06 Mart 2009, 01:32 | #31 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | güZeL ve ÇirkiN Bir zamanlar zengin bir tüccar varmış. Üç kızı olan bu tüccarın kızlarının ikisi son derece bencilmiş. Ama üçüncüsü, yani adı Güzel olanı hem iyi hem de sevgi doluymuş. Bir gün tüccar, gemilerinin şiddetli bir fırtınada battığı haberini almış. Zavallı adam varını yoğunu kaybetmiş, geriye bir tek kasabadaki küçük evi kalmış. Açgözlü iki kardeş bu durumdan hiç hoşlanmamışlar. Yatakta yatmak ve oflayıp puflamaktan başka bir şey yapmaz olmuşlar. Evin bütün işleri Güzel’e kalmış. Bir zaman sonra tüccar kayıp gemilerinden birinin limana ulaştığını duymuş. Haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için yola çıkmadan önce kızlarına, dönüşte size ne hediye getireyim, diye sormuş. Açgözlü iki kardeşin neşeleri hemen yerine gelmiş. “Elbiseler ve mücevherler!” isteriz demişler. “Peki ya sen Güzel?” diye sormuş tüccar. “Bir gül. O bana yeter,” demiş Güzel. Birkaç gün sonra tüccar evine dönmek üzere üzgün üzgün yola koyulmuş. Yine yoksulmuş, çünkü son gemiden ona kalan paraları da dolandırıcılara kaptırmış. Akşam karanlığı bastırırken bir ormana varmış. Orman hem karanlık, hem de soğukmuş. Şimşekler çakıyor, rüzgâr yerden karları havalandırıyormuş. Uzaklardan kurtların uluma sesleri geliyormuş. Tüccar nereye gitiğini bilmeden atıyla birlikte karların üzerinde bata çıka saatlerce yol almış, derken birden ileride pencerelerinden dışarı parlak ışıklar sızan son derece güzel bir şato görmüş. Ama bu çok garip bir şatoymuş, çünkü şöminelerinde harıl harıl ateş yanmasına, bütün odaları gün gibi aydınlık olmasına rağmen ortada kimsecikler yokmuş. Tüccar seslenmiş, seslenmiş, ceap veren olmamış. Sonunda, beklemenin bir anlamı olmadığını anlayınca, atını ahıra bağlamış ve salondaki uzun masanın üzerinde hazır bekleyen yemeği yemiş. Sonra bir yatağa yatıp uyumuş.Sabah uyandığında onun için bırakılmış yeni giysiler bulmuş yanıbaşında. Aşağıda da güzel bir kahvaltı onu bekliyormuş. “Bu şato, bana acıyan iyi kalpli bir periye ait herhalde,” demiş tüccar. “Ona bir teşekkür edebilseydim keşke.” Tüccar şatodan ayrılırken, bahçedeki gülleri fark etmiş. ‘Hiç yoksa Güzel’e verdiğim sözü yerine getireyim,’ demiş içinden. Güllerden birini koparmış. Ama koparır koparmaz müthiş bir kükremeyle inlemiş her yan. Çalıların arkasından korkunç görünüşlü bir canavar çıkmış. Öylesine korkunçmuş ki, tüccar neredeyse korkusundan bayılacakmış. “Seni değer bilmez adam!” diye kükremiş Canavar. “Hayatını kurtardım! Seni besledim, giydirdim! Sen kalkmış güzel güllerimi çalıyorsun. Hemen ölmeyi hak ettin!” Tüccar Canavar’ın karşısında diz çökmüş. “Gülü kızlarımdan birine götürecektim efendim,” demiş. “Ben efendi falan değilim, bir Canavar’ım,” diye hırlamış yaratık. Sonra tüccarın tepesine dikilmiş. “O değerli kızlarına gelince… Git, sor bakalım onlara, hayatına karşılık içlerinden biri gelip benimle birlikte yaşar mı? Bu teklifimi kabul eden olmazsa, üç ay içinde öleceksin.” Tüccar gün ışığıyla aydınlanmış ormanın içinden, üzgün bir şekilde atını sürüp evine dönmüş. Evde iki bencil kız kardeş babalarının başından geçen korkunç maceraları dinlerken kıllarını bile kıpırdatmamışlar. Babaları onlara giysi ve mücevher getirmedi diey küplere binmişler. Ama Güzel onlar gibi yapmamış. “Baba, izin ver ben gideyim,” demiş hiç tereddüt etmeden. “Tabii sen gideceksin, suç senin,” demiş kardeşleri. “Gül isterim diye tutturmasaydın, Canavar babamızı öldürmeyi düşünmeyecekti.” Üç ay geçince tüccar şatoya Güzel’le birlikte gitmiş. Her şey orayı ilk gördüğü gibiymiş: etrafta yine kimsecikler yokmuş, sofra hazırmış. Yemeklerini yemeyi bitirdiklerinde Canavar ortaya çıkmış. Güzel korkusundan tir tir titremeye başlamış, çünkü Canavar babasının anlattığı kadar korkunçmuş, hatta daha da korkunç! “Buraya kendi isteğinle mi geldin?” diye sormuş Canavar. “Evet,” demiş Güzel. “O zaman baban sabah olunca buradan gidecek ve bir daha buraya hiç gelmeyecek.” Sabah olup da babası gidince Güzel tek başına kalmış. Önce bir süre ağlamış, ama sonra gördüğü rüyayı hatırlayıp biraz olsun rahatlamış. Rüyasında bir peri, “Üzülme, babanın hayatını kurtarmak için gösterdiğin bu cesaret karşılıksız kalmayacak,” demiş ona. ‘Belki de bu yaşama alışırım,’ diye düşünmüş, neşesi yerine gelmiş azıcık. Bahçede dolaşmış, güllere bakarken içi hüzünle dolmuş. Sonra şatonun içini gezmiş. Oda kapılarından birinin üzerinde adının yazılı olduğunu görünce çok şaşırmış. Kapıyı açıp içeri bakmış. Oda tam istediği gibi döşeliymiş, kitaplarla, müzik aletleriyle doluymuş. ‘Canavar beni burada rahat ettirmeye çalıştığına göre, bana zarar vermez herhalde,” diey düşünmüş Güzel. Sonra bir kitap almış eline. Kitabın üzerinde altın yaldızla, “Sevgili Kraliçem. Her isteğin emirdir benim için,” diye yazıyormuş. “Şu anda babamı görebilseydim keşke!” demiş Güzel yüksek sesle Bunu der demez odanın öte ucundaki aynada babasının görüntüsü belirmiş. Böylece Güzel’in yalnızlık duygusu ve ev hasreti biraz olsun geçmiş. O gece yemekte Canavar ortaya çıkmış. “Seni izlememe izin verir misin Güzel?” diye sormuş. “Buranın sahibi sizsiniz,” demiş Güzel. “Hayır,” demiş Canavar. “Şatom senin emrindedir. İstersen hemen giderim.” Canavar bir an duraksamış. “Yalnız bir şey soracağım. Beni çok mu çirkin buluyorsun?” Güzel ne diyeceğini bilmemiş önce. Sonra başını kaldırıp Canavar’a bakmış. “Bunu söylemek istemezdim, ama doğruyu söylemem gerek. Evet, çirkin buluyorum,” demiş. Güzel, yemeğini bitirince Canavar, “Benimle evlenir misin?” diye sormuş. “Hayır Canavar, asla,” demiş Güzel. Canavar derin bir iç geçirirken çıkardığı ses, tüm şatoda yankılanmış. Her gece saat dokuzda Canavar konuşmak için Güzel’in yanına geliyormuş. Güzel, gün geçtikçe Canavar’a alışmaya başladığını fark etmiş. Hatta geç kaldığında onu merak bile ediyormuş. ‘Keşke,’ diyormuş, ‘bu kadar çirkin olmasaydı! Keşke ikide birde bana evlenme teklif etmeseydi! Çünkü Güzel, Canavar’ın, evlilik teklifini geri çevirdiğinde çıkardığı o sesten çok korkuyormuş. Canavar bir gün, “Beni sevmeyebilirsin ama, beni bırakıp gitmemeye söz vermelisin,” demiş. Her günü birbirine benzeyerek üç ay böyle geçmiş. Derken bir gün Güzel aynada babasının hasta olduğunu görmüş. Hemen Canavar’a babasına bakmak için eve gitmek istediğini söylemiş. “Gidebilirsin, Güzel,” demiş Canavar. “Ama geri dönmezsen kederimden öleceğimi biliyorsun, değil mi? Korkarım ki, babanın yanında kalmak isteyeceksin ve dönmeyeceksin. Ama eğer fikrini değiştirir de dönmek istersen, yüzüğünü yatağının yanındaki sehpaya koyman yeterli. Sabah olduğunda şatomda açacaksın gözlerini.” “Bir hafta sonra döneceğim, söz,” demiş Güzel. Ertesi sabah Güzel, babasının evinde, kendi yatağında açmış gözlerini. Babası onu karşısında görünce çok sevinmiş, kendini daha iyi hissetmiş. O gün öğleden sonra, kısa süre önce evlenmiş olan kız kardeşleri babalarını ziyarete gelmişler. Eve geldiklerinde babalarının biricik kızını karşılarında görünce kıskançlıktan ve öfkeden çatır çatır çatlamışlar. “Dinle!” demiş iki kardeşten biri. “Ona bir oyun oynayalım. Burada bir hafta daha kalmasını sağlayalım. O zaman Canavar gelip onu öldürür.” Bağırıp çağırıp onu kötülemrk yerine, iki kardeş gözlerine soğan sürüp Güzel’in karşısına yaşlı gözlerle çıkmışlar ve ondan ayrılmak istemedikleri için ağladıklarını söylemişler. Güzel bir hafta daha kalmaya söz vermiş. Çok geçmeden Güzel, Canavar’ı babasını özlediği kadar özlediğini fark etmiş. Bir gün rüyasında Canavar’ı şatonun bahçesinde kaskatı ve cansız yatarken görmüş. Uyandığında, ‘Benim yaptığım düpedüz acımasızlık!’ diye düşünmüş. Hemen yüzüğünü parmağından çıkarıp, başucundaki sehpanın üzerine koymuş. Sabah gözlerini Canavar’ın şatosunda açmış. O günün akşamı Canavar’ı beklemiş. Saat dokuz olmuş. Canavar gelmemiş. Dokuzu çeyrek geçmiş, ortalarda yok. Birden endişe içinde koşa koşa şatodan bahçeye çıkmış. Canavar bahçede boylu boyunca yatıyormuş. ‘Onun ölümüne neden oldum!’ diye düşünmüş Güzel. Hemen ona sarılmış. Canvar’ın kalbi hâlâ atıyormuş! “Artık dönmezsin diey düşündüm. Yemeden içmeden kesilip ölmeye hazırlandım,” demiş Canavar fısıltılı bir sesle. “Ama ben seni seviyorum Canavar!” demiş Güzel. “Seninle evlenmek isityorum.” O anda tuhaf bir şey olmuş. Birden sanki şato daha bir güzel, daha bir ışıltılı hale gelmiş. Güzel bir süre etrafına bakınmış, sonra tekrar Canavar’a çevirmiş başını. Fakat Canavar yerinde yokmuş. Yattığı yerde şimdi genç ve yakışıklı bir prens duruyormuş. “Ben Canavar’ı istiyorum,” diye ağlamaya başlamış Güzel. Prens bu sırada ayağa kalkmış. “Canavar benim,” demiş. “Kötü bir peri bana büyü yapmıştı. Beni yüzüne bakılamayacak kadar çirkin bir yaratığa dönüştürmüştü. Bana benimle evlenmek istediğini söylemeseydin, hayatımın sonuna kadar öyle kalacaktım.” Prens Güzel’i şatoya götürmüş. Şatoda Güzel, babası ve rüyasında gördüğü iyi periyle karşılaşmış. “Gösterdiğin cesaretin ödülünü aldın,” demiş iyi peri Güzel’e. Peri sihirli değneğini sallamış. Birden şatodaki herkes Prens’in topraklarında bulmuş kendini. Orada halk coşku ve alkışlarla karşılamış Prens’i. Çok geçmeden Güzel ve Canavar evlenmişler. Düynanın gelmiş geçmiş en mutlu Prens ve Prenses’i olmuşlar… |
|
06 Mart 2009, 01:34 | #32 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | SihirLi faSuLye Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş. Dalikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, “Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış. “Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.” “Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş. “Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş. Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış. Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış. “Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı. “Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.” Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş: “Fee-fi-fo-fum, işte bir çocuk kokusu duydum. Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek. Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.” “Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye seslenmiş. Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Delikanlı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış. Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş. “Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış. Çok geçmeden dev çıkagelmiş. “Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış. “Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!” Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş. “Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş. Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış. Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine. “Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş karısı. Delikanlı orada değilmiş tabii ki. “Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar. Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış. “İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış. Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş. “Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!” O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir. |
|
06 Mart 2009, 01:36 | #33 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | ÇirkiN öRdEK Çalıların içinde bir ördek kuluçkaya oturmuş yumurtalarını bekliyormuş. Uzun süredir tek başına oturmaktan sıkıldığı için yumurtaları çatlar çatlamaz sevinçle vaklayarak üzerlerinden kalkmış. “Artık çiftliğe dönüp oradakilere yeni ailemi gösterebilirim!” diye düşünmüş. Hepsi tam mı diye, cik cik öten yavrularını saymaya başlamış. “Yo, olamaz!” demiş yumurtalardan birinin henüz çatlamamış olduğunu görünce. O sırada oradan geçen bir ördek, “Yuvanda hâlâ çatlamamış iri bir yumurta var,” demiş. “Bahse girerim bir hindi yumurtasıdır.” “Hindi yumurtasıymış, höh! O benim yumurtam,” demiş anne ördek ters ters. İç çekerek yumurtanın üstüne oturmuş. Bu son yumurta da çatlayınca içinden iri, çirkin bir ördek yavrusu çıkmış. Anne ördek bu yavruyu görünce onun çirkinliğinden biraz utanç duymuş. “Neyse ki diğer yavrularım güzel,” diye düşünmüş ve artık daha fazla vakit kaybetmeden çiftliğe gitmek istediği için yavrularını peşine takarak suya girmiş. “Çirkin olanı hiç olmazsa iyi yüzüyor,” demiş anne ördek kendi kendine. “Öyleyse hindi olamaz. Çünkü hindiler yüzemez. Belki büyüdükçe güzelleşir. Belki bir süre sonra da büyümesi durur.” Ne yazık ki tam tersi olmuş. Çirkin Ördek giderek daha da büyümüş ve diğer ördeklerden daha da farklılaşmış. Çevresindeki hayvanlar onu hiç rahat bırakmıyor, onunla hep ‘Çirkin Ördek’ diyerek alay ediyormuş. Kardeşleri bile vak vak edip başının etini yiyor, “Seni bir kedi kapsa da senden kurtulsak,” diyorlarmış. Tavuklar onu kovalıyor, onlara yem veren kız da ayağıyla onu ittirerek yemlerin yanından uzaklaştırıyormuş. Çirkin Ördek bütün bunlara daha fazla dayanamamış. Çitlerin üzerinden uçarak atlamış ve çiftliği iyice geride bırakıp yaban ördeklerinin yaşadığı yere gelene kadar hiç durmadan yürümüş. Fakat yaban ördekleri de onun çirkin olduğunu düşünmüşler ve onunla dostluk kurmak istememişler. Çirkin Ördek yapayalnız ortada kalmış. Ağaç dallarıyla çitlerdeki küçük kuşlar bile onu görünce kaçışıyorlarmış. “Çirkin olduğum için kaçıyorlar,” demiş kendi kendine. Tek başına oradan oraya dolaşmış durmuş. Bir ara, iki yaban kazıyla dost olmuş, fakat onlar da avcıları görünce uçup gitmişler. Bir seferinde de yaşlı bir kadın onu tutup evine götürmüş, ama kadının kedisiyle tavuğu, “Hem suyu seven, hem de yumurtlamayan kuş mu olur?” diyerek onunla alay edince dayanamayıp oradan da kaçmış. Sonra mevsim değişmiş. Ağaç yaprakları sararıp solmaya başlamış. Bir akşam üzeri, güneş batarken bembeyaz tüylü, büyük ve güzel kuşlardan oluşan bir kuş sürüsü Çirkin Ördek’in tam önünden, çalıların arasından havalanmış. Uçarken dalgalanıyormuş gibi hareket eden çok zarif, uzun boyunlu kuşlarmış bunlar. “Bekleyin beni!” diye seslenmiş Çirkin Ördek, ama kuşlar kocaman kanatlarını açar açmaz gökyüzünün derinliklerinde kaybolmuşlar. Çirkin Ördek sevincinden suyun içinde bir fırıldak gibi dönmeye başlamış, sonra hızını alamayıp suyun dibine dalıp çıkmış. Boğazından çıkan garip sesler onu bile korkutmuş. O beyaz tüylü kuşları bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Ne cins kuşlarsa onlar, onları çok sevmiş. Kış pek uzun ve sert geçmiş. Çirkin Ördek birkaç kez ölümden dönmüş. Bir seferinde buzun üstünde az kalsın donuyormuş. Neyse ki oradan geçmekte olan bir çiftçi onu görmüş de kurtarmış. Sonunda kış bitmiş bahar gelmiş ve Çirkin Ördek uçabildiğini keşfetmiş, öyle suyun üstünde değil çok daha yüksekte, gökyüzünde. Bir gün kanatlarının gücünü denerken aşağıda, bir derede daha önce gördüğü o beyaz tüylü kuşlardan birçoğunun yüzdüğünü görmüş. Bir an bile düşünmeden, “Aşağı iniyorum,” diye kararını vermiş. “Çirkin de olsam onların yanlarına gideceğim.” Böylece dereye, suyun üzerine inmiş. Kıyıda iki çocuk beyaz kuşlara ekmek kırıntısı atıyormuş. Çirkin Ördek’i görünce hemen annelerine, “Anne bak!” demişler. “Bir kuğu daha var orada! Bu kuğu diğerlerinden daha güzel hem de!” Çirkin Ördek çocukların ne demek istediğini anlamamış. Beyaz kuşlar arkalarına dönüp ona bakınca utancından boynunu bükmüş. “İsterseniz siz de Çirkin Ördek diye alay edin. Umurumda değil artık!” demiş içinden. Sonra, başını kaldırırken suda ilk kez kendini görmüş. Upuzun bir boynu, bembeyaz, harika tüyleri varmış. “Merhaba!” demişler diğer kuğular. “Hoş geldin.” Sonra hepsi suyun üstünde ona doğru süzülmüşler. Hiçbiri çiftlikteki kuşlar gibi ona alay ederek bakmıyorlarmış. Boyunlarını zarifçe eğerek, “Ne kadar güzelsin,” diyorlarmış sanki. Çirkin Ördek, “Demek ben Çirkin Ördek değilmişim. Bir kuğuymuşum!” diyerek sevinçle çırpmaya başlamış kanatlarını. |
|
06 Mart 2009, 01:38 | #34 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Orman PeriSinin güLLeri Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanın birinde genç bir peri yaşarmış. Bu peri çiçeklerden en çok gülleri severmiş. Evinin bahçesinde renk renk güller yetiştirirmiş. Bu güller o kadar taze ve güzellermiş ki gören herkes perinin güllerine hayran kalırmış. Peri de güllerini çok sever, her sabah onları hem sular hem de onlarla konuşurmuş. Genç peri gülleriyle çok mutluymuş, ama onu üzen bir durum varmış. Peri güllerini çok sevdiği için onların solmalarına dayanamazmış. Güllerin bir süre sonra solması çok doğalmış, fakat genç peri güllerinin solmasına çok üzülüyor, güllerinin hep ilk günkü gibi taze ve diri kalmalarını istiyormuş. Kendi kendine “güllerim hep böyle güzel kalsa! O zaman hiç mutsuz olmam.” diyormuş. Bir sabah çiçeklerini yine sularken perinin dikkatini sarı renkte bir gül tomurcuğu çekmiş. Bu tomurcuk da diğer gül tomurcukları gibi pek güzelmiş. Fakat rengi diğerlerinden apayrıymış. Çok daha güzel ve değişik bir tondaymış tomurcuğun rengi. Bu yüzden, genç peri sarı tomurcuğa daha özenli bakmaya başlamış. Her sabah ona “küçük sarı tomurcuk büyüyecek, kocaman güzel bir gül olacak” diye güzel sözler söylüyormuş. Tomurcuk da bunu anlıyormuş gibi günden güne daha da güzelleşerek büyümüş. Kocaman bir gül olduğunda ise bahçedeki diğer güllerin arasında tıpkı gökyüzündeki güneş gibi ışıldıyormuş. O kadar güzelmiş ki onu görenler sarı güle bakmaya doyamıyorlarmış. Peri de bunun farkındaymış ve çok mutluymuş. Fakat sarı gülün de bir gün solacağını bildiği için, içten içe bir üzüntü duyuyormuş. Aradan bir gün geçmiş, bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş. Bu süre içinde bahçedeki bütün güller solmuş, yerlerini yeni tomurcuklara bırakmışlar: güzel, sarı gül dışında! Bir ay geçmesine rağmen sarı gül solmamış, benzersiz güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Peri ilk başta bu işe çok şaşırmış fakat yine de sevinçliymiş. Çünkü güllerinin en güzeli solmamışmış. İyi yürekli peri, her gün onu evinin penceresinden seyrediyor, onu özenle suluyor, ona güzel sözler söylüyormuş. Gel zaman git zaman; peri, bu işten sıkılmaya başlamış. Sarı gül hiç solmuyormuş, fakat bu periye artık mutluluk vermemeye başlamış. Çünkü peri sarı güle dair hiçbir umut taşımıyormuş içinde. Önceden gülleri solduğu vakit, yeni tomurcukların ne zaman çıkacağını merak ederek onlarla sabırla ilgilenir, umutla güllerinin açılacağı zamanı beklermiş. Fakat şimdi sarı gül hiç solmadığı için böyle düşünceleri kalmamış. Bu da periyi bir zaman sonra mutsuz etmiş. Yetiştirdiği güllerinin solmamasını isteyerek ne kadar yanlış düşündüğünü anlamış. Her şeyi doğal haliyle sevmek en güzeliymiş. Bu yüzden o günden sonra orman perisi, doğadaki her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar vermiş. Orman perisi uzun yıllar, bahçesinde yetiştirdiği güllerle beraber evinde mutlu bir hayat sürmüş. |
|
06 Mart 2009, 01:46 | #35 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Vadideki Nine Su akar gider denize kavuşur. Ay güneşi kovalar gece olur. Masal ülkesinde bir telaştır başlar: Padişah kızının bu geceki masalı hazır mıdır? Aynacık nerede? Hadi acele edin. Uyku krallığı bizden önce davranırsa gücümüzü yitiririz. Ve sevgili aynacık son anda nefes nefese bir masal ile gelir: Kusurumuza bakmayın prensesim. Ceylanları bir araya getirmek zaman aldı… Adı belki de hiç duyulmamış ülkenin birinde, bir delikanlı annesiyle beraber yaşarmış. Küçük bir dağ köyünde, minicik evlerinde güzel günler ve güzel geceler geçirirlermiş. Sofralarından bereket, yüzlerinden tebessüm hiç eksik olmazmış. Babalarını çok çok eskiden, delikanlı henüz bir bebekken kaybetmişler. İşte o zaman anne-oğul yalnız kalmışlar. Üzülmüşler, ağlamışlar; fakat yapabilecekleri bir şey yokmuş. Küçük bir bahçeleri varmış minik evlerinin önünde. Onu ekip-dikerle, onun sayesinde karınlarını doyururlarmış. Ne az diye yakınırlarmış, ne de daha çok olsun diye aranırlarmış. radan yıllar geçmiş. Çocuk, fidan gibi boy atmış, delikanlı olmuş. Fakat yıllar annesinin gücünü azaltıyormuş gitgide. Artık eskisi gibi bahçeye gidip çalışamıyormuş. Saçlarına aklar düşmüş. Dizlerinde derman kalmamış. Delikanlı da zaten onun yorulmasını hiç istemiyormuş. Bahçenin ekimini tek başına yapmaya başlamış. Dağa da çıkıyormuş arada bir, odun kesmek için. Bu odunları eve getirir, soğuk günlerden onlarla ısınırlarmış. Artan odunları da şehirde satarlar üç-beş kuruş kazanırlarmış. Delikanlının annesi artık iyice yaşlanmış. Güzel mi güzel, şirin mi şirin bir nine olmuş. Tatlı dilli, hoşsohbet bir ninecik… Komşuları onu pek severlermiş. Üzülmesine hiç dayanamazlarmış. Delikanlı da istemezmiş tabiî annesinin üzülmesini. Ninecik yemek pişiremiyor, evi temizleyemiyormuş artık. Devamlı yalvarıyormuş: - Bir tek oğlum var. Onun mutlu olmasını isterim. Ne olur, onun gibi iyi bir gelin ver bana. Bu evin neşesi eksilmesin. Güzel ninecik böyle düşünmeye devam ederken birgün oğlunu yanı başına çağırmış. Düşüncesini söylemiş ona: Ey oğul, ben hiçbir iş yapamaz oldum. İhtiyaçlarımızı karşılayamayacak kadar yaşlandım. İsterim ki bir gelin gelsin, evimize çeki-düzen versin. Sen ne dersin oğul? Delikanlı annesinin söylediklerini bir gün düşünmüş, iki gün düşünmüş… Sonun da onun da bakıma ihtiyacı olduğuna karar vermiş. Sonra da; - Anneciğim sen nasıl istersen öyle olsun, demiş. Böylece iyi kalpli, tatlı dilli, güler yüzlü bir gelin adayı aramaya başlamışlar. Ninecik hanım hanımcık olsun istiyormuş. Çok geçmeden evin içinde üçüncü bir kişi gezinir olmuş bile. Delikanlıyı evlendirmişler. Gelin hanım da artık o evin bir parçası olmuş çıkmış. Önce öyle güzel geçiyormuş ki günleri. Gülüyor, eğleniyorlarmış hep beraber. Sabah, oğul ile gelin bahçeye çeki-düzen veriyorlarmış. Sonra delikanlı odun kesmeye dağa gidiyormuş. Annesi ile eşi kendisini beklediklerinden işini bitirir bitirmez evin yolunu tutuyormuş. Ne zaman güneş kızarmaya başlasa, her şeyini toplayıp düşüyormuş yollara. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Mevsimler bir bir değişmiş. O eski güzel günler yavaş yavaş kaybolmaya başlamış. Artık bağrışmalar dökülüyormuş evin pencerelerinden dışarıya. Zavallı ninecik bu tartışmalara engel olabilecek hiçbir şey yapamıyormuş. Çünkü tartışmanın sebebi kendisiymiş. Gelin, sabah-akşam söylenir olmuş: - Annene bakmak zorunda değiliz. Onu bu evden götür. Gitsin yanımızdan. Mutluluğumuza engel oluyor. İstemiyorum onu. Delikanlı sabırla; - Nereye gidecek? Onun benden başka kimsesi yok ki, diyormuş. Hem neden gitsin? O, bizim annemiz. O, bizim en sevdiğimiz olmalı bu dünyada. Bir köşede oturmaktan başka hiçbir şey yapmıyor. Neden onu istemiyorsun? Önüne yemek koymasan, günlerce aç kalabilir. Senden bir lokma istemez. Hiç şikayet etmez. Nedir ondan alıp-veremediğin. Zaten yapabilecek gücü olsa ne senden bekler yardım, ne de benden. Ama bütün bu sözlere rağmen gelin hanım, ısrarla ninenin gitmesini istiyormuş. Delikanlı bir gece annesinin yanına varmış. Bir bir söylemiş her şeyi: - Anneciğim, beni affet. Karım senin bu evden gitmeni istiyor. Benim de artık ona gücüm yetmiyor. Ninecik kısık bir sesle; - Biliyorum evladım, demiş. Her şey den haberim var. Sen hiç üzülme. Beni buradan çoook uzaklara götür ve bırak. Ben başımın çaresine bakarım. Beni bir koruyan çıkar. Delikanlı çok sevdiği annesinden ayrılmayı hiç istemiyormuş, fakat karısının sözlerini duymaktan da bıkmış. Bu yüzden bir gün sabahın aydınlığı ortaya çıkmadan, horozlar yeni yeni uyanıyorken annesinin koluna girmiş ve birlikte ağır ağır yürümeye başlamışlar. Evden belki on, belki yirmi kilometre, belki de daha fazla uzaklaşmışlar. Bir vadiye gelmişler. Akşam olmak üzereymiş. Delikanlı annesine; - Anneciğim, seni getirebileceğim tek yer burası, demiş. Beni affet. Ninecik yüzünde minik bir tebessümle oğlunu uğurlamış: - Güle güle evladım. Dertler sizden uzak olsun. Hep mutlu olun inşallah. Hadi yolun açık, yüreğin ferah olsun. Delikanlı, annesini akşam vakti o vadide bırakmış evine dönmüş. Günler geçmiş üzerinden. Fakat içi bir türlü rahat etmiyormuş. Aklına kötü kötü şeyler geliyormuş, uykularından korkuyla uyanıyormuş: - Kim bilir orada ne büyük kurtlar, vahşi hayvanlar vardır. Annemi belki de paramparça etmişlerdir. Karısına da söyleniyormuş: - Yarın annemi bıraktığım yere gittiğimde, onu bulamayacağımdan eminim. İstediğin oldu işte. Bunun için mutlusundur. Ama ben annemi kendi ellerimle öldürdüm. Bunu nasıl yapabildim, nasıl senin sözlerinle annemi dağ başına attım! Karısı ise bu sözleri hiiiiç mi hiç umursamıyor, duymazlıktan geliyormuş. Onun bu hâlini gören delikanlı daha bir öfkeleniyor, daha bir kendisine kızıyormuş. Ertesi sabah, delikanlı koşa koşa vadiye gitmiş. Bir yandan da kendi kendine; - Hiç olmazsa annemin kemiklerini toplayıp toprağa gömeyim, diye düşünüyormuş. Fakat delikanlı vadiye vardığında gözlerine inanamamış. O da nesi. Bu vadi sanki o vadi değil. Cennetten bir köşe olup çıkmış. Kurtlar yerine her yanda güzel gözlü ceylanlar geziniyormuş. Annesinin çevresinde dolaşıyorlar, onun dizlerinde uyuyorlarmış. Delikanlı heyecanla annesinin yanına koşmuş: - Anne! Anne, şükürler olsun ki yaşıyorsun. Hâlâ buradasın! Güzel ninecik güler yüzle karşılamış oğlunu. Sevgiyle kucaklaşmışlar. Delikanlı merakla sormuş olanları. Ninecik de anlatmış: - Sen gittikten sonra bol bol dua ettim. Sonra bu güzel hayvanlar geldi buraya. Beni hiç yalnız bırakmadılar. Bana yiyecek getiriyorlar. Var git yoluna oğul, ben burada rahatım. Merak da etme. Delikanlı, annesi her ağzını açtığında daha çok hayrete düşüyormuş. Çünkü annesi konuşurken ağzından çil çil altın saçılıyormuş yerlere. Güzel yüzünde güller açmış sanki. Her taraf mis gibi kokuyormuş. Gözlerine inanamamış. Biraz daha oturmuş annesinin yanında. Sonra düşünceli düşünceli yola koyulmuş. İçi rahat, sevinçle dönmüş evine. Haberi karısına vermek için sabırsızlanıyormuş. Nihayet karısı bütün olanları öğrenince çıldırmış: - Ne! Olamaz! Çabuk benim de annemi o vadiye götür. Mutlaka o vadinin sihirli güçleri vardır. Benim de annemin ağzından çil çil altın dökülür. Ne çok zengin olacağım, düşünsene. Çabuk ol! Ne duruyorsun daha? Delikanlı annesinin ağzından dökülen altınlara şaşırmaktan vazgeçip karısının bu halini hayretle seyretmeye koyulmuş. Ama diyecek söz bulamamış. Neler olacağını merak ederek karısının annesini de almış o vadiye götürmüş. Vadiye bıraktıktan sonra evine dönmüş. Ertesi sabah sabırsızlıkla karısı onu vadiye göndermiş: - Şu keseleri de yanına al. Altınları doldur içine. Hiç oyalanmadan geri gel. Altınlarıma bir ân önce kavuşmak istiyorum. Kim bilir ne kadar çok olmuşlardır. Köşklerde yaşayacağım artık. Muhteşem bir şey bu. Hizmetçilerim olacak. Şu evin içinde yaşlanıp gitmekten kurtulacağım. Zengin olacağım, zengin! Karısı böyle hayâl kura dursun, delikanlı vadiye doğru yola çıkmış. Fakat vadiye vardığında gördükleri onu çok korkutmuş. Vadi, o vadi değil sanki. Ceylanlar gitmiş yerine dev kurtlar gelmiş. Üzgün bir şekilde eve dönmüş delikanlı. Karısına bütün gördüklerini anlatmış: - Annen ölmüş. Kurtlar onu paramparça etmiş. Bulduğum parçaları toprağa gömdüm. Annemi görmedim. Orada değildi. Ceylanlar onu alıp kim bilir nereye götürdü. Karısı hiçbir şey söyleyememiş. Susmuş… susmuş… günlerce, aylarca tek kelime etmemiş. Ve bir daha da hiiiç konuşmamış |
|
06 Mart 2009, 01:48 | #36 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Maymun Peri Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel ülkelerden birinde, bir padişah yaşarmış üç erkek evladıyla birlikte. Evlatları büyümüş, yakışıklı birer delikanlı olmuş yıllar geçince. Derken, padişah oğullarının mürüvvetini görmek istemiş: “-Hadi evlatlar, buyurun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde. “-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle. Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara: “-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın kızını alacağım” demiş. Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgarı esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii. İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş , vezirin evinin avlusuna düşmüş.Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş.Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş. Derken sıra ortanca oğlana gelmiş.Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de dillerde yankılanmış. Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki.Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş. Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş. Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında, gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış: “-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış: “-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacağız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış: “-Babana, istediğin adamlarını al ve filan dağa git de” demiş. Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş.Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış. “-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.” Gerçekten de çok geçmemiş, padişah oğullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında: “-Şimdi ne yapacağız, babam çağırıyor” demiş. Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça soğukkanlı, kocasının , misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bağırmasını istemiş. Küçük oğlan, denileni yapmış; “-Gülnaar” diye bağırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri: “-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş: “Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş. Saraya gitmişler, Padişahçın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yiyip içip eğlenmişler. Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara. |
|
06 Mart 2009, 01:50 | #37 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | köTü kaLpLi büyüCü Eskiden ülkelerden birinde yoksul bir adam yaşarmış. Fakat bu yoksul adamın karısı ay ışığı kadar güzelmiş. Birbirlerini çok severler, mutluluk içinde yaşarlarmış. Ama hiçbir kederin gölgelemediği bu mutluluk fazla uzun sürmemiş. Günün birinde o yörenin en kötü kalpli büyücüsü genç kadını görmüş ve görür görmez de aşık olmuş. “Ne olursa olsun ben bu kadına sahip olmalıyım!” diye de karar vermiş. Planını uygulamak için de kocasının kılığına girmiş. Büyücü olduğu için bu iş hiç de zor olmamış. Tıpatıp benziyormuş yoksul kocaya. Evlerine gitmiş. “Defol buradan bu benim evim!” diye bağırmış büyücü. Asıl koca çok şaşırmış karşısında aynen kendisine benzeyen birini görünce. Sevgili karısı ise ne yapacağını, kime hak vereceğini bilememiş. Çünkü iki adam da aynıymış! İki koca adayı kavga etmeye başlamışlar. Kadın bir birine, bir diğerine yardım ediyormuş. Sonunda köyün bilgesinin önüne çıkarmışlar onları, ikisi de kadının asıl kocasının kendisi olduğunu iddia ediyor diğerini sahtekarlıkla suçluyormuş. Ak sakallı bilge biraz düşünmüş: “Bir deneme yapmamız lazım. Sonra karar vereceğim. Şu sandığı görüyor musunuz? İkiniz de sırayla bu sandığı şu dağa çıkarıp, geri getireceksiniz.” Sandığın içinde bilgenin adamı varmış. Önce asıl koca sırtlamış sandığı. Yokuşta nefes nefese kalmış, kendi kendine konuşmaya başlamış: “Allahım! Nereden çıktı bu bela başımıza! Ama olsun gerekirse bu sandığı yedi kere bu dağa çıkarırım. Yeter ki, karımı kaybetmeyeyim!” Ardından büyücü sandığı yüklenmiş. Yokuşta o da konuşmaya başlamış: “Bu sandık da ne kadar ağırmış! Ama olsun. O kadını elde etmek için daha ağırını bile taşırım.” Bilgenin sandıkta saklı adamı dönüşte her şeyi anlatmış. Bunun üzerine bilge bir büyücüyle karşı karşıya olduklarını hemen anlamış, şöyle demiş: “Kim şeker kamışının içinden geçebilirse, bu kadının asıl kocası odur.” Gerçek koca saçını başını yolmaya başlamış. Tabii zavallı, kamışın içinden geçemeyeceğini biliyormuş. Öteki ise, “nihayet kadın benim karım olacak” diye sevinip, kamışın içine girivermiş. Ama daha kamışın içindeyken bilge kamışın iki uçunu balçıkla kapatmış ve büyücüyü kamışın içine hapsetmiş! Bütün ülke kötü bir büyücüden kurtulmuş. Birbirlerini çok seven karı koca da mutluluk içinde yaşamaya devam etmişler. |
|
06 Mart 2009, 01:53 | #38 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Son kurbaĞa Bir zamanlar bir tek leylek kalmış Afrika düzlüklerinde. Tek başına bir köyde yaşarmış. Kimi kimsesi, eşi dostu, hısım akrabası yokmuş. Kurbağa yakalar, onunla beslenirmiş. Kurbağaları severmiş sevmesine, ama o kadar çok avlarmış ki, sonunda nehirlerde hiç kurbağa kalmamış. Nehir kurbağaları bitince, göllere dadanmış. Oralardaki kurbağalar da tükenmiş. Ama son kurbağa kendine bir çukur kazıp saklanmayı başarmış. Yine bir gün leylek kurbağa peşinde dolaşmış. Bütün çevreyi kolaçan etmiş, ama kurbağaya rastlamamış. Akşam evine döndükten sonra çalı çırpı toplayıp ateş yakmak istemiş. Uzaklardan kurbağa da dumanı görmüş, hava da iyice soğuduğundan gidip ateşin yanında ısınmaya niyetlenmiş. “Belki bir parça köz alır, ben de kendime ateş yakarım” diye düşünmüş. Leyleğin evine gelmiş kurbağa ve kapıyı çalmış. “Bana biraz ateş verir misin?” “Kim o?” diye bağırmış leylek içeriden. Kurbağa birden gerçek adını söylemeye korkmuş: “İyiliksever Ana’yım ben.” Leylek odadan saygıyla yanıtlamış: “İyiliksever Ana, kusuruma bakma bugün geç ateş yaktım. Daha otlar alev alamdı. Bütün gün kurbağa peşinde dolaştım ve eve geç döndüm. Çalılar alevlenince sana severek veririm elbet!” Kurbağa buranın leyleğin evi oldğunu anlayınca, korkudan bayılıyormuş az kalsın. Hızla oradan uzaklaşmış. Gerçek kimliğini sakladığını için de dualar etmiş. İşte kurbağaların soyu bu nedenle tükenmemiş. Yoksa leylek son kurbağanın kendi ayaklarıyla evinin kapısına kadar geldiğini fark etseymiş, dünyada kurbağaların soyu da tükenecekmiş. |
|
06 Mart 2009, 01:55 | #39 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | Derisi yüzüLen kurT Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar kendisine kötülük etmiş olan kurnaz tilkiden intikam almak için fırsat kollayan bir kurt varmış. Bir gün kurt ormanlar kralı aslanın hasta olduğunu duymuş. “Saygıdeğer kralım, sizin hasta olduğunuzu duydum, uzak yerden geldim, sırf size çare bulmak için dağları taşları aştım” demiş. Aslan, kurdun bu çabasından çok hoşlanmış: “Söyle bakalım nedir benim derdime çare?” “Sizin topraklarınızda şişman bir tilki yaşar. İşte o tilkinin derisini yüzüp karnınıza sarmanız lazım. Hastalığınıza birebir gelcektir.” Aslan tilkiye haber göndermiş: “Tez elden huzuruma çıkarılsın” diye buyurmuş. Kral emri vermiş vermesine ama, tilkinin de bu durumdan haberi olmuş. Kurnaz tilki zaten aslanın mağarasının altındaki dehlizlerde yaşar,kralın konuşmalarını duyarmış. Kurdun kendine hazırladığı tuzağı duyunca hemen gidip bol bol sarmısak yemiş. Ardından da çamurlara yatmış kalmış, kürkü baştan aşağı keçe gibi çamurlarla kaplanmış. Sonra da kralın huzuruna çıkmış: “Sevgili kulum tilki, gel seni bir kucaklayayım” demiş aslan. “Efendim, ben de size yaklaşmak için can atıyorum, ama bu saygısızlık olacaktır, çünkü fena halde sarmısak kokuyorum. Sonra üstüm başım da çamur içinde.” “Neden böyle çamura battın” diye sormuş aslan kral. “Sormayın efendim. Sizin hasta olduğunuzu duydum. Ve derdinize deva bulmak için bataklıklarda yaşayan bilge baykuşa gittim. Çamurlara bata çıka ona ulaştım ve çareyi buldum!” “Gerçekten mi?” diye sevinmiş aslan. “Evet efendim. Sizin kullarınız arasında kuyruksuz bir kurt varmış. Onun derisi yüzülecek ve sırtınıza konulacakmış. Siz de anında iyileşecekmişsiniz.” Bunun üstüne aslan derhal kurdu çağırtmış. Kurt tilkinin yüzülen derisini göreceğini sandığından güle oynaya kralın yanına çıkmış. Onu kim mi bekliyormuş? Sandığınız gibi tilki derisi değil, aslanın muhafızları! Zavallı kurt derisini kaybetmiş. Kendi kazdığı kuyuya kendi düşmüş. |
|
06 Mart 2009, 01:56 | #40 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0) | yaLanCı Kedi Bir zamanlar Sripur diye bir kentte Sudaryan adında bir kral varmış. Aynı kentte Saharadatta adında bir tüccar da yaşarmış. Bir gün tüccarın deposundaki yağ kavanozlarından biri açık kalmış. Evin kedisi de bu firsatı kaçırmadan kafasını şişeye sokuvermiş. Kafasını kavanoza sokmuş sokmasına ama bir daha da çıkaramamış. Telaşa kapılan kedinin çıkardığı gürültüyü ve yakaran miyavlamaları duyan dükkan sahipleri kediyi kurtarmaya çalışmış, ama gayretleri nafileymiş. Kavanoz kedinin kafasından çıkmıyormuş. Sonunda kediyi kurtarmak için kavanozu kırmaya karar vermişler. Ama kavanozun ağzı kedinin boyununda bir bilezik gibi kalmış. Kavanozdan kurtulan kedi tarlalara doğru koşmaya başlamış. Kendilerine doğru koşan kediyi gören fareler kaçışmaya başlamış. Kedi onlara şöyle seslenmiş: “Benden kaçmayın! Ben size zarar vermem! Size dokunmayacağıma dair ant içtim. Bakın boynuma da bu yeminin simgesi olarak bilezik taktım. Yakınıma gelin size anlatayım.” Kediye inanan tarla fareleri kedinin etrafinda toplanmış. 0 da farelere neden onlara dokunmayacağı, neden yemin ettiği üzerine bir sürü yalan uydurmuş. Sonra da fareler artık yuvalanna dönerken kaşla göz arasında en arkadakini yakalayıvermiş. Kedinin oyunu böyIe sürmüş gitmiş. Her gün farelere ahlaklı konuşmalar yapmış, farelerin inancını geliştirmiş, ama ardından kimseye fark ettirmeden onlardan birini midesine indirmiş. Fare halkı araında iki bilge fare de varmış: Udno’yla Maniko. Her ikisi de çok sevilir ve sayılırmış. Hatta bir sene önce fare halkının neredeyse yok olacağı o kıtlık günlerinde Udno ve Maniko’nun yıllardır biriktirdiği bugday taneleriyle kurtulmuşlarmış. Bir gün fareler Udno’yu aralannda göremeyince merak etmişler. Udno ertesi gün de ortaya çıkmamış. Tahmin ettiğiniz gibi kediye kurban gitmiş, ama fareler daha bunu bilmiyormuş. Üçüncü gün de Udno ortaya çıkmayınca fareler kendi aralannda sayım yapmış. Bir de ne görsünler: Aralannda yüz fare eksikmiş. Tabii bu işin hınzır kedinin eseri olduğunu hemen anlamışlar. Bir daha da kedinin yanına yaklaşmamışlar. İşte hayatı boyunca farelere yardımcı olan bilge Udno’nun olümü de fare halkının yaranna olmuş. |
|
Etiketler |
masallar |
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
MASALLAR DİYARI | Sarya | Okul Öncesi Parmak Oyunları | 0 | 10 Mart 2021 09:59 |
Masallar ve Aşk | Amelia | Aşk ve Sevgi Köşesi | 0 | 02 Eylül 2014 22:29 |
Tehlikeli Masallar | Kalemzede | Genel Paylaşım | 3 | 05 Mart 2012 01:02 |
Masallar Diyarı'm | Kacak | Amatör Şairler | 3 | 12 Ekim 2011 10:15 |
Masallar:) | Erva | Fotoğraf Kulübü | 7 | 20 Temmuz 2005 01:42 |