Konu: Tekvir
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Temmuz 2009, 17:18   #2
Çevrimdışı
Spammer
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Tekvir




16. Cereyan kökünden türetilmiş olan "câriye"nin çoğulu, akanlar demek olup "el-Hunnes"in sıfatı veya ondan bedeldir. "Yuvasına girenler" Bu kelime, "kânis" kelimesinin çoğuludur. Kânis, süpürmek mânâsına kens'ten türemiş olması durumunda süpüren; künûs mastarından türemiş olmasına göre de kinas (kümes)a giren demektir. Kinâs, ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yatağına, yuvasına denir ki, kumu toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle denmiştir. Çokları bu "cevâri"nin gezegenler, özellikle "beş yıldız" adı verilen Zühal, Müşteri, Merih, Zühre ve Utarid gezegenleri olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar güneş ile beraber akıp gider, sonra geri dönmüş görünür, sonra da güneşin ışığında gizlenirler. Görme itibariyle geri dönüşleri hunûs; güneşin ışığında gizlenişleri künûs'tur, demişlerdir ki eski yıldız falcıları bu beş yıldıza "hamse-i mütehayyire" yani "beş gezegen" adını vermişlerdi. Birçokları da genel olarak bunların yıldızlar olduğunu nakletmişlerdir. Bunun şu şekilde izahı yapılmıştır: Çünkü yıldızlar gündüzleyin siner, gözlerden kaybolurlar. Geceleyin de künûs eder, yani yataklarındaki ceylanlar gibi ortaya çıkar, doğarlar. Fakat künûs'un böyle yalnız ortaya çıkmak, görünmek şeklinde tefsir edilmesinde bir kapalılık vardır. Onun için daha doğru olmak üzere şöyle denilmiştir: Çünkü yıldızlar, gündüzleyin ufuk üstünde oldukları halde bile gözlerden gizlenirler. Bu sinmelerine hunûs denilir. Doğduktan sonra da batarak ceylanların yuvalarına girdikleri gibi, ufkun altına girerler. Buna da künûs denilir. âyetinin bu şekilde genel mânâda yıldızlar diye tefsiri Hasen ve Katâ'de'den rivayet edildiği gibi Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Bununla beraber "beş gezegen" şeklinde tefsir edilmesinin de Hz. Ali'den rivayet edildiği söylenmiştir. İkisinde de "kens" ile nitelenmesi, sığır ve geyik gibi ceylanlara benzetme yoluyla istiâre demektir. Çünkü "hans" gibi, künûs ve kinâs da vahşi sığır ve ceylanlar hakkında kullanılan sıfatlardandır. Bundan dolayı İbnü Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Dahhâk'ten, zıba yani geyik; İbnü Mesud'dan ise vahşi sığır demek olduğu da rivayet edilmiştir. İbnü Cerir'in bir rivayetine göre İbrahim ile Mücahid bu âyetini müzakere etmişler. İbrahim Mücahid'e: "bunun hakkında işittiğini söyle" demiş. Mücahid: "Biz bir şey işitiyorduk. Bazı insanlar da bunlar yıldızlardır diyorlar." demiş; İbrahim de (Nehaî olacak): "Onlar bunu Hz. Ali diye ona yalan isnat ediyorlar." demiş.
Fakat geyik ve vahşi sığır gibi ceylan kısmından burada bir mecaz ve istiâre düşünülmediği takdirde, bu âyetlerden önce ve sonra zikredilenlere göre bunlara yemin edilmesinde açıkça bir münasebet görülmez. Bu olsa olsa onların yırtıcı hayvanlardan kaçmaları halinde develerin ve vahşi hayvanların toplanması manzarasına bir işaret olabilir.
Gezegenlerin güneşle irtibatlarına göre gidiş ve hareketlerindeki farklılığı düşünmede bir mânâ varsa da, bu gezegenlerin sadece beş tane olduğunu söylemede açık bir mânâ yoktur. Genel olarak yıldızlara yemin etmede ise, âlemde yer işgal eden bütün kütlelerin "Herbiri belli bir vakte kadar yürür gider." (Ra'd, 13/2) âyetinin ifade ettiği mânâya göre belli bir zamana doğru akıp gittiğini haber vererek sûrenin başında söz edilen sona doğru gitmekte bulunduklarını hatırlatmak için önce mekanla ilgili şeylere, ikinci olarak da gece ve sabah ile zamanının akışına yemin edilmiş olmakta açık bir münasebet vardır.
Bununla beraber İbnü Cerir rivayetleri naklettikten sonra hiçbirinin doğrusu şudur diye belirlenmeyip genelliği üzere bırakılmasının daha iyi olacağı görüşüne varmış ve şöyle demiştir: Yüce Allah, bazan hunûs eden yani kaybolan ve bazan akıp giden sonra da yerlerine dönen birtakım şeylere yemin etmiştir. Kinâs, meknis ve mekânis, Arap dilinde vahşi sığır ve geyiklerin girdikleri yerlere denir. Bununla beraber yıldızların bulundukları yerlere istiâre olunması da reddedilebilecek bir şey değildir. Âyette sadece bunlardan biri olduğunu gösteren bir delil bulunmadığından bu sıfatları taşıyanların hepsine genelleştirilmesi daha doğru olur. Fakat bu durumda genelleme yapmak, genel mecaz olmuş olur. Oysa hakiki mânâyı vermek mümkün olur, mecaz olduğunu gösteren bir karine de (ipucu da) bulunmazsa genelleme yapmak nasıl doğru olur? Genelleme yapmanın doğru olduğunu söyleyebilmek için de mecazı gösteren bir karine bulunduğunu itiraf etmek gerekir ki o da söylediğimiz gibi yıldızların kaybolmak ve yerlerine girmek ile akıp gidişlerinin âyetlerin akışına uygun olmasıdır. Bu karine ile rivayetleri toplayıcı olmak üzere genel mecazın daha iyi olduğuna hükmedilebilir. Genel mecaz olarak mânânın özeti, "kaybolmak, akıp gitmek ve yerlerine geri dönmek şeklinde ifade edilebilen vasıflarla hakikat veya mecaz olarak nitelenebilen şeyler" demek olur. Bu ise gaybta sinen ve sonra şu gördüğünüz âlemde hareket edip de yine gayb âleminde karar kılacağı yere varıp gözlerden gizlenen her şeyi kapsar ki bu da âlemin sonradan yaratılması ve yok olması ile "Bütün işler Allah'a döndürülür." (Bakara, 2/210; Âl-i İmran, 3/109; Enfal, 8/44; Hacc, 22/76; Fâtır, 35/4; Hadid, 57/5) mânâsı üzere başlangıç ve sona bir delil olur. Bunu düşündürmek için özellikle ahuların vasıflarının düşünme âleti olarak alınmış olmasında da hayvanî ve insani hayat bakımından düşünülecek incelikler vardır.
Bu rivayetlerde görülüyor ki "el-Künnes" vasfı hep kinasa girmek yani ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yataklarına girmesi demek olan "künüs"tan olmak üzere düşünülmüş ve kelimenin aslı olan kens, yani süpürmek mânâsına hiç işaret olunmamıştır. Oysa bu kelimenin, asıl maddesine göre daha kapsamlı olmak üzere bu mânâya da ihtimali vardır. Bu durumda "kens"in müteaddi (geçişli) olan bu mânâsıyla hunûs'un geçişsiz olan iki mânâsından her birine göre şu meâlleri ifade eder.
Birincisi: "Yemin ederim o gayb âleminde gizlenenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur ki, in "hunnes" kelimesinin sıfatı olarak bunda fesat âlemi olan dünyada temizlik yapma işini yerine getirmekle görevlendirilmiş olan meleklere yemin edilmiş olur.
İkincisi, "Yemin ederim o sinip sinip dönenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur ki, bunda da "hunnes", dünyaya gelip gidenlere; "el-cevâri'l-künnes" de ondan bedel olarak onları alıp alıp ahirete götüren meleklere işaret olmuş olur. Başvurduğum tefsirlerde meleklere işaret olmasına dair bir nakil görmedim. Ancak "Kâmus"da: "Etrafında melekler dahi" denildiği yazılmıştır. Nazmın da buna ihtimali vardır. Şu halde İbnü Cerir'in dediği gibi, mecazın genelliği daha iyi olunca, "hakiki veya mecazî mânâ ile kendisine "kaybolan, akıp giden ve yerine dönen" denilebilen şeyler" sözünün ifade ettiği gibi bütün bu mânâların düşünülmesi daha iyi olur.
Bu geniş açıklamalardan şunu anlamış oluyoruz ki, iş bu yemininde âlemdeki değişiklik ve halden hale geçişleri anlatmak üzere "Ve'l-Mürselâti" ve "Ve'n-Nâziâti" sûrelerinin başındaki yeminleri de kısaca ifade eden bir kapsam vardır. Nitekim şu yeminlerde de zamanın uğradığı değişiklikler hatırlatılmak suretiyle açık bir korkutma ve müjde görülmektedir.
17. Yöneldiği an geceye yemin ederim.
AS'ASE, zıt anlamlı kelimelerden olmak üzere hem gelmek, hem de gitmek mânâlarına gelmesi nedeniyle, burada bazıları bunu gelmek, çokları da gitmek mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Bunda bir korkutma mânâsı vardır. Gecenin gitme vakti de, yok olmaya yüz tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatleridir ki sabahın müjdecisidir. Çoğunluk bu mânâyı tercih etmiştir. Buhârî de bu mânâyı, rivayet ederek, "As'ase, gitti mânâsınadır." demiştir ki bu, Müddessir Sûresi'ndeki "Gittiği an geceye andolsun." (Müddessir, 74/33) gibi olur. Meâlde "yöneldiği an" demekle de bu iki mânâya işaret ettiğimizi zannediyoruz.
18. Teneffüs ettiği an sabaha yemin ederim. Sabahın teneffüsü de, "açtığı zaman." (Müddessir, 74/34) âyetinde belirtildiği gibi açılmağa başladığı sıradır ki tatlı tatlı esen sabah rüzgarının hoşluğuna da işaret eder. Bunun gece sıkıntısını yok eden bir müjde ifade ettiğinde ise kuşku yoktur. Bu şekilde bu yeminlerde Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve müslümanlara "Kuşkusuz ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır." (Duha, 93/4) âyetinin mânâsı üzere iyi bir son vaad ve müjde edilmektedir. Bu, dünya onlar için sabaha yönelmiş bir gece ve herkesin ne hazırlamış olduğunu bileceği o kıyamet vakti böyle gelmekte olan bir sabah demek olduğunu müjdelemektedir.
19. Bütün bunlara yemin olsun ki O, (yani olacak dehşetli olayları haber veren bu Kur'ân kuşkusuz bir değerli elçinin, yani yüce Allah katında ikrama layık, saygın bir elçinin getirdiği kelâmdır. Hâkka Sûresi'nde de anlatıldığı üzere burada bu değerli elçiden maksat, Kur'ân'ı Hz. Peygamber (s.a.v)'e getiren Ruh-i Emin Cebrail (a.s)'dir. "Kuşkusuz onu Allah'ın izniyle senin kalbine o indirdi."(Bakara, 2/97)
20. Pek kuvvetli, yüklendiği elçilik görevini, aldığı emri yerine getirmede güçsüz değil; karşı konulmaz, kuşku götürmez büyük bir kuvveti var, güçlü bir elçi. Öyle ki, "Çok çetin kuvvetlere sahip, güçlü."(Necm, 53/5-6) (Necm Sûresine bkz.)
Arş'ın sahibi olan ve onu gönderen yüce Allah'ın katında çok itibarlı, yani büyük bir şeref ve itibarı var.
21. Öyle ki orada sözü dinlenen, yüce Allah'ın huzurunda Allah'a yakın melekler ona itaat eder, emrini dinlerler. Ondan emir alır ve ona baş vururlar. Güvenilir, her yönüyle kendisine güvenilebilir, vahyi iletmekte ve elçilikte son derece emin, "Benim güvenilirliğim şu: Bana bir şey emredilsin de ben o emrin dışına çıkayım, böyle bir şey olmaz." diye kendisinden rivayet olunduğu üzere, aldığı emirde asla sınırı aşmaz, görevini gereği gibi yerine getirir. Getirmiş olduğu vahiyle kusuru, hatası, hainliği düşünülemez.
22. Sizin arkadaşınız sohbetinde bulunduğunuz arkadaşınız, yani Hz. Peygamber (s.a.v) deli değil. Necm Sûresi'nin başındaki "Arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da."(Necm, 53/2) âyetinde olduğu gibi, burada da Resulullah (s.a.v)'ın kötü sıfatlardan uzak tertemiz olduğu açıklanırken "sizin sohbetinde bulunduğunuz kişi" diye, onun, muhatapların arkadaşı olduğu belirtilerek "sohbet" ünvanıyla nitelenmesinde, Yunus Sûresi'nde geçen "Bilirsiniz ki ben sizin aranızda bundan evvel yıllarca kaldım. Siz hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?"(Yunus, 10/16) mânâsı üzerine ince bir taşlama vardır. Yani, ey o Kur'ân'a ve peygamberlik haberlerine inanmamak için Peygamber'e cin çarpmış diye iftira etmek isteyenler!
O Peygamber (s.a.v) sizin arkadaşınızdır. Siz yıllarca onun sohbetinde bulundunuz. Aklının, ahlâkının yüksekliğini denediniz. Görüş ve fikrine baş vurdunuz, konuştunuz. Bilirsiniz ki o deli ve mecnun değildir. Akıl ve anlayışı tam, fazilet ve erdemliliği herkesce kabul edilmiş, sizin iyiliğinizi isteyen bir zattır. Dolayısıyla o size bu sözleri bir mecnun gibi söylemiyor, "Hayır, o Hak ile geldi ve bütün Peygamberleri tasdik etti."(Sâffat, 37/37) kriterince Allah'ın gönderdiği o değerli elçiyi tasdik ederek hakkı söylüyor.
23. Vallahi o arkadaşınız, Muhammed onu, (yani o Arş'ın sahibinin yanında bulunan, son derece güvenilir, emrine uyulur, onurlu, kuvvetli ve değerli elçi Cebrail (a.s)'i) gördü, hem nasıl apaçık ufukta.
Açığa çıkaran veya açık ufuk demek olan "ufuk-ı mübin", Necm Sûresi'nde "yüksek ufuk" (Necm, 53/7) denilen ufuktur ki, gündüzün geldiği, güneşin doğduğu, eşyayı ortaya çıkarıp gösteren Doğu tarafı diye tefsir edilmiştir. Mücahid'den bir rivayette "Ecyâd tarafından apaçık yüksek ufukta" şeklinde gelmiştir. Bir adı da Ciyâd olan Ecyâd, Mekke'nin doğusunda bir dağın veya yerin ismidir. Bir de Mekkeliler için burçların doğduğu yerlerin en yükseği, yengeç burcunun göründüğü en yüksek yer olduğundan, "en yüksek ve apaçık ufuk"tan maksat odur denilmiştir.
Rasulullah (s.a.v)'ın Cebrail'i apaçık ufukta bu görüşü gerçek şekliyle görüşüdür ki Hira'dan sonra olmuştu. Yer ve gök arasında Kürsî üzerinde, yüce Allah'ın yarattığı şekliyle gördü. Altıyüz kanadı vardı diye rivayet edilmiştir.
İbnü Cerir de İbnü Humeyd'in Cerir kanalıyla Ata'dan, Amir'den rivayetinde şöyle der: "Peygamber (s.a.v) Cebrail'i kendi suretinde bir kere görmüştü. Diğerlerinde Dihye denilen bir zatın suretinde gelirdi. Kendi suretinde gördüğü gün ise, gelmiş bütün ufku kaplamıştı. Üzerinde inci takılı yeşil bir sündüs vardı. "Andolsun O, Cebrail'i açık ufukta gördü." ilâhî sözü budur." Fakat Necm Sûresi'nde "Andolsun ki onu bir kere de inişte gördü. Sidre-i Münteha'nın yanında." (Necm, 53/13-14) diye açıkça belirtildiği üzere Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail'i hakiki şekliyle Sidre-i Münteha'nın yanında bir kere daha görmüş olduğu da kesindir. Nitekim Taberânî ve İbnü Merduye'nin tahric ettikleri gibi İbnü Abbas'tan buradaki görmenin Sidre-i Münteha'nın yanındaki görme olduğu da rivayet edilmiştir.
Bu durumda "ufuk-ı mübin" yani "apaçık ufuk," Sidre-i Münteha demek olur. Oysa Sidre-i Münteha'daki görme "en yüksek ufukta görünme"(Necm, 53/6-7) nin dışında, iniş sırasında vuku bulan bir görme olduğu Necm Sûresi'nde belirtildiği için bu sûrede geçen "ufuk-ı mübin"in, Necm Sûresi'nde geçen "ufuk-ı â'lâ"dan başka olması gerekir.
Şu halde burada anlatılan görme, iki görmenin ikisini de kapsamak ve iki rivayeti de birleştirici olmak üzere "ufuk-ı mübin"i "ufuk-ı a'la" ve "Sidre-i Münteha" dan daha genel düşünmek daha uygun olacaktır. Allah bilir ya, İbnü Abbas'ın maksadı da bu olsa gerektir. Bu hususta Necm Sûresi daha ayrıntılı bilgi verdiğinden, inişi gerek önce olsun, gerek sonra olsun, buradaki görmenin ona göre tefsir edilmesi gerekir. Yani Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail (a.s)'i hakiki yaratılışı şekliyle iki kere görmüş olduğu kesindir.
24. Ve O, yani arkadaşınız gayp üzerine, yani kendisine öyle vahy geldiğine ve gayp ile ilgili diğer işlere dair vermiş olduğu haberler gibi sizin duygu ve deneme sahanıza girmeyen gaybe ait hususlarda cimri de değildir.
DANİN, Cimrilik demek olan "dann" kelimesinden türetilmiş "faîl" kalıbında bir kelimedir. Cimrilik ve kıskançlık yapan mânâsına gelebileceği gibi, kıskanılan kişi mânâsına da gelebilir. Yani o sizin görebildiğiniz şeyler hususunda cimri olmadığı gibi gayb ile ilgili hususlarda da kıskanç değildir. Almış olduğu vahyi duyurmada ve sizin gözlem ve ilminizin dışında kalan bilmediğiniz şeyleri haber verip bildirmede cimrilik etmez. Gayb bilgiçliği taslayan, gayb satıcılığı yapan kâhinler veya bildiğini ücretsiz belletmeyen kimseler gibi ücret alma sevdasıyla kıskançlık yapmaz. Dolayısıyla onun hakkında menfaat elde etmek gibi bir maksat ve suçlama da söz konusu olamaz.
"Danin" kelimesi "madûn" yani kıskanılan kişi mânâsına olduğuna göre de âyet şöyle demek olur: "Sizin gözlem sahanıza giren durumlarda akıllı ve erdemli olduğunu bildiğiniz O Muhammed (s.a.v) gaybe karşı kıskanılacak bir kimse değildir. Onun gaybten haber vermesi, vahy alması, sizin bilmediğiniz şeyleri bilmesi çok görülmez. Onu o yüksek tabiat ve ahlâkta yaratan yüce Allah'ın, gayb ilminden onu vahy ve Peygamberlikle şereflendirmesi de kendisine kıskanılacak, çok görülecek bir şey değildir, "İnsanlar için, içlerinden bir adama "insanları uyar" diye vahyedişimiz şaşılacak bir şey mi oldu ki?"(Yunus, 10/2).
Bazı kırâetlerde yeri ile "zanîn" okunur. Bu da iki mânâ ile tefsir olunmuştur:
Birincisi, töhmet mânâsına zınne'den olup, "O, gayb üzerine zanlı, töhmetli değildir, emin ve güvenilir birisidir." demek olur. Ki bu, birinci mânâ ile aynı gibidir.
İkincisi, suyu az olan kuyuya denilmesinde olduğu gibi zayıflık ve azlık mânâsından olarak, "O, nefsinde kuvveti zayıf, hafızası çürük, kuruntu ve zan ile söyleyen, heva ve hevesine kapılan bir kimse de değildir." demek olur. Yani vahyi alma ve yerine ulaştırma hususunda hiçbir zayıflığı yoktur. Onun aldığı vahyi normal insanların kuruntu ve zan karışan ve ilim sebeplerinden olmayan ilham ve kalbe doğuşları gibi zayıf zannetmemek gerekir. O kuvvetli, güvenilir ve saygın elçiden tam bir gözlem üzere aldığı bildirileri tam bir kuvvetle alıp koru***** hiçbir harfini kaybetmeksizin kesin ve kuşkusuz bir şekilde alır ve yerine ulaştırır. İşte O Kur'ân bu arkadaşınızın apaçık ufukta gördüğü öyle güvenilir, emrine uyulur ve Arş'ın sahibi yanında şerefli, son derece kuvvetli, saygın bir elçiden böyle kuvvet ve emniyetle alıp yerine ulaştırdığı bir kelâmdır ki bunu o Arş'ın sahibi yüce Allah'ın göndermiş olduğunda hiç kuşku yoktur.
25. O Kur'ân, kovulan bir Şeytan'ın, (yani ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış, taşlanacak bir Şeytan'ın) sözü değildir. O arkadaşınıza görünen elçi, kâhinlere görünenler gibi, büyük ve ileri gelen meleklerin toplandığı yerden kulak hırsızlığı edip de "Her taraftan kovulup atılırlar, uzaklaştırılırlar."(Sâffat, 37/8-9) ölçüsüne göre her taraftan taşlanan aldatıcı şeytanlardan değil, saygıdeğer ve itaat olunması gereken güvenilir bir melek, bir Allah elçisi olduğu sözü geçen niteliklerden bilindiği gibi, onu gören ve size haber veren arkadaşınız da Şeytan'dan ve şeytanlıktan uzaktır. Bunu arkadaşınızın aklı ve ahlâkı üzerindeki tecrübelerinizle bilmeniz, inanmanız gerekir. Ahiretin dehşet ve sorumluluğunu ve o vakit "her nefis ne hazırlayıp getirmişse onu bilecek" olduğunu ve bu kadar kuvvetli yeminlerle o hakikatlerin gerçekleşeceğini size O Arş'ın sahibi tarafından haber verip duran arkadaşınıza inanmamakta ne büyük tehlikeler bulunduğunu düşünmelisiniz.
26. O halde siz nereye gidiyorsunuz? Bu hakikatlere karşı doğru yolu bırakıp da hangi görüş ve düşüncelere kapılıyorsunuz? Ne büyük sapıklıklara düşüyorsunuz.
27. Haberiniz olsun ki O (Kur'ân), başka değil katıksız, bir zikirdir. Unutulmaması gereken bir öğüttür. Bütün akıllı âlemler için.
28. Fakat gerçek mânâda akıllı olanların kimler olduğu anlatılmak üzere 'den bedel olarak Özellikle içinizden doğru yolda olmak, (hakkı ve doğruyu ara***** doğru gitmek) dileyenler için. Çünkü hatırlatmadan, vaaz ve öğütten yararlanacak olanlar onlardır. Gerçekte akıllı olanlar da onlar demektir.
İşte Kur'ân'ın indirilmesinden ve bu haberleri bildirmekten asıl hikmet ve gaye böyle doğru yolda olmak isteyenlere doğruya giden yolu anlatmaktır. Doğru gitmek istemeyen kimseler ise bu hatırlatmadan hoşlanmaz, ondan istifade etmezler. O zikir onlara etki etmez, gafletlerinden uyandırmaz. Uyandırsa da onlar eğrilikten hoşlandıkları için onu eğip bükerek aksine gitmek ister, daha çok zarar görürler. "Bu, zalimlerin ancak görecekleri zararı artırmış olur"(İsra, 17/82).
Görülüyor ki zikir ve fikir yükümlülüğü, önce buyrularak bütün akıl sahiplerine yöneltildikten sonra özel olarak da doğru yolda gitmek isteyenlerin dilemesine bağlanmıştır. Demek ki yükümlülük ve sorumluluk ihtiyari işlerle ilgilidir. Bunda hidayet de yükümlülerin dilemesine bağlıdır. Hakk'ı arayıp bulmak için her şeyden önce kişinin fikrini hakka ve hayrı kazanmak için azim ve iradesini hayra yöneltmesi farzdır. Fakat bununla beraber şunu da bilmek gerekir ki yükümlünün dilemesinin şart olmasından, bunun başarı için ne yeterli bir şart ne de müstakil bir illet olması gerekmez. Zikir ve öğütten faydalanabilmek kulun doğru yolda gitmeyi dilemesi şartına bağlı olduğundan dolayı insan irade ve dilemesinde tamamen hür ise ve dolayısıyla doğru yolda olmayı dilemek isterse hemen dileyiverir, dilerse hemen doğru yolda oluverirmiş zannetmemelidir. "Her insanın ettiğini kendi boynuna taktık." (İsra, 17/13) âyetinin ifade ettiği mânâya göre her insanın sorumluluğu itibariyle mukadderatı kendi dilemesine bağlanarak kendi boynuna geçirilmiş olmakla, o mukadderatında bütün illet ve sebepler insanın dilemesinden ibaret imiş gibi bütün başarı da insanın kendine verilmiş değildir.
29. Gerçekte insanın doğruya ermeğe muvaffak olabilmesi için dilemesi bir şarttır. Fakat bütün şart ve sebepler ondan ibaret değil, onun da bir şartı vardır. Onun için burada zikirden faydalanma hükmü insanın doğruya ermeği dilemesine bağlanmış olmakla insanlar kendi işlerinde tamamen hakim imişler gibi bir vehim ve zanna kapılmamak ve dileme hususunda da istikamet noktası anlatılmak üzere hal bildiren veya yeni bir cümle başladığını gösteren "vav" ile şöyle buyruluyor: "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz".
Burada hitap, "akıllı âlemler için bir zikirdir" genellemesine göre genel görünmekle beraber "sizden doğru yolda olmak isteyenler" ifadesindeki karine sayesinde bu hitabın özellikle doğru yolda olmak isteyenlere yapılmış olduğunu düşünmek daha kuvvetlidir. Şu halde birisi âyetlerin yakın akışına göre nass olarak âyetin ibaresinden anlaşılan, birisi de âyetlerin uzak akışına göre veya âyetlerin akışını göz önüne almayıp görünen ve işaret yoluyla anlaşılan mânâ olmak üzere derece derece iki mânâ düşünülebildiği gibi, âyetin başında bulunan nın, şimdiki zaman veya gelecek zamanın olumsuzluğunu ifade eden bir edat olabilmesine ve dilemelerin bir kayda bağlı olup olmamalarına, bir de "ancak Allah'ın dilediği" şeklindeki "istisna-i müferra"ın, "ancak Allah'ın dilemesiyle...", bir ihtimale göre de "ancak Allah dilediği vakit.." takdirinde olabileceğine göre metnin kendisinde dahi birkaç izah şekli ihtimali bulunmakla beraber âyetlerin asıl akışı, doğru yolda olmayı dilemek üzerine bir hatırlatma ve öğüt olup diğerleri ikinci derecede kalır.
Dilemek, mutlak mânâda dilemek gibi görünmekle beraber, bu dilemenin, doğru yolda olmayı dilemek olması sözün akışı gereğidir. Yani sözün gelişi bunu göstermektedir. Bu bakıştan evvela bir karine bulunduğu zaman gelecek zamanı olumsuz yapmakta da kullanılırsa da asıl olarak şimdiki zamanı olumsuz yapmakta kullanıldığına göre şu mânâ akla gelebilir: Bununla beraber siz dilemiyorsunuz, doğru yolda olmak istemiyorsunuz. Ancak ilerde Allah'ın dilemesi yani doğru yolda olmanızı dileyip de sizi bunu dilemeye mecbur etmesi hali hariç. Bunda "şimdi dilemiyorsunuz", da "Allah'ın ilerde dilemesi" demek olur. Fakat bu durumda hitap, sadece doğru yolda olmak istemeyenlere yapılmış, yüce Allah'ın dilemesine de "Dilersek gökten üzerlerine bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğilekalır." (Şuara, 26/4) gibi zorlayıcı ve mecbur bırakıcı bir dileme mânâsı verilmiş olur. İnsanı dilemesinde tamamen hür ve fiilinin yaratıcısı saymak isteyen Mutezile bu mânâya sarılmak istemiş ise de bunda doğru yolda olmak isteyenlere bir öğüt verilmemiş, ancak istemeyenlere hitap ile bir korkutma yapılmış oluyor. Bu ise "sizden doğru yolda olmak isteyenler için" şeklinde âyetin akışına uygun düşmez. Buna uygun olan hitap, ya genel veya doğru yolda olmak isteyenlere yöneltilmiş olarak doğru olma hususunda da kulun dilemesinin Allah'ın dilemesiyle beraber olduğunu hatırlatmaktır. Bununla beraber, ey insanlar, veya ey doğru yolda olmayı dileyenler! Siz o doğru yolda olmayı başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz, ancak Allah'ın onu dilemesiyle, yani sizin dilemenizi dilemesi, irade etmenizi irade etmesiyle diliyorsunuz.
O halde doğru yolda olmayı başaranlar başarıyı kendilerinden bilmemeli, bunu Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler.
Yahut, siz hiçbir takdirde o dilemeyi kendi kendinize yapamazsınız, o doğru yolda olmayı dileyemezsiniz. Ancak Allah dilediği, yani sizin dilemenizi istediği takdirde dilersiniz, yaparsınız.
Bu iki mânânın ikisinden de elde edilen netice şu olur: Allah'ın iradesi olmayınca sizin ne iradeniz olur, ne muradınız, ne doğru yolda olmanız, ne de öğüt almanız. Bunların hiçbiri meydana gelmez. Çünkü Allah âlemlerin Rabbidir. Onun mülkünde, o istemedikçe hiçbir şey olamaz. Onun için doğru yolda olmayı isteyenler de buna muvaffak olmayı kendi iradelerinden bilmemeli, Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler. İşte sözün akışına göre bu âyetin zikir olmasının faydası budur.
Görülüyor ki bu mânâlarda "sizden doğru yolda olmayı isteyenler için" karinesiyle, "siz dilemezsiniz" âyeti, "siz doğru yolda olmayı dilemezsiniz" şeklinde; "Allah dilemedikçe" âyeti de "Allah sizin dilemenizi dilemedikçe" diye tefsir edilmiştir. Ebu's-Suud, demekle daha ince bir mânâ ifade etmiştir. Yani, "Siz doğru yolda olmayı gerektirecek bir dileme ile hiçbir vakit dileyemezsiniz.".Ancak Allah o dilemeyi istediği vakit dilersiniz. Çünkü Allah'ın dilemesi olmayınca sizin dilemeniz doğru yolda olma neticesinin gerçekleşmesini gerektirmez." demiştir. Gerçekte Allah irade etmeyince kul irade edemez. Fakat Allah kulun irade etmesini irade etmekle onun muradını da irade etmiş olması gerekmez. İnsan bir şey elde etmek ister de muradını elde edemeyebilir. Niceleri doğru gitmek ister de başı döner, düşer. O vakit Allah onun irade etmesini irade etmiş, fakat irade ettiği şeyin meydana gelmesini istememiş olur. Zira Allah kulun irade etmesini irade etmese idi, o irade edemezdi. Eğer muradını yani istediği şeyin meydana gelmesini isteseydi o şey meydana gelirdi. Demek ki Allah'ın dilemesi, istenilen şeyin olmasını gerektirici, fakat kulun dilemesi, Allah dilemedikçe istenilen şeyin olmasını gerektirici değildir. Burada doğru yolda olmayı dilemekten murat, bunun meydana gelmesi olduğu için, onun olmasını gerekli kılmayan dileme, bahis konusunun dışında ve hükümsüz olacağından "siz dilemezsiniz" den murat da istenilen şeyin olmasını gerektiren dileme olmalıdır. Şu halde böyle bir kaydın özeti, kulun hem iradesinin hem de irade ettiği şeyin meydana gelmesi için ikisinin de Allah'ın iradesine bağlı olmasının şart olduğunu anlatmaktır. Çünkü doğru yolda olmak isteyenlere onları buna ulaştırmayan neticesiz bir dileme ile lütufta bulunmanın mânâsı olmaz. O lütuf, ancak doğru yola varmaya muvaffak olmaları durumunda faydalı olmuş olur.
Şu halde "Allah dilemedikçe" âyeti mutlak görünmekle beraber metinde anılmayan bir mef'ûl (tümlec)ü vardır. Böyle bir mef'ûlün olup da zikredilmediğini gösteren karine fiilin müteâddi (geçişli) olması bu zikredilmeyen mef'ûlün ne olduğunu gösteren karine de "siz dilemezsiniz" âyetidir. Dolayısıyla mânânın, "Allah, sizin dilemenizi dilemedikçe" demek olduğu kuşkusuzdur. Bu da hem dilemeyi hem de onun mef'ûllünü kapsamış olmak için anılan dilemenin, dilenen şeyin olmasını gerektirici olması, sözün akışının gereğidir, daha düşün "Siz dilemezsiniz" fiili de aynı şekilde müteaddi olduğu için bir mef'ûlü (tümleci)nin bulunması gerekir. Bu tümleç de daha önce geçenlerden anlaşıldığına göre "doğru yolda olmak"tır. Ancak hitap herkese olduğuna göre, bunda daha genel olarak "herhangi bir şey" yani "herhangi bir şeyi dileyemezsiniz" mânâsı ihtimal dahilinde olduğu gibi, fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerine koymak suretiyle yani, "siz hiçbir dileme yapamazsınız" demek olma ihtimali de vardır. Bu durumda ise doğru yolda olmak mânâsı üzerinde minneti ifade için yaklaştırma, tamam olmak üzere bunun bir büyük önerme mevkiinde bulunması ve dolayısıyla "doğru yolda olmayı dilemeniz de ancak Allah'ın dilemesiyledir" diye örtülü bir dallandırma daha gözetilmesi gerekir. Birinci izah şeklinde ise buna ihtiyaç kalmamış olacağından doğrudan doğruya "siz doğru yolda olmayı dileyemezsiniz" diye anlamak daha kestirme ve daha iyi olmuş olur. Onun için araştırmacı âlimler bizim söylediğimiz gibi hep bunu tercih etmişlerdir.
Bununla beraber hitap genel olmak için fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerinde veya "siz hiç bir şey dileyemezsiniz" şeklinde bir büyük önerme olmasını tercih edenler de olmuştur. Çünkü bu durumda Allah'ın dilemesi olmadıkça kulun hiçbir dilemesinin olamıyacağı açık seçik ve ibare ile ifade edilmiş olur ki, bu da Ehl-i Sünnet'in tam görüşüdür. Doğru yolda olmayı dilemesiyle kayıt altına alındığı takdirde ise, bu büyük önerme ibare yoluyla değil, delalet yoluyla anlaşılmış olacaktır. Bu zahirî mânâya daha uygun gibi görünürse de beyan ettiğimiz şekilde doğru yolda olma siyakına takribinde bir mukaddimeye daha muhtaç olacağından dolayı asıl söylenecek şeyden uzaklaşmaktır.
Bundan başka bazıları bu "siz dileyemezsiniz" şeklindeki mutlak mânâyı bir zorlama düsturu gibi saymışlar ve mutlak olarak kulun dilemesinin olmadığını söyleyerek yalnız Allah'ın dilemesinin bulunduğunu göstermek istemişlerdir. Fakat bu hiç doğru değildir. Zira istisna-i müferrağlarda hüküm istisnâdan sonra olduğu için burada kulun dilemesi tamamen yok sayılmış değil, Allah'ın dilemesi olmadıkça hiçbir dilemenin olmayacağı belirtilmiştir. Allah'ın dilemesi ile kulun da dileyebileceği ve hatta istediğinin olmasını gerektirecek bir dilemeye sahip olduğu gösterilmiştir. Nitekim "sizden doğru yolda olmayı isteyen için" sözünde de kulun dilemesinin olduğu açıkça görülmektedir. Burada, olsa olsa, bir şeyi yapmaya zorlama değil de "cebr-i mutavassıt" (orta derecede zorlama) denilen "dilemeye zorlama" düşünülebilir. Bu ise doğrudur. Bununla beraber kulun dilemesi Allah'ın dilemesine göre olunca, ilâhî irade ne ile ilgili olursa, kulun iradesinin de o şekilde olması gerekir. Şu halde Allah'ın dilemesi, kulun, iradesinde serbest olması şeklinde tecelli ederse kul dilemesinde serbest bırakılmış olacağından cebr-i mutavassıtın da kalkmış olması mümkün olur. Nitekim Maturidiyye mezhebi bu esas üzerinedir. Kulun irade-i külliyesi yani irade kuvveti yaratılmış ise de irade-i cüz'iyyesi başkaca bir yaratılışa muhtaç olmıyacak şekilde itibâri bir emirdir, demekle bunu söylemiştir. Fakat kulun dilemesi Allah'ın dilemesinden büsbütün ayrı ve ona aykırı olabilecek şekilde serbest ve hür olduğunu zannetmek de Allah'ın, âlemlerin Rabb'i olduğunu düşünmemektir. Allah'ın dilemesi dışında hiçbir olay düşünülemez. Onun için kulların kendi tercihlerini kullanarak yaptıkları fiillerde ne sırf cebir, ne de sırf serbest bırakma vardır. Aksine kullar için sırf cebir yani zorlama cereyan eden birçok zorunlu fiiller bulunduğu halde sırf serbestlik yoktur. "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onlar için ise seçme hakkı yoktur."(Kasas, 28/68), "İyi bilin ki, yaratmak ve emretmek ona mahsustur. O, âlemlerin Rabb'i olan Allah ne yücedir."(A'râf, 7/54). Dolayısıyla insanlar doğru yolda olmayı dileyerek hakkı ve doğruyu aramalı ve böylece bu zikirden yararlanmalıdır. Fakat doğru yolda bulunmaya muvaffak olanlar da bu başarıyı Allah'tan bilmeli ve yüce Allah'ın, vermiş olduğu dilemeyi kaldırıp yok edebileceğini de unutmamalı, "sizden doğru yolda olmayı dileyenler için" buyrulmakla, "madem ki iş bizim dilememize bırakılmıştır, o halde biz her ne dilersek hak ve doğru olur" zannına düşmemeli, dilemeleriyle sorumluluğun kendilerine ait olduğunu daima hatırda tutmalıdır.
Alûsî'de Süleyman b. Musa ve Kasım b. Muhaymire'den şöyle rivayet olunmuştur: âyeti inince Ebu Cehil: Demek ki iş bize bırakılmıştır. Dilersek doğru yolda oluruz, dilersek olmayız." demişti. Bunun üzerine âyeti indi. Buna göre de bu âyet, cebrin olduğunu göstermek için değil, tamamen serbest bırakmanın olmadığını göstermek suretiyle doğru yolda olmayı Allah'tan dilemeye teşvik akışı içinde inmiştir. Korkutmaya ve dileme mecburiyetine delaleti işaret yoluyladır. Bu iki özellikte yine aşağıda olduğu gibi açıklanacaktır.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet reklamver