Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Cevap: Vakia
74. O halde Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Yani bu nimetleri ihsan edip duran Rabbin çok büyüktür, şirk ve noksanlıklardan münezzehtir (berîdir). Onun için Allah'ı "Yüce Rabbimi tesbih ederim" diye tenzih ederek tesbih et, yahut namaz kıl. Meâl-i Şerifi 75. Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim. 76. Bilirseniz bu büyük bir yemindir. 77. O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır. 78. Korunmuş bir kitaptadır. 79. Ona temizlenenlerden başkası el süremez. 80. (O), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. 81. Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz? 82. Rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz? 83. Can boğaza dayandığı zaman 84. Ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz. 85. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz. 86. Eğer cezalandırılmayacak iseniz, 87. Onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz. 88. Fakat ölen kişiye gelince, eğer o rahmete yaklaştırılanlardan ise, 89. Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır. 90. Eğer O, sağın adamlarından ise, 91. "(Ey sağcı), sana sağcılardan selam!" 92. Ama yalanlayıcı sapıklardan ise; 93. İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır. 94. Ve cehenneme atılma vardır. 95. Kesin gerçek budur işte. 96. Öyle ise Rabbini o büyük ismiyle tesbih et. 75. "Yemin ederim..." Âyette bulunan kelâmın sonu ile başı arasındaki tertibi ifade etmektedir. Razî bu tertib şeklini şöyle anlatmaktadır: "Allah Teâlâ hidayet ve Hak din ile Resulünü gönderdiğinde ona gereken herşeyi vermiş ve lazım olmayan şeylerden de onu temizlemiştir. Binâenaleyh ona hikmeti, yani kesin delillerle onların kullanım şekillerini ve Mevize-i hasene'yi, yani kalpleri inceltip, fikirleri aydınlatacak faydalı nutukları ve en güzel yollarla mücadele usûllerini bahşetmiş ve herkesi herhangi bir şekilde tartışmasında aciz bırakmıştı. Ancak bununla beraber kâfirler iman etmemişlerdi. Bütün bunlar kendisine okunup da iman etmeyen kimsenin ise sonuçta söyleyeceği şey şudur: "Bu beyan, onu iddia edenin haklı olmasından değil, zihnî gücünden ve delilleri sıralamadaki kudretinden; sözünün ortaya çıkması ile değil, mücadelesinin kuvvetiyle galip geleceğini bilmesindendir. Nitekim bir çokları tartışmalarda aciz kalınca derler ki: "Benim haklı olduğumu biliyorsun, ama beni zayıf görüyor, insaf etmiyorsun." İşte durum bu noktaya gelince de karşısındakine söylenecek sözde, yemin ile güven vermekten başka çare kalmaz. Onun içindir ki Allah Teâlâ indirdiği âyet ve delillerini bir de çeşitli yeminlerle kuvvetlendirmiştir. Bundan dolayı ilk inen sûrelerde özellikle (Kur'ân'ın) son yedide birinde yemin çoktur. Kur'ân'daki bu yemin şekillerinden biri de, dür. Bu ifadede kasem (yemin) fiili açıkça zikredilmekle beraber ayrıca harfi ile de mânâ olumsuz hale sokulmuştur. Söz konusu hakkında müfessirlerin üç ayrı izah tarzı vardır. Birçokları, sözün ahengini süslendirmek için ziyade kılınan ve olumsuzluk mânâsı kasdedilmeyen Lâ-i zâide (zâid lâm) olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da bunun te'kid lâmı olup aslının şeklinde bulunduğunu ve vakıf (duruş) halinde olduğu gibi fethasının uzatılmış olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerden bir kısmı da "Lâ, vallahi" denildiği gibi aslı üzere olumsuzluk edâtı olduğunu iddia etmişlerdir ki, bizim de tercihimiz budur. Buna göre nün mânâsı şöyledir: "Yok, hayır, iş öyle zannettikleri gibi değil, yemin ederim, yahut artık başka söze gerek yok, yemin ederim. O yıldızların mevkilerine ki: Nücûm, yıldızlar mânâsına geldiğine göre onların mevkileri battıkları veya doğdukları yerler, yani batı ve doğuları, yahut gökteki bulundukları yerleri, burç ve menzilleri, yahut akan yıldızların düştükleri mevkiler, veya kıyamet günü döküldükleri zaman düşecekleri yerler olmak üzere dört beş değişik yorumun her birine yahut da hepsine ihtimali vardır. Ancak bu âyette nücûmu, Kur'ân'ın yıldızları yani her indirilmede gelen âyetler, indirilen kısımlar şeklinde yorumlamak mânâya daha uygun düşmektedir. Bu anlam tevriye suretiyle de olsa her halde kasdedilmiş olacağından, nücûmu yıldızlar diye terceme etmemek gerekir. Bu mânâya göre o yıldızların yerleri ise, Melekler, Peygamberler ve hâfızların kalbleri, yahut Kur'ân âyetlerinin yazıldığı sahifeler veya mânâları, yahut onların inişine sebep olan olaylar ve hükümlerdir. Şu halde yıldızların yerleri diye nitelendirilen hususların hepsini içine alan en uygun mânâ budur. 76. "Şüphesiz o bir yemindir." Bu cümle, bir mu'tarıza cümlesidir. "Eğer bilseydiniz." Bu da, mu'tarıza içinde mu'tarızadır. 77. "Şüphesiz o bir Kur'ân'dır." Yeminin cevabıdır. Çok faydalı ve feyizli mânâsınadır. Çünkü dünya ve ahirete dair birçok önemli ilmin esaslarını ihtivâ etmektedir. Diğer bir mânâ ile gayet güzel, hoş, yüceltmeye ve hürmete layık demektir. Ayrıca bu kelimeye, Allah katında değerli mânâsı da verilmiştir. 78. Korunmuş bir kitapda Meknûn, saklı, yani temiz tutulmak, kirletilmemek ve zayi edilmemek için saklanıp, kablar içinde muhafaza edilmiş demektir. İşte mushaflar öyle korunmalıdır. 79. Öyle ki temiz olanlardan başkası ona el süremez. Buradaki nefiy (olumsuzluk), nehiy (men etmek) mânâsınadır. Yani temiz olmayan kirli eller Ona dokunmasın, ancak maddî ve manevî pisliklerden, kötülükten ve necasetten temizlenmiş imanlı ve abdestli kimseler ona dokunsun. Bu âyet sebebiyledir ki, fıkıhta cünüp iken Kur'ân okunamayacağı ve abdesti olmayanın mushafa el süremeyeceği beyan edilmiştir. 80. Çünkü O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş bir kitaptır. 81. Şimdi siz bu söze mi yağ süreceksiniz? Yani hürmetsizlik edip inkâr içinde ve temizlenmeden onu kirletmeye mi kalkışacaksınız? 82. Ve rızkınızı sırf yalanlamanızdan ibaret mi kılacaksınız? Yani o kitaptan nasibinizi, onu yalanlamak ve bu suretle o nimete karşı nankörlük etmekten ibaret mi kılacaksınız? Çünkü ondan istifade edecek yerde ona hürmetsizlik etmek ve kirletmeye çalışmak, ondan elde edilecek nasibi küfr ve nankörlükten ibaret kılmaktır. 83. Bunun üzerine de yalanlama ve inkarda ısrar etmenin âkıbetine işaret edilerek buyuruluyor ki: O halde haydisenize can boğaza dayandığı vakit. Âyetteki kelâmdaki yalanlamayı sıralamak içindir. da onların acizliklerini göstermek üzere tahdid ifade etmektedir. Bu nın cevabı, ikinci dan sonra gelecek olan cümlesidir. fiilinin altındaki zamirinin nefse, yani ruha ait olduğu, sözün cereyan tarzından anlaşılmaktadır. Hulkûm, boğaz demektir. Dilimizde de "Can hulkuma geldiği vakit" denilir ki bu, ruhun çıkmak üzere bulunduğu can çekişme vakti demektir. 84. "Ve siz." Vâv, itirâziyyedir. Yani onun etrafında hazır bulunan ilgililer, sizler o zaman, içinizden birinin canı hulkuma geldiği o demde bakar durursunuz. Onun ölüm sarhoşluğunu görür, kurtaracak hiçbir şey yapamaz, acz içinde kara kara bakarsınız 85. biz ise ona, o can çekişen arkadaşınıza sizden daha yakınızdır. Gerek ilim, gerek kudret, gerek tasarruf cihetiyle olsun her hususta yakınız. Siz onun hallerinden yalnız açıkta gördüğünüz izleri tanıyabilirsiniz. Onun mahiyetine, niteliğine ve gizli özelliklerine vâkıf olamaz ve onlardan hiçbirini def edemezsiniz. Biz ise hepsini bilir ve dilediğimizi yaparız. Ve lâkin siz görmezsiniz, yani o yakınlığı idrak etmezsiniz. 86. O vakit haydi, bu diğerini kuvvetlendirmektedir. Eğer siz hak dinin hükmüne uymayacak ve yalanlamanızın cezasını çekmeyecekseniz, 87. o hulkuma gelen canı geri çevirseniz ya! Bu cümle, ların cevabı olmakla beraber şartiyyesinin cezası da olabilir. Yani onu geri çevirseniz ya bakalım. Eğer sadık iseniz, yani Allah'ın dinine tâbi olmamak, birliği ile Rablığını tanımamak davasında doğru iseniz!... Fakat ihtimal var mıdır? Siz Allah Teâlâ'nın hüküm ve kudreti altında öyle âciz, öyle mahkûm durumdasınız ki sizin için bu mümkün müdür? 88. Şimdi sonuç olarak o vefat eden zâtın ölümden sonraki halini beyan etmek için de buyuruluyor ki o canı geri dönmeyip ölen kimse, o Allah'a yakın olanlardan ise, sûrenin baş tarafında zikredilen üç sınıftan en ileride bulunan sâbikûndan (öncülerden) ise ki bu, en yüksek vasıfları olan "mukarrebûn" ile ifade edilmiştir. 89. Artık ona bir ravh. Ravh, rahat, rahmet, ferah ve devamlı hayat mânâlarına gelir ve güzel bir rızık ve bir naim cenneti, hiç kederi olmayan bir nimet ve saadet cenneti vardır. 90. Amma Ashab-ı yemin'e gelince aynen yukarıdaki isimle zikredilmişlerdir. 91. Artık sana sağın adamlarından selam. Burada ashab-ı yeminin birbirlerini selamlamaları hususu, Allah tarafından haber verilmektedir. 92. amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır. 93. *} amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır. 94. *} amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır. 95. Hakikaten işte bu, bu Kur'ân, özellikle sûrede zikredilen haber ve nihâyet üç sınıftan her birine ait sevab ve karşılık hiç şüphesiz o, hakku'l-yakîndir, (kesin bir gerçektir). Yalnız ilmü'l-yakîn (kesin bilgi) ve aynü'l-yakîn (görerek bilmek) değil, hakku'l-yakindir. Onlar bunun içinde gerçeği tahakkuk edici olarak kalacaklardır. Âyette geçen hak ve yakîn kelimelerinin her ikisi de aynı mânâyı ifade ettikleri halde hakkın, yakîne izafeti hakkında çok söz söylenmiştir. Bunlar içinde en uygunu İbnü Atiyye ve Râzî'nin beyanlarıdır ki o da şudur: "Hakku'l, yakîn, hakku'l-hak (en büyük gerçek) ve en üstün sevab demek gibi bir çeşit te'kid mânâsını içermektedir ki, yakînin son derecesi, yahut daha üstünde bir gerçek bulunmayan en yüksek mertebesi demek olur." Yukarılarda geçtiği ve Seyyid Şerîf'in "Ta'rifât"ında da izah edildiği üzere "Yakîn"in üç mertebesi vardır. Bunlar, ilmü'l-yakîn, aynûl-yakîn, ve hakku'l-yakîndir. Hakku'l-yakîn ilim ve müşahededen geçerek fiilî olarak tahakkuk edip yaşanan hakikat demektir. Ayrıca denilmiştir ki hakku'l-yakîn, kulun hakta yok olması ve onunla yalnız ilmen değil, hem ilim olarak, hem müşahede ile, hem hâl olarak bâki olmasıdır. Mesela, her akıllı insanın ölümü bilmesi ilmül-yakîn, melekleri görmesi aynü'l-yakîn, ölümü tatması da hakkü'l-yakîndir. 96. O halde Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Bu sûrenin de tekrar eden âyeti budur. Allah Teâlâ, hakkı beyan ettikten sonra kâfirlerin kabule yanaşmamaları üzerine Resulüne buyuruyor ki, kâfirler kabul etmeseler de sen onları bırak. Onlar ister tasdik etsinler, ister yalanlasınlar, sen Rabbini tesbih et, hem de "Azîm" (yüce) ismiyle tesbih et. Böylece söz konusu bu âyetin üst tarafıyla, yani önceki âyetlerle mânâ yönünden irtibatı olduğu gibi gelecek sûrenin baş tarafıyla da münasebetinin olduğu anlaşılmaktadır. Sonraki sûreyle münasebeti şu şekilde kurulabilir. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, Allah'ı tesbih eder. Sen, onlara nazaran küçücük bir grup demek olan kâfirlere bakma da, bütün kâinat ile beraber Rabbini tesbih et ve O'nu, en yüce ismiyle noksan sıfatlardan tenzih et. |