Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Cevap: şura
mahkum olmazlar. 40-Böyle galibiyet ve intikamın niçin ve nasıl meşru olduğu ve güzel görüldüğüne gelince kötülüğün cezası da aynı dengi bir kötülüktür. Bu düstur (prensip) Fıkıh'ta Ukubât (cezalar) ahkamına büyük bir temel olan ve genel olarak ceza kanunlarına esas alınması gereken genel bir kanundur. Yani azgınlık zulümdür, kötülüktür, kötülüğe meydan vermeyip ceza vermek de güzel bir iştir. Fakat bunun güzel olması iki şarta bağlıdır. Birincisi: Suça, ceza olabilmesi için onun gibi bir "seyyie" (kötülük) yani suçlunun hoşuna gitmeyecek bir fiil olmalıdır. Yoksa o bir ceza değil, cürüm ve zulme teşvik olur, yerine düşmeyen güzellik ise çirkin olur. İkincisi; ceza suçun dengi ve ona eşit olmalıdır, yoksa adalet olmaz. Bu mânâ adalet kelimesinin kavramında da dahildir. Onun için azgınlığa karşı öc alınırken haddini aşıp da tecavüz etmemelidir. Her kim de affedip ıslah ederse, kendine kötülük eden kimsenin suçunu affedip onunla arasındaki düşmanlık halini düzeltirse Onun da ecri Allah'a aittir. Allah'ın nezdindedir. Yani Allah ona çok büyük ecir ihsan eder. Burada "Kim bağışlarsa" diye bağışlamanın tekil kipi ile getirilmesi bunun kamu hakkı olan meselelerde değil, şahsî haklarda cereyan edeceğine dair bir uyarı gibidir. Muhakkak ki o (Allah), zulmedenleri sevmez. Yani gerek doğrudan doğruya zulmedenlerin, gerekse cezada ileri gitmek suretiyle zulmedenlerin hiçbirini sevmez. Cezada misil ve eşitliğe uyma zor olan meselelerde zulüm ihtimali fazla olacağı için cezalandırmaya gücü yettiği halde bağışla***** ıslah yapan kimselere Allah büyük sevap verir. 41- Zulüm olunduktan sonra öcünü alan kimseler var ya, elbette öyleler üzerine yol yoktur. Bağışlama daha uygun olmakla birlikte bağışlamayıp da misli ile aynen karşılık veren kimselere karış ceza için bir yol yoktur. 42- Zulüm olunduktan sonra öcünü alan kimseler var ya, elbette öyleler üzerine yol yoktur. Bağışlama daha uygun olmakla birlikte bağışlamayıp da misli ile aynen karşılık veren kimselere karış ceza için bir yol yoktur. 43- O yol ancak zulmedenlere, doğrudan doğruya zulmeden veya karşılık vermede ileri giden, cezada haddi aşanlara ve yeryüzünde haksızlıkla azgınlık edenlere, tekebbür ve tecebbür yapanlara (kibirlenip azgınlık edenlere)dır. İşte onlar, öyle haksız yere zulüm ve azgınlık ile nitelenenler için de elemli bir azap vardır. 44-52- Çünkü O, her şeyi bilir ve O'nun her şeye gücü yeter. Onun için her ne yaparsa hikmet ile (yerli yerinde) isteyerek, bile bile yapar ve her ne isterse yapar. Bununla birlikte hiçbir beşer için mümkün değildir ki Allah ona -şu üç şekilden- başka türlü söz söylesin. Ancak vahy halinde, doğrudan doğruya vahyederek, gayet hızlı ve gizli bir işaret halinde anlatarak ve birden bire kalbe bırakıp ilham suretiyle ki sözün sırf ruhanî olarak vasıtasız içe doğması ve alınmasıdır. Şiddet ve zayıflık ile çeşitli mertebelerde gelebilir. Hem peygamberlere hem de Hz. Musa'nın annesine olduğu gibi diğer insanlara dahi gerek yakaza (uyanıklık) halinde ve gerek uykuda olur. Gıyabdan da olur, rü'yet (görme) halinde de nitekim İsra gecesi Resulullah'a öyle olmuştu, onun için bunun karşılığında buyuruluyor ki: Veya perde arkasından söylemekle ki bazı cisimlerde ve kulaklarda kelam, söz yaratıp işittirir de, işiten kimin söylediğini görmez. Nitekim Hz. Musa'ya böyle olmuştu. Bu doğrudan doğruya kalbe değil, kulaktaki işitme gücüne söylenmiş olduğundan perde arkasından olmuş oluyor. Resulullah (s.a.v.); "Bazan bana çan sesi gibi gelir." dediği kısmın da bu kabilden sayılması gerekir. Veya bir resul yani tebliğ aracı bir melek gönderip, mübelliğ (tebliğci) olduğunu tanıttırıp da izniyle, başarılı kılması ve yardımı ile dilediğini vahyettirmek suretiyle ki peygamberlere çoğu zamanlarda vaki olan böyle vahyetmedir. "dilediğini" buyurulmasından da anlaşılacağı üzere vahyetme ile meleğin vahyi gerek kalbe doğdurulma ve gerek sesle veya sessiz söz ile olabileceği gibi meleğin gelişi dahi cismanî bir biçimde şekillenip şekillenmemekten daha geneldir ve daha geniştir. Meleğin kuvvet ve mertebesinin de ayrıca özel bir önemi vardır. Mesela Cebrail ile olan vahyin ifade ettiği zorunlu bilgi hepsinden yüksek olur. Sonra peygamberler vasıtasıyla diğer insanlara olan tebliğler ve telkinler de bu kısma dahildir, resul göndermektir. Bu kısımda Resul tebliğe vasıta olurken aynı zamanda gönderen ile kendilerine gönderilenler arasında bir şahit demek olması bakımından bu çeşit vahyin, bilgi ifade etmesinde diğerlerinden fazla bir pekiştiricilik var demektir. Peygamberlere çoğunlukla bu şekilde vahiy gelmesi de bundan olsa gerektir. Vahiy hakkında yukarılarda bazı sözler geçmişti. Bu âyet, mümkün olan bütün çeşitlerini özetlediği için, vahiy kelimesinin sözlükteki mânâsına bir daha göz atalım: Alûsî'nin kaydettiği üzere İmam Ebu Abdullah Teymî el-Isbahânî demiştir ki: "Vahyin aslı anlatmaktır. Kendisiyle bir şey anlatılabilen, mesela ilham, işaret yazı hep birer vahiydir." Ragıb da Müfredat'ında der ki: Vahyin aslı hızlı işarettir. Vahiy, sürati de kapsadığı için denilir. Çok çabuk emir demektir, bu bazen işaret, simge ve sözle dokundurma yollu konuşmakla olur. Bazen kelime ve cümle olmaksızın ses ile de olur. Nitekim "Onlara 'sabah akşam tesbihte bulunun' diye işaret etti." (Meryem, 19/11) âyeti o mânâya yorumlanmıştır. Remiz denilmiştir, itibar denilmiş, yazı denilmiştir. "Şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka telkinlerde bulunurlar." (En'am, 6/121), "Onlardan kimi kimine, aldatmak için yaldızla birtakım söz telkin eder." (En'am, 6/112) âyetinde bu çeşitler üzere "O sinsi şeytanın şerrinden." (Nâs, 114/4) ifadesi ile işaret olunan "vesvese" tarzındadır. Bir de özellikle Allah Teâlâ'nın peygamber ve velilerine verilen ilâhî kelimeye "vahy" denilir, bu da "Hiçbir beşer için mümkün değildir ki Allah ona başka suretle kelam söylesin, ancak vahiy ile..." (Şûra, 42/51) âyetiyle beyan buyurulduğu üzere birkaç türlüdür. Ya müşahede olunan bir elçi ile olur ki zatı görülür, kelamı işitilir, Cebrail (a.s.)'in belirli bir suretle peygambere tebliği gibi, veya görülmeksizin kelamını işitmekle olur. Musa (a.s.)'nın Allah'ın kelamını işitmesi gibi. Yahut da kalbe doğdurulmak suretiyle olur. Resulullah (s.a.v.)'ın "Ruhu'l-Kudüs, kalbime üfledi." buyurduğu gibi, veya ilham ile olur. "Musa'nın anasına 'onu emzir' diye vahyettik." (Kasas, 28/7) gibi veya teshir (emre âmade kılma) ile olur. "Rabbin bal arısına, dağlardan, ağaçlardan ve çardaklardan evler edin, sonra meyvelerin herbirinden ye de... diye ilham etti." (Nahl, 16/68) âyetinde olduğu gibi, veya rüyada olur. Nitekim Resulullah buyurmuştur ki "Vahiy kesildi, mübeşşirat (müjdeleyen ilhamlar) kaldı, o da müminin rüyasıdır." İlham, teshir, rüya bu üçüne "ancak vahiy halinde" ifadesi işaret ediyor. Sözü işitmeye "Yahut perde arkasından" sözü delalet ediyor. Cebrail'in tebliğine de "Yahut da tebliğ vasıtası melek gönderip" ifadesi işaret ediyor. Lügate göre vahiy, sülasi (üç harfli) fiilden gelir ise de, Kur'ân'da hep "if'al" ölçüsünde (dört harfli) gelmiştir. İf'al babından "iyha" kelimesi, sülasisi (üç harflisi) gibi vahyetmek, vahiy vermek mânâsına gelmekle birlikte müteaddî (geçişli) olarak vahyettirmek göndermek mânâsına dahi gelir. Burada vahyin çeşitlerini birbirinden ayırmak için doğrudan doğruya olan öncekine "vahiy", elçi aracılığı ile olan üçüncüye "iyha" denilmiştir. Kısacası yüce Allah hiçbir peygambere, ne Musa'ya ne de diğerlerine bu üç çeşitten başka bir şekilde kelam söylememiştir ve hiçbir insanoğluna başka türlü söylemez. İnsanın insanla konuşması gibi karşı karşıya ve apaçık belirli bir şekilde konuşmaz. Çünkü O çok ulu, çok yücedir. Onun için insanoğlu O'nun yüksekliğine yetişip de kadîm (ezelî) olan kelamını olduğu gibi almaya dayanamaz. Fakat hüküm ve hikmet sahibidir. Onun için hikmetine göre "vahiy" veya "iyha" ile söyler. Bu âyetin tefsirinde Şeyh Abdulvehhab Şa'ranî'nin kayda değer bazı ifadeleri vardır; Alûsî, bunları şöyle nakleder: "Şunu bil ki, Hakk'ın kelamını işitmekten men eden (buna engel olan) ancak insanlıktır. Kul ondan (insanlık seviyesinden) yükseldiği zaman ona yüce Allah vücudsuz ruhlara söylediği gibi söyler. İnsanlığa "Beşer" denilmesi de ruhun derecesine ermekten alıkoyan işlere bulaşması dolayısıyladır. Eremeyince de yüce Allah ona eşyada söyler ve onlarda tecelli eder. Peygamberler gibi ona erenler ise öyle değildir. Onun için onların dışındakilere Hak Teâlâ perde olan vücutları içinde tecelli eyler. Eğer yüce Allah'ın kuluna hidayeti (yol göstermesi) olmasa idi onun Rabbi olduğunu tanıyamazdı. Şunu da bil ki yüce Allah'ın kendisinin başkasına söylemesine yahut kendisinin başkasına işittirmesine insan gerçekten dayanamaz, o halde kuluna işittirmek üzere seslendiği zaman onun bütün güçlerinin olması gerekir.(2) Çünkü münacat sırasında yüce Allah onun bütün kuvvetleri olmaksızın hâdisin (sonradan olan ezeli olmayan) bir varlığın Kelam-ı kadimi (ezelî kelamı) işitmeye güç yetirebilmesi mümkün değildir. Onun için Musa (a.s.) düştü, bayıldı, çünkü o makama layık olan tecelliyi kabul edecek yeteneği yoktu. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) sebat etti. Hakk'ın kuluna kulağı, gözü ve bütün kuvveti olduğu o muhabbet derecesi dağda bulunmadığı için "Cebel" (dağ) dahi hitabı işitmeye dayanamadı da hurdahaş oluverdi. Şunu da bil ki yüce Allah'ın yaratıklarla konuşması ebediyyen devam etmektedir. Şu kadar ki insanlardan kimisi onun hadîs (konuşma) olduğunu bilir, Hz. Ömer (r.a.) ve ona varis olan evliya gibi, kimisi de onu tanımaz da bana şöyle zuhur etti der durur ve onun kendisine Hak Teâlâ'nın bir sözü olduğunu bilemez." Şeyhimiz der ki: Hz. Ömer mutlak olarak duyanlardan idi ki Allah Teâlâ onlara her şeyde söyler, fakat söylemenin lakabları vardır: Eğer onunla yüce Allah'a cevap veriyorlarsa ona "Hadis" denir ve eğer birbirlerine cevap veriyorlarsa buna "muhadese", "muhavere" (karşılıklı konuşma) denilir ve eğer yüce Allah'ın sözünü dinliyorlarsa o kendileri hakkında "Hadis" değil, bir "hitab" veya "kelam"dır. Teheccüd namazını kılanlar hakkında Onlar müsamere ehlidir, diye bir rivayet etmiştir. Demek oldu ki vahiy, yüce Allah'ın özel kullarının kalplerine "hadis" tarzında vermiş olduğudur ki ondan onlar için herhangi bir durum hakkında bilgi meydana gelir. Eğer böyle olmazsa ne vahiy ne hitap olmaz. Çünkü insanların katındaki zorunlu bilgiler gibi bazı insanlar kalplerinde bir işe dair bir bilgi duyabilirler ve bu sahih bir bilgidir. Fakat hitapdan doğmuş bir bilgi değildir. Sözümüz ise vahiy denilen ilâhî hitap hakkındadır. Çünkü yüce Allah vahyin bu çeşidini kendisine gelen kimsenin bir bilgi elde edebileceği bir kelam yapmıştır. Şunu da bilmeli ki evliyanın kalplerine ilham vahyinden inebilen ancak meleklere mahsus ruhlardan uzanan bazı ince sırlardır, yoksa bizzat melekler değildir. Çünkü melek peygamberlerden başkasına asla vahiy ile inmez ve kesinlikle ilâhî bir emir ile emretmez. Çünkü şeriat tebliğ edilmiş yerine oturmuş, yalnız mübeşşirat (birtakım müjdeler) vahyi kalmıştır ki bu, vahyin en genelidir. Yüce Allah'tan kula olur, vasıtasız da olur vasıta ile de olur, vasıta peygamberliğe aittir. Vasıtalı vahiyde meleğin aracılık etmesi kaçınılmaz, gerekli olur. Fakat melek vahiy indirme halinde görünmez. Halbuki peygamberlerde öyle değildir. Çünkü onlar meleği söylerken görürler. Velî ise meleği ancak vahiy indirme halinin dışında müşahede edebilir ve görebilirler. Kelamını işitirse göremez, görürse melek söylemez. Demek ki arifler kendilerinden önce geçmiş olan peygamberlik payelerine eremezler, bununla birlikte haklarında "mübaşşirat" bakidir. Ancak onda da insanlar bir değil, birbirlerinden farklı farklıdır. Kimisi vasıta beşaretinden ileri geçemez, kimisi de yükselir. Fertler gibi onlar için vasıtaların yükselmesi ile mübeşşirat vardır. Bununla birlikte peygamberlik yine yoktur. Onun için ahkâmda inkâr olunurlar. Çünkü Hakk'ın kendilerine tanıtımlarından gördükleri ile dış dünyada başlı başına bir şeriat imiş gibi amel etmeleri bakımından peygamberlere benzemek isterler. Fakat o bir şeriat değil, onu beyandır. Dolayısıyla kesilmiş olan vahiy ancak teşri' (hukukî düzenlemeler getiren) vahiydir. Sünnette mücmel olan şeylerin tarifine gelince, bu ümmet için o bakidir ki insanları davet ettikleri konularda basiret üzere bulunsunlar, çünkü o ilâhî bir haberdir. Yüce Allah'ın ilham eylediği kuluna görünmeyen bir melek aracılığı ile ihbardır, haber vermedir. İlham ancak hayır hususunda olur. "Sonra da ona kötülüğü ilham etti." (Şems, 91/8) âyetinde kötülüğün ilhamı, sakınılması mânâsınadır. İlhamın en mükemmeli şeriata uymak ve ilâhî kitaplara bakmak ve onun sınırları içinde durmak ve emirlerini tutmak hususlarının ilham olunmasıdır, ta ki tabiatın pası silinsin de onda âlemin suretleri nakşolunsun, kazınsın. Fakat "Perde gerisinden" ifadesi kalbe değil, kulağa verilen ilâhî hitaptır ki verilen kimse onu kavrar da işittirenin gayesinin ne olduğunu anlar. Bu bazen tecelli biçiminde hasıl olur da o şekilde ona hitap eder. Halbuki o bizzat perdenin kendisidir. Fakat o hitaptan delalet ettiği bilgi anlaşılır ve bilinir ki o bir "hicabdır", konuşan onun gerisindedir. "Veya bir resul, yani tebliğ aracı bir melek gönderir." âyetine gelince: Bu da meleğe indirilen veya insan olan peygamber ile bize getirilen. İkisi de yüce Allah'ın kelamını okuyanlar gibi özellikle naklettikleri zamandır, yoksa kendi nefislerinde buldukları bir bilgiyi nakil ve açıklarlarsa o ilâhî kelam değildir. Velilerden kimisi her insana özel olan vahiy ve vahiy verme halinde yüce Allah'tan terceme verir. Bunda söylenen veya yazılan harflerin biçimleri, terceme edenin; o biçimlerin ruhu ise Allah'ın kelamı olur. Bazı kere de veli: "Kalbim bana Rabbimden şöyle konuştu." der ki özel biçimde demek ister. Bunları öğren ve iyi düşün. Şa'ranî (k.s.) bu son hatırlatma ile "Peygamberlerden başkasının ilhamı umum için bilgi sebeplerinden değildir." diye akaid ve usulde bilginler arasında bilinen esasa uyarı yapmış oluyor. Şundan da gaflet edilmemek gerekiyor ki vahiy sırf sübjektif olan mücerred bir duygu (vicdan) olayı olarak da kalmıyor, haktan haber alan bir deneme, nefsin ötesinde meydana gelen, duyuran bir ilm-i yakîn ve hatta ayn-ı yakîn olma özelliği taşıyor. Bunda göze, kulağa, kalbe ait üç özellik vardır. İhtimal ki "ayn sîn kâf" buna işarettir. Bu şekilde sûrenin başında"İşte vahiy veriyor sana, senden öncekilere de." (Şûra, 42/3) buyurulduğu gibi burada da buyuruluyor ki: Ve işte böyle, bu zikrolunan üç çeşit vahiy ile veya sûrenin başında geçtiği üzere önceki peygamberlere vahyedildiği gibi bu üç tarz ile Sana emrimizden bir ruh vahyettik. Yani ilim, irade prensibi gibi bir manevî hayat prensibi olan Kur'ân'ı vahyettik, diğer bir mânâ ile ruh-u emîn olan Cebrail'i vahiy ile gönderdik. Yoksa Sen, ne kitap nedir bilirdin, ne de iman. Kitap sahibi olmak şöyle dursun, kitabın nasıl bir şey olduğunu bile bilmezdin ve sırf kendi dirayetinle iman etmenin gerekliliğini, rükünlerini ve şartlarını kitapta olduğu gibi bilemezdin. Çünkü imanın şartları arasında yalnız akıl yeterli olmayıp vahiy ile alınması gerekli olan noktalar vardır. Hatta şeriat gelmeden Tevhid bilinse de imanın vacip oluşu yani mükellef tutulma ve görev, aklın değil, şeriatın gereğine tabi olduğundan vahiysiz bilinemezdi. Kitabın ne olduğunu bilmeyen bir kimsenin diğer bir şeriat ile ibadeti olabilirse de bilgisi ve taklitsiz kesin bilgisi olamaz. 52- "Onların içinde ümmîler de var ki Kitab'ı bilemezler. Bildikleri bir sürü kuruntu ve yalandan başkası değildir. Onlar başka değil yalnız zanda kalmış bulunuyorlar." (Bakara, 2/78) ifadesince bir zan ve taklidden ibaret olur. Fakat biz onu, -o sana vahy ettiğimiz ruhu- bir nur kıldık. Bir nur ki onunla kullarımızdan dilediğimiz kimselere doğru yolu göstereceğiz, onları murada erdireceğiz. Ve emin ol ki sen herhalde bir doğru yola kılavuzluk ediyorsun. Yani Allah'ın yoluna, eğri ve dolambaçlı yollara değil, doğrudan doğruya Allah'tan gelen ve Allah'a götüren yola. 53-Bu yolun, bu gayenin şanındaki büyüklüğü tescil ve her murada ermek için istiklal ve istikametinin yönünü anlatmak ve onu görmenin gerekliliğini pekiştirme noktasında son söz olarak şu vasıf getirilmiştir: O Allah ki Göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur. Her yönü ile O'nundur, O'nun mülküdür. Bütün tasarruf hakkı O'nun, hüküm O'nundur. Onun için her ne istenecekse O'ndan istenilmesi ve O'nun iradesi, şeriatı ve kanunu dairesinde istenilmesi en doğru yoldur. Bazı şeylerin O'ndan beride bazı kimselerin, kişilerin veya toplumların emir ve iradeleri altında olmasına gelince, iyi bil ki bütün işler döne dolaşa nihayet yalnız Allah'a varır. O geçici tasarruflar ortadan kalkar ve bütün hüküm Allah'a ait olur. Onun için başka yola giden, başkalarına tapanlar sonunda şaşkın ve perişan olurlar. Allah yolunu tutanlar ise sonunda her murada erer, bağışlanmaya ve yüce Allah'ın hoşnutluğuna kavuşurlar. Şûra Sûresi burada son buldu. 30 Receb 1354. Şimdi aynı ruhu Zuhruf Sûresi takip edecektir. "Allah'ım! Bizi doğru yoluna ulaştırdığın kimselerden kıl." |