Bir taraftan Maydos Mıntıkası Kumandanlığı'ndan gelecek bilgileri beklemekte idim, diğer taraftan da ya kolordunun veya ordunun emrine... Yalnız fırkanın süvari bölüğüne, bilgi edinmek için Kocaçimen yönüne hareket etmesi emrini verdim. Öğleden önce saat altı buçukta idi, Halil Sami Bey'den gelen bir raporla düşmanın Arıburnu sırtlarına çıktığı anlaşılıyor ve buna karşı benden bir taburun adı geçen düşmana karşı sevki isteniyordu. Gerek bu rapordan, Maltepe'de oluşturduğum kişisel gözetlemeler sonucunda bende uyanan kesin kanı, ötedenberi düşündüğüm gibi, düşmanın Kabaktepe civarında mühim kuvvetle çıkarma girişimi, demek ki, gerçekleşiyordu. Böylece bu işin içinden bir taburla çıkmanın mümkün olamayacağını, her halde önceden vardığım kanı gibi bütün fırkamla düşmana yaklaşmanın kaçınılmaz oluşunun önemini anlıyordum . Artık hiçbir şeyi beklemeyerek karargâhımın bulunduğu Bigalı köyünde ikamet eden birinci piyade alayı ile cebel bataryasının derhal harekete geçmek üzere hazır bulundurulmaları, kumandanlarının da emir almak üzere yanıma gelmelerini bildirdim. Basit bir düzenlemeyle Bigalı deresi boyunca giden yol üzerinde alayı kendi komutamda yürüyüşe geçirerek Kocaçimen tepesine yönelttim. Bizzat yol bulmak ve müfrezeyi oradan naklederek Kocaçimen tepesine ulaşıldı. Orada denizde bulunan gemilerden ve zırhlılardan başka hiçbir şey göremedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım. Etraf o çetin araziyi durmaksızın yürümek yüzünden yorulmuş ve yürüyüş umku (derinliği) pek ziyade derinleşmişti. Ala ve batarya kumandanına askerlerini tamamen toplayıp küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden örtülü olarak on dakika kadar duracaklar, sonra beni takip edeceklerdi. Ben de orada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi'nden Conkbayırı'na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve sertabip (başhekim) ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka cebel topçu taburu kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürüme girişiminde bulunduk, fakat arazi uygun değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı'na vardık. Şimdi burada karşılaştığımız sahne en ilgi çekici bir sahnedir. Ve olayın en önemli ânı bence budur." Paşa tekrar bir sigara yakıyor ve birkaç yaprak daha çevirdikten sonra, haritasını alıp şöyle izah ediyor: Düşman bana benim askerimden daha yakın "- Bu esnada Conkbayırı'nın güneyindeki 261 râkımlı tepeden sahilin gözetlenen ve ele geçirilmesinde görevlendirilmiş oralarda bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı'na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu karşılıklı konuşmayı aynen okuyacağım! Bizzat bu askerlerin önüne çıktım: - Niçin kaçıyorsunuz! dedim. - Efendim düşman! dediler. - Nerede? - İşte, diye 261 râkımlı tepeyi gösterdiler. Gerçekten düşmanın bir avcı hattı 261 râkımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlikle ileriye doğru yürüyordu. Şimdi durumu düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, asker on dakika dinlensin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir duruma düşmüş olacaktı. O zaman artık bunu, bilmiyorum, bir mantıkî değerlendirme midir, yoksa içgüdüsel midir; Kaçan askere: - Düşmandan kaçılmaz, dedim, - Cephanemiz kalmadı, dediler, - Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayarı'na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen askerlerinin "marş marş"la benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitimi geriye saldırdım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an bu andır." Bir koca muharebenin ufacık bir ana bağlı olduğunu, hattâ bir memleketin hayatının fena kullanılmış bir an yüzünden tehlikeye düşebileceğini, burada olduğu gibi iyi kullanılmış bir anın ise bir muharebenin ve bir vatanın kaderini iyileştireceğini o dakikayı görür gibi canlanmış bir ifade duymak insanın tüylerini ürpertiyordu! Mustafa Kemal Paşa dedi ki: "- Kolun başında bulunan bölük yetişti. Bu bölüğe cephanesiz bölüğü takviye ederek ateş açmasını emrettim. Yanıma gelmiş olan Alay 87 Tabur 2 kumandanı Yüzbaşı Ata Efendi'ye bütün taburlarıyla bu bölüğü takviye ederek 261 râkımlı tepe üzerinden düşmana taarruz etmesini emrettim. Cebel bataryasına Suyatağı'nda mevzi aldırarak düşman piyadesi üzerine ateş açtırdım. Bundan sonra idi ki alay kumandanına bütün alayı ile benim yönlendirdiğim istikametlerde düşmana tararuz etmesini emrettim." 18 NİSAN "- Yirmi dört saatten beri devam eden muharebe askerin pek fazla yorgunluğuna neden olmuştu. Onun için verdiğim bir emirle taarruzu kestim. Fakat kazanılmış olan hattı, sağlamlaştırmaktan orada mıhlanıp kalmaktan başka vatanı kurtaracak çare yoktu.Bunun üzerine, lâzım gelen emri verdim." Kıymetli bir harp tarihi belgesi olmak üzere bu emrin son sözlerini aldım. Diyor ki: "Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesinlikle bilmelidir ki omuzlarımıza yüklenen namus görevini tamamen yerine getirmek için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku ve dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına neden olacağını hepinize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe yorgunluk belirtileri göstermeyeceklerine şüphe yoktur." ÇANAKKALE'Yİ KURTARAN RUH Paşa Çanakkale'deki kahramanlık sahnelerini anlatmaya devam ediyor: "- Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bomba sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm kaçınılmaz, kesin... Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına tamamen düşüyor, ikinciler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir uyum ve huzurla biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir bezginlik bile getirmiyor; sarsılmak yok! okumak bilenler ellerinde Kur'an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur." PARÇALANAN SAAT KURTULAN KAHRAMAN "- Ortalık açıldıktan sonra idi ki, düşman hakikaten Conkbayırı'nı cehenneme çevirmişti. Denizden, karadan büyük çaplı topların çeşitli cinste mermileri Conkbayırı'nın göğünde bitmez tükenmez yıldırımlar oluşturuyordu." Buraya kadarki konuşmamızı, sâkince dinleyen yüzbaşı Cevat Bey, Paşa'nın yâveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle: "- Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşa'nın göğsünü okşamıştı!" dedi. Nasıl? dedim. "- Bulunduğumuz yer tamamen hücum edenlerin arası idi. Paşa da ilerleyen askerimizi seyrederken, göğsüne bir şeyin oldukça kuvvetle çarptığını duymuştu." "- Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan zabit (şimdi Kütahya Mebusu M. Nuri Bey): "Efendim, vuruldunuz" dedi. Ben böyle bir söz yayılırsa askerlerimizin morali üzerinde yapacağı tesiri düşündüm. Elimle zabitin ağzını kapadım. "Sus" dedim. Cevat Bey devamla: "- Bir şarapnel misketi göğsünün sağ tarafına tam saatinin bulunduğu cebe isabet etmişti. Saat parça parça oldu. Fakat o darbe Paşa'nın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan başka ileri geçememiştir" dedi. - Pekiyi, siz bu yaranızla uğraştığınız esnada askerleriniz ne yapıyordu? Hücuma devam ediyor mu idi? "- Tabii. O kahramanlar, başlarında özverili subaylar olduğu halde durdurulamaz saldırışlarıyla ilk düşman hattını bire kadar boğdular. Bundan başka önlerine çıkan, yardıma gelen bütün düşman kıtalarını perişan ettiler. Hattâ bizim bireysel kısımlarımız boş buldukları istikametlerden denize kadar gitmişlerdir." RUŞEN EŞREF Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemâl ile Mülâkat'tan İstanbul Matbaası, 1930 | |
|
23 Temmuz 2008, 03:56 | #2 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar" Mustafa Kemâl Paşa'nın General Harbord'a verdiği mülakat Birinci Dünya Savaş'ında, General Pershing'in kurmay başkanı bulunan General Harbord 1919 Eylülünde Sivas'a gelir ve burada Mustafa Kemâl'le görüşür, General bir hayli konuştuktan sonra sözlerine şunları ekler: - Ben bu göreve getirildiğim zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki milletiniz büyük ordular hazırlamış, büyük kumandanlar yetiştirmiştir. Bunu yapan bir millet, mutlâka bir medeniyet sahibi olmalıdır. Bunu beğenirim. Fakat bugünkü durumumuza bakalım. Başta Almanya olmak üzere dört bağlaşıktınız. Dört sene savaştınız, sonuçta yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız bir şeyi, bu vaziyetimizde tek başınıza yapmayı nasıl düşünebilirsiniz? Fertlerin intihar ettiğini vakit vakit görürüz. Şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız! Atatürk, büyük bir heyecan içinde bu sözlere aşağıdaki cevabı vermişler: ''- Generale teşekkür ederim. Tarihimizi okumuş, milletimizin büyük ordular, büyük kumandanlar yetiştirdiğini, bunun için milletimizin bir medeniyete sahip olması gerektiğini anlıyor ve kabul ediyor. Fakat şunu bilmesini isterim ki biz, emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi alıştıra alıştıra, sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğlu olma niteliğimizle vuruşa vuruşa ölmeği tercih ediyoruz.'' Atatürk, bu son sözleri söylerken, avucu ile, bir pençeye düşmüş bir kuş işareti yapıyor ve avucunu sıkarak yavaş yavaş ve sefil ölümün şeklini gösteriyor. Harbord, ve arkadaşları sessizce ayağa kalkıyorlar: - Biz de olsak öyle yapardık... Diyorlar ve Atatürk'le arkadaşlarının elini sessizce sıkarak oradan uzaklaşıyorlar. Vatan, 10 Kasım 1952 "Mustafa Kemâl Paşa'nın United Press Muhabirine Telgraf ile Verdiği Mülâkat" Amerika ve Avrupa'da kırk, elli milyon okuyucusu olan bin iki yüz gazeteye telgraf haberleri veren United Press'in Roma'daki temsilcisi genel merkezinden aldığı emir üzerine aşağıdaki soruları Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemâl Paşa'ya telgrafla sormuş ve yine telgrafla aşağıdaki cevapları almıştır. - Zat-ı devletleri, İzmir sorununun barış yolu ile çözülmesi için yeni Yunan hükûmeti ile doğrudan doğruya veyahut bağlaşıkların veya Amerika'nın aracılığıyla görüşmelere girişmeyi arzu ediyor musunuz? ''- İzmir her yönü ile Türk memleketidir, Anadolu'nun ayrılmaz bir parçasıdır. Kan dökmeğe taraftar olmayan milletimiz haklarının teslim edilmesi ve vatanı derhal boşaltıldığı takdirde uzlaşma ve barış görüşmelerine hazırdır. Bu görüşmenin doğrudan doğruya Yunan hükûmetiyle yapılmasını yeğleriz.. Amerika'nın iyi niyetli aracılığı ve insaniyet girişimini dahi memnuniyetle karşılarız.'' -Sevres Antlaşmasının düzenlenmesi hakkında Türk milliyetçilerinin fikirleri nedir? Sözü geçen antlaşmada ne gibi değişiklikler yapılmasını arzu ediyorlar! ''- Siyasî zafer hukuki, ekonomik ve mallarımızı yok etmeğe ve sonucunda hayat hakkımızı reddederek ve hükümsüz kılmaya yöneltilmiş olan Sevres Antlaşması bizce var olmamıştır. Askeri zafer ve egemenliğimizi sağlayacak bir barış antlaşması amaçlarımızın en kutsalıdır.'' - Sizinle Yunanlılar arasında barış halinin kurulması olasılığı sonucunda Yunanistan'a karşı izleyeceiniz siyaset ne olacaktır! ''- Yunanlıların Türkiye'ye ilişkin istilâcı isteklerine son vermeleri koşuluyla tarafımızdan takip edilerek siyasetin en hakiki dostluk esasına dayandırılacağından şüphe etmeyiniz.'' - İngiltere Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını bırakmak istemediğinden dolayı İstanbul sorununun çözümü için ne gibi düzenleme kabul edeceksiniz! ''- İstanbul olduğu gibi kayıtsız ve şartsız Türk egemenliği altında olmak ve güvenliği korunmak şartlarıyla Karadeniz ve Çanakkale boğazlarında serbest geçiş şartları kararlaştırılabilir.'' - Türk milliyetçilerinin Amerika hakkındaki fikirleri nedir? ''- Türkiye halkı Amerika'yı iyi işler yapan ve insancıl ve özgürlük koruyucusu özellikleriyle tanır. Memleketimiz içerisinde üstlendiğimiz çağdaşlık ve gelişme yolundaki çalışmalarda Amerika kaynaklarından en üst düzeyde yararlanmayı diliyoruz.'' - Gelecekte ne gibi bir siyaset takip edeceksiniz? ''- Memleketimiz haraptır; milletimiz fakirdir, eğitim ve öğretim aşağı düzeydedir, ekonomimiz zayıftır. Memleketimizi geliştirme ve milletimizi aydınlatma ve refaha kavuşturma biricik ve kesin isteğimizdir. Böylelikle barış ve sakinlik içinde uygarlığın ciddî çalışmalarına ihtiyacımız var. Gelecekteki politikamız bu ihtiyaçları karşılamaya yöneltilmiş olacaktır.'' Hâkimiyet-i Milliye, 17 Ocak 1921 |
|
23 Temmuz 2008, 03:57 | #3 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar" Mustafa Kemâl Paşa'nın Ruşen Eşref'e verdiği mülâkat Millî hareket bir kuvvetli ışık gibi son günlerde en uzak ve en inatçı kötümser gözleri de kamaştırmaya başladı. Anadolu yaylalarından ve dağlarından bu milletin varlığını koruması uğruna çıkan ses, içinden pazarlıklı düşmanlarca amaçsız ve kişisel bir isyan gibi görülmekte idi! Fakat eski sözlerinin iftira olduğunu bu son davetleriyle yine kendileri ilân ediyorlar: Gereken kararlılığın verimini görmeğe başlayan Büyük Millet Meclisi uzun çalışma ve coşkusu arasında bir ferahlama saati geçirmekte olsa gerektir. Bu ferahlama doğuran durum hakkındaki fikirlerini öğrenmek üzere reisleri Mustafa Kemal Paşa hazretlerinden bir görüşme rica ettim. Paşa'nın şehir gürültülerinden uzak büyük ve düz mesafeler ortasında bulunan ikametgâhı sade, sâkin... İsmini ve harekâtını bütün dünyanın merak, araştırma, sevgi, hırs, çıkar, dostluk gibi zıt fakat duygularla izlediği kişiyle yazı odasında buluştum. Basit bir yazı masasının önünde, emir subayının bir konu hakkındaki izahatını dinliyordu. "- Ne öğrenmek arzu ediyorsunuz?" diye sordu. - Genel durumuzu nasıl görüyorsunuz efendim? dedim. Şöyle cevap verdi: "- İç durumumuzdaki iyilik ve sağlamlık sayesinde dünyanın genel durumu her gün daha fazla çıkarlarımız doğrultusunda gelişmektedir. Bu gelişmeden, milletimizin varlığını korumasını ve egemenliğini sağlayacak maddî sonuçların çıkarılması zamanını pek uzak görmüyorum." - 21 Şubatta Londra'da toplanacağını öğrendiğimiz konferans karşısında durumumuz ne olacaktır? "- Türkiye Büyük Millet Meclisi memleketimizi parçalanmaktan, egemenliğimizi bozmaktan tamamen korunmuş ve sakınma amacını mutlaka silâhla, kan dökerek gerçekleştirmeye hevesli ve istekli değildir. Değiştirilemez olan millî amacı sağlayacak bir barış oluşturulmasını sevinçle karşılar. Buna dayanarak, İtilâf devletleri Türkiye meselesini, söz konusu Londra Konferansı'nda ciddiyet ve samimiyetle halletmek istedikleri takdirde karşılarında bütün millet ve memleketi gerçek yetkiyle temsil eden kabul edilmiş görüşmecileri bulabilmeleri için Türkiye Büyük Millet Meclisi, Londra'ya doğru bir kurul yola çıkarmak üzeredir." - Rusya Sovyet Cumhuriyeti'yle olan ilişkilerimiz ne durumdadır? "- Ruslarla var olan dostluğumuz daima iyi niyetle devam etmektedir. Moskova'da toplanmak üzere olan konferansta hazır bulunacak temsilciler kurulumuzun kanısına göre Moskova'ya varmak üzeredir. Bu konferansta bütün Kafkas konularını millet ve memleketimizin çıkarlarına uygun bir şekilde kesin hal çaresine ulaştırabileceğimizi ve Rus Sovyet Cumhuriyeti'yle Türkiye arasında mevcut dostluğu maddî esaslarla güçlendireceğimizi kuvvetle ümit ediyorum." - Komünizm ile Rus dostluğu esasları arasında bir münasebet var mıdır? "- Komünizm sosyal bir konudur. Memleketimizin hâli, memleketimizin sosyal şartları, dini ve millî ananelerinin kuvveti Rusya'daki komünizmin bizce uygulanmasına uygun olmadığı kanısını doğrular bir içeriktedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasları üzerine oluşturulan siyasi partiler da bu gerçeği kendileri deneyip anlayarak çalışmalarına ara vermeleri gerektiği sonucuna varmışlardır. Hattâ bizzat Rusların müttefikleri dahi bizim için bu gerçeğin belirmesine inanmış bulunuyorlar. Buna karşın bizim Ruslarla olan ilişkilerimiz ve dostluğumuz ancak iki bağımsız devletin birleşme ve anlaşma koşullarıyla ilgilidir." - Londra konferansına katılımımız Moskova konferansına ne türlü etki edebilir? "- Londra konferansına katılmadaki amaç, milli hedef ve koşullarımız dairesinde millet ve memleketimizin çıkarını barış ve dünyanın sakinliğinin yeniden kazandırılmasına hizmet etmektir." RUŞEN EŞREF Hâkimiyet-i Milliye, 6 Şubat 1921 "Mustafa Kemâl Paşa'nın Hakimiyet-i Milliye Muhabirine Verdiği Mülâkat" - Paşa hazretleri, yarın nisanın yirmi üçü... Büyük Millet Meclisi'ni geçen sene bugün açmıştınız. Bu tarihin çok büyük kıymeti var; ve bu tarih, ulusal geçmişimizin en değerli bir anısı olacak, bununla ilgili bazı sorular sormama izin verir mi! ''- Ne sormak istiyorsunuz?'' - Geçen 23 Nisan, Meclisin ilk açılış gününe ait anı ve duygularınızı sormak istiyorum, Paşa hazretleri. Bu anı ve duygular milli tarihimiz için çok kıymetlidir. ''- Peki anlatayım.'' Mustafa Kemâl Paşa koltuğuna gömüldü, birkaç dakika düşündü, sigarasından pencereye doğru giden helezonî dumanları bir müddet gözleriyle sessizce takip etti ve anılarını ağır ağır şöyle anlattı: ''- 16 Mart yürekler acısı olay üzerine artık İstanbul'a büsbütün kement vurulmuş, millet ve memleket başsız kalmıştı. Onun egemenliğini düşünmek ve kurtarmak için Ankara'da millî bir Meclis toplamak gerekiyordu. Bu karar üzerine gereken çarelere giriştik. Böylece geçen Nisan ortalarında milletvekilleri Ankara'da toplanmağa başladı. Ancak memleket geniş ve ulaşım araçları sınırlıydı. Bunun için vekillerin Ankara'ya varışı daima gecikmeye uğruyor ve bu gecikmeler beni üzüyordu. Bu sıkıntıyla içinde bütün çalışma arkadaşlarım ile gece gündüz dinlenmeksizin çalışarak duruma ilişkin çareleri düşünüp uygulamaya uğraşıyordum. O sırada içeride halkın fikirlerini zehirlemek ve dışarıda dünya kamuoyu fikirlerini karıştırmak amacıyla çalışanların kullandıkları araçlardan birisi de doğrudan doğruya benim kişiliğimdi. Memleketimizdeki millî heyecanı, hakkı ve egemenliğini koruma uğrunda gösterdiği yaşama gücünü yadsımak için bu kimseler, bütün hücumlarını bana yöneltiyorlardı. Gerek millete ve gerek İstanbul'daki hükümete resmen diyorlardı ki: ''Mustafa Kemâl'i tanımayınız; Mustafa Kemâl'e güvenip ve inanmayınız. İtilâf devletlerinin Türkiye'ye karşı gösterdiği şiddet, onun yüzündendir.'' Onlar böyle söylüyorlar. Ve ben dışlanacak olursam, millet ve memleketin dışarıdan her türlü dostluğu ve iyiliği göreceğini ileri sürüyorlar, düşünceleri bu yolla yanıltmaya çalışıyorlardı Ben, bu girişimde ne kadar zehirli, fakat ustalıklı bir kasıt olduğunu bütün açıklığı ile görüyordum. Ancak milletimin üstündeki baskı ve esaret yükünün benim yüzümden ileri geldiği kuruntusundan kurtarmak için, o güne kadar oluşturulan tarihi durumu ve bu durumun o günden sonraki evrelerine ait sorumluluğu diğer bir arkadaşa yükleyerek unutulma köşesi ve yalnızlığa çekilmenin uygun olacağını düşündüm ve bu fikrimi o zamanlar temasımda bulunan çalışma arkadaşlarımın tamamına açık ve kesin bir dille bildirdim. Fakat arkadaşlarım, böyle bir hareketin düşmanın niyetleri ve isteklerini kabul etmekten başka sonuç vermeyeceğini ileri sürdüler. İçerideki isyan ateşi Ankara kapılarına kadar yaklaşmaktaydı. Durumun kötülüğü sorumluluğun büyüklüğü dehşet verici bir yapıdaydı. Bu durum karşısında şöyle düşündüm: Meydana gelen durumdan her ne düşünceye dayanırsa dayansın çekilmek iki şekilde anlaşılabilirdi. Birincisi tutulan işde umutsuzluğa düşmüş olmak, ikincisi tutulan işin sorumluluk yüküne dayanamamak. Gerçi bu gibi yanlış sanılar hem kutsal amaçta gedik açabilir, hem de bu amaç etrafında toplanan kuvvetleri dağılmaya uğratırdı. Böylece arkadaşlarımın samimiyetine, milletimin azim ve imanına ve düşmanlarımızı önce ve sonra bir şey yapamayacaklarını itirafa zorlayacağı hakkındaki kesin kararıma ve Allah'ın durdurmasına dayanarak geçmişte olduğu gibi sonuna kadar milli mücadelemizi şahsıma yüklediği, görevin namus ve vicdan anlamı taşıyan tanrısal görev olduğuna karar verdim. Ve artık genel hareketin bir kanun şeklinde idaresine başlamak gününün daha fazla gecikmeye de zamanı kalmadığından 336 (1920) yılının Nisan 23'üncü günü Meclisin açılışı uygun görüldü. İşte 23 Nisan cuma günü, öğleden sonra tahmini saat ikide Meclis binasının kapısından girerken, günlerden ve gecelerden beri bütün varlığımı işgal eden bu fikir ve karmaşayla meclis salonunu dolduran milletvekillerinin önem veren ve güvenli bakışlarla bana yönelmiş olduklarını gördüğüm zaman girişimimizin milletin emellerine tamamen uygunluğunu bir kere daha anladım. Ve artık benimle fikir ve amaçta ortak milletin fikir ve emelini tamamen temsil eden bu kadar arkadaşla beraber çalışacağımdan ötürü, büyük bir mutluluk hissettim.'' - Paşa hazretleri, Türk milletinin bütün âleme gösterdiği bu temiz ve soylu direniş fikri, zât-ı devletlerine nasıl belirdi, parıldadı? Direnişe ait ilk düşüncelerinizi sormama izin verilir mi? ''- Bağımsızlık ve egemenlik benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük atalarımın en değerli miraslarından olan bağımsızlık aşkıyla dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî ve özel ve resmî hayatımın her evresine yakından tanık olanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın oluşup ve sürebilmesi mutlaka o milletin bağımsızlık ve egemenlik sahip olmasıyla olanaklıdır. Ben şahsen bu saydığım değerlere çok önem veririm ve bu değerlerin kendimde bulunduğunu iddia edebilmek için milletin de aynı içerikle nitelenmiş olmasını esas şart bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî egemenlik bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin çıkarları gerektirdiği takdirde insanlığı oluşturan milletlerden her biriyle uygarlık gereğince olan dostluk, siyaset ilişkisini büyük bir duyarlılık oluştururum. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım. Örneğin: Dünya Savaşı patladığı zaman coğrafi durum, tarihi olaylar ve siyasi dengelerin zorlamaları karşısında tarafsızlığı korumanın olanaksızlığı yüzünden Almanların bulunduğu gruba katıldık. Almanlarla dost olduk. Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükûmetimize kadar girdiler. Bunların hepsini hoş gördük. Fakat Almanlardan bazıları duyarlılık ve egemenliğimizi bozucu olumsuz tavır almağa başladıkları dakikada en önce ve hemen hiçbir kayıt ve şarta bakmaksızın ruhen ve hattâ fiilen baş kaldırdım. Bu isyanım yüzünden idi ki Dünya Savaşının akışı içinde bir yıla yakın bir zaman bu hareketimin taraftarı olmayanlarla karşıt ve düşman durumunda kaldım. Sonrasında gerektiği için tekrar Suriye'de kabul ettiğim kumanda, harbin son günlerine rastladı. Harbin sürdürülmesine taraftar olmadığım gibi harbin her fırsattan yararlanılarak sona erdirilmesi gerektiğine inanıyordum ve bu inancımı özel ve resmî açıklamadan uzak kalmamıştım. Savaş sonucunun bizim için kederli olacağı kanısındaydım. Fakat İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların bizim için keder verici olan bu sonucu, memleketimizi parçalamak ve milletimize zarar vererek ve onurunu kırarak vahşi hayvanlar sürüsü haline sokmaya çalışacak kadar ileri götüreceklerini düşünemiyordum. Her halde yenilirsek cezasız ve zararsız bırakılmayacağımıza şüphe etmiyordum. Fakat insanlık, uygarlık ve adalet kurallarının savunucusu olmakla tanınan bu milletlerin hükûmet adamları, ne zihniyet ve yaradılışta olurlarsa olsunlar her halde Türkiye'nin ve Türkiye halkının tarihini, saygınlığını ve varlığını egemenliğini yıkmak gibi boş bir girişimde bulunmayacaklarını umuyordum. Ateşkes nedeniyle Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı olarak bulunduğum Adana'dan ayrılıp İstanbul'a geldiğim zaman silah bırakma uygulaması ve onu izleyecek barışın kurallarına ilişkin düşüncelerimde etkin ve etken olan fikir ve inançlar böyle idi. İstanbul'da İngiliz, Fransız ve İtalyan siyasi üst görevlileri ve askeriyesinden bazılarıyla gerçekleşen ilişki ve görüşmelerimde de daima samimiyetle bu fikirleri söylüyor ve diyordum ki: ''Harbe girmek ve harbe girdikten sonra bağlaşıklar topluluğuna katılmak bizim için zorunlu idi. Çünkü tarafsız bırakmazdınız. Çar Rusya'sı sizin tarafta idi. Yenilgisinden doğan gerekler elbette söz konusu olur. Fakat milleti egemenliğinden yoksun bırakarak yok etmek, hiç bir zaman bu gereklerden sayılamaz.'' Bütün bu temaslar, bende şaşkınlık ve tuhaf bulma ile bir gerçeğini ortaya çıkartıyordu. Dinlediğim samimiyetsiz sözlerde gizlenen bu gerçek, düşmanların bizi zaman geçirmeksizin yok etmeye karar vermiş olmaları idi. Anlaşma devletleri memurlarının, subaylarının, askerlerinin İstanbul'da en büyük kurum ve kuruluşlarından sokaklara kadar, her yerdeki tavır ve hareketleri, saldırıları, kışkırtmaları dahi keşfettiğim bu gerçeği kuvvetlendiren bir delil oluyordu. Bu hakikate, herkesin gözü önünde ortaya çıkan bu saldırı ve kışkırtmalara karşı koca İstanbul içinde Padişahından, hükümet büyüklerinden, kumandanlarından, subaylardan en son neferine ve ferdine kadar bir buçuk milyon can; toplu, tüfekli, zırhlı, kırılması zor ve kalın zincirlerle sımsıkı bağlandıklarını anlamaksızın, şaşkınlık içinde ve kadere boyun eğmiş duruyordu. Ben de bu zincirlerle çevrili ve kendime dert ortağı aramakla uğraşıyordum. O şaşkın ve oluruna bırakmış kütleler içinde zaman zaman girişken görünen insanlar fark ediyordum. Bunlar fenalığı genel olarak hissediyorlar ve ona çare bulmak istiyorlardı. Fakat dayanma noktalarını yine İstanbul sur kafilesinin içindeki kütlede aradıklarını görüyordum. Sayısız programlar ve bu programların etrafında esaret zincirine bağlanmış olduklarının farkında olmayan yine o insanlar, topluluklar, fırkalar, cemiyetler, gruplar... Bütün bu oluşumların yönü benim ruhumdaki oluşanla tamamen zıtlık oluşturuyordu. Çünkü bu oluşumların hiçbirinde söz konusu olan davanın gerçek içeriğini kavramış olma uygunluğunu göremiyordum. En aydın sayılan insanların manda tutkunluğu ile milletin bağımsızlık ruhunu yıkmak için aymaz bir sürekli çaba içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. Ben artık şu noktalarını gayet açık değerlendirebiliyordum: Düşmanlar istiklâlimizi imhaya karar vermişlerdir. Bu hakikati millet, henüz tamamıyla fark etmemiştir. Çünkü, İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekâlar, oradaki vicdanlar bir taraftan doğrudan doğruya düşman baskısı diğer taraftan aracılık ile, düşman aldatmasıyla bunalmış ve bunaklaşmış bir halde idi. Hiçbir kudret bu çevre içinde, gerçek duruma göre doğru hedef göstermekte başarılı olamaz ve milli hedefi yönlendirmek için kuvvetli bir dayanma zemini bulamazdı. Her halde hareket noktası İstanbul'un dışında idi. Bu noktayı bulmak ve oradan bütün milleti gerçek hedefe yönlendirmek gerekiyordu. Bunun üzerine günlerce düşündüm, belirli bazı arkadaşlarımdan fikir danıştım. Onlar da benimle hemfikir oldu. Ben önce herhangi bir nedenle Anadolu'ya geçmek ve orada milletin fikir ve duygularını bir defa daha yoklamak ve ülkenin kaynaklarını izlemek istiyordum. İstanbul'dan ayrılışım bir sorundu. Bunun somut çözümünü düşündüğüm bir sırada Anadolu'da yetkileri oldukça geniş ordu müfettişliğini kabul edip etmeyeceğim fikrim yoklandı. Duraksamadan kabul ettim. Ve Anadolu'ya bu şartlar altında geçtiğim takdirde fazla hiçbir inceleme ve araştırmaya gerek kalmaksızın düşüncelerimin en uygun bir uygulama alanı bulabileceğine emin idim. Hemen hareket günü idi ki İzmir'i haydutçasına işgal etmek koşuluyla millete büyük bir suikast örneği vermiş oldular. Artık sarsılmaz bir şekilde kararımı vermiştim: Anadolu'ya gideceğim; derhal bütün yetki ve araçlarımla milleti gerçek durumdan haberdar edeceğim. Ve ulusumuzun bağımsızlığına vurulmak istenen darbeye karşı dayanma sebepleri ve savunmayı hazırlamaya çalışacağım. Erkânı Harbiye-i Umumiyede vicdanlarına emin olduğum reislere amacımı anlattım ve çalışmalarımın zorluğa uğratılmaması için olabilecek olan yardımlarını rica etim. Vapura binmeden evvel Bâb-ı âliye uğradığım zaman Yunanlıların bu tecavüzün aymazlık içinde haber alan Vekiller Kurulu toplandı durumunda bulunuyordu. Benim gelişimden haberdar oldukları zaman görüşmelerini tatil ederek bir kısmı yanıma geldi: ''Ne yapalım?'' dediler. ''Yiğitlik gösteriniz!'' dedim. ''Bunu burada nasıl yapabiliriz?'' diyenlerine: ''Burada yapabildiğiniz kadarını yaptıktan sonra devam edebilmek için benim yanıma gelirsiniz.'' cevabını vererek ayrıldım. Samsun'a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım, gördüm ki memleketin ve milletin eğilimi, bağımsızlık savunmasında kararsızlık edenleri utandıracak düzeyde bırakabilecek bir yüce niteliktedir. Gerçi iki seneden beri bütün dünyanın şahit olduğu haberler ve olaylar düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imanında gerçekten sağlamlık olduğunu kesinleştirdi. Bundan ötürü övünüyorum.'' Hâkimiyet-i Milliye 24 Nisan 1921 |
|
23 Temmuz 2008, 03:57 | #4 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar" "Mustafa Kemâl Paşa'nın Ahmet Emin'e Verdiği Mülâkat" İlk Hatıralar "Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe girmek meselesine aittir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilâhilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Gümrük memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi'nin mektebine devam etmeme ve yeni yöntem üzerine okumama taraftardı. Nihayet babam işi ustalıklı bir şekilde halletti: Önce alışılmış tören ile mahalle mektebine başladım. Bu surette annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım. Şemsi Efendi'nin mektebine kaydedildim. Az zaman sonra babam vefat etti. Annemle beraber dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı geçiriyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle beraber bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının diğer işlerine de karışıyordum. Böylece biraz vakit geçince, annem mektepsiz kaldığım için endişe etmeye başladı. Nihayet Selânik'te bulunan teyzemin evine gitmeme ve mektebe devam etmeme karar verildi. Selânik'te Mülkiye İdadisi'ne kaydoldum. Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün sınıfımızda ders verirken diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük annem zaten mektepte okumama karşıydı. Beni derhal mektepten çıkardı. İlk emrivaki Komşumuzda binbaşı Kadri Bey isminde bir zat oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî hazırlığa devam ediyor ve mektep elbisesi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle elbise giymeğe hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu dereceye ulaşmak olmak için izlenmesi gereken yolun, askerî hazırlığa girmek olduğunu anlıyordum. O sırada annem Selânik'e gelmişti. Askerî hazırlığa girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten ürkmüştü. Asker olmama şiddetle karşı koyuyordu. Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî hazırlığa giderek sınavı verdim. Böylece anneme karşı bir oldu bittiye getirme oldu. Hazırlıkta en çok matematiğe ilgi duydum. Az zamanda bize bu dersi veren hoca kadar, belki de daha fazla bilgi sahibi oldum. Derslerin üzerindeki konularla uğraşıyordum. Sorular yazıyordum. Matematik öğretmeni de yazarak cevap veriyordu. Mustafa Kemal İsminin çıktığı yer Hocamın ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki: "Oğlum, senin de ismin Mustafa, benim de... Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun..." O zamandan beri ismim gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Hoca sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize: "Aranızda kendine kimler güveniyorsa kalksınlar, onlara araştırma yaptırtacağım" dedi. Önce kararsız kaldım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı tercih ettim. Bunlardan birinin çalışması altına girdim. Çalışmanın sonunda sabrım kalmadı. Ayağa kalkarak: "Ben bundan iyi yaparım" dedim. Bunun üzerine hoca beni çalışmanın başına getirdi, eski çalıştırıcıyı benim çalışmam altına verdi. Askerî hazırlığı bitirdiğim zaman ilgim epeyce ileri gitmişti. Manastır askerî lisesinde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmaya devam ettim. Fakat Fransızcada geri idim. Öğretmen benimle çok ilgilenmiyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim pek gücüme gitti. İlk sıla zamanında çare aradım. İki, üç ay gizlice Frerler mektebinin özel sınıfına devam ettim. Böylece mektep derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim. Edebiyat İlgisi O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu. Merhum Ömer Naci Bursa Lisesinden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğuna o zaman öğrendim. Ona çalışmağa başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kompozisyon hocası diye yeni gelen bir zat, bana şiirle uğraşmayı yasakladı. "Bu tarz uğraş seni asker olmaktan uzaklaştırır" dedi. Bununla birlikte güzel yazmak isteği bende kalıcı oldu. Lisede iken inatçı bir şekilde çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir amaç vardı. Nihayet liseyi bitirdim. Harbiyeye geçtim. Burada da matematik ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta saf, gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri boşladım. Senenin nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım. İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine merak sardırdım. Şiir yazmak hakkında lise hocasının memnuiyetsizliğini unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcıydı. Teneffüs zamanlarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor, "bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim." diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk. Siyasî Uğraşlar ve Yeni Fikirler Harbiye senelerinde siyaset fikirleri başgösterdi. Durum hakkında henüz içe işliyen bir görüş belirleyemiyorduk. Sultan Hamit devri idi. Namık Kemal Bey'in kitaplarını okuyorduk. Araştırma sıkı idi. Genellikle ancak koğuşta, yattıktan sonra okumak olanağı buluyorduk. Bu gibi vatan pervarane eserleri okuyanlara karşı soruşturma yapılması, işlerin içinde bir berbatlık bulunduğunu sezdiriyordu. Fakat bunun içyüzü gözlerimiz önünde tamamıyla belirmiyordu. Erkân-ı harp sınıflarına geçtik. Alışılmış olan derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların ötesinde bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler ortaya çıkmaya başladı. Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık. Mektepte Çıkarılan Gazete Binlerce kişiden oluşan Harbiye öğrencilerine bu keşfimizi anlatmak hevesine düştük. Okul öğrencileri arasında okunmak üzere mektepte el yazısiyle gazete kurduk. Sınıf içerisinde ufak örgütümüz vardı. Ben idare kurulundaydım. Gazetenin yazılarını genellikle ben yazıyordum. O zaman Okullar Müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu çalışmalarımızı keşfetmiş. İzlettiriyormuş. Okul Müdürü Rıza Paşa isminde bir zattı. Bu zat Padişah huzurunda İsmail Paşa tarafından hatalı görülmüş "Okulda böyle öğrenciler var. Ya farkında olmuyor, ya gözyumuyor." denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için kabul etmemiş. Bir gün, gazetenin gerekli yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dershanelerinden birine girmiş, kapıyı kapatmıştık. Kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa'ya haber vermişler. Sınıfı bastı. Yazılar masa üstünde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmamız nedeniyle cezalandırılmamızı emretti. Çıkarken: "Yalnız izinsizle yetinilebilinir" dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle hareket etmesinde, kendine yüklenen kusuru ortaya çıkarmamak çabası da olmakla beraber iyi niyeti de yadsınamazdı. Eskân-ı Harbiye sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak mektepten çıktıktan sonra İstanbul'da geçireceğimiz süre zarfında bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş yerine bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyor ve biliniyordu. Aramıza Giren Hafiye Bu sırada Fethi Bey namında eski arkadaşlardan subayken askerlikten atılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksul durumundan ötürü yardıma gereksinimi olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve yardım etmeye karar verdik. İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde buluşacaktık. Gittiğim zaman yanında saraya bağlı bir de emir eri gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey diye anılan bir kişi vardı, derhal götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey meğer İsmail Paşa'nın hafiyesi imiş, bir süre tek başıma hapis kaldım. Sonra saraya götürdüler. Sorguya çekildim. İsmail Paşa, başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Sorguda anladık ki gazete çıkardığımızdan, örgüt kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan, kısaca bütün bu işlerden ötürü suçlanıyorduk. Daha önceki arkadaşlar itiraflarda bulunmuşlar. Birkaç ay böyle tutuklu olduktan sonra bıraktılar. Askerî Hayatımın Başlangıcı Birkaç gün sonra Erkân-ı Harbiye Dairesine bütün erkân-ı harp arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selânik'e, yani o zamanki ikinci ve üçüncü ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kur'a çekileceğini, fakat aramızda anlaşırsak kur'aya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Böylece ufak bir anlaşma sonucunda ikinci ve üçüncü ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranışı aramızda örgüt bulunduğuna kanıt saydılar. Beni Suriye'ye sürgün ettiler. Şam'da bir süvari kıt'asında staj yapmaya memur olunmuştum. O sıralarda Dürzîlerle bir takım meseleler vardı. Dürzîler üzerine askeri birlik gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım. Hürriyet Cemiyetinin Kurulması "Hürriyet Cemiyeti" adında bir cemiyet oluşturduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli askeri sınıflarda staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs'e gitmem vardı. Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde örgütlenildi. Yafa'da, daha fazlaca kaldım. Oradaki örgüt daha kuvvetli oldu. Fakat Suriye'de arzu ettiğimiz derecede gerçekleştirmek olanaksız görünüyordu. Bende işin Makedonya'da daha sert gideceği inancı vardı. Oraya gitmek için çare düşünmekte idim. Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan kararda "araç yardımı ile memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi" kaydı vardı. Bu nedenle Makedonya'ya gitmek zordu. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna şüphe olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Fakat bu yanlışlık şurada burada çalışan komite önde gelenlerinin çalışmaları sonucu olarak icat edilmişti. Bu belgeye göre izinli olarak İzmir'e gidebilecektim. İşin içinde bir yanlışlık olduğunun meydana çıkacağını değerlendirebiliyordum. Fakat o sırada Selânik'te topçu müfettişi bulunan Şükrü Paşa'nın gayet vatanperver bir zat olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların hızla yapılması Makedonya'ya gitmeme bağlı idi. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yardım etmesini rica ettim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Fakat ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selânik'e gidersem işi gerçekleştireceğini aracıyla bildirdi. İzini cebimize koyduk. Makedonya'ya gitmek üzere hareket ettim. Fakat hareketten sonra konunun ortaya çıkması olasılığına karşı izimi kaybettirmek için önce Mısır'a, sonra Yunanistan'a gittim. Eğer bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa'da bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selanik'e girdim. Bir gece Şükrü Paşa'yı gördüm. Benimle bağlantıdan ürküyordu. Ben ciddî bir dayanma noktası bulmaksızın dört ay kadar Selânik'te kaldım. Bu sırada mektep müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyeti'nin bir şubesini kurdum. Makedonya'ya Resmen Gönderilme Selânik'te bulunduğumu İstanbul haber alarak, izlemeye başladı. Oradan tekrar kılık değiştirerek Yafa'ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi derhal sınıra memur ettim. Arandığım zaman sınırda olduğumu kantıladım. Toplam iki buçuk, üç sene Suriye'de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya'ya gönderilmek için resmen başvurdum. Sonunda amacıma erişmiştim. Selânik'e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti'nin "Terakki ve İttihat" adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey, Paris'ten Selânik'e gelmiş. "Terakki ve İttihat Cemiyeti'nin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi eder eder" diye arkadaşları ikna etmiş. Cemiyet o ad altında çalışmakta devam etti. Resmi memuriyetim, mareşalin kadrosundaki erkân-ı harbiyesinde idi. Ben bu durumda iken 1324 (1908) senesi geldi ve Meşrutiyet ilan olundu. Meşrutiyet'ten sonra Meşrutiyet'ten sonra bütün şahıslar ortaya çıktı. O zamana kadar saf ve temiz çalışıyorduk. Ben herkesi öyle biliyordum. Kişisel gösterişleri çirkin buldum. Bazı arkadaşların eleştirilmeye değer gördüm. Eleştiriden çekinmedim. Bu fenalıkları gidermek etmek için ilk düşündüğüm önlem ordunun siyasetten çekilmesi görüşüydü. Bunu diğer arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Nihayet 31 Mart Vak'ası oldu. Bu vak'a üzerine Makedonya'dan giden birliğin ve ilk devirde Edirne'den bunlara katılan kuvvetlerin erkân-ı harbiye reisi olarak İstanbul'a gittim. Başta kumandan Hüsnü Paşa vardı. "Hareket Ordusu" ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı. Konu şundan oluşuyordu: İstanbul'a hitaben bir bildiri yazmak gerekmişti. Bunu ben yazdım. Sonra sefirlere hitaben ikinci bir bildiri yazdık. Buna ne imza konulması uygun olduğunu düşündük. Bazı arkadaşlar "Hürriyet Ordusu" dediler. Oysa bütün ordu hürriyet ordusu durumundaydı. Hareket halinde bulunan kuvvetlerin durumunu göstermek için "hürriyet ordusunun operasyon kuvvetleri" denildi. Ben bu "operasyon" kelimesinin Türkçeye tercümesini düşünerek "Hareket Ordusu" yorumunu kullandım. 31 Mart'tan sonra 31 Mart meselesi halledilince tekrar Selânik'e döndüm. Ordunun cemiyetten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu defa daha kuvvetle ileri sürmeye başladım. Meşrutiyetin ilanından sonra örgüt kurmak için Trablusgarp'a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakki Kongresi'ne delege seçiliyor, fakat gitmiyorduk. Bir defa yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Fakat başarı yalnız kongrenin kuramsal kararında kaldı. uygulanmadı. İttihat ve Terakki'nin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet'ten sonra başlayan fikir ayrılığı son derece şiddetlendi ve tamam bu ana kadar devam etti. Bundan sonra yeni ordu örgütlenmesi yapıldı. İzzet Paşa Erkân-ı Harbiye Reisi idi. Ben bu örgütte Selânik kolordusu Erkân-ı Harbiyesi'ne küçük rütbede bir subay göreviyle katıldım. Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun eğitim ve öğretimi ile uğraşıyordum. Bu görevde sözlü ve yazılı pek çok eleştiriler yapmak zorunluluğu doğuyordu. Bu eleştiriler özellikle eski kumandanları incitiyordu. Bunun, benim harekete geçmekten çok kuramcı olduğumdan ileri geldiğine kapılarak cezalandırma gibi 38'inci piyade alayına kumandan yaptılar. Bu tâyin kızgınlık yüzünden bir yargılamaydı. Alay Kumandanlığı'nı yaptığım sırada, Selânik'te bulunan bütün garnizon birliklerin, alayın tatbikatına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara diğer zabitlerin katılımı görüldü. O zaman Selânik'te bu faaliyetten şüphelendiler. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul'a çağırdılar. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye'de bir göreve tâyin ettiler. Selânik'te bulunduğum sırada Arnavutluk harekatıyla meşgul olmuştum. Önce Şevket Turgut Paşa memur iken Mahmut Şevket Paşa bizzat Arnavutluk harekâtını ele almıştır. Beni de erkân-ı harbiye reisi diye beraber götürdü. Trablus ve Balkan harpleri İstanbul'a çağırıldığım sırada İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ettiler. Ben de isim ve kıyafet değiştirerek bazı arkadaşlarla beraber Mısır'a oradan Bingazi taraflarına gittim. Bir sene kadar devam eden harp sırasında Bingazi Kuvvetleri Kumandanlığı'nda bulundum. Asıl memlekette de Balkan Harbi başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca hattına ve Bolayır'ın kuzeyine) geldiği bir sırada İstanbul'a döndüm. Umumî harp Bu senenin bitiminde Dünya Savaşı ilan olundu. Yapılmış olan başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağı'nda henüz oluşturulan 19'uncu fırkaya kumandan oldum. Arıburnu'nda, Anafarta'da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne'de 16'ncı Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Kumandanı olarak Diyarbakır ve havalisine gittim. Orada yaptığımız mühim muharebelerden biri, Bitlis ve Muş'un Ruslardan kurtarılmasıdır. Harbin son safhasında Harbin son aşamasında bazı fikirlerim kabul edilmeyince kumandayı da geri çevirerek, İstanbul'a döndüm. O sıralarda idi. Veliahd ile birlikte Alman Genel Karargâhına gittik ve Alman batı cephesinin bazı aksamını gördük. gözlemimden Hindenburg ve Ludendord ile mülâkatlarımdan sonra eski isteklerimdeki doğruluktan daha çok emin oldum. O zaman oluşan son inancım, Dünya Savaşı'na katıldığımızda ilk anda söylemiş olduğum fikrin aynı olarak ortaya çıktı. Bu seyahatten hasta olarak İstanbul'a geldim. İstanbul'da bir iki ay tedavi gördükten sonra tedavi amacıyla Viyana'ya gittim. Orada sanatoryumda bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat'da kaldım. Diğer taraftan Sina cephesinde, benim zamanında raporlarda ayrıntısıyla açıkladığım felaket aynen meydana geldi. Bunun üzerine Falkenhayn Almanya'ya çağırıldı. Yerine Liman Von Sanders memur edildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında huzura çağrıldım. Maksadın beni tekrar yedinci orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek arzusunu belirttim. İlk davette ısrar gösterildi ve bana, yedinci orduya kumandan tayin edildiğimden sadece yapacağım hizmetlere ilişkin talimat verildi. Bu talimat, bana verilen, görev ve yetkiyle yapılamaz idi. Ancak bunu anlatmaya da olanak yoktu. Sonuçta zamanında istifa etmiş olduğum 7. Ordu Kumandanlığı'na tekrar başlamak üzere Nablus'a gittim. Ateşkesten sonra Aynı sıralarda ateşkes imza edilmişti. Daha Halep'te iken, derhal kabineyi değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul'a çağırılmamın faydalı olacağını açıktan açığa İstanbul'a bildirmiştim. Gerçi kabine olumlu buldu, fakat benim İstanbul'a çağırılmam gerekli görülmedi. Nihayet bu kabine de düştükten sonra İstanbul'a gittim. İstanbul'a varışımda benim açımdan durum şu idi: Meclis-i Meb'usan nasıl hareket etmek lazım geleceğinde kararsız bulunuyordu. Yeni düşmüş kişiler ve yetkililerle ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her anlayışı tatmin ederek memleket savunması için kuvvetli bir durum oluşturma yönünde idi. Fakat bu düşünce üzerinde gerektiği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclis'in dağıtılmasına tanık olduk. İstanbul vatan savunmaya çalışan kimselerinden çeşitli adlar altında programlar ve partiler oluşturarak kurtuluş yolu aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı inceledim. Hiçbiri bir inandırıcı güce dayanmıyordu. Bundan ötürü hiçbiriyle işbirliğinden bir sonuç beklemedim. Kuvvet onayının doğrudan doğruya millet olacağı düşüncesi bende pek güçlü idi. İstanbul'dan ayrılmak kararı İstanbul'da meydana gelen olaylar, yapılan girişimlerden, özellikle durumun ağırlığından ve felaketinden milletin haberi yoktu. İstanbul'da oturup milleti haberdar etmek olanağı da kalmamıştı. Bu nedenle yapılacak şeyin İstanbul'dan çıkıp milletin içine girmek ve orada çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun uygulama şeklini düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm ettiğim sırada idi ki hükümet beni ordu müfettişi olarak Anadolu'ya göndermeyi teklif etti. Bu teklifi derhal sevinçle kabul ettim ve tam Yunanlıların İzmir'e girdikleri gün idi ki İstanbul'dan ayrıldım. Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta çeşitli adlar altında birtakım oluşumlar başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı ad altında birleştirerek bütün milleti ilgilendiren ve bütün orduyu da bu amaca hizmet eder kılmak gerekiyordu. Anadolu'ya girdiğim zaman, daha ordu müfettişi görev ve yetkisi üzerimde iken, bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda ortaya çıktı. İzlediğim çalışma şekli İstanbul'da anlaşılınca beni İstanbul'a çağırmak istediler. Gitmedim. Sonuçta da istifa ettim. Bir vatandaş olarak Erzurum Kongresi'ne iştirak ettim. Erzurum Kongresi'nde belirlenen esasları bütün memlekete yayma amacıyla Sivas'ta da bir kongre gerçekleşti. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Heyeti adındaki heyetle kongrelerin temel ögelerini belirledik. |
|
23 Temmuz 2008, 03:58 | #5 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar" Türkiye Büyük Millet Meclisi Milletvekillerinin tekrar seçimi ve Meclis'in İstanbul'da açılması olanağı olunmuşsa da Meclis'in saldırıya uğramış olması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni oluşturma girişimi olmuş ve bu şekilde 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda yer alan söz konusu kanunun ruhunu ifade eden ve ilk projede ifade edilen prensiplerin çıkış noktasına gelince, esasen öteden beri Hâkimiyet-i Milliye'nin en iyi temsili mümkün olacağına ilişkin teorik bazı inceleme ve derin araştırmalardan benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: Hâkimiyet-i Milliye'nin tamamıyla meydana çıkması, bunun asıl sahibi olan bütün insanların bir araya gelip, bunu eylemsel kullanmasıyla olanaklıdır. Fakat bütün Türkiye ahalisinin toplanmasıyla bu amacın gerçekleşmesi uygulamalı bir çare olsa olsa bunların yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Hâkimiyet-i Milliye'mizin bir kişi veyahut kişilerle sınırlı kabine gibi bir heyet tarafından temsil edilmesi yüzünden memleketi ve milleti despotluktan kurtaramadığımız tarihi olaylarla kanıtlanmış olduğundan herhalde bu hakkı temsili mümkün olduğu kadar çok insanlardan oluşan ve vekalet süresi az bir heyette temsil ve oluşturmak bence tek çare idi. Memlekette ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum inceleme ve araştırma da bana bu fikrin uygulamasında büyük olanaklar ve isabetler olduğu fikrini vermişti. Herhalde halkımızı idare ile yakından ilgilendirmek yani idareyi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir idare şekli oluşturmak hem Hâkimiyet-i Milliye'nin hakiki olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması nedeniyle çok gerekli idi. İşte bu düşüncelerin bu incelemelerin ilhamı olarak bu proje yapılmıştı. Halkçılık örgütlenmesi en ufak daireye kadar yayılırsa elde edilen sonucun daha büyük ve verimli olacağına şüphe yoktur. Memleket ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş durumunu da düşünürsek Meclis çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarısını takdir etmemek mümkün değildir. Misak-ı Milli ve ondan sonrası Misak-ı Milli barış anlaşmamız için en kabul edilebilir ve en az şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için toplayacağımız temel ögeleri içerir. Fakat memleket ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek milletin bağımsızlığının korunmasına bağlıdır. Misak-ı Milli'nin hedefi onu gerçekleştirmektir. Memleket ve milletin geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan örgüt idaresinin gerçekten oluşturulup ve şekillendirilmesi ve uygulanabilir olunmasıyla beraber ekonomik durumumuzun milli refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirme ve canlandırılmasına bağlıdır. Bu gerçeği, milli inançla tanıyarak koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de bilgi ve kültürümüzün tamamen uygulanabilir ve gerçek gereksinmemize uygun bir program dairesinde güçlendirmek gerekir. Bu noktalarda başarı sayesinde memleket gelişebilecek ve millet zenginleştirilebilecektir. Ufak bir program kadrosu söylemek lazım gelirse: teşkilât baştan sona kadar halk teşkilâtı olacaktır. Genel iradeyi halkın eline vereceğiz. Bu Toplantı Kurulunda hak sahibi olmak, herkesin çalışma sahibi olması esasına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır. İyileştirilecek şeyler, ekonomi ve eğitimdir. Bu sayede memleket imar edilecek, millet refah sahibi olacaktır. Hiçbir millet ve memlekete karşı tecavüz fikri beslemeyiz. Fakat varlığı koruma ve bağımsızlık için, bir de milletimizin bu dediğimiz alanda iç rahatlığı ve tam bir güvenle çalışarak gönençli ve mutlu olmasını sağlamak için her vakit memleket ve milletimizi korumaya gücü yeter bir orduya sahip olması da emellerimizin en kutsalıdır. Örgüt idaremizde bütün bu temelleri korunmaya tabiidir. Buna göre hükümet doğrudan doğruya BMM'nin kendisidir. Böyle idari işleri memlekette yürütecek olan bir heyetin, çeşitli fikir ve kurallar etrafında toplanmış partilerden çok esas ortak noktalara uyan kaynaşmış ve dayanan bir heyet olması yaraşır istektir. Ancak toplumsal esaslarımızın kaynağı olan millette henüz hayat ve gerçek refah sağlayan kamuoyunu kapsayan bir şekilde belirsiz olduğundan, bundan yararlanarak kendi fikir ve içtihatlarının isabetli iddiasında bulunacak bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonucunda parti haline getirilerek oluşturulması uzak bir olasılık değildir. Buna karşılık bazı özel anlayışlar oluşturulması belki de fikir çarpışması için faydalı olabilir. Fakat eskisi gibi millet ve memleketten kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun faydalı gerçeğiyle hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sırf teorik veya duygusal ve şahsi programlar etrafında parti teşkiline kalkışacak insanların millet tarafından iyi niyetle karşılanacağını zannetmiyorum. Benim bütün düzenlemelerim ve uygulama kurallarında hareket olarak gördüğüm bir şey vardır. O da oluşturulan teşkilât ve araçların şahısla değil, gerçeklerle sürekli olduğudur. Bununla birlikte herhangi bir program, filanın programı olarak değil, fakat millet gereksinimi ve memlekete cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve güvenilir olabilir. Kişisel çıkarlar dayanak bulamaz Misak-ı Milli dairesinde oluşturulduktan sonra gürültü çıkarıp fesatçılık edecek ve yayılmacılık fikrinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna olanak yoktur. AHMET EMİN (Vakit'ten, 10 Ocak 1922) |
|
23 Temmuz 2008, 03:59 | #6 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar" Mustafa Kemâl Paşa'nın Chicago Tribun Ve Daily Mail'e Verdiği Mülâkat" "Utkularımız bizim isteklerimizi değiştirmemiştir. Önceden istediğimiz şeylerden ne daha çok, ne daha az şey talep ediyoruz." CHICAGO TRİBUNE MUHABİRİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT Chicago Tribune'ün İzmir'e özel olarak göndermiş olduğu muhabiri John Clayton, İzmir'de Mustafa Kemâl Paşa hazretleriyle aşağıdaki görüşmeyi yapmıştır: Mustafa Kemâl Paşa'nın yüz hatlarından yaşını tahmin etmek zordu. Otuz yaşında, kırk yaşında tahmin edilebilir. Kumral saçlı, mavi gözlü, orta boyludur. Hal ve tavrı nazik, şahsiyeti hoş ve çekicidir. Büyük askeri kumandanlar tipine benzemez. Zevkinde, alışkanlıklarında sadelik vardır. Bugün kendisini ziyarete gittiğim zaman kartımı yaverine verdim. ''Paşa Hazretleri birkaç dakika meşguldür. Şimdi sizi kabul edecekti'' dedi. Yaver yanımdan ayrılarak gelişimi paşaya haber verdi. Dönüşünden sonra beş dakika kadar bekledim. Nihayet Milli Ordular Başkumandanı odaya girdi. Samimi ve gösteriş yapmadan oturdu. Kemâl Paşa ordunun zaferlerinden, Türklerin ulusal isteklerinden batı devletleriyle yakında bir konferansta toplanmak isteğinde bulunduğundan söz açarak dedi ki: ''- Utkularımız bizim isteklerimizi değiştirmemiştir. Önceden istediğimiz şeylerden ne daha çok, ne daha az şey talep ediyoruz. Misak-ı Millimizde kararlılık istiyoruz.'' - Bağlaşıklarla görüşmeye hazır mısınız? ''- Onlarla bir arada toplanıp görüşmeye etmeye öteden beri hazır bulunuyoruz. Misak-ı Milli'nin içeriği bir sayfadan daha az yer tutuyor. Bütün Türk topraklarında gerçek bağımsızlık istiyoruz. Bizim için artık kapitülasyonlar ortadan kalkmıştır. İstanbul'u, Edirne'yi ve Trakya'nın çoğunluğu Türk olan kısmını istiyoruz.'' - İstanbul'da iken beş sene için adli kapitülasyonların bırakılmasını kabul ettiğinizi işitmiştim. ''- Kapitülasyonların hiçbir kısmına ayrıcalık kabul etmiyoruz. Adli, mali veya askeri kapitülasyonların hiçbirini tanımıyoruz.'' - Konu, ordunun İzmir'e girişinden beri Türk askerinin ve sivillerinin çarpışmasına vardı. ''- Görüyorsunuz ki İzmir'de hiçbir katliam gerçekleşmedi. Kimi bağımsız yağma ve katil suçlarını önlemek olanaksızdır. Bir ordu 450 kilometre yol yürüdükten sonra bir şehre girer, sonra geçtiği yerlerde kendi evlerinin yakıldığını, yağmaya uğradığını, akrabasının öldürüldüğünü gözleriyle görürse böyle bir askeri engellemek zordur. Yine de düzenin bozulmadığını görüyorsunuz. Biz intikam ve karşılık verme fikrinde değiliz. Buraya eski hesapları araştırmaya gelmedik. Bizim için geçmiş gömülmüştür.'' JOHN CLAYTON (İkdam'dan, 20 Eylül 1922) DAILY MAIL MUHABİRİNE VERDİĞİ MÜLÂKAT DailY Mail gazetesinin İzmir'deki özel muhabiri Price, Mustafa Kemâl Paşa ile yapılan mülâkatını gazetesine aşağıdaki şekilde hikâye ediyor: Mustafa Kemâl Paşa doğuda Türk utkularıyla oluşan yeni durum hakkındaki görüşlerini bugün bana açıkladı. Barış şartlarının da saldırı planları gibi tamamıyla hazır olduğunu söyledikten sonra dedi ki: ''- Artık savaşmaya sebep kalmamıştır. Ben kesinlikle barışı arzu ederim. Son saldırıyı yapmaya isteğim yoktu. Fakat Yunanlıları Anadolu'dan uzaklaştırmak için başka çare bulamadım. Avrupa'da Meriç hattı sınırından fazla bir davamız yoktur. Boğazların güvenlik ve erkinliği için her türlü güvence gösterilmesine hazırız. Boğazları silahlandırmamayı üstleniriz. Fakat Marmara sahilinde İstanbul'u beklenmedik bir saldırıdan korumak için savunma amaçlı güçlendirmenin yapılmasında engellenemeyeceğimiz doğaldır.'' Mustafa Kemâl Paşa'nın Misak-ı Milli dışındaki barış koşulları Anadolu'daki verilen zararın ödenmesinden ve Yunan filosunun Asya sahillerine zarar vermemesi için gerçek sahiplerine bırakılmasından oluşmaktadır. Barış Konferansı'na katılmaya hazır ise de konferans Türk topraklarında toplanmayacak olursa kendisi hazır bulunmayacaktır. ''- Yunanlılar, Türkiye Millet Meclisi Hükümeti kuruluşunu eksik sayıyorlar. Oysa bizim hükümetimiz Yunan hükümetinden daha sağlamdır. Ekonomik durumumuz fena değildir. Anadolu'da bol yiyeceğimiz vardır. Her türül zorluk içerisinde olmamıza karşın ordumuzun örgütü, silahlar ve denetim tamdır. Üstün başarıya gösterdiğimiz ölçülü hareket Yunanlıların yakıp yıkma sevgisiyle karşıtlık oluşturuyor. İngiliz milletinin artık Türkiye ile ticaret ve dostluk ilişkilerine başlayacağına eminim ve ümit ederim ki İngiliz devlet adamları durumu gözlemledikten sonra hakkımızdaki düşüncelerini değiştireceklerdir.'' PRICE (İkdam'dan, 20 Eylül 1922) |
|
23 Temmuz 2008, 04:00 | #7 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar" "Mustafa Kemâl Paşa'nın Falih Rıfkı'ya Verdiği Mülâkat" ''Milletimiz zafer neşesi ile gerçek ve hayatî çıkarlarını unutacak kadar uyuşup, sersemleşmemiştir!'' İzmir - Gazi Başkumandanımız ''Akşam'' için bugün görüşme yapmayı kabul etti. İzmir denizi karşısında, millet ordularının başkumandanından kazandığımız savaşın olağanüstü anılarını dinliyoruz. Önce kendilerinden hücum kararının ne zaman verildiğini sorduk: ''- Sakarya meydan savaşını sonuçlandıran saldırımız, memleketi düşman ordusundan temizleyinceye kadar harekete devam etmek kararının başlangıcı idi. Biliyorsunuz ki Sakarya savaşının son günlerinde Yunan sol tarafına ordumuz karşı saldırıda bulundu, işte Yunan ordusunu geri çekilmeye zorlayan o karşı saldırıdır ki ordumuz İzmir'e gelinceye kadar devam etti." - Saldırı kararının uygulanmasında bir senelik bir duraksama var. Harekâtın duraksamaksızın niçin devam etmediğini açıklar mısınız? ''- Aksine kesintisiz devam etti. Ancak büyük bir saldırı kararının uygulaması birtakım mantıksal kararlar almayı gerektirir. Bu kararların alınmasında bir zamana gereksinim vardır. Ancak gecikme ve bekleme hiç olmadı denilemez, bunun nedenlerini de siyasî düşüncelerde aramak gerekir. Yine de ordularımız çok önceden bugünkü sonuca varmak gücünü elde etmişti.'' - Bu son askeri harekât ile gerçekleşen büyük başarı, özellikle düşman ordusunun seri bir şekilde yok edilmesi, gerçekte bu ordunun maddî ve manevî kuvveti ile devlet yönetimindeki sarsılmadan mı ileri geldi? Trakya'ya gönderilmiş kuvvetlerin bıraktığı boşluk önemli miydi? ''- Bütün dünya bilir ki Yunan ordusu ......................... (noktalı yerler İngiliz sansürü tarafından çıkarılmıştır) bilimsel ve askerî buyruklara uymaya tamamen uygun şekilde oluşturulmuş ve düzenlenmiş kuvvetli bir ordu idi ve Yunan devletinin şimdiye kadar sahip olduğu orduların hepsinden kuvvetli idi. Moral durumunda da yayıldığı gibi, bir karışıklık olduğuna ilişkin gerçek hiçbir belirti yoktu. Yunan askerlerinin, askerlerimizle karşılaştıkları zaman kendilerini gevşemiş gibi göstererek ve gerçekteyse bizi gevşetmeye yöneltilmiş aşılamada bulunduklarına bakılırsa, bütün bu duyurmadaki amacın ne olduğunu ortaya çıkartır. Bu şekilde bize Yunan ordusunun dağılmasını bekleyerek sorunun çözülebileceği ümidini vermek istediler ve bu boş bekleyiş ile geçecek zamanın bizim ordumuzu dağıtacağını sandılar. Son çatışmalarda özellikle Afyon-Karahisar , Dumlupınar büyük meydan savaşı günlerinde düşmanın karşı koyma, mücadele ve bütün girişimleri ciddi ve önemli idi. Düşman ordusundan Trakya'ya önemli bir kuvvet geçirilmemiştir. Abartılarak anılan bu kuvvet, yeni oluşmuş etmiş yahut teşkilâtı henüz son bulmamış ve bir kısmı silâhsız iki üç alaydan meydana geliyordu. Yunan ordusu bütün silahları ve bütün araçları ile Anadolu'nun içinde milletin kalbine saplanmış bir hançer durumunda idi.'' - Paşa hazretleri, Yunan ordusu daha iyi gönderilip ve yönetilseydi uğradığı sonuçtan kurtulamaz mı idi? ''- Düşman ordusu kumanda ve subay heyetinin Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının kumanda ve subay heyetinden aşağı olduğuna şüphe yoktur. Ancak Yunan kumandanları ve subayları ordularını kurtarmak için her çareye büyük çabayla giriştiler.'' - İstanbul'da ordularımızın düşmana baskın yaparak hücum ettiği söylendi, bu noktayı da açıklar mısınız? ''- Ordularımızın strateji ve taktik harekâtı günlerce düşmanın gözü önünde ve keşif uçakları altında gerçekleşti. Bu harekâtımızı baskın sanıyorlarsa söylediklerinin doğru olması gerekirdi. Fakat ben sanıyordum ki Yunan kumandanlarıyla askerleri ordularımızın hazırlığından ve harekâtından haberdar idi. Ancak ordularına ve özellikle Afyonkarahisar, Seyitgazi, Eskişehir ve bütün cephelerde bir seneden beri çalışarak oluşturdukları ve her tür araçla pekiştirip ve donattıkları sağlamlaştırılmış yerlerde, çok sayıdaki topçularına, sonsuz cephane ve savaş gereçleri kaynaklarına gereğinden fazla güveniyorlardı. Şu gerçekte yanılıyorlardı ki insanların mücadelesinde en kuvvetli düşmanı durduracak olan iman dolu göğüslerdir!'' - Taarruzdan iki gün evvel Ankara'da gazetecilere sizin tarafınızdan bir çay ziyafeti verildiğini işitmiştik. Hattâ İstanbul gazeteleri bu ziyafete ilişkin telgraflar yayınladılar. Buna göre harekâtın başlangıcında sizin Ankara'da bulunduğunuzu zannediyorduk. ''- Doğrusu bu ziyafetten söz edildiğini ben de duydum. Fakat bu ziyafet değildi. Bazen insanlara yararlanmadıkları çok ziyafetler mal edilir!..'' Şimdi görüşmenin asıl önemli bölümüne gelmiştik: Taarruz harekâtı nasıl başladı ve nasıl gelişti? Bu olağanüstü Türk zaferinin hikâyesini, en yüksek etkileyici anlatıcıdan dinlemekte heyecan verici bir şey var. ''- Taarruz hareketi Afyonkarahisar cenup cephesinde düşmanın bir kısım müstahkem hatlarını çiğneyerek uygulanmış bir yarma hareketi ile başladı. Bundan sonra düşman ordusu kuvay-ı esaslarının bir araya gelerek hazır bulunduğu Afyonkarahisar - Dumlupınar meydan savaşı olarak adlandırılan ve beş gün devam eden mücadeleler sonucunda düşman ordusunun kuvay-ı esası artık kuvvet olmaktan çıkarılmıştı.'' - ''Başkumandan Savaşı" adını alan harp hangisi idi? ''- Bu isim, büyük meydan savaşının son kısmını oluşturan eden savaşa verilmiştir. Düşman ordusu meydan savaşı esnasında ikiye parçalanmıştı. Bunun büyük bir kısmı Dumlupınar kuzeyinde Adatepe civarında bir dereye sıkıştırıldı ve orada yok veya esir edildi.'' - izin verilirse resmi bildirilerimiz hakkında bir açıklamada bulunacağım: Bildirilerimizde başarılarımız tamamıyla anlatılmıyordu. Hatta biz kendi zaferlerimizin derecesini Yunan haberlerinden öğreniyorduk. ''- Hakkımız var. Biz resmî haberlerimizde sadece askeri harekâtın devamını ve gelişim şeklini göstermekle yetindik. Elde ettiğimiz başarıların önemi ve büyüklüğünü o kadar yakından anlamıştık ki bunun ilânını düşmanlarımıza bırakmakta sakınca görmüyorduk. Başarılarımızın düşman ağzından ifade edildiğini işitmek ayrıca bir zevk değil midir?'' - Akıncı denilen ayrılmış kuvvetlerimizin görevi ne oldu? ''- Bu isim altında resmî bildirilerde gördüğünüz kuvvetler düşman gerilerinde çalışmalarda görevlendirilmiş süvari kıtalarıyla bir kısım atlı piyadelerimizdir. Bu kuvvetler önemli işler gördüler, özetle birçok kasaba ve köylerimizi yangın ve yıkımdan kurtarmışlardır.'' Zaferin İstanbul'u ve bütün dünyayı şaşırtan akıllara hayret veren taraflarından biri de hızlılığıydı. Askerlerimiz İzmir'e girdiği zaman, Yunan ordusunun artakalan kısmı henüz şehri terk etmemişti. Bu çabukluğun nasıl olabildiğini Paşa hazretlerinden sorduk: ''Ordumuzun hızlı ve şiddetli uygulamasıyla! Gerçekten daha saldırı başlamazdan önce, dört yüz kilometreyi aşan uzaklık üzerinde durmaksızın ve bütün ordularla; düşmana nefes aldırmayacak kadar hızlı bir izleme noktasında etkili hazırlıklarda bulunmuş ve önlemler almıştık. Düşman kuvvetleri büyük meydan savaşında yenik düştükten sonra Dumlupınar yöresinde, Uşak'ın doğusunda Takmak, Alaşehir, Salihli civarlarında ve son defa olmak üzere İzmir'in yirmi beş-otuz kilometre doğusundaki hazırlanmış bir çok yerde savunma girişiminde bulundu. Bu girişimlerin her birinde düşman ordusundan kalanlar bir defa daha yenilip ve perişan edilip ordumuz İzmir'e girdi.'' - Harekâtta hedef tutulan amaç önce yalnız İzmir'e girmek mi idi! Bursa'ya harekât nasıl yöneltildi! ''- Askeri düzenimiz ve ayrılan kuvvetlerimiz, her iki hedefe kuvvet ve güvenliği ulaştıracak derecede idi. Sonuçta tasarladığımızın doğru olduğu İzmir'in sabah, Bursa'nın akşam olmak üzere ikisinin ayni günde kurtarılmış olmasından ortaya çıkar.'' Görüşme bundan sonra siyasi durum konusuna geçti. Bu konuya ilişkin Başkumandanımızın açıklaması şöyle özetlenebilir: "Ordularımızın ilk hedefi Akdeniz'di. Ordularımız Misak-ı Milli egemenliğini tamamıyla gerçekleştirdiği zaman ikinci ve üçüncü hedeflerine ulaşmış olacaklardır." Paşa hazretleri son söz olarak dediler ki: ''Milletimiz zafer neşesi ile gerçek ve hayatî çıkarlarını unutacak kadar uyuşup, sersemleşmemiştir!'' FALİH RIFKI |
|
23 Temmuz 2008, 04:00 | #8 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar" "Mustafa Kemâl Paşa'nın Yakup Kadri ve Cemâl Nuri'ye Verdiği Mülâkat" ''Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulurken hangi konuları hayatî ve sağlanması gerekli görmüş ise bugün dahi yine aynı şeyleri söz konusu eder.'' MUSTAFA KEMÂL'İN YAKUP KADRİ İLE GÖRÜŞMESİ İzmir- Buraya geldiğim günden beri hep karargah çevresinde ve kumandanlarla askerler arasında bulunuyorum. Bunun içindir ki bana, Mustafa Kemâl Paşa Hazretleri'ni sık sık görmek kısmet oluyor. Başkumandan İzmir şehrine girdikten sonra siyasî kişiliği, askerî kişiliği kadar belirginleşmeye başladı. Barış için ne düşünüyor, ne söyleyecek, kendisine kadar ulaşacak önerileri nasıl değerlendirecek, bu, dünyanın merak veren hattâ heyecan veren bilmecelerinden biridir. Başını çevreleyen görkemli zafer tacı ile olayların, dünyanın ön sırasında duruyor, fakat herkese yine her zamandan çok uzak görünüyor ve o zafer hâlesinin ışığı yüzüne, bir türlü, siyaset meraklılarının aradığı aydınlığı veremiyor. Ben kendileriyle ilk görüşmemde asıl bu anlaşılmayan taraflarını öğrenmek istedim, onun içindir ki, ilk sorum düne kadar yaptığı işlere ait olmadı, yarın ne yapmak fikrinde bulunduğunu sordum. Dedim ki: - Paşa hazretleri, Dumlupınar Meydan Savaşını kazanıldıktan sonra ordulara ilk hedefin Akdeniz olduğunu söylemiştiniz. ''İlk hedef'' deyimini kullanmakla izlenmesi gereken ikinci ve üçüncü hedeflerin var olduğunu üstü kapalı bir şekilde sezdirildiği anlaşılıyor. Lûtfen bu konuda biraz bilgi verir misiniz? Duraksamadan cevap verdiler, dediler ki: ''- Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının görevi Misak-ı Millî kararlarını yerine getirmektir. Türkiye halkı, millî sınırları içinde bütün uygar insanlar gibi tam anlamı ve kapsamıyla özgür ve bağımsız yaşayacaktır. Fakat bilirsiniz ki askeri hareket, siyasi çalışmaların ümitsiz olduğu noktada başlar. Ümidin güvenli bir şekilde gelişi orduların hareketinden daha seri hedeflere varışı sağlayabilir.'' Başkumandanın şu son cümlesi bana gelecekteki soruyu sormak cesaretini verdi: - Herhalde, dedim; bu hedeflere ordu ile veya diplomasi ile ulaşma konularındaki görüş tarzınızı bilmek pek faydalı olur kanısındayım. Paşa hazretleri ayni kesin tavırla: ''- Hiçbir zaman gereksiz yere kan dökmek istemedik ve istemeyiz. Milletimizin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin gerçek anlayışı böyledir. Şimdiye kadar dökülen kanların sorumluları uygarlık dünyasınca tanınmış ise felaketin devamına yer yoktur.'' Mustafa Kemâl Paşa Hazretlerine tasarladığı barışın niteliği hakkında bir soru daha sormak istedim; dedim ki: - Yunan ordusunu, senelerce kendi topraklarını bile savunmakta güçsüz bırakacak biçimde dağıtıp ve perişan ettiniz! Böyle büyük ve yok edici bir zaferden sonra barışın oluşturulmasında siyasi görüşmeleri çetinleştirecek bazı yeni şartlar söz konusu olacak mıdır! Başkumandan gülümsedi: ''- Bu soruyu sormakla faydalı bir iş yaptığınızı düşünüyorum. Yalnız sizin değil, bütün dünyanın bize böyle bir soru yöneltmeye hakkı var ve yine alacağınız cevapla bütün dünyayı doyuma ulaştırmakta aracılık etmiş olacaksınız. Önce herkesin kesinlikle bilmesi gerekir ki, Türkiye halkının kendi kaderine kendisinin sahip olmasıyla kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, ve yine herkesin açık olarak bilmesi gerekir ki bugünkü Türkiye halkı asırlarca kendi iradesini başkasının elinde görmeye katlanabilen halk değildir, ve asıl bilinmesi gereken tarafı bugünkü Türkiye halkının ve hükûmetinin aşırı istekler peşinde koşup kendi evini unutan ve harap bırakan maceracı insanlardan olmadığıdır. Bundan ötürü tam bir kesinlikle açıklayabilirim ki hükûmetimiz zafer sevinciyle gerçek çıkarını ve yaşamsal önemini unutacak kadar sersem olmamıştır. Biz yalnız açık hukukumuzu güvenle elde etmekten oluşan esasları izleriz. Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulurken hangi konuların hayatî ve sağlanması gerekli görmüş ise bugün dahi yine aynı şeyleri söz konusu eder.'' YAKUP KADRİ (İkdam'dan: 22 Eylûl 1922) MUSTAFA KEMAL'İN CELÂL NURİ İLE GÖRÜŞMESİ: İzmir - Bu Mektubumda Mustafa Kemâl Paşa'dan bahsedeceğim. Koca Gazi'miz Rıhtım boyunda -şimdi yanmış olan- bir gün önce bir sahil hanede oturuyordu. Her zamandan genç, çevik... - Paşam! Bu zaferi mantığım kavrayamıyor. Ver, elini öpeyim. Karşımda yüzyılımızın en büyük kılıcının sahibi duruyor. Son zafer kendisini her zamankinden çok güler yüzlü etmiş. Paşa, bundan sonra her türlü milli işlerimize hem de pek yakında erişeceğimize inanıyor, Büyük Başkumandanımız zaferin hızına hayran: - Ne dersiniz! Piyade de İzmir'e süvarilerle beraber girdi...Bu ne olağanüstü mekânı yok etmek ! Paşa söylüyor: ''-Askere dinlenmeyi emrediyorum. Asker dinlemiyor, ve, İzmir'de dinleniriz karşılığı vererek cenk ediyorlar!...'' İyice anladım ki Mustafa Kemâl Paşa bu savaşta yeni bir savaşma şekli seçmiş ve herkesi şaşırtmıştır. Bu saldırı ve hücumda uygulanan gizlilik bir şaheserdir. Bu kararı kumandanlar bile bilmiyorlardı. Bunun yalnız üç beş sırdaşı vardı. İşte o kadar... Paşa söylüyor: ''- Artık Yunan ordusu adına hiçbir şey bulunmuyordu. Hattâ Yunan devleti bile yoktur. Rumeli'deki bir iki tümenden başka Yunan'ın hiçbir kuvveti kalmamıştır.'' Kutsal milliyet ateşi Mustafa Kemâl Paşa'nın gözlerinde parlıyordu. Çok defa Paşa, dünyanın bizi henüz anlayamadığını, ve bu harikayı göstermekte yeterince başarılı olmayacağımızı sandığını söylüyordu. Gösteriş yapmadan ve alçakgönüllülüğü son dereceye götüren paşa, zaferi oluşturanı olmak üzere kutsal ve yüce Mehmetçiğimizi gösteriyor. Ancak bu hakkını bir çekince kaydı ile kabul ederiz: Mehmetçik ve kumandanlarımız! Bu savaştaki hız insanı şaşırtıyor. 26 Ağustos'ta başlayan zafer ve ilerleyiş hareketi 9 Eylül'de yetkinliğe ulaşmış ve bitmiştir. On beş günde önceki cepheden savaş ede ede İzmir'e varmak... Bu işte, ordumuzun ve kumandanlarımızın olağan üstü bir zafer gizidir. Bu koşullar altında değil savaşarak, yolculuk ederek bile iki haftada Afyon Karahisarı'ndan İzmir'e gitmek asla olamaz şeylerdendir. Savaş Mustafa Kemâl Paşa'yı hiç yormamış. Şurasını anladım ki zafer ve galibiyet her türlü yorgunluğu gideriyor ve insana yeni bir direnç yeteneği katıyor. CELÂL NURİ (İleri'den, 24 Eylül 1922) |
|
23 Temmuz 2008, 04:01 | #9 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar" "Mustafa Kemâl Paşa'nın United Press Ve Petit Parisien'e Verdiği Mülâkat" "Düşünceme göre yeryüzünde buna benzeyen diğer bir hükûmet mevcut değildir. Çünkü biz ne Bolşeviğiz, ne de komünist!." UNITED PRESS MUHABİRİNİN TELGRAFLA GÖRÜŞMESİ Bursa: 22 Eylül 922 - (Özel muhabirimizden) Sekizyüz Amerikan gazetesi adına hareket eden United Press muhabiri Doktor Edward King İstanbul'dan Başkumandan Paşa Hazretleriyle telgrafla bir görüşme yapmıştır. Mustafa Kemâl Paşa Hazretleri Amerikan muhabirinin sorularına çok önemli cevaplar vermişlerdir. Muhabirin sorularını ve Paşa Hazretlerinin cevaplarını aynen gönderiyorum: - Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin barış programındaki esaslı noktalar nelerdir? ''- Misak-ı Milli.'' - Boğazlar konusunun çözümü için öneriler açıkladınız, çözüm şekli nedir? ''- İstanbul ve Marmara'nın güvenliği korunmak şartıyla Boğazların dünyaya açık bulunması temel amacımızdır. Bu konuda ilgili devletler ile beraber bulacağımız şekil, akıllıca ve değerli olacaktır.'' - Amerika Birleşik Devletleri hakkında ne türlü bir iktisadi siyaset izleyeceksiniz! ''- Amerika'nın milli çıkarlarımızı üst derecede tahmin edebilecek olan geniş sermaye ve kaynaklarından yararlanmayı önemsiyoruz.'' - Amerika ve Avrupa halkına daha başka şeyler bildirmek istiyor musunuz? ''- Amerika, Avrupa ve bütün uygar dünya bilmelidir ki Türkiye halkı her uygar ve yetenekli millet gibi kayıtsız şartsız hür ve bağımsız yaşamaya kesinlikle karar vermiştir. Bu yasal kararı bozmaya yönelik her kuvvet Türkiye'nin daima düşmanı kalır. Bu konuda insanlığın ve uygarlığın vicdanı kesinlikle Türkiye ile beraberdir. Memleketimizin uğradığı tahribatı imar ve senelerden beri türlü türlü engeller altında sıkıştırılan ekonomimizin yasal gelişimini sağlayan ve fen ve kültür içinde çalışan bir hayata kavuşmak başlıca ilkemizdir.'' EDWARD KİNG (Hâkimiyet-i Milliye'den, 24 Ekim 1922) PETIT PARISIEN MUHABİRİNİN GÖRÜŞMESİ Paris'te yayımlanan ve dünyanın en çok tiraja sahip gazetesi olan Petit Parisien Bursa'daki muhabiri aracılığıyla Başkumandan Gazi Mustafa Kemâl Paşa Hazretleri ile bir görüşme yapmıştır. Fransız muhabiri, Gazi Başkumandanın sadeliğini ve onun yüzündeki kararlılık belirtilerini aktardıktan sonra diyor ki: Gazi Mustafa Kemâl Paşa Hazretleri'ne doğuda yabancılara karşı başlayan ve Ankara'dan gelir gibi görünen hareketin Fransız Kamuoyunda oluşturduğu endişeden bahsettim. İzmir'de, Bursa'da, Ankara'nın siyaseti yüzünden Fransız çıkarlarının zarar görmeye başladığını, Fransızlar Türkler hakkındaki dostane siyasetlerinden ötürü bütün bütün müttefiklerinden ve özellikle Romanya ve Sırbistan'dan türlü sitem ve hücumlarla karşı karşıya kalırken, Türklerden zorluk görmeleri onları acıklı bir şaşkınlığa düşürdüğünü, Fransa Hükümeti Türk iddialarını ateşli şekilde savunduğu bir sırada Anadolu'da Fransız ticaret ve endüstrisinin sarsıntısını gerektirecek bir meslek tutulmakta olmasını anlayamadığımızı söyledim, ve Türk dostu bir Fransız sanatkârının bana dediği gibi Kuvay-ı Milliye ordusunun zaferi doğuda Fransız yararlarını mahvetmek demek olup olmadığını sordum. Gazi Mustafa Kemâl Paşa Hazretleri sözlerimi pek fazla dikkatle dinledi. Gazi Mustafa Kemâl Paşa Anadolu'da yaşayan Fransız ve yabancıların birkaç haftadan beri işlerini düzelterek ve milliyet duygusunun yüksek bir devreye girmiş olan bu memleketi boşaltarak diğer Hıristiyanlar gibi göçe zorunlu kalmak üzere bulunduklarını bilecek kadar durumdan haberdardır. Gazi Başkumandan söze başlayarak dedi ki: ''- Bana, Avrupalıların ve özellikle Fransızların doğudaki çıkarlarından söz ediyorsunuz. Her şeyden önce şurası bilinmelidir ki Büyük Millet Meclisi Hükümeti kapitülasyonların bırakılmasını asla kabul etmeyecektir. Eğer yabancı tebaa eskiden olduğu gibi bundan sonra da kapitülasyonlardan yararlanmayı düşünüyorlarsa aldanıyorlar. Kapitülasyonlar bizim için var olmamıştır ve asla var olmayacaktır. Fakat Türkiye'nin bağımsızlığı her alanda tamamen ve açıklıkla onaylanmak koşuluyla kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık olacaktır. Türkiye ve büyük devletler arasında sonradan yapılacak sözleşmelere uyarak, yabancılarla iyi ilişkiler kurup ve devam ettireceğiz. Size güvence veririm ki bu nedenden ötürü müttefiklerin çıkarlarında beliren endişe gereksizdir. Birtakım ekonomik meseleler vardır ki biz bunları kendi kaynaklarımızla halledemeyiz ve bize yardım edecek dostlar aramaya zorunluyuz. Halkımızın Fransa hakkında dostluk duyguları beslemesi doğaldır, çünkü Fransa Kamuoyu'nun Türklere uygun olduğunu gördük ve her gün görüyoruz.'' - Türklerin Barış Konferansı'nda ileri sürecekleri önerilerin esas hatlarını lütfen açıklar mısınız? ''- Şartlarımız çok açık ve çok sadedir. Bağımsızlığımızın kayıtsız, şartsız onaylanmasını istiyoruz. Bu kısa cümlede programımızın bütün temel çerçevesi bulunmaktadır. Milli Sınırlarımız içerisinde bulunan toprakların bize verilmesinde ısrar edeceğiz. Ondan sonra bu topraklar içerisinde tamamıyla bağımsız, yani kapitülasyonsuz bir Türkiye yaşamasını istiyoruz. İşte bütün istediklerimiz budur. Şu aralık ortada dünyayı ilgilendiren bir konu vardır ki bu da Boğazlar konusudur. Boğazlardan geçiş serbestliğinin sağlanması bizim için bir esas olduğunu bütün dünya bilir. Biz Boğazların açılışını ve serbestisinin güvencesini veriyoruz . Biz bu meselede tek bir şart ileri sürüyoruz. O da İstanbul'un ve Marmara Denizi'nin güvenliği konusudur. Bu konunun yalnız Türkiye'nin arzu ve özel çıkarları çerçevesinde çözülmeyeceğini bilmez değiliz. Bu işte Avrupa'nın genel çıkarlarını da göz önüne almak gerektiğini biliyoruz ve bunun için konferansta belirlenecek bir şekli kabule biz de hazırız.'' Paşa Hazretleri'ne sordum: - Şu halde M. Poincare tarafından barış konferansının iki bölüme ayrılmasıyla ortaya atılan öneriyi siz de kabul ediyorsunuz demektir. Gazi Mustafa Kemâl Paşa cevap verdi: ''- Türkiye, müttefikler ve Yunanistan arasında barış anlaşması için düzenlenmesi gereken sorunlar özellikle işbu devletleri ilgilendirir. Ancak Çanakkale meselesinin halli için özel bir konferans gerçekleştirilmesi ve bu konferansa bütün ilgili devletlerin ve özellikle Sovyet Hükümeti'nin katılmasını uygun buluyoruz.'' Bunun üzerine Gazi Mustafa Kemâl Paşa Hazretleri'ne şu soruyu yönelttim: - Ankara Büyük Millet Meclis Hükümeti'nin Anadolu'da oturan yabancılara karşı hareket tarzı Bolşevikler tarafından kabul edilmiş olan önlemlere pek benziyor, kısaca İzmir'de bazı bankalarda ve hatta Fransız bankalarında yabancılara ait kasaların zorla açılması İstanbul'da müttefiklerin düşüncelerinde pek acıklı bir etki yaratmıştır. Türkiye'de komünizm şeklinde bir idare mi kurmak istiyorsunuz? Gazi Mustafa Kemâl Paşa şu cevabı verdi: ''- Yeni Türkiye'nin eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. Tabii millet değişmemiştir. Aynı Türk unsuru bu milleti oluşturuyor. Ancak yönetim şekli değişiyor. Ankara Hükümeti'nden evvel İstanbul'da bir sultan ve bunun hükümeti vardı. Millet, memleketin işlerine, görevi kanun yapmaktan ibaret olan bir Meclis aracılığıyla katılabiliyordu. Bu şekildeki hükümet, millete arzuladığı bağımsızlık ve özgürlüğü vermeye yeterli değildi. ......................................... (noktalı yerler sansür tarafından çıkarılmıştır). Yaşamak ve bunun için de ne gerekirse onu yapmak istiyoruz. İşte bunun içindir ki üç seneden beri idaresini değiştirdi. Yukarıda açıkladığım hükümete karşılık, doğrudan doğruya milletten çıkan bir hükümeti kabul etti. Bu yeni hükümet milletin içinden, millet tarafında seçilmiş ve aynı zamanda hem yürütme, hem de yasama gücü olan vekillerden oluşur. Bu vekillerin bazıları önemli idarenin ayrıntılarını yürütmeye ve halk komiserleri görevini yerine getirmekle görevlidir. Gerçekte hâkim olan ve her şeyi idare eden merci, Millet Meclisidir. Düşünceme göre yeryüzünde buna benzeyen diğer bir hükûmet mevcut değildir. Şurasını unutmamalı ki bu idare şekli tamamen bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü biz ne Bolşeviğiz, ne de komünist! Ne Bolşevik ne de komünist olamayız. Çünkü biz milliyetperver ve dinimize saygılıyız. Sonuçta bizim hükûmet şeklimiz tam bir demokrat hükûmetidir. Ve dilimizde bu hükûmet ''halk hükûmeti'' diye anılır. Bu hükûmet doğrudan doğruya milletin isteklerini gerçekleştirmeye hizmet eder ve millet, memleketin idaresine bizzat sahiptir. Bu önemle, kendi geleceğini kendisi belirler. Memleketimizdeki dare şubelerimizin tümünde uygulanacak olan yöntem de budur.'' - İstanbul'a dönüşünüzde padişahı tanıyacak mısınız? ''- Yirminci asırda bizim elimizden özgürlüğümüzü alıp başkalarının egemenlik yetkisine vermek ve kurmak olamaz. Hilâfeti koruyacağız. Şu şartla ki Büyük Millet Meclisi ve millet, halifenin yaslanacağı bir temel ve kuvvet olacaktır.'' - Hilâfette şimdiki kalıtım şeklini koruyacak mısınız? Gazi Mustafa Kemâl Paşa burada biraz kararsızlıktan sonra: ''- Bu noktada kesin bir şey söyleyemem. Yine de şimdiki usulün korunmasına öncelik tanınacağını düşünüyorum. Çünkü en sade ve en kolay uygulanan yol budur. Aslında bu konu yalnız Türkiye'ye ait olmayıp bütün İslâm âlemini ilgilendiren bir konudur.'' (İkdam'dan: 3 Kasım 1922) |
|
23 Temmuz 2008, 04:01 | #10 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Cevap: "Atatürk'le Konuşmalar" "Mustafa Kemâl Paşa'nın Hakkı Tarık'a Verdiği Mülâkat" ''Bugün Türkiye devleti doğrudan doğruya bir Meclis, bir danışma hükûmeti ile idare olunur ve sonsuza değin böyle idare olunacaktır.'' - Paşa hazretleri hem 10 temmuzun, hem 1 Kasımın başarılı bir kumandanıdırlar. İki devrim arasındaki farkı, devletin başındaki ağzıdan işitmek isteriz. ''- Bu iki devrim arasındaki fark, tanımlanmayacak derecede büyüktür sanıyorum. Birincisi, milletin doğasında aradığı özgürlük havasını soluduğunu düşündürten bir harekettir; fakat ikincisi milletin özgürlük ve egemenliğini gerçekten ve olaylarla belirleyen ve ilân eden bir ongun devrimdir ve şüphe yok, yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada dikkate alınacak öneme yaraşır bir yeniliktir. - Bazıları iki devrimin içerdiği yönetim şekli arasında bir fark olmadığına inanıyor görünüyorlar. Örneğin: ''Meşrutiyette sorumluluğu olmayan bir makamda tutulan hükümdar ise de kendiliğinden bir başvekil atama yapar görünmektedir; fakat bir deneme devresinden sonra bu başvekili güvenle yerinde tutup tutmamak yine Millet Meclisi'nin elindedir ve bütün yürütme işlerinde sadrazamın imzası olmadan hükümdarın imzası bir değer taşımaz. Şu halde bugünkü yürütme vekilleri heyeti, dünkü bakanlar heyeti ile karşılaştırırsak, iki şekli idarede büyük bir fark görmemek gerekir'' diyorlar. ''- 10 Temmuz devrimi bir hükümdarı zorbalıkla millet arasında en sonunda kayıt ve şart ile denge arayan bir anlayışı elde etmeye yönelmiş idi. Oysa son devrim, hükümdarın yönettiği parlamento şeklini dahi özgürlük ve milletin geleceği için yeterli göremez ve şartsız egemenliği, milletin sorumluluğunda tutan esaslı bir ilkeye dayanır. Bu ilkeyle ilgili şekil, hiçbir zaman eski biçim ile karşılaştırma kabul edemez. Bugün Türkiye devleti doğrudan doğruya bir Meclis, bir danışma hükûmeti ile idare olunur ve sonsuza değin böyle idare olunacaktır. Türkiye Devleti'nin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nin esas niteliğini anlayabilmek için, Teşkilâtı Esasiye'sini dikkatle incelemek gerekir. Bu konuda benim tarafımdan verilen bir nutku gözden geçirmek de uygun olur.'' - Teşkilâtı Esasiye kanunumuzun incelenmesi bazılarınca bir noktadan, bir madde eklenmesine gereksinim hissettirdiği düşüncesini yaratmıştır; Meclisin iki seneden oluşan toplumsal süresi bitmeden Meclis dışındaki halkın oylarını yoklamak doğarsa uygulamasına nasıl olanak verilebilecektir! ''- Bunun için bir madde eklenmesine gerek yoktur. Gerçek durumla yüz yüze gelmesinde Meclis buna ilişkin yöntemler çerçevesinde bir karar alacak mevkidedir. - Paşa Hazretleri barış görüşmelerinde bulunuyoruz. Bugünkü Meclis, toplantı süresini, milli amacın gerçekleşmesi ile bağlamış ve sınırlamıştır. Meclis, bakanlar kurulunu barış antlaşmasının imzasına yetkili kılmak gibi bir karar alınca kendisi milli amaca ulaşmış sayılabilecek midir? ''- Şüphesiz kabule değer göreceği barış şartlarını onayladığı gün, varoluş nedeni olan olan milli görevi tamamlanmış olacaktır ve Teşkilâtı Esasiye kanununda açıklandığı üzere iki sene devam etmek üzere yeni seçimler yapılacaktır.'' - Paşa hazretleri memleketimizin her noktasını tanımış, sahip olduğu saygınlık ve bilgisini de başarılarıyla kanıtlamıştır. Özellikle işgalden kurtarılan yerleri göz önüne alarak, eğer milli çalışmaları bir sıra numarası altına almak gerekirse, en başa hangi tür uygulamaları geçireceklerdir. ''- Buna ilişkin barıştan sonra ilân edeceğim programda yeterli açıklamayı göreceksiniz. (Paşa hazretlerini programın esasları hakkında söyletmek mümkün olmadı ve ikinci bir görüşme bu sır gibi gizlenen ve kendini tutma sebebinden bir haber verdi. Dün bütün milli istekler bir ''misak (and)'' üzerinde toplanarak savunma yolunda memlekete nasıl bir dayanak noktası bulunmuş ve başarılı olunmuşsa, Paşa hazretleri yarın da milli kalkınma için öyle bir dayanak noktasını belirlerken, kendi deyişiyle, memleketin aydınlarının ''yazılı bir kongre''ye katılmasını tasarlamışlardır. O cevaplar gelip toplandıktan sonra seçilmiş, heyetin yardımıyla bunları gözden geçirecekler ve bütün halk kütlesini birden kaldıracak bir idare kaldıracını o zaman harekete getireceklerdir.) (Vakit'den: 12.Aralık.1922, Nu: 1796) |
|
Etiketler |
atatürkle konuşmalar |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |