Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Cevap: Hakka
Bu verdiğimiz mânâ, müminin hesaba kesin olarak inanması ve iman etmesi gereğine göredir. Müfessirlerin çoğu âyette geçen "Zan"nı, "önceden bilmek ve inanmak" mânâsına alarak bu şekilde yorumlamışlardır. Bununla beraber bazılarının dediği gibi bu, şu demek de olabilir: Ben hesaba inanmakla beraber birçok kusur ettiğimi ve kendime göre kötü amellerimin kıymeti az olduğunu biliyor ve bundan dolayı borcumun çok, alacağımın az çıkmasından korkuyor, hesap verirken bir zorlukla karşılaşacağımı zannediyordum. Oysa benim farkına varmadığım, hesaba bile almadığım en gizli, en küçük amellerim dahi hesaba katılmış, yüksek kıymetler, değerler biçilmiş; bu ise benim değerimden, benim gücümden değil, pek esirgeyen engin merhameti olan sevgili Rabb'imin sırf lütuf ve ihsanıyla olmuş bir iyilik ve rahmettir, diye sevinir. Bu mânâ, hem daha açık hem ahlâka daha uygundur. 21. Bunun neticesi Artık o hoşnut ve memnun bir yaşayış içindedir Memnunluk ve hoşnutluk yaşayışın değil de, O yaşayışın sahibinin sıfatı iken "radıye" yani hoşnut olan ve "merdıyye" yani kendisinden hoşnut olunan mertebelerinin hepsine birden işaret olmak üzere "mecâz-ı aklî" denilen "isnât-ı mecâzi" yoluyla aşırılık ifade etmesi için yaşayışın kendisine nisbet edilerek "hoşnut bir yaşayış" denilmiştir ki, yalnız o kendisi razı ve hoşnut olmakla kalmayacak, onun güzel huylarından, güzel işlerinden feyizlenerek daha ziyade güzelleşmiş olan bizzat hayatın kendisi de ondan razı, o kendisi merdi yani kendisinden razı olunmuş ve sevilmiş olacaktır demek olur. 22. Bu da şöyle açıklanıyor: Yüksek bir cennette. Dünya cenneti gibi bayağı işlerle, sıkıntı ve elemlerle karışık değil, saf bir mutluluk ve nimet ve hayatın ta kendisi demek olan yüksek ahiret cennetinde, ki 23. devşirimleri yani koparılıp toplanacak yemişleri, meyveleri, nimetleri uzakta değil, yakında sarkıp duruyor. 24-25. Alın istediğiniz kadar yiyin için afiyetle, içinize sine sine peşin olarak önceden gönderdiklerinize karşılık. İSLÂF, karşılığı veresiye olarak önceden sunup takdim etmektir. Onun için dinen de selef, başka bir deyişle selem ismi verilen muameleye denir ki, "para peşin, mal veresiye" olmak üzere yapılan bir alışveriş, daha doğrusu veriş alıştır. Mal bilinir, müşteri de sağlam olursa, bu durumda parayı peşin veren tüccar için bunda kazanç daha çok olur. Burada "peşin verdikleriniz" buyrulmakla hem bu mânâya, hem "Ve Allah'a güzel borç verenler"(Hadid, 57/18) mânâsına, hem de büyüğe birşey takdim etme ve ona hizmet etmedeki büyük istifadeye işaret buyrulmuştur. Bunlar ise darlık zamanında yapılamaz. Çünkü darda bulunan kimsenin veresiye veya hediye verecek hali olamıyacağı gibi, bunu yapmaya zamanda yoktur. Onun için buyruluyor ki geçmiş günlerde, yahut bugünkü derdin bulunmadığı, durumun uygun, başların sağ ve esenlikte olduğu boş ve uygun günlerde - ki bu günler, dünyada ölümden veya hastalık ve bela gelmeden önceki fırsat günleridir. Bunun da en güzeli gençlik çağıdır- o gün yüce Allah'ın şöyle buyuracağı rivayet olunmuştur: "Ey dostlarım! Dünyada size ben çoğu zaman bakardım, benim yolumda dudaklarınız susuzluktan kurumuş, gözleriniz içine çökmüş, karınlarınız kasıklarınıza geçmiş. Bugün artık yiyin için, o geçmiş günlerde takdim edip sunduklarınıza karşılık". İşte bunlar o Hâkka'dan, o dehşetli günden böyle murada ererek kurtulacaklardır. 26. Fakat vay o günleri boşuna geçirenlere veya sonu gelmez sonsuz heva ve heveslere harcayan veya sermayeyi batakçılara kaptıranlara. Çünkü nice kimseler çalışır, hayır denebilecek şeyler yaparlar amma, Hak için Allah için değil; halk için, gösteriş için, kulların isteklerine hizmet için yaptıklarından dolayı mükâfatları nihayet onlardan alabildikleriyle kalır. Onların yok olmasıyla da iflas eden kişi de batan mal gibi batar gider. Hak yanında elem ve yoksunluktan başka kendilerine birşey kalmaz. Bütün o kıyamet onların başında patlar, bunlar kitaplarını tersine ve solak yazanlardır. Onun için buyruluyor ki, Kitabı solundan verilene gelince, o şöyle der Ah ne olaydı o burada "o" zamiri ölüm olayına gönderilmiş, ilk ölüm şeklinde tefsir edilmiştir. Gerçi "mevte" (ölüm) lâfzı daha önce geçmemiştir. Fakat mânâ itibarıyla geçmiştir. Kıyametin başı bununla başlamış ve bunu söyleyen hesabı görünce uyanmış demektir. 27-28. O vakit içinde bulunduğu durumun tattığı ölüm acısından çok acı ve dehşet verici olduğunu fiilen görerek o durumda o ölümü temenni edip der ki: Ah ne olaydı, o ilk ölüm işi bitirici olaydı. KÂZÂ, Bir işi tamamiyle kesip atmak, kesin hükmü verip uygulamaktır. Yani, keşke o ilk ölüm işi bitirip herşeyi kesip atan olaydı da beni bu felâketten, bu dehşetli olaydan kurtaraydı. Bu yalnız, "keşke ölmekle iş biteydi," diye geçmişle ilgili bir temenni değil, ölümden kaçan o adamın, gördüğü bu felaket içinde bir daha ölmeye razı olup da onu şimdi bir kurtuluş çaresi olmak üzere hasretle arzuladığını ve bu şekilde Hâkka denilen o kıyametin ölümden çok şiddetli olacağını ifade eder. O artık ne ölür, ne dirilir, sade şöyle hasret ve pişmanlık duyar. . burada olumsuzluk veya inkâr ifade eden bir sorudur. Yani "Neye yaradı benden yana malım?" Hiçbir şeye yaramadı. Yaradıysa başkalarına yaradı. Bana ancak hasret ve azabı kaldı. 29. Yok olup gitti benden saltanatım Kendisiyle iftihar ettiğim, böbürlendiğim, herkesin başına ekşidiğim, güvendiğim mülküm, hakimiyetim, servet ve zenginliğim, yahut tutunduğum bütün delil ve tutanaklarım. Felâketler içinde yoksul ve güçsüz, çaresiz kaldım. Böyle bir sözle pişmanlık ve hasret belli ki dünya saltanatına güvenip de hesabını yanlış tutan, başkalarına ceza verdiği halde kendisinin cezalandırılacağını inkâr ederek haksızlık ve zulüm eden mal ve saltanat sahiplerine aittir. Tefsirciler burada şu nükteli öyküyü kaydederler: Adududdevle lâkabını almış olan Fena Husrev b. Büveyh şu şiiri söylemiş: "Dolu kadehlerden içmek her zaman değil, ancak yağmurlu havada ve bir seher vakti cariyelerin şarkıları içinde, saz telleri arasında insanın aklını başından alan narin ve cilveli kızların, yumuşak bedenlerin o dolgun kadehi kaynağından çıkararak o insan üstü zata sâkilik yaparak şarap sundukları bir sırada olur. O zat ki devletin pazısı ve Rüknüddevle'nin oğlu Adududdevle, padişahlar padişahı ve kaderi yenen "gallâbu'l-kader"dir. Kendisine "gallâbu'l-kader" yani "kaderi yenen" demişti. Fakat çok geçmeden delirmiş ve dili bu âyetten başkasını söylemez olmuş "Malım hiçbir işime yaramadı, saltanatım yok olup gitti." diye diye can verip gitmişti. Ölüm herşeyi bitirici oldu mu? Artık orasını Allah bilir. Şimdi görülmüş bir şey varsa bu sözü defterine sağ eliyle yazmamış ,"gallâb-ı kader" (kaderi yenen) dediği "pâmal-ı kader" (kaderin ayağı altında ezilen) olup gitmiş ve cihan böyle neler yutmuştur. Yüce Allah'tan hakkımızda selâmet ve esenlik dileriz. âyetlerinin sonlarında bulunan sakin harfi fetha üzerine durmak için getirilmiş "sekit hâ"sıdır. Her zaman sâkin okunur. Kelimenin aslı "kitâbiye, hisâbiye, mâliye, sultaniye" demektir. 30. Tutun onu yani öyle deyip duran kimseyi. Bu ve bundan sonraki emirler, yüce Allah'ın zebânilere verdiği emirlerdir. O kimsenin ağzından o işe yaramayan mal ve saltanata söyleniyormuş gibi hikâye tarzında gizli bir "dedi" sözüyle söylenmiştir. Hemen bağlayın onu, 31. sonra ancak Cehim'e yaslayın onu. Cehîm, şiddetle köpüren büyük ateş, cehennemin en şiddetli tabakası. Burada Cehîm kelimesinin "yaslayın onu" fiilinden önce söylenmesi, fiile "sadece" ve "ancak" gibi mânâları kazandırmak içindir. Yani "başka yere değil, ancak Cehim'e atın onu" demektir. 32. Sonra bir zincirde ki, bu zincir boyu yetmiş arşın. Burada bu arşının nasıl bir arşın olduğu hakkında birçok söz söylemişlerse de bu gereksizdir. Bazıları, "Âyette geçen 70 sayısı tahsis için değil, "Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de.."(Tevbe, 9/80) âyetinde olduğu gibi çokluktan kinayedir." demişler; bazıları da, "Açık olan sayıdır, hikmetini Allah bilir." demişlerdir. Bize öyle geliyor ki bu zincirden maksat, en iyisini Allah bilir, dünyadaki ömürdür. Cehenneme yuvarlanan onunla sallanır. Günler veya aylar zincirin birer halkası ve her senesi de ömrün bir birimi olması itibarıyla bu zincirin uzunluğu, uzunluk ölçüsü olan arşın ile ifade edilmiştir. Şu halde yetmiş arşın boyda demek yetmiş yaşında demek olur. Yetmiş denilmesi, yetmişin dışındaki sayıları sözün dışında bırakmak için değil, "Ümmetimin ömürlerinin çoğu altmış ile yetmiş yaş arasıdır" buyrulmuş olması göz önünde bulundurularak yetmiş yaşın, bu ümmette genellikle ömürlerin en uzunu olduğuna ve bir de yetmiş yaşına kadar dünyayı, ahireti anlamamış, tevbe edip iman etmeye ve düzelmeye yüz tutmamış olanların bundan sonra düzelmelerinin çok uzak olduğuna işaret olsa gerektir. Bu emrin hikmeti de şu iki cümle ile açıklanıyor: 33. Birincisi, Çünkü o kimse yüce Allah'a iman etmiyordu. 34. İkincisi, düşkünleri yedirmeye teşvik etmiyordu. Halkın fakirlerini gözetmiyor, onların ne yediğine bakmıyor, durumlarından anlamıyor, onlara bakma çarelerini araştırmıyor, yardımda bulunmuyor, kendi bakmadığı gibi başkalarını da teşvik etmiyor, sonra da kendisi bir fakir yemeğinde bulunacak kadar alçak gönüllü olamıyor, saltanat süreceğim diye halkı eziyor, onları korumayı düşünmüyordu. 35. Bugün de ona yok burada ne bir hamîm. HAMÎM, lugatte başlıca üç anlama gelir. BİRİNCİSİ, "veliyy-i hamim" sözünde olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost demektir. Burada bununla tefsir etmişlerdir. Yani o Allah'a imanı olmayan ve fakirleri gözetip korumayan imansız zalimin o gün kendisini koruyacak bir acıyanı bulunmaz. Çünkü dünyada kendisine yardaklık eden bütün yakınları, dostları o gün kendisinden sakınırlar, kaçarlar. Bundan sonraki sûrede "Hiçbir dost, hiçbir dosta halini sormaz."(Meâric, 70/10) buyrulması da bu mânâdandır ve buna bir ipucu gibidir. İKİNCİSİ, "Kaynar su"(Rahmân, 55/44) âyetinde olduğu gibi son derece sıcak su mânâsına gelir ki, cehennemin suyuna denilmesi bundandır. Burada bu mânâda olmadığı açıktır. ÜÇÜNCÜSÜ, Kâmus'ta anlatıldığı üzere "soğuk su" mânâsına da gelir. Bu, iki zıt mânâyı ifade eden kelimelerdendir. Zira soğuk kaynak suyu sıcakta buğulanır. Burada bir önceki âyette geçen ve biraz sonra geçecek olan "yemek" kelimesiyle olan ilgiden dolayı bu mânâ daha uygun görünüyor. 36. Yani ne bir soğuk su ne de bir yemek, bir yiyecek, yahut tadacak ki böyle denildiğinde içeceği de kapsar. Ancak bir gıslinden başka bir şey yok. GISLÎN, gasl kökünden yıkantı ve yıkanma suyu mânâsına gelen "gusâle" yi andırır bir kelimedir ki dilcilerden bazıları yaradan akan irinin suyu demişlerdir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayete göre gıslın, "cehennemdekilerden akan irin", bir rivayette de "yemeğin en kötüsü, en pisi, en yutulmazı"dır. İbnü Zeyd'in, "Gıslin ile zakkumun ne olduğunu kimse bilmez." dediği rivayet edilmiştir. (Zakkum hakkında Sâffat, 37/62-66 ve Vâkıa, 56/52, 53. âyetlerin tefsirine bkz.) 37. Bunun herhalde yiyecek cinsinden kötü bir şey olduğunu şu âyet anlatıyor: Onu o hâtiûn'dan, yani öyle işi gücü hata ve suç işlemek olan büyük günahkârlardan, canilerden başka kimse yemez. Günahın en büyüğü de en büyük zulüm olan şirktir. Görülüyor ki diye sona eren bu âyet yukarıda Firavun ve önündekilere ve Lût kavmine dair olan ve ile sona eren bu sûrenin dokuzuncu âyetini hatırlatmaktadır. Çünkü hâtiûn, "hâtı"in çoğuludur. Demek ki bunlar Firavun ve Lût kavmi gibilerdir ki onların en büyük günahı yalanlama ve isyan idi. Şimdi akılla bilinmesine imkan olmayan o kıyametin başlangıcı, dehşeti, oluş tarzı ile neticesi, bu eşsiz açıklama ve korkutma ile belleyecek kulaklara haber verilip hatırlatıldıktan sonra bundan alınması gereken en büyük dersi, en önemli öğüdü, en mühim görevi hatırlatmak üzere buyuruluyor ki: Meâl-i Şerifi 38- Andolsun gördüklerinize, 39- Ve görmediklerinize.. 40- Kuşkusuz Kur'ân, şerefli bir peygamberin (Allah'tan) getirdiği sözdür. 41- O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz. 42- Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz! 43- O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir. 44- O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, 45- Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. 46- Sonra da onun şah damarını keser atardık. 47- O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız. 48- O hiç kuşkusuz, takva sahipleri için unutulmayacak bir öğüttür . 49- Bununla beraber biz biliyoruz ki sizden inanmayanlar var. 50- Kuşkusuz bu Kur'ân kafirler için bir pişmanlık vesilesidir. 51- Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir. 52- O halde, haydi tesbih et Rabbinin yüce ismiyle. 38-39. Demek ki iş öyle zannettiğiniz gibi kolay değil ey o yalanlama suçunu işleyip duran günahkârlar. Andolsun gördüklerinize ve görmediklerinize. Bunda bütün görülebilen ve görülmiyen, gözlenebilen ve gözlenemeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler dahildir. Atâ: "Görülen, kudret eserleri; görülmeyen de kudret sırlarıdır." demiştir. Bu, güzel bir açıklamadır. Bunun günümüz dilinde doğa ve doğa ötesi şeklinde ifade edebiliriz. Madde ve ruh, insan ve cinlerle melekler, dünya ve ahiret, yaratılan ve yaratan, görünen nimetler ve görünmeyen nimetler diye de ifade olunmuştur. Burada Peygamber'in gösterdiği ve göstereceği mucizeleri ve verilen haberlerin geçmiş ve geleceğe ait olanlarını, indirilen ve indirilecek olan, inanılan ve inanılmayan âyetleri de düşünmek gerekir. Kelimelerin asıl ifade ettikleri mânâ şu oluyor: "Her ne ki görüyorsunuz" ve "göreceksiniz, görür ve görebilirsiniz" "ve her ne ki görmez ve göremezsiniz". Bunlara yemin ise şunu ifade eder: Sizin şimdiye kadar gördüğünüz ve şu anda görmekte olduğunuz ve şimdi görmeyip de ilerde göreceğiniz ve görebileceğiniz ve hiç görmeyeceğiniz ve göremeyeceğiniz neler neler vardır. Neler olmuş ve daha neler olacak, neler gelmiş ve gelecektir. Geçmişte, şu anda ve gelecekte sizin anlayabildiğiniz ve anlayabileceğiniz ve daha anlamadığınız ve anlamayacağınız ne gerçekler, acı ve tatlı ne olaylar, ne belalar, ne nimetler vardır, ey günahkârlar, gaflet içinde bulunan inkârcılar! öyle inkâr ve yalanlamayı kolay sanmayınız. İşte onları yaratan ve yaratacak olana ben şânı yüce Allah bütün onlara yemin eder de görmek istemediğiniz şu gerçeği gözlerinize sokmak üzere size, şu ânı ve geleceği ile bütün kâinatı ve acı tatlı her türlü güvenceyi göstererek derim ki, 40. "Şüphesiz Kur'ân, kerim bir Peygamberi'n getirdiği sözdür." Şundan gâfil olmamak gerekir ki: "Burada bu yeminde pozitivizmin en önemli bir hatasına dikkat çekilmektedir. Zira yalanlama ve inkâr etmenin başlıca iki kaynağı vardır: Birisi: Sofestaîlik, safsatacılıktır ki, bunlar gördüklerini de yalanlarlar. Kendine de inanmaz, inatçıdırlar. Bakara sûresinin başında da geçtiği üzere bunlara hitap edilemez. Bunlara bir şey söylemenin hiçbir yararı olmaz, başlarını taşa çarpaçak bir iş gerektir bunlar için. Bununla beraber böylelerine de "sakın, başına taş düşecek" denilsin de, dinlemezlerse bırak bütün hasret başlarında kalsın. Birisi de pozitivistlik, yani fazla müsbetçilik bağnazlığıdır ki bunlar da gördüklerine inanır, görmediklerini yalanlarlar. Gerçi hataya düşmemek için müsbet yürümek iyidir. Görünür görünmez tehlikelerden korunmak için gerekli olan son yol da budur. Fakat hayattan maksat gördüklerine saplanıp da durmak değil, yürümek, hatalardan tehlikelerden korunarak hak murada, esenliğe ermektir. Bu gaye ise görünen tarafta değil, görünmeyen taraftadır. Asıl tehlikeler görünen yönden değil, görünmeyen yönden gelecek olanlardır. Onun için hep kanıtlanmış ve kanıtlanacak başka gerçek yokmuş gibi hep görünene saplanıp da ondan ilersini büsbütün yok sayıp inkâr etmek müsbetçilik değil, aynı sofestaiyenin yani safsatacıların yaptığı gibi olumsuz bir körlük ve inatçılıktan ibaret büyük bir hatadır ki kendi bildiklerinden başka ilim yok sayan, îman sınırına yaklaşmak istemeyen kuru akılcı rasyonalistlerle mahdut tecrübeci pozitivist (olgucu)ler hep böyle inkâr etmeyi, yok saymayı isbat zannederek haberlere, olağanüstü şeylere inanmamış, akıl ve tecrübelerinin ötesindeki gerçeğin ateşine yanıp gitmişlerdir. Evet Mülk Sûresi'nde de geçtiği üzere bakıp görmek ve denemek insan için, ilim için en yakın yoldur. Fakat deney bize gösteriyor ki gerçek, bizim gördüklerimizden ve kavrayabildiklerimizden ibaret değildir. Gördüklerimizi, denediklerimizi ispat ederken, görmediklerimizi, kavrayamadıklarımızı, yetişemediklerimizi kabul etmeyip inkâra kalkışmak deneycilik değil, ne aklın ne de tecrübenin onayından geçmeyen bir olumsuzluktur. Hiçbir bakış, hiçbir gözlem, hiçbir duygu, hiçbir akıl, hiçbir tecrübe, "görülen, tekrar tekrar denenen sınırın ilerisi yoktur, burada dur, bekle" dememiştir. Aksine bütün denemelerin olumlu olarak verdiği kesin hüküm şudur: Duyup gördüklerinizin ilerisi var. Bu nedenle yürüyün. Fakat yolda giderken ilerisini hep gördüklerinizden ibaretmiş gibi kabul ederek kişisel kıyaslarla yürümeyin, görmediğiniz, bilmediğiniz gerçeklere, tehlikelere rastlıyacağınıza inanarak yürüyün. Hem denemenin bütün dönencesi ihtibar, yani nefsin vuku bulan olaylardan haber almasıdır. Hak, nefsin vuku bulan şeylere uyum sağlayabilmesindedir. Haber'i yok sa***** kendiliğinden yürüyen nefis, kişisel arzu ve hevesleriyle tehlikeye gider. Olaylardan haberdar olmak ise basit ve değersiz olan dokunma, tatma, koklama duyularından ibaret olmadığı gibi görme duyusundan da ibaret değil, işitme ve iç duygu ile akılla da ilgisi vardır. Hatta haberin en geniş sınırları işitmededir. O, insana akıl ve görme yoluyla kavranamayacak haberler getirir. Haber almanın önemi büyüktür. Onun içindir ki devletler elçiliklere pek büyük önem verirler. Özellikle tehlike gelmesi ihtimali olan hususlarda en zayıf bir haberi dahi gözardı etmezler. O halde hiç yalanı tutulmamış, ahlakı, akıl ve anlayışı eğrilikle lekelenmemiş, tecrübeler neticesinde güvenilir ve doğru sözlü olarak tanınmış, ne söylediğini bilen bir habercinin her türlü sıkıntıyı göze alarak kesin bir iddia ile, "Ben güvenilir kaynaktan haber aldım, bu böyledir. Şimdi akıllarınızın eremiyeceği şekilde şöyle olacaktır. İnanın, sonra anlayacaksınız." diye yeminler ederek verdiği haberi "öyle şey olmaz" diye yalanlamaya kalkışmak, gerek kuramsal akıl, gerekse pratik akıl bakımından pek büyük hata olmaz mı? Mekke'de ortaya çıkıp da her şeyi göze alarak, "Ey Mekkeliler! Sizler ve bütün insanlık pek büyük bir tehlike içindesiniz. Eğer Allah'a inanır benim verdiğim haberleri dinler, bana uyar, özveride bulunursanız gerçi birçok sıkıntı çekecek, mal ve can kaybı vereceksiniz amma daha büyük tehlikeden, korkunç musibetten kurtulacak, Kayser ve Kisra'yı tepeleyip yalnız Hakk'a kul olarak insanlığa hakkı tanıtacak önderler olacak, Allah yanında hak murada ereceksiniz. Allah bana böyle dedi ve bu Kur'ân'ı verdi. Bu dünyanın sonu nasıl olsa ölüm değil mi, gelin onunla inleye inleye ateşe gitmektense güle güle can verip Hakk'ın cemaline kavuşalım" diye çağrıda bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)'e, o zaman bir taraftan gördüklerine saplanarak, bir taraftan gördüklerini bile tamamen yok sa***** "deli" diyenlerin "bize şiir söylüyorsun" veya "bazan üstüne rast getiren ve çoğu zaman yalancı çıkan kâhinler gibi kehânet taslıyorsun" veya "bizi büyüleyip anlamadığımız bir yönden aldatmak, böylece kendin yararlanmak, yaşamak istiyorsun, bize kendi çekip durduğumuz zarar ve ziyanlar yetmiyormuş gibi bir de sen mi aldatmak istiyorsun?" diyenlerin ilk bakışta akla uygun gibi görünen sözleriyle sonundaki gerçek karşılaştırılacak olursa ve gerçekte yirmi küsur sene sonra o müşriklerin, Kayserlerin, Kisraların tepelenip İslâm nurunun her tarafa yayıldığı tecrübe sahasında, imtihan meydanlarında sözle değil, yapılmak suretiyle gerçekleşerek kendini gösterdiği düşünülürse, akıllı kim, deli kim, kim haklı ve aldanan kim olduğu tecrübe ile ortaya çıkmış, anlaşılmış olmaz mı? O halde görülene tutunup da müsbet gitmek isteyenler için bulundukları noktada durup kalacaklarına bu haberlerin henüz görünmeyen yönlerini de göz önüne alarak yalanlama ve inkardan sakınmak ve bulundukları halde kalamıyacaklarını bilerek ahiretin o yüce mutluluğuna ermek için aşk ve sevgi ile hakka doğru yürümek daha olumlu ve daha kârlı olmaz mı? İşte yüce Allah; bütün tecrübelerin, isbatların esası olan "görülen var, görünmeyen var, gördüklerinize saplanıp kalmayın" temel kuralını aşılamak ve bu suretle haberi inanılacak duruma getirmek için görülene ve görülmeyene yemin edip hepsini şahit göstererek buyuruyor ki, haberiniz olsun o yani sadece akıl yoluyla bilinemiyecek olan o haberleri size bu eşsiz ifadelerle bildirip öğüt vermek üzere okunan Kur'ân gerçekten kerim; saygı ve hürmete layık, ikram ve cömertlik sahibi yüce bir elçinin, büyük bir Hak elçisinin getirdiği sözdür. O, yalanlanması değil, saygı ile, inanç ile dinlenmesi gereken bir sözdür. Çünkü elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür. Âyette geçen 'den, yani "saygıya değer elçi"den maksat Hz. Peygamber (s.a.v)'dir. Tekvir sûresinin 19. âyetinde geçen "Rasûlin kerim" Cebrâil olduğu gibi, burada da öyle olduğu görüşünde olanlar olmuşsa da oradaki ipuçları ile buradaki ipuçlarının farkı vardır. Orada "Kuşkusuz o saygı değer bir elçinin sözüdür. O elçi pek kuvvetlidir. Arş'ın sahibi olan Allah'ın yanında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunur, kendisine itibar edilir. Arkadaşınız mecnun değildir. Andolsun o, Cebrail'i açık ufukta gördü. O Peygamberin gayp konusunda hiçbir zaafı yoktur. Ve Kur'ân, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir."(Tekvir, 81/19-25) vasıflarıyle ve "Sahibüküm" (sizin arkadaşınız) diye tanıtılan Hz. Peygamber (s.a.v)'in açık ufukta gördüğü pek kuvvetli elçinin kovulan şeytan olmadığı anlatılmış olduğundan o değerli elçinin Allah tarafından Peygamber'e gelen Cebrail olduğu açıktır. Oysa o değerli elçinin şair, kâhin olmadığını söyleyen şu âyetlerin burada Hz. Peygamber'in değerini açıkladığı ortadadır. Kuşkusuz o Kur'ân, Kerim bir elçinin bildirisidir. 41-42. O bir şair sözü değildir. Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin. Siz pek az îman ediyorsunuz. Gerçi bunda sözün kusursuzluğunu biraz takdir etmek ve güzelliğinden bir parıltı sezmek gibi imana benzer bir parça duygu gösterilmiş olursa da bu, onun gerçek kıymetini duymamak, elçinin değerini, peygamberliğin ne olduğunu, gönderenin ululuğunu, kıyametin hak olduğunu bir hayal sanmak sizi esenliğe çıkaracak, çok yüce gayelere erdirecek olan o Hak bildirilerini inkâr etmektir. Böyle benzerini görmediğiniz şeyleri gördüklerinizin bazısına benzetmekle işin içinden çıkacağınızı zannediyorsunuz. Şiir ne kadar güzel olursa olsun büyük bir elçinin bildirdiği yürekler oynatan açıklamalarına şiir demek ne büyük hata, ne büyük gaflettir. "Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." (Yasin, 36/69) gerçeğini anlamaktan, gerçeği kabul ve takdir etmekten uzak olan o duygu, o azıcık şuur parıltısı yeterli değil; Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna varıldığı vakit sahibini esenliğe çıkaracak gerçek bir iman ile işe sarılmak gerekir. 43. O, bütün âlemlerin Rabbi olan yüce Allah'tan indirilmedir. O elçi, onu olduğu gibi bildirmekle görevli değerli bir elçidir. İşte Kur'ân'ın hakikatı budur. Yukarıda "O değerli bir elçinin sözüdür." denilmişti. Eksik düşünenler "elçi" ve "değerli" sıfatlarının mânâlarını iyi düşünmeyerek Kur'ân'ın hiç olmazsa lafızları o elçinin kendi tarafından Allah namına söylediği kendi sözü imiş gibi yanlış bir zanna düşmesinler diye burada Kur'ân'ın hem mânâsı hem de lafızları Allah tarafından parça parça indirilmiş olduğu belirtilerek, "Bütün âlemlerin Rabb'ı olan yüce Allah'tan indirilmedir." diye gerçeği açıklanmış ve bunu daha çok vurgulamak ve kanıtlamak için de buyrulmuştur ki: 44. Eğer o elçi, bize karşı, yani biz ona söylemeden, yap veya yapma demeden, sanki biz söylemişiz gibi, bizim adımıza kendiliğinden bazı laflar uydurmaya kalkışsaydı 45. biz ondan dolayı yeminiyle elbette tutar yakalardık. Burada "yemin", "onun yemini" mânâsına peygamberin ettiği yemin veya yüce Allah'ın kuvvet ve kudreti demek olabilir. Yani bu iki mânâya gelme ihtimali vardır. Zira yemin esasen kuvvet demektir. Yani, o takdirde bu Kur'ân, bu sözler Allah tarafından indirildi diye ettiği türlü türlü yeminler yalan yere yemin olacağından dolayı biz onu o yeminiyle yakalar, yahut kuvvetle tutar, hıncını alır, yalanı başına çarpardık. 46. Sonra elbette ondan dolayı kalp damarını (veya iliğini) keser atardık. VETÎN: Kalp damarı, şah damarı, atar damar, bazıları da bel kemiğinin iliği, omurilik demişlerdir ki, ikisi de kesilince sahibi derhal ölür. Yani, o vakit ikram edip değer vermek şöyle dursun hem yalanını tutarak rezil eder, hem de yok ve helak ederdik. 47. O vakit içinizden hiç biriniz engel olamaz, onu savunamazdı. Fakat gerçek öyle değil, o bir saygın Peygamberdir. Öyle yalandan, yalan yere yeminden uzak, cömertlik ve ikramı, mucizeleri, doğruluk ve güvenilirliği ortada bir elçidir ve o Kur'ân gerçekten âlemlerin Rabbi olan Allah'tan indirilmedir. 48. Kur'ân'ın indirilmesinin hikmetlerine gelince, ve o korunacak takva sahipleri için bir tezkiredir. Yani bir öğüt, yollarını gösterecek bir hatırlatıcıdır. Onlar için bir öğüttür. Çünkü faydalanacak olanlar onlar, öyle korunmak hissini besleyen saygılılardır. 49. Bununla beraber biz biliyoruz ki, sizin içinizden yalanlayan inkârcılar vardır. Yani biz onların cezalarını veririz. 50. Ve çünkü o Kur'ân, onun kıymetini bilmeyip nankörlük eden kâfirlerin üzerine de gerçek bir hasrettir. Onlar kıyamet günü takva sahiplerinin aldıkları sevabı görünce sonsuz bir özleyiş içinde kalacak, iç çekeceklerdir. 51. Kuşkusuz o, gerçekliğinde hiç şüphe olmayan bir kitaptır. Şiir, kehanet, zan ve tahmin türünden olmak şöyle dursun ilme'l-yakîn (kesin olarak edinilmiş bilgi) ve ayne'l-yakîn (bir şeyi kendi gözü ile görüp mahiyetini bilme)den de daha yüksek hakka'l-yakîn (gerçekliğinde hiç şüphe olmayan)'dır. (Vâkıa sûresinin sonuna bkz.) 52. O halde ey değerli elçi! "Haydi Rabbinin yüce ismiyle tesbih et". |