Konu: En'am
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Temmuz 2009, 01:25   #1
Çevrimdışı
Spammer
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
En'am




Hamd hep Allah'a, ki başların üstündeki gökleri ve ayakların altındaki yeri yarattı ve karanlıkları ve nuru yaptı. Şu halde onun bunlar üzerindeki mülk ve saltanatı, sahipliği, yalnız var olduklarından sonraki tedbir ve olgunlaşmaları, sonra gelen arızalar üzerinde cereyan eden, zâtı ve tabiatlarına mahkum bulunan bağımlı ve hasta bir mülk ve sahiplik değil, daha önce yaratma ve yapma ile bütün varlıklarına da hâkim olan bir mülk ve saltanattır. Ve bunun için bütün hamd ve senâ, bütün ululama ve teşekkür ancak ve ancak Allah'ın hakkıdır. Zât ve sıfatı bakımından Allah'a mahsustur.
Kur'ân'da beş sûrenin başında güzel kelimesi zikredilmiştir. Birinci olarak Fâtiha'da "Hamd âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur." İkincisi bu sûrede "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve nuru var eden Allah'a mahsustur." Üçüncüsü Kehf sûresinde "Hamd, kuluna Kitab indiren Allah'a mahsustur". Dördüncüsü Sebe sûresinde "Hamd, göklerde ve yerde bulunanların hepsi kendisinin olan Allah'a mahsustur". Beşincisi Fâtır sûresinde
"Hamd, gökleri yaratan, melekleri elçiler yapan Allah'a mahsustur" buyurulmuştur ki hepsi Fâtiha'daki "hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur." hamdiyle âlemlerde ilâhî mülkiyetin çeşitleri ile açıklama ve izahıdır.
Mâide sûresinin sonundan geçilerek burada görülüyor ki, gökler ve yer hakkında "halk" (yaratmak), karanlıklar ve nur hakkında "ca'l" (yapmak) denilmiştir. Tefsirciler diyorlar ki " = ca'l" de " = halk" gibi bir inşâ ve yaratmadır. Şu kadar ki "halk", tekvînle ilgili inşâya tahsis edimiş ve bir takdir ve tesviye mânâsını da içine alır. Yani halk (yaratma)da, yaratılanın her yönüyle özel kaderlerini yoktan var eden ve takdir eden öncü bir kapsayıcı ilim ve ona göre gerek maddesiz ve gerek bir maddeden yapma ve düzen verme mânâsı vardır. Ve bu şekilde fıtrat (tabiat) anlamı, halk (yaratma) ve hilkat (yaratılış) anlamından bir cüzdür. Ca'l (yapma) ise bu âyette olduğu gibi tekvînî inşâ ile "Allah, bahîre diye bir şey yapmamıştır" (Mâide, 5/103) âyetinde olduğu gibi teşrîî inşâdan daha genel olduğu gibi, bundan başka "ca'l"de bir tasyîr (değiştirme) ve tazmîn (boynuna yükleme) mânâsı, yani mef'ûlün diğer bir şey ile zarflık veya gâiyyet (gâyelik) veya başlangıçlık veya diğer herhangi bir sebeple münasebeti mânâsı da vardır ki, bu şey arada kâh gizli bir kayıt olarak ve kâh ikinci bir mef'ûl şeklinde kelâmın esası olarak düşünülür. Birincide "ca'l", gizli bir şekilde de olsa, mukayyed bir mef'ûle teallûk eder. "Karanlıkları ve nuru var etti"; "Ve ikisinin arasına bir engel koydu" (Furkân, 25/53); "Orada (yerde) sabit dağlar var etti" (Ra'd, 13/3); "Bize katından bir koruyucu ver." (Nisâ', 4/75) âyetlerinde olduğu gibi. İkincisinde ise "Geceyi dinlenme zamanı yapmıştır." (En'âm, 6/96); "Parmaklarını kulaklarına tıkarlar" (Bakara, 2/19) âyetlerinde olduğu gibi iki mef'ûle teallûk eder. Ve yerine göre bu ikinci şeyin bir gizli kayıt veya kelâmın esası olup olmadığını ayırmak gerekir ki, bu mânâlar dilimizde "yapmak" ve "kılmak" kelimeleriyle ifade olunabilir. Nitekim karanlık yaptı, aydınlık yaptı, geceyi gündüz, gündüzü gece yaptı, karanlığı hoş olmayan, aydınlığı hoş kıldı denilebilir.
Demek olur ki, karanlıklar (zulümât)ın ve nûrun mec'ûliyet (yapılmışlığ)i, birinin diğeri ile ard arda gelmesi, gökler ve yerdeki şeylerin varlığı, yaratılış gayesinde birer karşıt hadise olmaları itibariyledir. Ve bundan zulmetin kendisinin, nur gibi, varlığa ait bir şey ve aslî yokluğun mevcut şeyler olması ve eşya nazar-ı itibare alınmaksızın zamanın, gece ve gündüzün, hadd-i zatında mevcut bulunması lazım gelmez. Demek ki Mâni'cilerin dediği gibi zulumât (karanlıklar)ın ve nûrun biri şerri yaratan, biri hayrı yaratan iki ilk başlangıç olmaları şöyle dursun; bunlar, göklerin ve yerin yaratılışı dolayısıyle ikinci derecede ve dolaylı olarak var edilmiş, nisbî ve izafî birer hadiseden başka bir şey değildirler. Zulümâtın nûrdan önce getirilmesi, yaratılmış şeylerde aslî yokluğun melekelerden önce olmasına işarettir. "Zulümât"ın çoğul, "nûr"un tekil olarak gelmesi de, zulmetin çokluk, şirk ve ayrışım ile ilgili bulunduğuna ve bunda tek ve tekliğin çoklukta kaybolmasına; nûrun ise tevhid ile ilgili olduğuna ve bunda çokluğun tekde kaybolduğuna bir tenbih gibidir. Ve bu çoğul ve önce getirme ile tekil getirme ve geriye bırakmada, zulümât ve nûrun, gökler ve yer karinesine ayrıca bir güzel kabul edişi (hüsn-i tekabbülü) de vardır. Sonra karanlıklar ve nurdan maksad, gece ve gündüzün birbirini izlemelerinde görüldüğü üzere hissedilen iki zıt hadise olduğu açıktır. Zira lafızların lugattaki hakikatleri budur. Bununla birlikte nûr, ferahlığa; karanlık, kederlere sebep olmak bakımından, bunlar küfür ve iman, cehalet ve ilim, keder ve sevinç, şer ve hayır gibi maneviyatta imandan da uzak değildirler. Ve hatta bu mânâlarda mecâz-ı müteâref (meşhur mecaz) olmak üzere kullanılırlar. Bundan dolayı tefsirciler bununla tefsir etmişler, Vahidî de, zulümât ve nûrun hissedilen ve anlaşılan her ikisini içine aldığını göstermiştir ki umûm-ı mecâz demek olur. Hakikatte bilgi ve tevhid delili olan nûrun yalnız objektif (âfâkî = nesnel) ve maddî bir hadise olmasında ısrar etmek doğru değildir. Bundan subjektif ve objektif, maddî ve manevî olmanın bir anlaşması, bir kavuşma bakışı vardır ki, biz ona idrak, görme ve vicdan şuuru ismini veririz. Şu halde nûrda, her halde, bir mânâ gözetilmeli , hissedilen ve akla uygun olan toplayıcı bir genel mânâ düşünülmelidir. Hislerin çeşitliliğine rağmen nûrûn tekil olarak gelmesi de hepsinin, şuurun nurunda ve idrakte toplandığını anlatır.
İşte Allah öyle âlemlerin Rabbidir ki maddiyât ve mâneviyâtiyle gökleri ve yeri yaratmış, karanlıkları ve nûru yapmıştır. Sonra bütün bu nimetlere nankörlük edip küfredenler O yaratan Rab'larına bu yaratılmışları veya bunlardan bazılarını denk tutuyorlar. Bir kısmı tutuyor eşyanın tabiatına tapıyor bir kısmı tutuyor yıldızlara, güneşe tapıyor. Bir kısmı tutuyor hayır ilâhı, şer ilâhı, Yezdan ve Ehremen diye karanlığa ve nûra tapıyor, bir kısmı tutuyor sıcağa, ateşe tapıyor, bir kısmı tutuyor taşlara, topraklara, madenlere ve bunlardan yaptıkları putlara tapıyor, bir kısmı tutuyor bitkilere ve hayvanlara tapıyor, bir kısmı insanlara tapıyor. Bir kısmı tutuyor Firavun ve Nemrud gibi azgın Tağutlara tapıyor. Bir kısmı da İsa ve anası veya Melekler gibi Allah'ın kullarına tapıyorlar. Ki bütün bunların yaratıcı Allah'a karşı ne büyük bir küfür, ne kadar bir utanmazlık olduğu açıktır.
2-Acaba bunlar bu küfür ve inkârın sorumluluğunu hiç düşünmüyorlar, o yüce yaratıcının kendilerine hiçbir şey yapamayacağını mı sanıyorlar? Ey insanlar! O öyle bir Allah'tır ki, sizin hepinizi bir çamurdan yarattı. Allah, yeri yarattığı zaman üzerinde hayattan hiçbir eser yoktu, o hayatsız yer maddelerinden çamur, çamurdan da bitki, hayvan, insan yarattı ve sonra o insanın sulbünden o çamurun bir seçim örneği olarak çıkardığı "değersiz bir su" içindeki zerreciklerden devamlı bir sülâle olarak sizleri yarattı ve yaratmaktadır. Sizin ilk maddeniz bir çamurdan ibarettir. Onu insan yapan Allah'tır. Burada meşhur tefsir budur: Allah Teâlâ insanları Âdem'den, Âdem'i de bir çamurdan yaratmıştır. Fahreddin Râzî der ki: "Bence bunda diğer bir vecih daha vardır. Şöyle ki, insan, meni ile hayız kanından yaratılmıştır .Bunlar ise kandan, kan da gıdalardan doğar. Gıdalar da ya hayvansal veya bitkiseldir. Hayvansal olduğu takdirde o hayvanın doğuş niteliğindeki durumu, insanın doğuşundaki hali gibidir. Kala kala bitkisel gıdalar kalır. Bundan dolayı sabit ki insan, dolayısıyla bitkisel gıdalardan, bitkisel gıdalar da şüphe yok ki çamurdan doğmuştur. Ve o halde her insan bu şekilde başlangıçta çamurdan yaratılmıştır. Çamurdan döl suyu, döl suyundan kalb, beyin, karaciğer ve diğerleri gibi sıfatta, sûrette, renkte, şekilde çeşitli cihazlar ve uzuvlar doğması ve teşekkül etmesi ise kendi kendine olabilecek bir şey değildir. Bu benzersiz sanatı ancak hikmetli bir takdir edici ve merhametli idarecinin takdir ve tedbiri ile mümkün olabilir." Çünkü yok, kendi kendine var olamaz. Kendiliğinden doğma (jeneraspon spontane), sebepsiz, illetsiz hudûs (oluş) mümkün değildir ve batıldır. Özellikle böyle bir seçme ile böyle bir insan vücudunun tesadüfen ve cahilce bir şekilde meydana gelmesi öncelikle batıl ve mümkün değildir. Râzî'nin bu hatırlatması hâl-i hazırda görülen ve bilinen hayatî olayları düşünmekle yalnız Âdem Aleyhisselâm'ın değil, her insanın çeşitli devirler içinde çamurdan ayıklanmakla yaratılmış olduğunu göstermesi ve Âdem'in yaratılışının aydınlatma ve açıklaması itibariyle gerçekten önemi hâizdir. Ancak bu müşahede, meşhur tefsirde olduğu gibi ilk insanın, ilk menî'nin yaratılışını bir izah olmak üzere düşünülmedikçe meselenin bütün inceleğiyle kavranılmış olacağı şüphelidir. Zira insan türünün yeryüzünde ilk yaratılışına kadar çıkılmayınca, her insanın menîden önce çamurdan yaratılmış olduğu hakkıyla ortaya çıkamaz. Çünkü her ferdin yaratıldığı baba menisi ve annenin hayız kanı, topraktan aldığı gıdasından öncedir.
Bundan dolayı insanın yaratılışı "Menîden, hakir bir sudan" (Secde, 32/8) dır. Dölde menînin, rahimde hayız kanı ve yumurtanın yaratılışı da menşeinin bitkisel olması dolayısıyla toprağa ve suya borçlu ise de, bunların kana benzeşmesi daha önce o döl ve rahimin hayatî tabiatına, bu da doğduğu meni ve hayız kanına borçludur. Şu halde meseleyi her yönden tahlil (analiz) etmiş olmak için çamurun, insan yaratılışının başlangıcı olması ilk menî ve hayız kanının yaratılışına kadar döndürülmek gerekir ki, bu da birinci olarak Âdem'in yaratılışını düşünmekle mümkün olur. Bu münasebetle zamanımızın fennî teorilerini bir gözden geçirmek faydalı olacaktır:
Bugünkü teorilere göre gerek hayvansal ve gerek bitkisel hayatın başlangıcı son analizde bir "sellûl"e yani bir hücreye dayanmaktadır. Bir bitki, bir hayvan, bir insan bedeninin bütün doku uzuvları, mikroskop ile muayene olunabilen gayet küçük yuvarlak veya uzun bir takım hücrelerin ince bir sanatla dokunmasından meydana gelmiştir. Hayat ve canlılığın ilk örneği bu hücrededir ki, biz bunları insanlar hakkında Âdem'in sırtından çıkarılan zerrecikler diye düşünebiliriz. Hücre, hücreden doğarak çoğalır. Bir hücre, hava, su ve diğer yeryüzüne ait maddelerle gıdalanır ve onlar hücrenin içinde organizmaya benzeşir. Bundan diğer hücreler doğar ve tümünden de bir canlı beden dokunur, meydana gelir. Ve bu şekilde bitki türleri, hayvan türleri ve bu arada insanlar birli veya ikili olarak kendi esas hücresi üzerinde bir sülale (soy) takip ederler. Bir insanın oluşumunun başlangıcı olan ilk hücre, anasının rahminde bir yumurta hücresiyle onu aşılayan bir menî hücresinin oluşturdukları aşılanan bir hücre olmak üzere mutalaa olunur ki horoz tohumuyla aşılanmış bir tavuk yumurtası bunun tam değilse de zahirî bir örneği gibidir. Şimdi, her hücreye "kendi tabiatiyle kendisi yaratıyor" demek, yoktan, sebepsiz, illetsiz bir eser tasavvur etmek olduğu için nasıl bir çelişki ve mümkünsüz ise, "bütün üretken hücrelerin yaratıcısı ve bunları bir beden olarak dokuyup vücuda getiren yapıcısı da ilk hücredir" demek de ondan daha büyük bir çelişki ve mümkünsüzlüktür. Çocuğu yaratan ve yaşatan kendisi veya anası - babasıdır zannetmek gibi açık bir cahilliktir. Şüphe yok ki bir hücreden bir menînin karışımından yüzlerle, binlerle, milyonlarla milyarlarla hücre yaratan ve bunları doku***** vasıfları ve şekilleri, faydaları ve tabiatları, çeşitli uzuv ve aygıttan oluşmuş mükemmel bir beden, bir hayat makinesi halinde işleten ince sanat, bunların hepsi üzerinde hâkim olan bir üstün ilâhî kudretin en mükemmel şahididir. Ve böyle olduğu Kur'ân'ın bir çok âyetlerinde de gösterilecektir. Fakat bu âyetten çıkan mesele, yalnız bundan ibaret kalmıyor. O ilk hücrenin menşeinin ne olduğu da gösteriliyor ki, bütün hayatı yaratananın kudreti, o bir hücreye ait olması gibi bir yanlış anlaşılmaya da meydan kalmasın. Bugün fenciler diyorlar ki, hayat ve canlılık böyle bir hücreye, bir tohuma dönücüdür ve Pastör deneyine göre de gerek bitkisel ve gerek hayvansal her canlı, her organizma muhakkak kendi cinsinden böyle bir tohum ile geçmiştir. Yani bir sülaledir. "Jenerasyon spontane" (kendi kendine doğum) yoktur ve olamaz. İlletsiz, sebepsiz bir hadisenin olamayacağını anlatan bu ifadeden birçokları yanlış sonuçlar çıkarmış ve yaratıcı kudreti inkâra kadar varmışlardır. Halbuki bu noktada fennin genişce tahlil edemediği ve bununla beraber kısa yoldan halleylediği ikinci bir safha vardır. Zira yeryüzünün ve yeryüzü üzerinde hayatın kadîm (ezelî) olmayıp fen ve mantık bakımından bilindiği gibi, "hücrenin bileşik ve yaratılmış ve buna göre sonradan olma" olduğu da kesin olarak bilinmektedir. Hatta organik kimyada ve ilm-i ensac (dokubilim)da hücrelerin terkipleri ve şekilleri ile ilgili bir hayli bilgi de vardır. Cansız birtakım basit maddelerden canlı bir organik hücre meydana gelmiş bulunuyor. Gerçi fen bilimleri bu maddelerin sanatla terkibinden bir hücre yapamıyor. Fakat hücrenin bileşik ve yaratılmış ve sonradan olma olduğu da her şüpheden uzak olarak biliniyor. Zaten zincirleme doğum tasavvuru da her hücrenin oluş ve sonluluğunu tasavvur etmektir. Şu halde, "hücre içinde hücre ve daha önce yeryüzünde ilk insan veya ilk hayvan veya ilk bitki hücresi nasıl ve nereden yapılmıştır?" sorusu vardır. Buna karşı beşer fenni: "Nasıl yapıldığını henüz bilmiyorum, fakat şurası muhakkaktır ki her halde yeryüzünün basit maddelerinden yapılmıştır. Bu nokta ilmen ve aklen kesindir. Zira terkiplerinde yeryüzünde bulunabilen basit maddeler görülüyor." cevabını vermekte ve bu noktada mesele kimyadan ve hayat bilgisinden "ayıklama kanunu" ile ilâhî hikmet sahasına geçmektedir. Sebepsiz, kendi kendine "sonradan olma" mânâsına "Jenerasyon spontane" doğum veya bizzat doğum hadd-i zatında çelişki olduğu için, akıl ve ilim bakımından zorunlu olarak imkansız ve aynı zamanda hücrenin sonradan olma ve yaratılmış olduğu da kesin olarak bilindiğinden, bu konuda Pastör teorisi daha çok felsefî demek olan "ayıklama" düşüncesine gerek göstermeden fenni, doğrudan doğruya yaratıcının kudretine dayandırmıştır. Çünkü ayıklamayı bahis konusu etmenin sonucu da bunu isbattan başka bir şey değildir. Yoksa "her canlı kendi cinsine mahsus bir tohumdan olur. "Jenerasyon spontane" yoktur" diyen Pastör bu sözü ile başlangıç hücrelerinin kıdem ve ezelîliğini iddia etmek gibi bir çelişkiyi benimsemek istememiştir. Pastör bilirdi ki canlı hücreler ilmî bakımdan en fazla olarak yüz derece ısıya bile tahammül edemez, yok olur. Hatta bundan dolayıdır ki deney yerine koyduğu şişelerindeki suları ve onlardaki organik maddeleri bu şekilde dezenfekte etmiştir. Şu halde jeoloji ilmine göre sonradan oluşan ve bir zamanlar binlerce derece ısı içinde bulunan yeryüzü üzerinde kadîm ve ezeli bir canlı hücrenin varlığını nasıl kabul etmiş ve düşünmüş olabilir? Şayet ettiyse böyle bir iddianın ne ilmî kıymeti olur? Şu halde ilkel hücre her halde sonradan olmuş ve yeryüzü maddelerinden oluşmuştur. Fakat kendi kendine doğum ve oluş da batıl olduğundan bunun yaratma ve var edilmesi bizzat yaratıcı Teâlâ'nın ezelî kudretine dayalı, ona delil ve şahittir. Bu konuda ilk hücrenin yeryüzüne diğer gök cisimlerinden gelip gelmediğini varsaymaya kalkışmak da sözü uzatmaktan başka bir şey değildir. Hasılı insan içinde insanın, hücre içinde hücrenin doğum ve oluşumu ile hayat özünün devam etmesi gıdalanmakla ilgili, gıdalanmanın ise yerden, çamurdan yaratılarak gelen bir tahvil ve temsil gıdası demek olduğu açıktır. Bu şekilde yere ait maddelerin beşerin yaratılışına, kısmen de olsa, bir başlangıç olduğu da açık ve yaratıcının kudretini bu tahvil ve temsil şeklindeki ayıklamadan anla***** meseleyi kısa kesmek de mümkündür. Ancak bunun yaratıcı sebebini gıdalanma ve temsil kudretinde farzetmek, bu kudreti de sırf o insan veya o hücrenin daha önceki bir insan veya hücreden kalıtım yoluyla geçen hayatla ilgili kuvvetin eseri olarak düşünmek mümkün ve hatta alışılmış bulunduğundan bu hal içinde insanın başlangıçta çamurdan yaratılmış olması esasına henüz karışıklık ve benzerlikten uzak bir şekilde açığa kavuşmuş nazariyle bakılamaz. Ve Pastör'ün görüşünü takip edenler de bu devam eden bölüm içinde yaratıcı sebebi, ilk hücrenin sahip bulunduğu canlıya ait güçde gözetebilirler. Fakat mesele, yer üzerinde ilk oluşan hücrede mütalaa olunur. Hem de sebepsiz, illetsiz olma, kendi kendine doğma mümkünsüz olduğu ve hücrenin kadîm (evveli olmayan) ve ezelî olamayıp zorunlu olarak sonradan olmuş bulunduğu unutulma***** mütelaa edilirse; o zaman gerek Pastörcüler ve gerek ıstıfa (ayıklama) cılar, herkes zorunlu olarak itiraf etmek zorundadırlar ki, beşerin ilkel maddesi, yer maddelerinden, yerin çamurundandır. Fakat beşer o çamurun süzülmüş, ayıklanmış bir şekil ve sûretidir. "Menîden, çamurdan". (Mûminûn, 23/ 12)
İşte Allah o yaratıcıdır ki insanları başlangıçta böyle bir çamurdan yarattı, sonra bir ecel kaza etti, takdir ve hükmedip bizzat icra mevkiine koydu, her dünyaya gelene ölümüne kadar bir ecel ile vakit tayin etti ki, her eceli yetenin ölmekte olduğu açık ve hepinizin bildiği ve gördüğü bir husustur. Bundan başka takdir ve isimlendirilmiş bir ecel, bir ecel-i müsemmâ da onun katında, onun huzurunda vardır. Ki bu da bu dünya hayatındaki güzel-çirkin bütün fiillerin ölümden sonra sorumluluk vakti, yani saat ve kıyametin eceli, yahut ölümden sonra dirilmenin eceli ki, bu henüz kaza edilmemiş, fiilî durumu gördüğümüz bir durum değil, gâibdir. Fakat takdir edilmiş ve isimlendirilmiştir. Sonra Allah'ın huzurunda muhakkak icra ve infaz edilecek. "Bir bölük cennette, bir bölük ateştedir" (Şûrâ, 42/7) durumu ebedî olarak ortaya çıkacaktır.
Yukarlarda da geçtiği üzere ecel, bir vakit veya o vaktin sonu demektir. Mesela "Şu borç, bir sene vakitle sınırlandırılmıştır" denildiği zaman bir sene bir eceldir. Sonra "eceli geldi" denildiği zaman da, "senenin sonu geldi" demek olur. Ve bu âyette her iki mânâ caizdir. Bununla beraber birincide vakit, ikincide son mânâsı daha uygundur. Şu halde insanın dünyada eceli demek, ölümüne kadar ömrünün müddeti veya onun sonu, ölüm ânı demektir. Öldüğü anda bu ecel gelmiş ve yetmiş olur. Herhangi mânâ tasavvur edilirse edilsin bu ömür, bu ecel birdir. Bir kere tahakkuk eder. Bir insan için bu ölüme kadar iki ecel tasavvuruna imkan yoktur. Ve ölüm, her ne sebeple olursa olsun, ecel yetmiş, ömür bitmiş olur. Ve artık ona, "ecelsiz öldü" demek çelişkiden başka bir şey değildir. O gün anlaşılır ki, ezelde takdir edilen ve vakti kararlaştırılan bu, bugün tahakkuk edip fiilen kaza edilen, yerine getirilen de budur. Fakat bunun kazasıyla, bu ecel yetmekle insanın , vücûdun her şeyi, her iş bitmiş olmaz. Bundan sonra da diğer bir ecel, bir son gelecektir. Bu ecel de bu müddetin sonunda ve Allah'ın huzurunda iyi ve kötü her sorumluluk son bulacak, soru ve hesap tamam olup dünya hayatının bütün defterleri kapanacak, ondan sonra ya ebedî olarak sevap veya ebedî olarak azab devresi gelecektir. Ve işte burada "takdir edilmiş ecel O'nun katındadır", bu sonuç, bu nihayettir ki, buna kıyamet, saat, ölümden sonra Allah'ın dirilteceği gün, toplanma günü, suâl günü, hesap günü, ceza günü, kıyamet günü, ayırma günü denilir. "Ve şüphesiz ahiret yurdu, işte asıl hayat odur" (Ankebût, 29/64) bu aralıktan itibaren tecelli ve tahakkuk edecektir. Ve artık buna son yoktur. Ölüm ecelinden başka bir ecel olan bu ecel-i müsemmâ (takdir olunan ecel), ecelin nihayet mânâsı itibariyle ahiret bölümünün başlangıcı olan saat ve vakit mânâsı düşüncesiyle de ölümden o saate kadar olan "berzah" müddetiyle tefsir edilir ki meâl birdir. Doğru ve mûteber tefsir, bu mânâlardır. Bununla birlikte bazı tefsirciler diğer farklı görüşler de söylemişlerdir ki, bunlardan -özellikle- bazılarını hatırlatalım:
1- Ebu Müslim demiştir ki: "Kaza olunan birinci ecel geçmişlerin, yani vefat eden şahıslar ve geçmiş ümmetlerin ecelleridir. İkinci ecel de henüz vefat etmemiş bulunanların ölüm ecelleridir ki bunu ancak Allah bilir". Buna göre bahis konusu her şahıs için ancak bir ölüm eceli demek olur ki, kelimelerinin nekre (belirsiz) getirilmelerine göre zahirin tersidir. Birinci ecel herkesin geçen ömrünün miktarı, ikinci ecel de kalan ömrünün miktarı demek de böyledir. Hatta bizce burada birinci eceli, şahısların eceli; ikinci eceli "Her bir ümmet (millet) için bir ecel vardır" (Ârâf, 7)34) âyetinin delaleti üzere milletlerin eceli; yani birisi ferdî ölüm eceli, diğeri millî ölüm eceli olmak üzere düşünmek de akla gelir. Fakat rivayet edilen önceki mânâ bunu içine alır. ikisini de içerir.
2- Bazıları da demiş ki, her insanın iki eceli vardır. Birisi tabiî eceller, ikincisi ihtirâmî (yok etmekle ilgili) eceller. Tabiî ecel şudur: Mizac, dış arızalardan korunmuş olsaydı ömrünün kalan müddeti felan zamana kadar varacaktı. Yok etmekle ilgili ecelde, boğulma, yanma, zehirli böcek sokma vesâire gibi dış etkenlerden güç bir sebep ile meydana gelendir. Fahreddin Râzî bunu İslâm filozoflarının görüşü diye nakletmiştir ki, maksat tabiblerdir. Tabibler arasında bir tabiî ömür teorisi vardır. Ve nitekim tabiblerimizin dilinde tabiî ecele, ecel-i müsemmâ (takdir edilmiş ecel); yoketmekle ilgili ecele de, ecel-i kazâ (kaza eceli) demek âdet olmuştur. Böyle bir telakki, ölüm öncesi hayatta sebeplere, sağlık bilgisine, tedaviye, dışa ait korunmalara riayetin faydalarını göstermek açısından faydalıdır. Fakat bunu iki ecel diye anlamak doğru değildir. Yani bir insanın, biri tabiî (doğal), biri yok etmekle ilgili olmak üzere iki eceli yoktur. Ya doğal veya yok etmekle ilgili bir eceli vardır. Zira fiilen vâki olacak olan ecel, bunların ancak biridir. Diğeri bir imkandan ibarettir. İmkan şekilleri çeşitli ve hatta sonsuz olabilir. Fakat vâki olan birdir. Hakikaten ömür, ecel de o vâki olandan ibarettir. Allah'ın takdir ve kaza ettiği de odur. Allah'ın bildiği şaşmaz; O mümkünü mümkün, vâkî olanı vâkî olan olarak bilir. Şu halde tabiî ve helakle ilgili ecel ayırımı; mümkün ecel, vuku bulan ecel diye bir ayırım yapmak gibidir. Dış sebeplerin helakiyle ölenin tabiî olarak ölmesi mümkün olduğu gibi, tabiî olarak ölenin de haricî sebeplerle ölmesi düşünülebilir. Fakat, o her halde bunların yalnız biriyle ölecektir. Halbuki ecel denildiği zaman mümkünü değil, vuku bulanı anlamak gerekir. Vuku bulan, vâki olmadan önce henüz imkan sahasındadır. Şu halde henüz ölmeyen bir kimsenin korunma sebeplerine uyması meşru ve hatta görevdir. Fakat vuku bulanın, vâki olmasıyla imkan sahası kapanmış, ecel tahakkuk etmiştir. Bundan dolayı o zaman da görev, vuku bulana teslim olmaktır. Sonra "tabiî ömür" sözü de soyut bir teoridir. Ölüm, her ne olsa, bir yok etme ve tahrip etme olmaktan çıkmaz. İhtiyarlama, esasen bir helak etme eseridir, yoksa tabiatın tabiat olmak üzere gereği, devamlılıktan başka bir şey değildir. Dışa ait tesir ile yok etme bahis konusu olmayınca, tabiî ömrün sonsuz olması gerekirdi. Demek ki hüküm, tabiatte değil, tabiatı yaratandadır. O halde tabiat sözü bir yanıltma ve şüpheye düşürmedir. Bu gibi sözlerle insanlar kesin bir olgu olan ölümde bile şüphelere düşer dururlar. Nitekim buyuruluyor ki: Sonra, ey kâfirler siz tutar şek ve tereddüt edersiniz ha! Yani Allah Teâlâ'nın sizi ve sizin ilk maddenize varıncaya kadar bütün asıllarınızı yaratan yaratıcı ve size takdir ve hükmettiği ecel gelinceye kadar hayatınızı veren bir hayat verici kâdir olduğu, nefsinizdeki görülen eserlerle sabit ve muhakkak. Ve böyle maddeler yaratmaya ve onlarda hayatlar icad etmeye ve sonra bu hayatı dilediği ecele kadar sürekli kılmaya gücü yeten yaratıcı Allah'ın, bu yaratma ve diriltmeyi bir daha yapmaya kudreti öncelikle belli bulunduğu halde, siz kalkar Allah'ın kudretinden şüphe eder, niteliğini kavrayıp anlayamadığınız şeylerden dolayı, Allah katında tayin ve takdir edilmiş olan bu ecel-i müsemmâda, bu sorumluluk günü hakkında şüpheler, tereddütler çıkarır, Allah'a küfürler eder, kendinizi, yahut göğe veya yere mensub yaratıkları Allah'a denk tutarsınız öyle mi?
3- Halbuki O Allah hem göklerde, hem yerde ibadet edilen bir Allah'tır. Sizin sırrınızı, cehrinizi, gizlinizi, açığınızı bilir. İyi kötü, gizli aşikâr her ne kazanıyor, her neyi hak ediyorsanız onu da bilir. O takdir edilen ecel gelince hak ettiklerinizi tamamen verir.
4-Ey Muhammed bu kâfirlere Rablerinin âyetlerinden, yani Allah Teâlâ'nın ilâhlık ve birliğine, kudret ve hükümlerine delalet eden tenzilî (indirmeğe ait) veya tekvînî (yaratmaya ait) delillerinden hiçbir âyet de gelmez ki, ancak onlar yüz çevirmiş bulunurlar, iltifat etmezler.
5-Bunun için hakkı, yani Kur'ân'ı, kendilerine gelince yalanladılar. Böyle en büyük hakkı yalanlayanlar diğerlerine nasıl iltifat ederler? Fakat onlara, ne ile alay etmekte bulunduklarının müthiş haberleri muhakkak gelecek.
6-Hak ile alay etmenin ne olduğunu o zaman anlayacaklardır. Görmediler mi onlardan önce biz ne kadar karn helak ettik?
KARN, iki mânâya gelir. Birisi zamandan bir müddete yakın olan ümmet, bir zaman ahalisi olan sosyal toplum ki "Ümmetlerin en hayırlısı benim zamanımdaki ümmetimdir" hadis-i şerifi bu mânâyadır. Bunda sivrilmek veya yaklaşmak mânâsı vardır. Bu yaklaşma veya fertlerin birbirine yaklaşması veya bir peygamber, bir âlim, bir reis gibi büyük bir şahsiyete yaklaşması düşünülür.
Diğeri de zaman müddetinin kendisine denir ki, asır gibi çoğunlukla yüz sene takdir edilmiştir. Burada maksat, öncekidir. Yani biz, zaman zaman ne sivrilmiş ümmetler, ne topluluklar helak ettik ki bu yeryüzünde size vermediğimiz güç ve kuvveti onlara vermiştik. Yani yeryüzünde onlara öyle mekan ve vatan verdik ve o vatanda onları öyle yerleştirdik, kararlaştırdık ve kendilerine öyle kuvvetler, âletler, servetler vermiştik ki, ey Mekke'liler, size o kadar kuvvet, güç ve kudret vermedik. Ve üzerlerine göğü, semanın feyzini göndermiş de göndermiştik. Ve nehirleri öyle yapmıştık ki altlarından akıyor da akıyordu. Yani böyle cennet gibi vatanlarda üstlerinden altlarından nimetlere gark olmuş olarak ucuzluk, bolluk içinde, nehirler, bağlar, bahçeler, meyveler arasında safa ile yaşıyorlardı. Derken biz o ümmetleri günahları sebebiyle mahvettik, yok ettik. O kuvvetler, bu servetler kendilerini kurtaramadı, hepsi mahvoldu. Ve arkalarından yerlerine diğer nesiller, başka toplumlar meydan getirdik ve ortaya koyduk. Hasılı Allah Teâlâ sizden önceki Âd ve Semûd ve diğerleri gibi kavimleri, günahları yüzünden helak edip ecellerini yetirmeye ve yerlerine başkalarını koyup onlarla yeryüzünü düzeltmeye ve imar etmeye kâdir olduğu gibi, size de böyle yapmaya kâdirdir. Bundan anlaşılıyor ki, ümmetlerin ecellerinin gelmesinde günahların ve hataların sebep oluşu mühimdir. Ve bu ecel, sorumluluk ecelinden bir andır. Bununla beraber böyle olması ne onun takdir edilmiş olmasına engeldir, ne de ecelin birden fazla oluşunu gerektirir. Ancak şu sabit olur ki, bir ümmet vazifelerinde kusur etmezse, onun pek uzun müddet devam ve bakası mümkün olacaktır. Ve herhalde helak olan ümmetlerin helak oluş sebepleri kendi günahları olmuştur.
7-Ey Muhammed biz yukardan senin üzerine kâğıtta yazılı mücessem bir kitap indirseydik de, onlar gözleriyle gördükten başka, ona elleriyle de dokunsaydılar, o küfre alışmış olanlar mutlaka, "Bu açık bir sihirden başka bir şey değil" derlerdi. kaydı, dokunma hissinin, görme hissinden daha yakın ve daha kuvvetli olduğunu ve yalnız gözün aldanabileceği yerde dokunmanın aldanmayacağını işaret eder.
Bu âyetin iniş sebebi Abdullah b. Ebi Ümeyye olmuştur. Resulullah'a karşı açıkça inat ederek, "Sana iman etmem, tâ ki göğe çıkasın, sonra bir kitap indiresin ki, onda; 'Aziz olan Allah'dan Abdullah b. Ebi Ümeyye'ye' diye yazılmış olsun ve bana, seni tasdik etmemi emretsin ve bununla beraber bunu da yapsan tasdik edeceğimi sanmıyorum" demişti. Fakat sonra iman etmiş ve Tâif'te şehit olmuştur. İşte nefislerinde hakka inanmamak kararını verip hak delillere iltifat etmeyen ve bundan dolayı Peygamber'in doğruluğuna inanmayan ve inanmak istemeyen kâfirler, peygamberliği bir sihir, bir göz boyacılığı, bir hilekârlık kabilinden göstermek istedikleri için Muhammed Aleyhisselâm'ın mucizelerine ve özellikle Kur'ân'ın i'cazı karşısında ilk söz olarak: "Bu açık bir sihir" dedikleri gibi, istedikleri şekilde, elleriyle tutulur mücessem bir kitap, bir mektup da indirilmiş olsa ona da aynı şekilde: "Bu açık bir sihir" derlerdi.
8-Ve hatta dediler ki, bunun üzerine (bu kitabın yahut bu kitap ile beraber Muhammed'in üzerine) açıktan açığa bir melek indirilse ya!. Mademki melek iniyormuş, indirilse de biz de görsek ya! Nadr b. Haris, yine Abdullah b. Ebi Umeyye, Nevfel b. Halid, Hz. Peygamber'e "Ey Muhammed, biz sana asla inanmayız, meğer ki bize Allah tarafından bir mektup getiresin, beraberinde de dört melek gelip o mektubun Allah tarafından olduğunu ve senin onun Resulü olduğuna şahitlik etsin" demişlerdi. Nitekim "Ona kendisiyle beraber uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi?" (Furkân, 25/7) de gelecektir. Halbuki dedikleri gibi bir melek indirseydik, her iş bitirilirdi. Olacak olur, kıyametleri kopardı. Sonra kendilerine göz açtırılmaz, bir an mühlet verilmezdi, derhal mahvolurlardı. Peygamber'in haber vermek, Allah'ın azabından korkutmak için gönderildiği azab hemen tatbik edilmiş bulunurdu ve peygamber gönderilmesinin hikmeti, mânâsı kalmazdı. Çünkü meleği hakiki suretiyle görmeye güçleri yetmez, yıldırım çarpmaktan daha müthiş bir şekilde helak olurlardı. Özellikle ki o Kur'ân'ı getiren Cibril'dir. Ve onun bir sayha (bağırma)sı bir memleketi mahvetmeye yeterli olmuştur. Peygamberler içinde bile pek nadir kişiler onu gerçek sûretiyle çok az görebilmiştir. Vahy sırasında Peygamber'in nasıl bir baskı içinde kendisinden geçtiği de bilinmektedir.
9-Bunun için biz onu (o gönderdiğimiz peygamber'i beşer değil, dedikleri gibi) melek yapsaydık, mutlaka onu bir adam yapar, bir erkek şekline koyar da gönderirdik. Nasıl ki Resulullah'a da Cebrail çok defa Dihyetü'l-Kelbî şekline girerek inerdi. Bazan da Peygamber'le beraber sahabeye de gayet beyaz elbiseli ve çok siyah saçlı bir adam şeklinde görünürdü. Üzerinde hiçbir yolculuk alâmetleri görünmez ve Sahabe'den hiçbiri de tanımazdı. Vahy hadislerinde "Ve bazan melek bana bir adam gibi görünürdü" buyurulduğu malûmdur. Cebrâil'in bir Arab şeklinde geldiği; imanı, İslâmı, ihsanı, sorarak İslâm'ı öğrettiği de meşhurdur. Ve nasıl ki Hz. Meryem'e "doğru bir erkek" (Meryem, 19/17) şeklinde görünmüştü. Aynı şekilde Hz. İbrahim'e ve Hz. Lût'a melekler misafir şeklinde gelmişlerdi.
Bunda buyurulması dikkate şâyândır. Bununla meleğin, kadın şeklinde gönderilmesi ihtimali bulunmadığı -özellikle- anlatılmıştır. Zira bu kâfirler, melekleri kadın şeklinde hayal ediyorlardı. Bu gibi bâtıl inançlardan yasaklamak ve çekindirmek için gönderileceği bahis konusu olan meleğin kadın şeklinde gönderilmesi ise, o kanaatı desteklemek demek olacağından, hikmetin zıddı fiilî bir çelişki olurdu. Melekler gerçekte onların hayalleri gibi dilber kızlar değildir. Hatta onlara karşı kadın şeklinde görünmeleri bile muhtemel değildir. Buna işaret edilerek buyurulmuştur ki: Peygamber'i melek gönderecek olsaydık, herhalde bir erkek şekline kor da gönderirdik. Ve şimdi onları yaptıkları hileyi o zamanda biz kendilerine yapmış olurduk; onları aynı güçlüğe ve hileye fazlasıyla düşürmüş olurduk. Şimdi Peygamber, beşer olduğundan dolayı kendilerine benzer göstererek "Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir" (Mûminûn, 23/24) diye hile ve inkâra kalkışan kâfirler, o zaman da meleği insan şeklinde görecekler ve ona: "Biz senin melek olduğunu ne bilelim, sende bizim gibi bir beşersin" diyeceklerdi. Melek olduğuna inanmayacaklar, getirdiği delilleri dinlemeyecekler, peygamberliğini kabul ve tasdik etmiyeceklerdi. Fazla olarak bu şüphe ve güçlük yalnız onların hileleri olmakla kalmayacak, Allah kendilerini böyle bir karışıklık karşısında bulundurmuş olacaktı.
10- Ey Muhammed, kasem olsun ki, senden önce bir çok peygamberlerle alay edildi de onlarla eğlenenleri, alay sebebi saydıkları gerçek sarıp kuşatıverdi. Alaylarının vebal baskısı altında mahvoldular.
11-Şu halde sen o kâfirlerin yalanlama ve inatlarından müteessir ve ümitsiz olma da, onlara şöyle de: Yeryüzünde gezip dolaşın da, sonra bakın hakkı yalanlayanların sonu nasıl ve ne imiş? Allah, onları nasıl yerlere geçirmiş görünüz de ibret alınız.
Bu emirlerle gösteriliyor ki, önce mekanla ilgili hareket; ikinci olarak, bunun altındaki zamanla ilgili hareket ile olayların niteliği, yeri ve mertebelerinde olduğu gibi müşahede; üçüncü olarak, bu müşâhedede baştan sona gelen veya sondan başa giden bir tertip akımı içinden sonun niteliğinde durmakla onu almak ve idrak etmek; dördüncü olarak, buna kıyas ile şahidden görünmeyen (gâib)e geçiş ve bakış, fikrin, itibarın aslî şartlarındandır.
Şimdi bu ibretin sonucunu açıklamak için buyuruluyor ki:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
12- De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" "Allah'ındır" de. O, rahmet etmeyi kendi nefsine yazmıştır. Sizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar.
13- Gecede, gündüzde barınan her şey O'nundur. O, işitendir, bilendir.
14- De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah'tan başka dost mu tutayım?" "Ben İslâm olanların ilki olmakla emrolundum" de ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma.
15- De ki: "Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım".
16- O gün kimden azab giderilirse, kuşkusuz Allah ona rahmet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.
17- Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundursa, kuşkusuz O, herşeyi yapabilendir.
18- O, kullarının üstünde tam hâkimdir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır.
12- "De ki, yerde ve göklerdekiler kimindir? Yine de ki: Allah'ındır." Burada birinci olarak gösteriliyor ki, ilmin hakikatının başı, illet (sebeb)in idraki; ilmî araştırmanın başı da sebebi araştırmaktır. Ve kalbin inanması, illet ile ma'lûl (sebep ile illetli) arasındaki nedensellik nisbetinin niteliğini anlamaktadır. İkinci olarak gösteriliyor ki, ilmi araştırmaların iki önemli esası vardır: Biri soru sormak, diğer cevap vermektir. Bilmek için ilk önce ne aradığını bilmek, sorusunu tayin ve tasvir etmek lazımdır. Gerçi sorunun tasviri, yani meseleyi ortaya koyuş, ilmin yarısıdır denir. Demek ki ilk görev göklerdeki ve yerdeki şeylere bakıp, bunlardaki değişmeleri görmek ve hepsinin sebebini araştırıp, "bunlar kimin?" sorusunu sormak ve buna nefsinde "Allah'ın" cevabını almaktır. Üçüncü olarak, bu soru ve cevabın, "de ki, de ki..." diye, gayet sade bir şekilde öğretme emri de iki gerçeği işaret eder? Birincisi gösteriyor ki, bu soru ve o anda bu cevap da Allah Teâlâ'nın insan kalbine bir emri ve ilhâmıdır. O, "bunu sor" ve arkasından da " şu cevabı ver" diye emrediyor.
Bu şekilde bunlarda Allah'a delalet eden subjektif (içedönük) alametler oluyorlar. Ve Allah'ın iç olaylarda hâkim bulunduğunu isbat ediyorlar. İkincisi, demek ki göklere ve yere bakanlar için bu soru son derece zorunlu ve açık olduğu gibi, buna "Allah'ın" cevabını vermek de o kadar zorunlu ve açıktır. Zira göklerin ve yerin değişimlerini ve etkilendiklerini görmek ve bunların bir yönetici sahibe muhtaç olduğunu hissetmek, Allah'ın varlığını duymak demektir. Zaten "Allah" demek, bunların tüm sebebi, yaratıcısı, sahibi, hâkimi demektir. O halde bu soruya karşı "lillâh" (Allah'ındır) cevabı, açık bir tahlilî önermeden ibarettir.
İşte bu şekilde önce bütün mekânlı varlıkları içine alan gökler ve yer ile mekan ve mekanlı hadiseler, sonra, "Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur" âyetiyle zaman ve zamanlı olaylar gösterilerek ve Allah Teâlâ'nın hem mekan ve mekanlılara, hem de zaman ve zamanlılara sahip ve malik olduğu beyan edilerek, yapıcı olan Allah'ın ispatı ve ahiret meselelerinin gerçeği ve özü anlatılmıştır ki, sûrenin başındaki "Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve nûru var etti" fıkraları da mekanlı ve zamanlı bu iki görüş noktasını özetlemiş ve "halk" (yaratma) ve "ca'l" (var etme) hükümleriyle de sebeplik (illiyet) kanunu ve sebeplik (illiyet) mânâsına işaret edilmiş olmakla bu âyetler, o âyetin bir gelişmesidir.
Bu cevaptan sonra sıra, bu eşya (varlıklar) dan ve bu sebeplik nisbetinden Allah Teâlâ'nın zâtî ve manevî sıfatlarına delil ve şahit getirerek anlamaya ve ona göre her yerde sorusunu tasvir ve cevabını tahrir ede ede Allah'ı düşünerek zaman üzerinde başlangıç (mebde) dan son (meâd) a yürümeye gelir. Bunun için buyuruluyor ki:
O Allah ki kendine rahmeti yazdı. Yani bütün yaratılmışlara sahip ve hâkim, acımaya ve kızmaya eşit olarak kâdir ve her ne isterse yapmak onun karşı konulmaz hakkı olduğu ve onun üstünde etkileyecek bir gerektirici ve hak ölçü bulunmadığı halde, bizzat kendini lutuf ve ihsan yoluyla bütün mülküne rahmeti benimseyip kendi mukaddes zatına - istiyerek- zorunlu kıldı, rahmeti ahlâk edindi. Bütün bu varlıkları rahmetiyle yarattı ve bütün hadiselerin cereyanı O'nun rahmet satırları oldu. Şu halde Allah ile yaratıkları arasındaki yaratma ve Rab'lık nisbeti, Allah tarafından evvelen ve bizzat gelen ve beklenen hüküm ve tesir rahmetten ibarettir. Gazap hükümleri evvelen ve bizzat Allah'ın ahlâkının gereği değil, yaratma yönünden, yani halkın, gerek kendi aralarındaki çoğalma nisbeti ve gerek ilâhî ahlâktan uzaklaşmaları gereği olarak ikinci derecede ve tâli bir şekilde sonradan eklenir. Ve bu eklenme de ilâhî rahmetin gereğidir. Acının yaratılması, kendiliğinden kastedilmiş değil, tatlıya yön vermek, onun hükmünü muhafaza etmek ve gelip geçici lezzetlerden ebedî lezzetlere geçmek içindir. Allah Teâlâ'nın rahmetinin cümlesindendir ki insanları da başlangıçta sağlam fıtrat üzere yaratmış, akıl, seçenek ve hürriyet vermiş, içte ve dışta alametler koymak, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek ile bilgi ve tevhidine hidayet eylemiş, rahmet ve rızasının gereklerine davet, öfke ve azabına sebep olan hallerden çekindirmiştir. Allah Teâlâ'nın kendine rahmeti yazmış olmasından dolayıdır ki, bu rahmeti, nimeti ve hürriyeti kötüye kullanıp, böyle Allah'tan yüz çeviren, Allah'ın fıtratını değiştirmeye ve bozmaya kalkışan, âyetlerden ve delillerden uzaklaşan, kitapları yalanlayan ve peygamberlerle alay eden, özetle ilâhî ahlâkın zıddına, gazabı gerektirecek şeyleri benimseyenler hakkında ceza vermekte acele etmez, tevbe ve sığınmayı kabul eder, yoksa sizi de çoktan o mahvolan ve yok olanların yanına gönderirdi. Fakat yine Allah'ın rahmeti kendine yazmış olmasından dolayıdır ki bu mühlet tanıma sonsuza dek gidemez, elbette bunun tayin edilmiş bir eceli vardır. Ve elbette Allah, rızasının tersi olan bu cüretleri gadap hükümleriyle karşılayacak, rahmetinin nizamını sonsuza kadar devam ettirecektir.
Ey yalanlayıcılar, bunun için kasem olsun ki o rahmân ve rahîm olan Allah kıyamet gününe kadar (o akibetlerini göreceğiniz) geçmişteki yalanlayıcılarla beraber hepinizi kabirlerde ve mahşer yerinde toplayacak da rızasına doğru gidenleri ebedî rahmetiyle sevindirirken, sizin de şirk ve günahlarınızın cezasını verecektir. Bunda, bu toplamada ve bu kıyamet gününün geleceğinde hiç şek ve şüphe yoktur. Nefislerine zarar verenler, yani kendilerinin ilâhî rahmetten sermayeleri olan aslî fıtratı, selîm aklı, özel yeteneği kötüye kullanmakla kaybedenlerdir ki onlar bu gerçeğe inanmazlar. Ve bu şekilde kendi kendilerine zulmetmiş olurlar. İyi bilmeli ki gün bugün, saat bu saat değildir. Bugün tatlı görünenler yarın acı, bugün acı gelenler yarın tatlı olabilir. Zaman denilen bir şey vardır, şimdiki zamanı gelecek takip eder. Gecelerin gündüzleri, gündüzlerin geceleri gelir.
13-Gökler ve yer Allah'ın olduğu gibi gece ile gündüzde sakin olan (gecelerin karanlığı ve gündüzlerin ışığı içinde mesken tutan, gizli açık, durgun ve hareketli) her şey de O'nundur. Ve O semî' ve alîmdir: Bütün duyulanları tamamiyle işitir ve her şeyi tamamiyle bilir. O'ndan gizli kalacak ne bir söz vardır, ne de bir fiil. Şu halde öfkeden önce, rahmeti kendine yazmış ve bundan dolayı rahmeti, öfkesini geçmiş olan Allah'tan başlangıç olarak öfke (gadab) gelmiyor diye, sonuç olarak da gelmez, nefislerin kötü kullanılmasının hiç sorumluluğu olmaz sanıp da nefslere zarar vermemeli, ahirete inanmalı ve o gün için çalışmalıdır.
14- Ey Muhammed, De ki: Ben, Allah'tan başkasını mı velî tutacağım? Gökleri ve yeri yaratan, bütün fıtratları yapan Allah'tan başkasına mı gönül verip dostluğuna sığınacağım, mabut tanıyacağım? Halbuki o yaratan, yarattıktan başka yedirir de, rızık verir, faydalandırır da; buna karşılık kendisi yedirilmez, yemek ve faydalanmadan ve her türlü ihtiyaçtan uzak ve ihtiyaçsızdır.
Böyle kendiliğinden zengin ve kendiliğinden ihsan edici olan yaratanı bırakıp da, kendisi muhtaç olanlara, başkasından faydalanma durumunda bulunanlara tapmak, aklen bile ne kadar çirkin ve aptallık olduğu da açıktır.
FÂTIR = kelimesi, "fatr" kökünden ism-i fâildir ki, "fıtrat" bunun binâ-i nev'i veya hâsıl-ı masdarıdır. Dilimizde de pek çok kullanılan bu kelimenin mânâsını biraz açıklıyalım: İbnü Abbas'dan rivayet edilmiştir ki, "Ben, demiş, fâtırın mânâsını iyice bilmiyordum. Nihayet bana iki ârâbî bir kuyu hakkında muhakemeye geldiler, birisi 'Ben başladım, ilk ben kazdım' dedi." İbnü'l-Enbârî de şöyle açıklamıştır ki: "Fatr"ın aslı, bir şeyi başlangıcında şakketmek, yarmaktır". Bundan anlaşılır ki, dilimizdeki "yaratmak" kelimesi daha çok bununla ilgilidir. Ve bunun izahı şudur. Sonradan olan varlıklar, olay vücuda gelmezden yokturlar, görünmezdirler. Göklerde ve yerde varlıklar ve sûflî cisimler bütün maddî kâinatı bir tarafa bırakarak mutlak feza düşünüldüğü zaman ve mesela sakin ve tenha bir yerde göz yumulduğu veya karanlık bir yerde veya bir gecede çevreye bakıldığı zaman hiçbir noktada bir yarık, bir delik görünmez, hepsi karanlıkta, yoklukta, bitişik, kapanık, bitişmiş bir halde bulunur ki, insanlara mutlak yokluk ancak bu şekilde açıklanabilir. Nitekim "Kuşkusuz göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık" (Enbiyâ, 21/30) âyeti gelecektir. Ve sonra bu hâl içinde bir noktadan bir varlığın belirdiği, mesela bir ışığın, bir yıldızın doğduğu an tasavvur edilirse bunun o noktada fezayı yarıp orada bir varlık, bir delik, bir pencere gibi zuhur ettiği görülür. Ve işte sonradan olan varlıkların ilk varlık ânı, yok olan fezanın böyle bir yarılışıdır. Bu yarılma, bu yarış "fatr" ve bu ilk yarılıştaki varlık hali bir fıtrattır. Yaratmak ve yaratılış da budur. Şu halde fıtrat, bir öncül ilim ile takdir etmek mânâsını da içine almış olan "halk" (yaratma) anlamının ikinci cüz'üdür. Ve bu itibar iledir ki, yaratmak (halk) ve yaratılış (hilkat), fatr ve fıtrat eş anlamlı olarak kullanılır. Yoktan yaratılış böyle olduğu gibi, bir asli maddeden yaratılış da böyledir. Bir maddeden diğer bir cismin, bir varlığın ortaya çıkması ilk önce böyle bir yarılma ile başlar. Bir yarılma ki, hem önceki maddeyi, hem de fezayı yarmıştır. Bir varlıktan, diğer bir varlığın kopması; bir tohumdan bir çimenin çıkması; bir hücreden bir hücrenin doğması hep bir yarılmadır. Bu yarılma, önceki maddeye göre bir yıkım ve bozulma, fakat ondan çıkan yeni varlığa göre de bir ıslah yarılması ve varlıktır. İlk yarışsız maddeyi çıkarışta ise, hiçbir bozma mânâsı yoktur. O, sırf iyi olan bir ayırmadır. işte ilk önce mekanlıkta açık olan bu mânâ dolayısıyla, herhangi bir şeyin madde ile gerek geçmiş olsun ve gerek olmasın bilfiil olan ilk icad ve var etmeye "fatr" ve ilk varlığına ait durumuna "fıtrat" adı verilmiştir ki, bu fıtratın devamı içindeki uyuma da "tabiat" ismi verilir. Bunun için fıtrat, tabiattan öncedir. Tabiatın mânâsı, fıtrat hâlinin devamı ve tekrarı mertebesinden başlayan bir uydusudur.
İşte "göklerin ve yerin yaratıcısı" olan Allah hem bütün fıtratları yapar yaratır, hem de onların tayin edilmiş olan devamları ve birbiri ardısıra kesilmeksizin sürmeleri için muhtaç oldukları doğal ihtiyaçlarını da bahşeder, lutfeder. Ve kendisi her ihtiyaçtan uzaktır. Bu yaratma ve ihsanına karşı kullarından, yarattıklarından hiçbir fayda maksadı gözetmez. Ancak ikinci durumda ebedî rahmetine ulaşmakla onları gadabından korumak için kendine, emirlerine ve hükümlerine teslim olmayı ve uymayı ister.
Ey Muhammed, De ki: Bana, müslümanların (Allah'a nefsini teslim etmekle ihlâs üzere uyanların) birincisi olmam emredildi. "Ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma" buyuruldu. Bana bu emir ve yasak son derece kesin ve kat'îdir.
15- De ki: Eğer bu emir ve yasağa uymazsam herhalde büyük bir günün azabından korkarım.
16- Her kim ki o gün kendisinden azab döndürülür ve defedilirse, (Âsım'dan Ebu Bekr Şu'be rivayeti, Hamze ve Kisâî kırâeti malum sigasıyla okunduğuna göre mânâ: " Ondan Allah azabı bertaraf ederse") işte Allah o kimseye hakikaten rahmet etmiştir. Ve işte o açık bir kurtuluş, o açık, kat'î halâs, o aranan büyük murad da budur.
17-Ey insan, bir de Allah sana bir durr (yani bir acı, bir hüzün, bir korku veya bunların birine veya hepsine sebep olacak hastalık, fakirlik veya diğerleri gibi bir sıkıntı, bir baskı) dokundurursa, onu o Allah'tan başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, yani zararı defeder veya lezzet, sevinç veya bunların birine ve her ikisine sebep olan sıhhat, zenginlik, zafer gibi bir fayda verirse, O, her şeye kâdirdir de. Şu halde onu devam ettirmeye ve kaldırmaya da kâdirdir.
18- Kısaca o kâdir, kullarının üstünde kahredicidir. Alttan tesir etmeye çalışır ve mağlub olması ihtimalli bir etkileyici değil; her yönden üstün, daima galip ve kahredici bir kâdirdir. Ne zararına karşı konulabilir, ne de hayrı engellenir; zarar, O'nun zararı; hayır, O'nun hayrıdır. Ve O fiilerinde hikmet sahibi; kullarının hallerinden haberdar ve bilendir. Hem tek hikmet sahibi ve haberdardır ki, O hikmet sahibi ve haberdar olmasaydı, hikmet ve hayır nişaneleri nereden gelirdi? Şu halde böyle zararları açan, hayrı kuşatan, kâdir (güçlü) ve kâhir (kahredici), hikmet sahibi ve haberdar olan bir Allah'ın karşısına başkası nasıl dost, yakîn edinilir de tek başına ve ortak olarak tanrı tanınabilir...
Bu hakîm ve habîr fasılası (âyet sonu oluşu) ve bu hikmet ve hayır noktasında hikmet ilminin en mühim esasını teşkil eden hakkın şahidi ve menât-ı yakîn (kesin ilişki yeri) meselesi ile Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberliği yerleştirmek, tesbit etmek siyakında buyuruluyor ki,
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
19- De ki: "Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?". De ki: "Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten şahitlik eder misiniz?" De ki: "Ben buna şahitlik etmem". "O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım"de.
20 - Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, Peygamber'i, kendi oğullarını bildikleri gibi, bilirler. Kendilerine yazık edenler var ya! İşte onlar iman etmezler.
21- Allah'a iftira ederek yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler.
22- O gün hepsini mahşere toplayacağız. Sonra Allah'a ortak koşanlara: " Hani nerede o Allah'a ortak saydığınız ortaklarınız?" diyeceğiz.
23- Sonra, (Onlar): "Rabbimiz, Allah'a yemin ederiz ki, biz müşriklerden değildik" demekten başka bir özür bulamayacaklar.
24- Bak, vicdanlarına karşı nasıl yalan söylediler! O uydurdukları putlar da kendilerinden kaybolup gitti.
19-24-Rivayet ediliyor ki Mekke'liler: "Ey Muhammed, Allah senden başka bir peygamber bulamadı mı? Biz, seni tasdik eden bir kimse görmüyoruz. Yahudilere ve hıristiyanlara da senden sorduk, onlar da kendilerinde senin peygamberliğine dair bir haber olmadığı fikrinde bulunuyorlar. Şu halde bize senin peygamberliğine şahitlik edecek bir şahit göster" demişler ve bu âyet, bu sebeple inmiştir.
Şahitliği en büyük olan hangi şeydir, de. Allah, de. Benimle sizin aranızda o şahit. Asıl şahitlik, hakkın huzuruna kesin ilim, şahitliği yerine getirmek de o ilmi haber verme ve tebliğdir. Kesin ilmin ilgili yeri ve başlangıcı sözde, zihinde, vicdanda değil; zihnin vuku bulana ve bizzat kendisine uygunluğunda, yani hakkın kendisindedir. Hakkın kendine şahitliğidir ki, kesinliğin hakikatini oluşturur. Binlerle, yüzbinlerle kişi bir şey hakkında, "şu şöyledir" diye ittifakla şahitlikte bulunsalar, eğer gerçekte o şey öyle değilse, bunlar yalancı şahitten başka bir şey olmazlar. Çünkü şahitlikleri, hakkın kendine şahitliğine dayanmış değildir. Halbuki "Allah, kendisinden başka ilâh yoktur, diye şahitlik etti" (Âl-i İmrân, 3/18) âyetinde açıklandığı üzere, hiçbir şeyin Allah'ın ilmi dışında bizzat kendisi yoktur. Varlıkların kendilerine şahitlikleri de, Allah Teâlâ'nın kendine ve onun hakkında onlara şahitliğine dayanmaktadır. Bütün deliller, tecrübeler, istidlaller Allah'ın şahitliğine dönmek ve birer hak alâmet olmak itibariyledir ki, ilim ifade ederler. Hiçbir kalb ve vicdan da kendi nefsinde Allah'ı şahit göstermeden kendi kendine hiçbir şey hakkında şahitlik edemez, hatta kendine bile şahitlik edemez. Yani o vicdandaki ifade vicdanın değil, vücudun bir ifade ve şahitliği olması sebebiyledir ki kesin olur. Kesin bilginin, kendi kesinliği de kendi vücûdunda, kendi aynîliğinde bulunur. O var olduğu yerde var, yok olduğu yerde yoktur. Onun kendi varlığı, kendi aynîliği ise, Allah'ın ilmindedir. Ve onun bir ifadesi, bir alâmetidir. Sübjektif ve objektif hiçbir şey Allah'ın şahitliğine dayanmadan ve bir ilâhî şahitlik olmadan kendine şahitlik edemez. Allah'ın şahit olmadığı şahitlik bulunamaz ve Allah şahit gösterilmeden hiçbir şahitlik yapılamaz. Hasılı Allah'tan büyük bir şey ve Allah'ın üstünde hiçbir bilgin ve haberdar olan düşünülemez. Ve Allah'tan büyük şahit de tasavvur olunamaz. Allah'ın şahitliği de her şeyden önce lutfettiği kesin ilim ile ortaya çıkar. O da bahşettiği kalbde bulunur. Ve onun şahidi önce Allah ile kendisi olur. Peygamberlik vahyi iş bu "de ki, de ki" emirlerinin gösterdiği üzere zorlayıcı bir hakkı koyma, bir özel yaratılış olarak Allah Teâlâ'nın gözle görünürcesine bir emri ve şahitliğidir. Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberlik de herşeyden önce Allah Teâlâ'nın kendi zatındaki ilmi ve Muhammed aleyhisselâmın kalbindeki şahitliği ile sabittir. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın Resulü olduğunu ve bu davada doğru kişi olduğunu henüz hiç kimse bilmez, hiç kimse şahitlik etmezse Allah şahittir. Onu Muhammedî kalbteki şahitliğiyle isbat eden Allah, dilerse bütün içlerde ve dışlarda da kendisine şahitlik ettiği sayısız ve hesapsız şahitler yaratarak isbat eder ve nitekim etmiştir. İyi bilmek gerekir ki peygamberlik vahyi sadece bir ilham almak değil, ilâhî zorlama ile bir ilâhî şahitliği almak ve aldığını kesin zorlama ile gözle görürcesine bilmektir. Bunun için buyuruluyor ki:
Ey Muhammed, en büyük şahitliğin, Allah'ın şahitliği olduğunu söyle ve Allah'ı şahit getirerek de ki, "sizinle benim aramda şahit O'dur". ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, bununla karşımdaki sizleri ve gaibte (ortada olmayan) bunun eriştiği ve vasıl olduğu herkesi korkutayım, o korkunç sonuçtan korunmak için sakındırayım. Demek ki Kur'ân'ın hükümleri, onun indiği zamanda mevcut olanlara mahsus değildir. Onlardan sonra kıyamete kadar, gelecek olanları da tamamen içine alır. Ancak Kur'ân'ın yetişmediği, kulaklarına erişmediği kimseler cezalandırılmazlar.
Böyle söyle ve o müşrikleri korkutmak için şunu da ilave et: Muhakkak Allah'ın emrinde başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlikte bulunuyorsunuz? Gerçekten siz mi buna şahitlik ediyorsunuz? Ben ona şahitlik etmem, de!. Ben, ancak: "Allah tek bir ilâhtır" diye şahitlik ederim. "Allah'tan başka ilâh yoktur diye şahitlik ederim" ve herhalde ben sizin Allah'a ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım, de. Bundan anlaşılıyor ki bir kimse İslâm'a girerken "Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, ve şahitlik ederim ki Muhammed onun kulu ve resulüdür" şehadetinden sonra, "ve ben sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım" âyetinin delaleti üzere açıkça da diğer dinlerden uzak olduğunu bildirmelidir. Bununla beraber "hiçbir ilâh yoktur" olumsuzluğu esas itibariyle bu uzak olmayı içermiş bulunduğundan âlimler bu açıklık kazandırmaya müstehab demişlerdir.
Yahudi ve hıristiyanların Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr etmelerine gelince: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını bildikleri gibi bilirler." (Bakara, 2/146) âyetinin tefsirine bkz.
Son zamanlarda tertip ettirilmiş olan ve "Tarih-i İslâm" diye tercüme edilen ve bastırılan eserin müellifi İtalyan Kaytano demiş ki: "Muhammed hiçbir zorluk karşısında yılmamış, hiç ümitsizliğe düşmemiş, kanaati asla sarsılmamıştır. Onda öyle bir kendine güvenme vardır ki, bunun sırrı anlaşılamamış ve kendisiyle beraber gömülüp gitmiştir". Belliki bu söz gerçeği hem itiraf etme, hem de bozmadır. Belliki bir insanın bu derece kendisine güvenmesi düşünülemeyeceğinden buna bir sır diye isim vermiştir. Bu sır, onun kendine güveninin sırrı değil, Hakk'a, Allah'a güveninin sırrıdır ki, o da nebîlik ve Resullüğü ve Allah'ın emir ve şahitliği ile peygamberliğine olan kesin bilgisi ve davasındaki doğruluk ve sadakatının delilidir. Resulullah, hiçbir zaman nefsine güvenmemiş, daima ve daima Allah'a ve Allah'ın tebliğlerine dayanmış ve güvenmiştir. "Allah'tan başkasını mı dost edineceğim?" (En'âm, 6/14), "Ben İslâm olanların ilki olmakla emrolundum" (En'âm, 6/14),
"Allah, benimle sizin aranızda şahittir." (En'am, 6/19), "Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın. "Gerçekten Rabbin her şeyin koruyucusudur." (Hûd, 11/57), "Ben, işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah kulları görür." (Mümin, 40/44) demiştir. Rivayet edilen dualarında da geldiği üzere: "Ey göklerin ve yerin Rabbi olan Rabbim sona söz veririm ki, beni nefsime havale etme, zira sen beni nefsime havale eder, kendime bırakırsan, nefsim beni şerre yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır." diye dua eden Resulullah'a nefsine güvendiğine dair yapılan isnat iftiradan başka ne olur? Nefse güvenmek, kendini bilmemek, Allah'ı tanımamak, kendini ve kendi isteklerini hak başlangıç, ilâh edinmekten başka bir şey değildir. Kur'ân, baştan başa, bunun bir cahillik ve sapıklıktan ibaret olduğunu ispat ve daima Allah'a tevekkül ve dayanma emirleri ile doludur. Daima Allah'a kulluğa davet eden ve kendisinin Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahit getirip duran Peygamber (s.a.v)'in peygamberliğini inkâr etmek için, ona böyle bir ilâhlık davası isnadı ne kadar açık bir iftira, sonra buna bir sır tasavvuruna kalkışılması ne garib bir sapıklıktır. Eğer nefse güvenmekten maksad, doğruluğuna güveni, peygamberliğine iman ve bilgisindeki kesin gücü ise, doğruluk ve kat'i iman da nefse dayanmak değil, hakka dayanmaktır. Doğru sanarak ve inanarak vuku bulanın tersini söyleyen kimseye doğru denemez. Doğru olan kimsenin de doğruluğuna emin olabilmek için nefsine, inancına değil, hakka bağlanmış olması ve hakkı temsil etmiş bulunması lazım gelir. Bir insan için güvensizlik, güvenememek ve güvenilememek büyük bir rezillik, şüphe ve tereddüt müthiş bir kalb hastalığı ve büyük bir felakettir. Fakat nefse güvenmek de bir meziyet ve fazilet değil, ondan daha kötü bir gurur ve aptallıktır. Bunu bir meziyet gibi kabul edenler, Allah'ı bilmeyen ve kendilerini hakkın kendisi sanan gururlu kişilerdir. Ne garip bilgisizliktir ki, ayağını bir yere dayamadan dikilemediğini pek âlâ bilen ve dayanmak için bir desteğe göz atıp duran bu kibirliler, nefse güvenmekten bahsederler ve bunu bir fazilet gibi tavsiye ederler. Halbuki nefse güvenmek çürük bir tahtaya dayanmaktır ve hiçbir şeye itimat etmemektir ki, böyleleri, hiç kimse için güvenmeye değer olamazlar. Kendi dışından nefes alıp vermeye muhtaç olan bir fâni kişinin kendine güveni davası kadar gülünç ne düşünülebilir? Evet insan, güvenmeli ve güvenilir olmalıdır. Bu, hem ihtiyaç, hem bir vazifedir. Ve bunun içindir ki insan, ne olursa olsun, kulluktan çıkamaz. Fakat güvenip dayanılan şey ne kadar kuvvetli ve güvene layık olursa, itimadın kıymeti de onunla uyumlu olur. Nefis, bugün olmazsa yarın yıkılır. O, kendi kendine dayandığı zaman, birinde olmazsa, ikincisinde aldanır ve aldatır. Akıl da hiçbir ilkeye tutunmadan, hiçbir şey bilemez. Âlemde herhangi bir şeye dayanılsa, sonucu yine dayanıksızlıktır, çünkü fânî (ölümlü)dir. Ölmeyecek diri, ancak Allah Teâlâ'dır. Ve bundan dolayı itimadın fazileti, ancak Allah'a itimattadır. Ve ancak Allah'a itimat edenlerdir ki "Kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır". (Bakara, 2/256) ve bunlar kendilerini Hakk'a teslim eden ve Hak uğrunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen sadıklar, samimi kimselerdir. Allah'ı bilmeyen ve Rabbini kendinde görmek isteyen güvensizler de bunu anlayamazlar, bir nefse güvenme sanırlar. Kendine güvenme ile nefsi feda etme arasındaki çelişki de açık olduğundan şaşarlar, Allah'a dayanma deseler Hakk'ı itiraf etmiş olacaklarından çekinirler; bilmiyoruz bu bir sır, bir bilmece derler, bir türlü iman edemezler. İtalyan tarihçisi de: "Muhammed'de bir sır vardı ki, bu sır bütün varlığıyla Hakk'a dayanmasının, Allah'a teslim olma ve uymasının sırrıdır. Ve işte bu sır, bu nâmûs-ı ekber (büyük sır sahibi, Cebrail), nebîlik ve peygamberliktir. Onun bir Allah Resulü olduğunda şüphe yok. Fakat peygamber olmayanların da o Cebrâil'i görmelerine ve bu sırrın iç yüzünü anlayabilmelerine ihtimâl yoktur" deseydi doğru söylemiş olacaktı. Fakat İslâm tarihinden, Muhammed Aleyhissilâm'ın hayatından hem bu hakikati anlamış, hem de Allah'ı ve peygamberliği tasdik etmiş olmamak için tahrif etmeden söyleyememiştir. Peygamberlikten daha önce haberdar olmuş bulunan kitap ehlinin Muhammed (s.a.v)in peygamberliğini oğullarını bildikleri gibi bildiklerine; fakat kendilerine yazık etmiş, fıtrat vergisi olan iman yeteneklerini kaybetmiş olduklarından dolayı Hakk'a iman edemediklerine bu da bir misal teşkil etmiştir. Bunun üzerine Allah'a iftiranın ne büyük bir zulüm olduğu ve Allah Teâlâ'nın her şeye şahit olmasına rağmen, yalan söyleyen yalancıların neticede yalanlarını inkâr durumuna düşecek, alçak, acıklı bir düşüklük ve sorumluluğa tutulmuş olacaklarını beyan ile korkutmaya devam edilip buyuruluyor ki:
"Allah'a iftira ederek yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlıyandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler."
Meâl-i Şerifi
25- İçlerinden seni dinleyenler de vardır, fakat biz, onu anlamalarına engel olmak için kalblerinin üstüne örtüler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. Onlar, bütün delilleri görseler bile yine ona inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde seninle tartışırlar. Ve o kâfirler: "Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir" derler.
26- Onlar, insanları Kur'ân'a iman etmekten menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar ama farkında değiller.
27- Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: "Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabb'imizin âyetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık" dediklerini bir görsen!
28- Hayır, daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı da ondan, yoksa geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeyi yapmaya dönerlerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar.
29- Dediler ki:" Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, biz diriltilecek değiliz".
30- Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir görsen! Rableri onlara şöyle der: "Bu, bir gerçek değil midir?". Onlar da: "Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir" derler. Rableri de onlara: "Öyleyse inkârınız sebebiyle azabı tadın!" der.
31- Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyamet günü ansızın gelince onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: "Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!" Bakın yüklendikleri günah ne kötüdür!
32- Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?
25- Ebu Süfyân, Velid, Nadr, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Ebu Cehil ve arkadaşları Resulullah'ı Kur'ân okurken dinlemişler, Nadr'a demişler ki: "Ey Kâtîle'nin babası Muhammed ne diyor?" O da: "Kâbe'yi, Beyti yapana kasem ederim ki ne diyor bilmem, ancak dilini oynatıyor. Ve benim geçmiş asırlardan size söylediğim gibi öncekilerin masallarını söylüyor" demiş. Nadr'ın şiirleri varmış, Acem diyarında Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi bir takım hikayeler toplayıp manzum hâle getirmiş, Kureyşlilere okur, dinlerlermiş. Ebu Sûfyân: "Ben onun söylediklerinin bazısını doğru buluyorum" demiş, Ebu Cehil de: "Sakın bunun hiçbir şeyini ikrar etme" demiş, o da: "Ölüm bana ondan daha kolaydır" demiş ve bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.
FIKIH, bir şeyi, bir sözü sebep ve hikmetiyle zevkine vararak anlamak ve hatta tatbik edecek şekilde anlamaktır.
"Ekinne" kelimesi, " = kinân" kelimesinin çoğuludur ki kat kat örtüler demektir. Herkesin tanımadığı garip ve çirkin örtüler mânâsını ifade eder. Yani biz de kalblerine kat kat ve görülmedik örtüler koymuşuzdur ki, dinledikleri Kur'ân'ı fıkhî zevkle anlamalarına engeldir. Ve hatta kulaklarında bir ağırlık vardır, dinlediklerini iyice duymazlar bile. Burada Bakara sûresinin "Allah onların kalblerini mühürledi" (Bakara, 2/7) âyetinin anlamı vardır. Gerçi hak kulaklara izinleri olmadan girer. Fakat kulağın kulak olması ve onun ardında açık bir kalb bulunması ve Allah'ın izni de şarttır. Hak ne kadar açık olursa olsun engelli kulaklara ve kalplere giremez; duymak, anlamak da yaratılışta Allah vergisi olan bir yetenektir. Ve sonra Allah tarafından bir engel konulmamasına bağlıdır. Allah bunlara da yaratılış bakımından kulak ve kalb vermemiş değildir. Fakat o kalbler öyle birikimlere sarılmış ve öyle bir hilkat ve tabiat içinde örtülmüş kalmış ve bundan dolayı yaratılışlarında hakka yönelmiş olan kabiliyetleri öyle kapanmış, sona ermiştir ki, bundan böyle hak delili dinleseler değil ya, görseler bile yine inanamazlar. Aslî fıtratı kapatan bu örtüler, bu engeller, akılların, sihir, masal gibi yanlış usullere tutulması, batıl inanışlara saplanması; nefislerin isteklere ve ihtiraslara bürünmesidir ki, herhangi bir şahısta bunlar mühürlenip tabiat (huy) haline geldi mi artık onda hakkı anlamak ve kabul etmek kabiliyeti kalmaz, iman etme yeteneği söner. Yaratılıştaki bu yetenek ve istidadın derecesi şahıştan şahısa değişir. Kiminde süratli, kiminde ağır, kiminde şiddetli, kiminde hafiftir. Kiminde az, kiminde daha çok bir zamanda söner veya gelişir. Bu değişme derecesi, bizzat ilâhî irade ve istek eseridir. Ancak herkes derecesine göre verilmiş olan fıtrî gücün başından, sönebileceği zamana kadar geçecek zaman zarfındaki seçiminden, kötü veya iyi kullanımından sorumludur. Ölümden sonra kimse bir şey kazanamayacağı gibi, bir Ruhânî ölüm demek olan kabiliyetin sona ermesi ve alışkanlığın yerleşmesinden sonra da böyledir. Gözler bakar, kulaklar dinler, fakat hiç yeni bir şey duymaz, her ne alırsa tabiatı onu eski aldığı kararlarına benzetir. O artık onun için yeni bir gerçek değil " eskilerin masalları" olur kalır. Ölüm Allah'ın emir ve iradesiyle olduğu gibi, engellerin konması ve kabiliyetin sönmesi de Allah'ın emir ve iradesiyledir. Bunun için "biz yaptık" buyurulmuştur. Bu da kulun kabiliyeti müddeti içindeki istek ve seçimine dayanacak olan sorumluluğa aykırı değildir. O engelleri koyan Allah olduğu halde sorumluluk neden, sorusu akla gelmez. Yukarda "kendilerine yazık edenler" beyanıyla bu şüpheye yer olmadığı gösterilmiştir. Bu nokta ayakların kayacağı yerler olduğundan dikkat etmek gerekir. Herkes bilmelidir ki, ilk önce kendisine Allah'ın rahmeti olarak az veya çok bir ecel ile, bir yaratılış sermayesi verilmiştir. Bu, bir gün olur tükenir, bu kötüye kullanılarak bitirilirse Allah bir daha vermeye mecbur değildir. Bir gün gelir ki bütün engelleri önüne yığar ve ondan sonra bu kötüye kullanmanın sorumluluk devri gelir. Şu halde fırsat elde iken ve onun azlığına çokluğuna itiraz etmeyerek o rahmeti büyütmeli, ebedî rahmete ermelidir. (Bakara Sûresine bak.) Yoksa bu âyette gösterilen kâfirler gibi yetenekleri kapanınca taptaze en güzel nimetler önlerine konur da tadamaz, "bunlar eskimiş kokmuş şeylerdir" diye mücadele eder.
"Esâtîr" kelimesi kökünden alınmış bir çoğul sîga (kipi)dır ki, tekili "üstur" ve "üstüre" veya estır", "estire" veya "estara"dır. Yahut 'in çoğulu "sütûr", "sütûr"un çoğulu" estar", "estar"ın, çoğulu da "esâtîr" dir. Bunun kendi lafzından tekili olmayan "abâdîd" ve "şemâtît" gibi bir çoğul ismi olduğu da söylenmiştir. Fahreddin Râzî der ki, "Çoğunluk, "yani öncekilerin yazdıkları şeyler" diye tefsir etmişlerdir. İbnü Abbas, "esâtîru'l-evvelîn"in mânâsı: demiştir ki, "öncekilerin yazdıkları sözleri" demektir. Bazıları "esâtîr"ın, türrehât yani hurafeler, batıllar, uydurma, saçma, masal demek olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu, tefsir değil, mânâdır. "Esâtîr", saçma sapan şeyler demek olduğu için değil, öncekilerin masalları Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi faydasız sözler olduğu içindir ki "esâtîru'l-evvelîn", türrehât (uydurma, saçma sapan şeyler) ile tefsir olunmuştur... Demek ki önce "esâtîr" kelimesinin asıl mefhûmu yazılmıştır. Bunun bir hurafe (uydurma) olup olmaması ise kelimenin delalet ettiği mânâsı değildir. Esas itibariyle yazılmış olan bir şeyin tesbiti ve istenilen önemli bir haber vermeyi içermesi gerekir. Şu nokta haber verilmesi gerekli bir husustur ki, "esâtîr"in tekili olarak, zikredilen üstur, üstûre, estır, estıre, estare kelimelerinin, Yunanca "isturya" kelimesiyle ilgili olduğu açıktır. Frenkler de buna "istuvar = histoire" demişlerdir. Biz de bugün bunu tarih diye tercüme ediyoruz. Şu halde "esâtîr'in asıl mânâsı bugünkü tabirimizce "tarihler" demektir. Anlaşılıyor ki Arapça'da üstûre, estıra gibi tekil kelimelerin kullanılması nâdirdir. Genellikle "esâtîr" kullanılmış ve bunun için takdîrî çoğulluk gösterilmiştir. Ve kelimenin ucme (aslı Arapça olmayan kelime)den Arapçalaştırılmış olduğu da açıklanmıştır. Yani esâtîr, Arapça'dır. Fakat "ustûre"nin Arapça olup olmadığı şüphelidir. Üstûre Yunanca, "doğru haber ve haber alma" diye tarif edilen "isturya"nın aynı değilse, herhalde ikisi ortak bir asla döner. Nitekim Farsça'da "muhkem = sağlam" demek olan "üstuvar" kelimesi de bu asla dahildir. Hasılı "esâtîr", Frenklerin "istuvar" dedikleridir. Bu da bugün "tarih" diye terceme edildiğine göre "esâtîru'l-evvelîn", eskilerin tarihi (tarih-i kadim) demek olur. Ancak bunda tarih kelimesinin ifade ettiği vakit tayini mânâsı olma***** mutlaka geçmiş zaman, önceki zaman mânâsı vardır. Zira vakit tayini mânâsıyla tarih, İslâmî bir kelimedir. Ve Frenklerin "istuvar" kelimesinde esasen bu mânâ yoktur. Ve demek ki, esâtîru'l-evvelîn deyimi de kelimelerin mânâsına göre turrehât (saçma sapan), hurafeler demek değildir. Bunlar esâtîr içinde bir çok efsaneler bulunduğundan ve daha doğrusu "esâtûru'l-evvelîn" efsane halinde kaldığından saçma sapan ve uydurmalar mânâları, esâtîru'l-evvelîn deyiminin bir gereği olmuş ve bunun hafifletilmişi olarak "esâtîr, kelimesi de Araplarca uydurmalardan kinaye olarak kullanılmıştır. Ve bunun için "Kamus"ta da "esâtîr"in "nizamsız söz" yani "saçma" mânâsına geldiği gösterilmiştir. Nitekim zamanımızda da tarih-i kadim (eski tarih) ve hatta tarih kelimelerini vâhî, boş şeyler mânâsına kullananlar vardır. "O tarihe karışmış, bu artık tarih olmuş" denildiği zaman, yalan olmuş, masal olmuş, sadece lâfta kalmış, yahut adı, ismi yerleşmiş, meşhur olmuş mânâlarından her biri kastedilebilir. Bu şekilde Araplarca esas olarak "mestûrât-ı evvelîn" demek olan "esâtîru'l-evvelîn" Türklerin masal, Yunanlıların "misus", Frenklerin "mit" dedikleri eski kahramanlık hikayeleri, geçmiş zaman efsaneleri, destanları olarak düşünülmüş ve uydurma, hurafeler mânâsında kullanılmıştır. Şimdiki zamana, geçmişe bağlanmadan hiçbir şey bilinmez, geçmişi şimdiki zamana bağlı***** olaylar içindeki zaman cereyanını bir devamlı satır haline koyan tarih de şüphesiz ki istüvar (tarih) olan satırlardan ibarettir. Bu satırların tarih olabilmesi de içinde bulunduğu olayları geçmişten elde ettiği bilgilere ve haber almalara bağlamasıyladır. Bu olaylar ise, yalnız dereden tepeden sözlerden ibaret olmayıp, fikirleri ve düşünceleri, zamanın içine aldığı düşünceleri ve hayalleri de içine alır. Çünkü bir zamanda vuku bulan bir hayal dahi o zamanın olaylarındandır. Halbuki vuku bulma zamanı, yazma zamanına göre geçmiş zaman olduğu gibi, esas itibariyle yazma ve satıra geçirme sanatı da geçmiş zamana göre sonradır. Şu halde yazılanlar, şimdiki zamanı geçmişe bağlarken, geçmişteki yazılanları takip etmek mecburiyetinde bulunduğu gibi, yazı sanatının ortaya çıkmasından itibaren başlayan ilk yazılanlar da kendinden önce gelen ve yazılmamış olan geçmiş zamanları dil ve fikir bakımından elde ettiği haberlerden ve eserlerden alarak yazmaya mecburdur. Bunun içindir ki, geçmişlerin tarihi ilk önce en çok ağızlarda dolaşan sözler olarak satıra geçmiş ve sonra da sadr (göğüs) dan satıra geçerken nice nice değişmelere uğramış olur. Şu halde esâtîr, mestûrât, istuvar, tarih, masal ve hurafeler demek olmadığı halde, bunların daha öncesi bulunan esâtîru'l-evvelin, geçmişlerin tarihi, masal ve efsane ile eşanlamlı gibi olmuştur.
Yunanlılar, masallar, tarihî efsaneler yazmayı bir edebî sanat saymışlar ve bu şekilde bir çok tanrılar ve yarı tanrılar ve eski kahramanlık hikayeleri yazmışlardır ki, Frenkler bu sanata ve bunları inceleme ilmine "Mitoloji" derler ve bunu "istuvar fabuleuse=efsânevî tarih" ve "siyans de mit=masallar ilmi" diye tarif de ederler ve bundan en çok "Hindû-yi Avrupâî" dedikleri Hind, Fürs, Yunan, Latin, Cerman, Islav, Selt kavimlerinin ilk masallarını kastederler. Ve bunları ilkel insanların hislerini, hayallerini, düşüncelerini, inançlarını, bilgilerini anlamak için delil ve ilmin ilkel kaynakları sayanlar da Tarih, Felsefe, Dinler bunlardan çıkmıştır derler. Ve Felsefe Tarihinde, Dinler Tarihinde Mitolojiye önemli bir esas gözüyle bakarlar. Böyle demenin, tarih masaldır, felsefe masaldır, ilim ve din masaldır demek olmadığı ise açıktır. Fakat birçokları bundan Tarihin, Felsefenin, İlmin, Dinin ve özellikle dinin bir masal demek olduğu kuruntusuna kapılarak yeni yeni masallar uydurmakla yeni tarihler, yeni felsefeler, yeni dinler, ilimler icad ve keşfedilebileceği zannına kapılmışlar; hak dinin bir gerçek olduğunu, hayallerin, masalların bile gerçeğin yansıması ve sapması demek olduğunu anlamamışlardır. Bunlar, hak ve batılı ayırma***** bütün dinlere "esâtîru'l-evvelîn "(geçmişlerin masalları) ve hurafeler derler. Ve böyledir diye mücadele ederler. Bu da kalblerinin hurafelerle dolu olmasından ve bu engeller içinde gerçeği anlama fıtrî kabiliyetini kaybetmiş bulunmasından doğar. İşte bu âyet bize gösteriyor ki Kur'ân "bu ancak geçmişlerin masallarıdır" diyen kâfirler de bunlardan ve bunların öncülerindendir. "Esâtîru'l-evvelîn" demekle de şöyle demiş oluyorlar: "Evvela diyorlar, Kur'ân ilâhî bir vahiy, bir hak kitap değil, bunun kaynağı, ilham kaynağı eskiden yazılmış olan satırlardan ve mektuplardan ibaret, Muhammed bunu eski kitaplardan alıp alıp yazdırıyor. Şu halde bu bir mucize değil, hatta bunda yeni bir hakikat olmadıktan başka hiçbir gerçek de yoktur. Zira bu sadece 'masallar' değil, 'geçmişlerin masalları'ndan, 'geçmişlerin masalları' gibi hakikatte mânâsı olmayan boş satırlardan, yalan hurafelerden, masallardan ibarettir. O, bunları yazdırıp yazdırıp söylüyor" diye bir sataşma da yapıyorlar. Furkan sûresinde geleceği üzere "Öncekilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor" (Furkan, 25/5) diyorlar. Kalblerinin bozukluğundan dolayı "ahsenü'l-hadis" (sözlerin en güzeli) olan hak kelâmı ile geçmişlerin masallarını ve hurafelerini ayıramayacak ve farkedemeyecek bir halde bulunuyorlar ki, beşeriyeti gerçekleri bozan hurafelerden kurtarıp Allah'tan başka bir şeye tapılmamasının lüzumunu öğreterek doğru yol olan gerçeğin caddesine götüren ve bir mucize beyan eden dil ile hidayet eden Kur'ân ile Muhammed (s.a.v.) beşeriyete ne getirmiş diyenler de bunların öğrencileridir.
26-27- Öbürleri ise hem Kur'ândan, Peygamber'den yasaklarlar, halkı Hakk'a imandan menederler, hem de kendileri uzak kaçarlar. böyle yapmakla ise ancak kendilerini helak ederler de haberleri olmaz. Sen bunların, bu kâfirlerin, yalanlayıcıların ateşe tutuldukları, tutulup da ah geri döndürülseydik de Rabbımızın âyetlerini, olayları ve sonuçları vuku bulmadan önce haber veren delilleri ve işaretlerini yalanlamasaydık. Biz de o müminlerden olsaydık dedikleri zaman hallerini bir görsen..! O ne feci, ne kötü bir sonuç olacaktır. Başlangıçta hakkı inkâr edip yalanlayanlar, yanlış yola gidenler, neticede böyle ateşe düşer, hatalarının cezalarını görürler ve gördükleri zaman yaptıklarına ister istemez pişman olurlar da geri dönmek ve doğru gitmek arzusunda bulunurlar. Fakat zanneder misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi ve doğru bir iman eseridir?
28-29- Hayır, bundan önce gizledikleri kötülükleri, kışkırtıcılıkları, çirkin amelleri karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur da bu ondandır, ondan rahatsız oldukları içindir. Yoksa geri çevrilmiş olsalardı yine dönecek, herhalde yasaklandıkları yasakları yapacaklardı. Şüphe yok ki bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde yalancıdırlar. Dünyada böyle kaç defalar başları sıkışmış, pişmanlıklar göstermişlerdir de ilk fırsatta yine eski yaptıklarını yapmışlardır. Ve demişlerdir ki:
30-31- Sen bunların, bu kâfirlerin, yalanlayıcıların ateşe tutuldukları, tutulup da ah geri döndürülseydik de Rabbımızın âyetlerini, olayları ve sonuçları vuku bulmadan önce haber veren delilleri ve işaretlerini yalanlamasaydık. Biz de o müminlerden olsaydık dedikleri zaman hallerini bir görsen..! O ne feci, ne kötü bir sonuç olacaktır. Başlangıçta hakkı inkâr edip yalanlayanlar, yanlış yola gidenler, neticede böyle ateşe düşer, hatalarının cezalarını görürler ve gördükleri zaman yaptıklarına ister istemez pişman olurlar da geri dönmek ve doğru gitmek arzusunda bulunurlar. Fakat zanneder misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi ve doğru bir iman eseridir? Hayır, bundan önce gizledikleri kötülükleri, kışkırtıcılıkları, çirkin amelleri karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur da bu ondandır, ondan rahatsız oldukları içindir. Yoksa geri çevrilmiş olsalardı yine dönecek, herhalde yasaklandıkları yasakları yapacaklardı. Şüphe yok ki bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde yalancıdırlar. Dünyada böyle kaç defalar başları sıkışmış, pişmanlıklar göstermişlerdir de ilk fırsatta yine eski yaptıklarını yapmışlardır. Ve demişlerdir ki: Hayat, şu bizim içinde bulunduğumuz alçak hayattan, dünya hayatından ibarettir. Biz öldükten sonra bir daha dirilecek, yeniden dirilip bir daha hayata gelecek değiliz ya... Ahireti görseler de dönseler yine böyle diyecekler ve öyle yapacaklardı.
Küfür ve isyanlar bunlara bu kadar devamlı bir huy olmuştur. Bunun için ne dönebilirler, ne döndürülürler. Öyle diyen yalancıların, Rab'larının, yani Hak Teâlâ'nın huzuruna sevkedilip durduruldukları zaman hallerini bir görsen !... Neler olacak neler !... Allah, muhakkak ezelî hitabiyle: Nasıl bu ölümden sonra dirilme hak değil miymiş? diyecek. Evet ey Rabb'im hakmış, Rab'ımıza kasem olsun ki hakmış (doğruymuş), diyecekler. Allah muhakkak buyuracak ki: Öyle ise şimdi acı mı tatlı mı azabı tadınız, çünkü siz buna inanmıyor inkâr ediyordunuz. Ebedî zarara daldılar o kimseler ki Allah'a kavuşmayı, Allah'ın huzuruna varacaklarını yalan saydılar. Tâ vakit ve saat kendilerine ansızın gelinceye kadar inkâr ettiler de o zaman vay başımıza gelenlere, eyvah bu konudaki kusurlarımıza. Ey hasretlerimiz, gel gel, tam sırasıdır, dediler. O durumdaki bütün ağırlıklarıyla günahlarını sırtlarına yüklenmiş bulunurlar. Bakınız, ne kötü bir yük, ne çekilmez veballer yükleniyorlar. Bu âyette, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr edenlerin diğer bir halleri açıklanmıştır ki, birisi hüsran, birisi de büyük günahlar, veballer çekmektir.
HÜSRAN, büyük sevabın, devamlı nimetin elden çıkmasını ve kaybolmasını görmek. VİZR ve VEBAL de büyük azabın içinde kalmaktır. Allah Teâlâ, kudsî ruha cevherini bu cismani âleme göndermiş ve ona şu gördüğünüz cismani aletleri ve cesetle ilgili edevâtı vermiş, akıl ve düşünce ihsan etmiş ki, bu aletleri ve edevatı, bu hisleri ve melekeleri kullanmakla büyük faydaları, ölümden sonra ortaya çıkacak hak bilgileri ve faziletli ahlâkı kazansın. Şu halde insan bu alet ve edevatı, bu aklî ve fikrî kuvvetini şu sınırlı ve helâk edici lezzetleri ve şu bitmeye mahkum saadetleri kazanmakta kullanırsa, ömrünün sonuna geldiği zaman telafisi mümkün olmayacak şekilde zararlara gark olduğunu görür. Çünkü bütün sermayesi boşa gittiği gibi, hoşa gider sandığı ve kazanmaya koştuğu kazancı da boşa gider, kesilir. Artık elinde ne sermayeden bir şey kalır, ne de kârdan. Bu ise inkârı hiç mümkün olmayan açık ziyandır. Bir insan ölümü ne kadar normal görürse görsün, hatta isterse onu hayatın acılarına karşı bir kurtarıcı gibi karşılamak istesin, onun için bu zararı görmek ve bunun can yakan acılarıyla gözlerini kapayıp en büyük lezzet bildiği bu âleme ebedî bir hüzünlü ümitsizlik içinde hasretle veda edip gitmek kaçınılmazdır. Fakat bu zarar ve hasret, bu ebedî acı, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eden ve bu dünyanın aceleci saadetini ve gelip geçici lezzetlerini, saadetin sonu ve olgunlukların nihayeti sayanlara mahsustur. Öldükten sonra dirilmeye ve kıyamete iman etmiş olan ve ahiret günü için lüzumlu ve önemli hazırlıkları elde etmeye koşan iman ehline gelince: Bunlar, o ayrılık ânında, gurbet ayrılığından vicdanının sevgilisi olan cânânın semtine (Allah'ın huzuruna) doğru davet olunmuş bir yanmış âşık Ruhuyla uçar giderler.
Saat, zamanın kısımlarından az bir bölümün ismidir ki, gece ile gündüzün yirmi dört bölümünden bir bölümdür. Elif-lâm ile (es-sâatü) de hesap ve sorumluluk günü olan kıyamet gününün ismidir. O gün hesabın süratine binaen, "bir hesap saati" demektir. İkinci bir görüşe göre de kıyametin koptuğu zamanın ismidir ki Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir saatle ansızın bastıracağından dolayı böyle isim verilmiştir. Allah katında bilinen saat demek olur. Nitekim âyette de "ansızın" buyurulmuştur. Anılan hasret ve hasret çekmenin başladığı ölüm zamanı da, ahirete geçişin bir başlangıcı ve girişi olmak itibarıyla ölüm de kıyamet cinsinden sayılıp o ad ile anılmıştır.
32-Hayatı, dünya hayatından ibaret sananlar anlamalı ki dünya hayatı, yalnız dünya hayatı olma bakımından eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Dipsiz, sonu karanlık bir gafletten, faydasız oyuncaktan ibarettir. Bunun geçiş anlarını, lezzet sayılan şeylerini bir lahza düşünüp de ölümü göz önüne getirenler bunda asla tereddüd etmezler. Bunun içindir ki hayat, dünya hayatıdır diyenlerin en büyük zevki, onu ve sonucunu unutmak için boş şeylerle eğlenmekte, oyunlarla vakit öldürmekte bulurlar. (İbnü Âmir kırâetine göre şeklindedir) Ve herhalde dâr-ı uhrâ, ahiret evi, son vatan, ahiret hayatı evi, eğlence ve oyundan, küfür ve günahlardan korunan müttakîler hakkında hayırlıdır. Çünkü o devamlı hayat, halis faydalar, ebedî lezzetlerdir. Şu halde, ey insanlar akıl etmez misiniz, aklınız yok mu ki dünya hayatının ne olduğunu düşünüp de takvaya (Allah korkusuna) sarılasınız. İbnü Kesir, Ebu Amr, Âsım'dan Ebu Bekir Şu'be, Hamze, Kisâî, Halefû'l-Âşir kırâetlerinde okunduğuna göre: Hayat, dünya hayatından ibaret deyip de öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr edenlerin hiç aklı yok mu ki bu kadar gaflete dalarlar da eğlence ve oyun arkasında koşarlar ve bu sevda ile Allah'ı Peygamber'i, ahireti inkâr eder, küfür ve günahlardan sakınmazlar.
Kâfirlerin yalanlama ve patırtılarına karşı Resulullah'ı teselli ve takviye etmek için buyuruluyor ki:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
33 - Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat, o zalimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
34- Senden önce de peygamberler yalanlanmıştı. Kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir.
35- Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma!
36- Daveti ancak dinleyenler kabul ederler. Ölülere gelince, Allah onları diriltir, sonra O'na döndürülürler.
33- Ey Muhammed, biz çok iyi biliyoruz. (Nâfi kırâetinde ) Onların söylemekte oldukları sözler herhalde seni üzüyor, fakat üzmesin. Çünkü onlar hakikatte seni yalanlamazlar. (Nâfi ve Kisâî kıraatlerinde if'âl bâbından okunduğuna göre, "seni yalana nisbet etmezler, sana yalancı demezler") Ve fakat zalimler Allah'ın âyetlerini inkâr ederler.
Rivayet ediliyor ki Ebu Cehil: "Biz seni yalanlamıyoruz, sen bizim kanaatimize göre doğrusun. Biz ancak senin getirdiğini yalanlıyoruz" demiş. Aynı şekilde Kureyş'ten Hâris b. Âmir: "Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat biz sana uyarsak yerimizden olacağız, bundan dolayı iman etmiyoruz" demiş ve bu âyet de bunlar sebebiyle inmiştir. Muhammed (s.a.v.)'in hayatını ve ahlâkını az çok bilen kâfirlerin inkârlarında kendi vicdanlarına karşı tutunabildikleri şüphenin bütün durumu şudur: "Hz. Muhammed kendi vicdanında yalancı değildir. O, bile bile, kimseyi aldatmaya yeltenmez, nebilik ve peygamberlik iddiasını da uydurma ve aldatma yoluyla yapmamıştır. Belki nebilik ve peygamberliğin sıhhatini hayal etmiş ve kendi vicdanında kendinin peygamber olduğuna inanmış, bu iman ve inanç ile bu iddiada bulunmuştur. Fakat onun inandığı nebîlik ve peygamberlik, haber verdiği yeniden dirilmek ve kıyamet gibi şeyler, hadd-i zatında ve gerçekte olamayacak ve inanılamayacak şeylerdir. Şu halde davası yalan değil, yanlıştır. O, aldatmaz, fakat aldanmış, o peygamber değil, fakat kendini peygamber sanmıştır" derler. Son Avrupa tarihçi veya filozoflarının çoğunlukla iddiaları da budur: "Hz. Muhammed, kendi vicdanında, kendi nebilik ve peygamberliğinin doğru ve hak olduğuna emin idi. Vefatına kadar da bu iman ve itimadı hiç sarsılmadı, bu bir tarihî gerçektir" diyorlar. Bununla beraber peygamberliğine iman da etmiyorlar. Çünkü nebilik ve peygamberliğin haddi zatında vuku bulan hak bir iş olabileceğine inanmıyorlar. Nebilik ve peygamberliğin vuku bulan bir iş olabileceği kabul edildiği takdirde, ilim ve tarih bakımından peygamberlik ve mucizelerinin delilleri diğer peygamberlerden daha çok açık ve zahir bulunan Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr etmenin açıktan açığa bir düşmanlık etme olduğunu biliyorlar. Bunlar böyle kendi gönüllerinde nebilik ve resulluk olamaz, dünya hayatından başka hayat, ölümden sonra dirilme mümkün değildir gibi kişisel bir baskı, bir ukde tutmuşlar ve kendi deyimlerince bu düğümden, bu ukdeden Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberliğin de mümkün olmadığını ve bundan dolayı Hz. Muhammed'in Ruhî sadakatine ve faziletli ahlâkına rağmen peygamberliğine inanmasında yanlış bulunduğunu iddiaya kalkışıyorlar. İşte Allah Teâlâ bu âyette gösteriyor ki, bütün bu şüpheler, bu yalanlama ve inkârlar doğrudan doğruya Hz. Peygamber'e değil, Allah'a yönelik bir yalanlama ve inkârdır. Gerçekte mümkün olan ve makul olmayan hiçbir çelişkiyi gerektirmeyen nebîlik ve risaleti, yaratma ve ölümden sonra tekrar diriltmeyi imkansız saymak Allah'a ve Allah'ın kudretine inanmamaktan doğar. Bu da her tarafta açık ve seçik olan hakkın delillerinin, Allah'ın âyetlerinin haklarını teslim etmemek, delaletlerini inatçı bir şekilde inkâr etmek haksızlığından ileri gelir. Bu ise nefse bir zulümdür. Böyle zulme alışan ve hakkın delillerine bütün inceliğiyle kıymet vermeyen zalimler, bütün âlemlerin Allah'a ve Allah'ın kudretine delalet edip duran açık deliller olduğunu inkâr ederler. Ve bu şekilde Kur'ân'ı ve Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini de inkârcı bir surette reddederler." Kur'ân ve Muhammed yok" demezler, fakat Kur'ân âyetlerinde, Muhammed Aleyhisselâm'ın yaratılışında ortaya çıkan hakkın delillerinin Allah'a ve Allah'ın ilim ve kudretine açık delaletini tanımazlar, "Bunlar, Allah'ın eseri değil, Muhammed'in eseri" derler. Hasılı yalanlamaları, bizzat Muhammed Aleyhisselâm'ın şahsına değil, Allah'ın kudretini ve kudretinin delillerini inkâr etmek zulmüne döner ki, bu da zalimlerin âdetidir. Ve bundan dolayı bu haksızlığın, bu cüretin cezasını verecek olan Allah, çekecek olan da kendileridir.
34- Ey Muhammed, kasem olsun ki senden önce birçok peygamber böyle zalimler tarafından yalanlandılar da, yalanlanma ve ezâ edilmelerine karşı sabır ve sebat ettiler. Nihayet kendilerine yardımımız erişti. Şu halde sen de bunları örnek al ve yardımımız gelinceye kadar sabret, böyle sabredenlere Allah'ın yardımı erişir. Allah'ın kelimelerini, vaadlerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Allah, gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: "Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." (Saffât, 37/171-173), "Allah, elbette ben ve peygamberlerim galip geleceğiz diye yazmıştır", (Mücadele, 58/21) buyurmuştur. Bu kelimeler, bu vaadler her halde yerini bulacaktır. Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden, onların hallerinden ve mühim olaylarından hayli bilgi de geldi.
Ki bu âyet de işte onlardan biridir.
35- Eğer o kâfirlerin, zalimlerin yüz çevirmeleri sana çok ağır geliyor, gözünde büyüyor, sabır ve tahammül edilmez bir şey gibi görünüyorsa, sen kendi başına, yerin derinliklerine işler bir delik veya gökte üstüne çıkacak bir merdiven bulup da onlara tek bir âyet, iman ettirecek bir harika getirmeye gücün yeterse hiç durma yap. Allah dilemiş olsaydı hepsini doğruluk üzerinde toplar, hepsine iman nasip eder, imanlı bir tek toplum yapardı. Mademki yapmamış, demek ki dilememiştir. O dilemeyince de sen hangi âyeti getirsen, hangi harikayı göstersen iman ettiremezsin. Şu halde sakın cahiller güruhundan olma, onları imana getirmek için hemen yerlere geçip veya göklere çıkıp da bir âyet, bir zorlayıcı mucize arayacak derecede hırslanma da sabret.
36-Çünkü davete, duyanlar, işitme gücü bulunanlar icabet eder. Ölüleri de Allah ba's eder, diriltir. Şu halde bugün duymayanlar yarın duyabilirler, bugün iman etmiyenler yarın edebilirler. Sonra da duyan duymayan, iman eden etmeyen hepsi Allah'a döndürülürler, hayır veya şer cezalarını bulurlar.
Evet, ölü gibi duygusu olmayan, işitmek istemiyenler, Allah'ın bu kadar açık âyetlerini hiçe saydılar ha!
Meâl-i Şerifi
37- Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" De ki: "Şüphesiz ki Allah, bir mucize indirmeye kâdirdir, fakat çokları bilmezler".
38- Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar. 39- Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola koyar.
37-*} Ve: "ona Rabbinden bir âyet indirilse ya" dediler. İnen âyetleri duymadılar inkâr ettiler de, Peygamber'e kendi gönüllerince bir âyet ve alâmet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talep ve temenni ettiler. Ey Muhammed sen de ki: Allah bir âyet, bir alâmet, bambaşka bir mucize indirmeye şüphesiz kâdirdir. İndirmezse güçsüzlüğünden değil, hikmetindendir. Ve fakat onların çoğu bilmezler. İlim, şanlarından değildir. Âyeti, delili ve alâmeti farketmezler, ondan alınması gereken ilmi almazlar. İneni anlamadıkları gibi, ineceği de anlamazlar. İstediklerinin kendilerine faydalı ve peygamber göndermesinden kastedilen hikmeti, korkutma ve teklife uygun olup olmayacağını ve indirilmekte olan ve bunca akla uygun delilleri içeren âyetlerden istidlâl edemeyen ve faydalanamayanların tek olaylardan hiç istidlâl edemeyeceklerini, faydalanamayacaklarını; delil ve âyetin asıl önemi, olayları olmadan önce anlatmasında olmak itibariyle, istenilen tek olay ve harikanın bir delil değil, bir medlûl, bir sonuç olacağını ve bundan dolayı olayın kendisinin hadd-i zatında dağların başa geçmesi gibi bir musîbet ve bela olabileceğini ve özellikle inkârcıların bütün ihtiyarî güçlerini reddederek inkârlarını zorlayıcı bir şekilde söküp alacak ve giderecek olan bir olayın, bir kudret âyetinin kendilerini kahredecek ve yok edecek bir fiilî musîbetten başka bir şey olmayacağını ve bunun ise kendilerine değil, ancak başkalarına bir ibret ve âyet olacağını bilmezler de öyle cahilce temennîlerde bulunurlar ve dediklerinin yapılmasını Allah'ın kudretini inkâra ve hak âyetleri yalanlamaya vesile edinirler. "O Peygamber de ona şöyle bir mucize inse ya!" derler, dururlar. Gerçi içlerinde bilenler ve heveslerine uyup sırf inat ve serkeşlik için böyle diyenler de vardır. Fakat çoğu bilmezler. Peygamber ise cahillere, azgınlara uymak için değil, bildirmek ve haber vermekle Allah'ın azabından korkutmak ve irşad etmek için gönderilmiştir. Eğer onlar duysalar bilselerdi vuku bulan şeyde Allah'ın kudretine delalet eden fiilî alametler mi yoktur?
38- Ey inkâr edenler, yerde debelenen hiçbir hayvan, ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin benzeriniz ümmetler olmasın. Bu âyetin sevki iki şekilde düşünülür: Birisi ilmi ve ahirete imanı olmayıp, hayatı, bu dünya hayatından ibaret sananların genellikle hayvanlardan fazla bir meziyete sahip olmadıklarını anlatmaktır ki "İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık" (Ârâf, 7/179) âyetindeki gibidir. Nitekim ikinci âyet de bunu açıklar. Diğer bir şekil de: Allah Teâlâ'nın delillerinin gücünü anlamak için, diğer hayvanların yaratılışlarında ve hayat tarzlarında insanların istifade edeceği pek çok sırlar bulunduğunu hatırlatmaktır. Ki çoğunlukla tefsirciler bu şekli tercih etmişlerdir. Yani hepsi sizin gibi başlangıçta topraktan yaratılmış, bir hayat tarzına mazhar edilmiş, bir nizam altına alınmış; hepsi sizin gibi rızıkları, ecelleri biçilmiş, takdir edilmiş zamana kadar yer içer, gıdasını alır; hepsi sizin gibi birbirine çeşitli şekiller içinde bir benzeşme ve cinsiyet taşır. Hepsi sizin gibi toplanır, birbirleriyle tanışır, yanaşır veya kaçar, koklaşır veya döğüşür. Hepsi sizin gibi birbirinden doğar, ürer; hepsi sizin gibi bir asıldan çıkar, çoğalır, çeşitlenir. Yaratanın kudreti, hükmü ve tesiriyle tekden çıkan bu çeşitlenme ve ayrışma içinde hepsi sizin gibi bir hayvanî hayat yaşayan çeşitli bölükler ve farklı sınıflardır. Yerde sürünenleri, havada uçanları ile, her çeşit size, bir benzeme yönünü içererek, hepsi sizin denginizdir. Siz de sınıflarınız ve çeşitli özelliklerinizle onların bir benzerisiniz; hepsi, ilâhî takdir ve Allah'ın tedbiri dairesinde özel nizamlar ve hükmedici kanunlar altına konulmuş korunan haller, kurala bağlı işler, görünen ve yürüyen hususlar sizin gibi birer ümmet ve bundan dolayı size birer ibret dersidirler. Hepsi aslî yaratılışları ve varlık nizamlarıyle ilâhî kudretin birer deliller manzumesi ve hikmet kitabının âyetleridirler. Biz kitapta hiçbir şeyi geride bırakmadık ve kusur işlemedik, hiçbir şeyi eksik bırakmayıp, hepsini nizamına bağladık, kitaba yazdık. Bütün hilkat bir kitap ve bütün varlıklar o kitap muhtevasının kelimelerini ve delalet ettikleri şeyleri ifade eden nakışlar (süsler) ve yazılardır. Âlemde cereyan edecek olan bütün yaratıkların, iri ufak, yüksek ve alçak her şeyin durumları levh-i mahfûzda tamamen ve açık bir biçimde yazılmış, hiçbiri ihmal edilmemiştir. "Allah'ın ilk yarattığı kalem" ve "Olacak şeyleri kalem yazmış bitirmiştir" . Hak ilim kalblere o kitaptan nazil olur. Ve ilk kalemin yazdığı bu yazı, tesbit ettiği bu nizam sayesindedir ki varlıkları tetkik etmek ve incelemekle bilgiler, ilimler, fikirler edinilir, kitaplar yazılır ve tasnif edilir, geçmiş ve geleceğin kanunları sezilir. Hadiselerin gidişatından ezel ve ebedin kelimeleri ve âyetleri okunur. Ve hele yerde hareket eden hayvanların, kanat denilen iki basit yelpaze ile yerden kalkıp göğe doğru fırlayan, uçan kuşların hareketlerinde ve kaderlerinde etken olan kudret nizamının, hareket kanununun ve hayatın, bunların sonuçlarının inceleme ve tetkikinden bütün bunları temsil eden insanlığın ne gibi hayatlara aday olduğunu ve bu konuda ne kadar ilâhî hüküm ve tekliflerin cereyanına uymak zorunda bulunduğunu ve Allah'ın yazdığı yazıların kesinliğini ve sırf hayvanî hayat yaşamak isteyenlerin bunlardan ve kendi tabiat ve yaratılışlarından ne kadar gaflet ettiğini az çok anlamak mümkün olur. Bu böyle olduğu gibi Kur'ân'da da insanlığın muhtaç olduğu deliller ve ilâhî tekliflerden hiçbir önemli şey terk ve ihmal edilmemiş, hepsi kısaltmadan uzatmaya veya uzatmadan kısaltmaya giden bir güzel beyan ile muhkem ve müteşabih çeşitli şekiller, açık veya gizli deliller ve işaretler içinde hatırlatılmış ve ihtar edilmiştir ki "ancak sizin gibi birer ümmettirler." ihtarı da bu cümledendir. Bunlar gösterir ki Allah Teâlâ'nın gayb kudretinde, levh-i mahfuzunda bulunmayan ve bulunamayacak olan hiçbir âyet yoktur. O kâdir olan Allah yaratılışa, kanun koymaya ait, kavlî ve fiilî her âyeti indirebilir. O'nu da kitabına yazmış, nizamına bağlamış hiçbir ihmal ve kusur etmemiştir. Fakat âyetin faydalı olması, az çok bir benzerlik ifade ederek çeşitli şekiller içinde benzerden benzere delalet etmesinde ve dolayısıyla bir tafsilatı özetlemesinde ve bir bütünlüğe işaret etmesindedir. Olayları yalnız tafsilatından okumak ve her olayı tek tek düşünmek ve bilhassa yaşamak istiyenler hiçbir âyet okuyamazlar. Bizzat olayların içinde boğulmuş kalmış, kendileri başkalarına ibret olmuş olurlar. Mesela filanın başına dağ yıkılmış, filanı yıldırım çarpmış, bunu teker teker düşünmekte hiçbir mânâ yoktur. O, kalemin kuruduğu bir olaydır. Onun bir ibret olabilmesi, benzer dağların, benzer başlara yıkılıp düşebileceğini ve Allah'ın buna kâdir olduğunu ve bundan dolayı bundan sakınmak ve korkmak lazım geldiğini anlatması itibariyledir. Havada kuşun kanadıyla uçtuğunu görüp de ondan uçma kanunlarını ve o kanunları yazan Allah'ın kudretini anlamaya çalışanlar içindir ki, kuşların uçması bir âyet olur. Bütün hayvanların böyle birer âyet olduğunu anlamayan ve benzerliklerden sonuç çıkarmaya çalışmayanlara ne kadar âyetler indirilse boştur. İndirilen bu kadar âyetlere aldırmayıp da, "bir âyet indirilse ya" diyenler, âyeti anlar ve dinler olsalardı, gözleri önünde benzerleri olan hayvanlardan gereği gibi ibret dersi alırlar ve nasıl bir hayvanî hayat yaşadıklarını anlarlardı da, Allah Teâlâ'nın neler yaratmaya kâdir bulunduğunu ve hayatın içinde bulundukları dünya hayatından ibaret olmadığını takdir ederler ve öyle dünya hayatına sarılıp Allah'ın âyetlerini yalanlamaz ve inkâr etmezlerdi. Allah'ın kudretini anlamalı ki, ne yerde sürünen hayvanlar takdir edilmiş olan hayatlarını yaşamak için muhtaç bulundukları rızıktan mahrum kalırlar, ne de havada uçan kuşlar Allah'ın yazdığı sınırları geçebilirler. Hepsinin halleri ve hareketleri korunmuş, hayat serüvenleri bütün zamanlarıyla "Ümmü'l-kitab"da yazılmış ve zabtedilmiştir. Debelenir koşarlar, uçar sekerler. Sonra bütün bu ümmetler Rab'ları huzurunda toplanırlar. Ahirete sevkedilir, âlemlerin Rabbinin büyük huzurunda toplanırlar da o zaman birbirlerinden acılarını çıkarırlar. Nebevî hadiste geldiği üzere boynuzsuzlar boynuzlulardan öclerini alırlar. hiçbir hayvan yoktur ki hakkında bu yazılmamış bulunsun, bu sonuç başına gelmiyecek olsun.
39-Kitapta hiçbir şey eksik bırakılmadığı halde bizim âyetlerimizi yalanlayanlar ise, sağırdırlar. Onları duymazlar, gereği gibi düşünecek ve anlayacak şekilde işitmezler ve bundan dolayı "geçmişlerin masalları" derler. Ve âyetlerden saymazlar da başka âyet isterler. Ve dilsizdirler. Hakkı söyleyemezler. Ve onun için davetine icabet edemezler. Türlü türlü karanlıklar içindedirler. Küfür, cahillik, inat, taklit, nefsin isteği ve ihtiras karanlıkları içinde önlerindekini görmezler, karanlıkta yuvarlanır giderler. Evet Allah kimi dilerse onu sapıklıkta bırakır. Onda dalâlet yaratır. Kendi yolundan sapıtır. Sapıklık onun devamlı tabiatı olur kalır. Allah'ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah'ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah'ın göstermediğine kimse bir şey gösteremez, Allah'ın şaşırttığını kimse yola getiremez. Ağız, dil, göz, kulak verdikten sonra da Allah dilerse o dili söyletmez, o göze göstermez, o kulağa işittirmez. Gerçi yukarda geçtiği üzere Allah kendine rahmeti yazmış, hidayet fıtratı üzere yapmıştır. Önce bizzat, O'ndan zorla saptırmak gelmez. Allah'ın saptırması, kulun sapıklığı istemeye yönelik bir kötü seçimi ile ilgilidir. Fakat yerde sürünen hayvanlar ile havada uçan kuşların farklılığı kabilinden fıtratın derecelerinin farklılığı, sırf onun istemesinin eseri olduğu gibi, kulun istemesinin yerine gelmesi ve onun basması ve mühürlemesi de sırf onun istemesinin eseridir. Bazısında yüzlerle talebten sonra basmadığı sapıklığı, diğer bazısında bir kaç talep ile basar. Ve her kimi dilerse onu doğru bir yola koyar ki, üzerinde yürüyen doğruca gider, maksadına erer.
Allah'ın âyetlerini yalanlayan, doğru yolundan kaçınan ve Allah'dan başka mabudlara tapınan müşriklere, yaratılışta zorunlu olarak tespit edilmiş bulunan birlik âyetini tasdik ile, kendi nefislerindeki yalan çelişkilerini açıklamak ve sonuçlarını göstermek için, ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
40- De ki: "Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah'ın azabı size gelse veya kıyamet vakti gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer sözünde doğru kimselerseniz cevap verin".
41- Hayır, yalnız o Allah'a yalvarırsınız. O da dilerse kaldırılmasını istediğiniz belayı kaldırır ve o zaman ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.
42- Şüphesiz ki senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.
43- Hiç olmazsa kendilerine baskınımız geldiği zaman olsun, yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalbleri katılaştı ve şeytan yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi.
44- Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler.
45- Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.
40- Bu deyim Arap dilinde benzeri bulunmayan bir soru ve teaccüb kelimesidir ki, derin bir hayret ortaya koymak sûretiyle "bana haber veriniz" mânâsını ifade eder. Kâideye göre bunun tam mânâsı: "sen kendinizi gördün mü söyle" demek gibi görünürse de, Nahiv ilminde bu şekilde fail ve mef'ûl olmayıp, kıyasa uymayan bir terkip olduğu beyan edilir. Ve "sen seni gördün mü? "sen, sizi gördünüz mü?" yerinde bir tekit ve tefsir mânâsında bulunduğu ve tümüyle "acaib, haydi haber ver veya haber veriniz" meâlinde kullanıldığı gösteriliyor. de "hemze" soru içindir ki, teaccüp (şaşma) ve ihbar (haber verme) bunun gereğidir. Bu fiil, gözle görmeden veya "görmeye isabet etmek, ciğere nüfuz etmek" mânâsına re'y ve itikaddan veya iki mef'ûlüne teaddî eden ef'âl-i kulûbdan, bâbında bâkî ilim mânâsına görüş veyahut babında bâkî olmayıp haber verme mânâsına olan ilmî görüş olmak üzere dört iştikak (türeme) ile kullanılır. İlk üçünde kelimenin aslından olan ikinci hemze ya tahkik veya beyne beyne teshil ile okunur ve hazfi caiz olmaz. Ve muhatabın değişmesine göre gibi, tâ harfi (fâil zamiri) değişir ve fâili gösterir, buna gibi, kâf 'ın bitişmesi caiz olmaz. Fakat haber verme mânâsına ilmî görüşten olduğu zaman hemzenin tahkiki ve beyne beyne teshili, hazfi ve elife ibdâl ile meddi de caiz olur. Nitekim çoğunluk (cümhur) kırâetlerinde tahkîk ile, Nâfi ve Ebu Cafer'de teshil ile, Kısâî'de ıskât ile ve Verş'de ibdâl (hemzenin elife çevrilmesi) ile okunmuştur ki, bu ibdâl Sarf ilmi kâidesine aykırı olmakla beraber Arap kelâmında vardır. Sonra iş bu "bana haber verin" mânâsında muhatabın değişmesine göre gibi tâ 'nın, önceki gibi değişmesi caiz olduğu gibi, tâ müfred müzekkerdeki hâli üzere meftûh (üstünlü) kalmakla beraber, muhatabın değiştiğine işaret için sonuna gibi çeşitli şekilde bitişik kâf 'ın katılması da caiz olur ki, bu durum, bu fiile mahsustur. Buna göre kelimesi yerinde olarak "bana haber veriniz" demektir. Yani zamiri, mef'ûl değil, fâilin değiştiğine delalet eden bir harftir. Basralıların izahı budur. Fakat Kisâî bunun birinci mef'ûl makamında olduğuna kâni olmuştur. Bu şekil ile mânâ yine "bana haber verin" olmakla beraber ile , ile arasında esas itibariyle ince bir zevk farkı vardır. Kalbin vâki'de kendine ve kendinde meydana gelen şeylerle ilgili vicdanından, yani bir şuûra şuurdan; ise mutlak bir şuur vicdanından sormak ve soruşturmak demek olur. Nitekim bu âyette sorusu bu subjektif fiil olan dua ile ilgili vicdana yönelmiş. "Allah'tan başkasına mı dua ediyorsunuz?" buyurulmuştur. Gelecek olan âyetinde de "Allah'tan başka bunları size geri verecek tanrı kimdir" (Enâm, 6/46) buyurulmuş, nefislere dışlarından vâki olacak gelmelerle ilgili vicdana yöneltilmiştir ki, Kısâî mezhebi hem Nahve ait kıyasa uygun, hem de bu ince farkı açığa çıkarmış olması bakımından bizce daha çok dikkate şayandır.
Ey Muhammed, müşriklere de ki: Genellikle her biriniz kendinizi gördünüz, anladınız mı? Kendinize, vicdanınıza gerçekten şuurunuz var mı? Varsa şunu bana söyleyiniz, haber veriniz bakayım! Eğer size Allah'ın -dünyada yıkılıp gitmiş ümmetlere gelen- azabı gelirse, veya geleceği kesin olan saat gelir, başınıza kıyamet koparsa, Allah'tan başkasına mı dua eder ve sığınırsınız? Yani vicdanlarınızın derinliklerine inerek kendinizi iyice yoklayınız, tartınız bakayım, böyle yok edici dert ve felaket karşısında bulunduğunuz veya içine düştüğünüz acıklı ve müthiş bir zamanda nasıl bir ruh hali içinde bulunursunuz? Bütün ümitleriniz silinir, ölmüş gibi tamamen ümitsizliğe mi düşersiniz? Yoksa henüz canınız çıkmadıkça yine bir kurtuluş ümidi besler, derinden derine bir kurtarıcıya sığınma hissiyle inler misiniz? Eğer inlerseniz, o zaman samimi kalbinizden kime sığınır, kime çağırır yalvarırsınız? Allah'a mı, yoksa Allah'tan başka tanrı tanıdığınız putlarınıza mı? Eğer siz doğru kimselerseniz gerçekte Allah'tan başka ilâhlar vardır iddiasında yalancı değilseniz söyleyiniz, öyle bir zamanda Allah'tan başkasından ümit bekler, Allah'tan başkasına dua ve niyaz eder misiniz?
41- Hayır, ancak Allah'a dua edersiniz, her ne umarsanız O'ndan umar ve yalnız O'na niyaz edersiniz, O da dilerse dua ettiğiniz azabı, sıkıntıyı açar, başınızdan defeder, ve o zaman siz Allah'a ortak tuttuğunuz şeyleri unutur, evvelce tapındığınız diğer ilâhlarınızı o müddet içinde terkeder, hatırınıza bile getirmezsiniz. Çünkü zararı açmaya gücü yeten tek merci ancak Allah olduğu akılların yaratılışında ve vicdanın derinliklerinde mevcuttur. İşin ciddiliği ve korkunun dehşeti diğerlerini siler süpürür ve o zaman Allah'tan başkasının hiç olduğunu vicdanlar açıktan açığa duyar, akıllar idrak eder, yeter ki akıl kalmış, vicdan donmamış bulunsun.
42-Ey Muhammed, sen emin ol ki senden önce bir çok ümmetlere biz peygamberler gönderdik. Böyle tanımadılar, küfrettiler de biz de onları şiddetli fakirlik, geçim darlığı ve hastalıklar ve âfetlerle sıktık, fakirlik ve zaruretle tuttuk baskı yaptık. Ki tazarru etsinler, düşüklüklerini anlayıp isyanlarına tevbe etsinler, affımıza sığınsınlar, yani bu hâl içinde tevbe ve tazarru etmeleri mümkün ve muhtemel idi.
43- Şimdi baskımız kendilerine geldiği sırada boyun eğip, sığınsalardı ya, ve fakat sığınmadılar, gittikçe kalpleri katılaştı. Uyanma kabiliyetlerini kaybettiler, fakirliğe ve zarurete alıştılar. Şeytan da yapıp durduklarını alladı pulladı kendilerine hoş gösterdi. Yaptıklarını fena diye değil, iyi yapıyoruz diye yapmaya, şerri hayır, günahı sevap saymaya başladılar. Artık tevbe ve dönüş ihtimali kalmadı, vicdanlar dondu, akıllar tutuldu, azıttılar da azıttılar.
44-Başlangıçta fakirlik ve ihtiyaç, mahlûkun aslî yokluğunun gereği ve mahiyetinin lüzumlu unsurudur. Onu defeden ve yok eden de Allah'ın rahmetidir. O rahmetin eksilmesi ile ortaya çıkan fakirlik, zaruret ve sıkıntı ise, isyanlar ve serseri insanlara hadlerini ve kendi kendilerine bakıldığı zaman durumlarının gereğini hissettirerek ve göstererek kurtuluş ve kulluk hissi uyandıracak bir fiilî alâmet ve ilâhî hatırlatıcıdır. Ve bundan dolayı ihtar ettiği mânâyı anlayanlar için bir nimettir. Fakat bunun, bu ihtar edici kuvveti ve irşad edici delaleti devamlı değil, belli bir müddet ile sınırlanmıştır. Bunun için böyle bir ilâhî sıkıntıya tutulanlar, onu ilk önce nimet bilmeli ve süratli bir şekilde uyanarak nefsin baş kaldırmasını kırmalı ve kulluk aczini hemen anlayıp tevbe ve yalvarış ile Allah'a sığınmalı ve ıslah yoluna dönmelidir. Bu uyanıklılık ne kadar çabuk olursa, dünya ve ahiret faydası da o kadar mühim olur. Bunu anlayıp tevbekâr olanlar dünyada olmazsa, herhalde ahirette istifade ederler. En şiddetli olan ilk tesir anları geçtikçe ihtarın kuvveti azalır, daha çok kuvvetlendirmeye ihtiyaç duyulur ve gittikçe uyanma ihtimali azalır ve zor elde edilir. Nihayet o sınırlı müddet biter, sıkıntının bütün uyarıcı kuvveti de tükenir, bir alışkanlık ve tabiat haline gelir ve kalb öyle katılaşır ki, artık ondan sonraki başkaldırma alabildiğine şiddetlenir. Artık baskı ve şiddetin hiçbir terbiye edici hassası kalmaz. Bunun için terbiye edici bir hikmet ve maksatla tatbik olunacak baskı ve şiddet, uzun ve devamlı olmamalıdır. İlâhî hikmet, baskıyı, şiddeti ve nihayet azab etmeyi, fesadı ıslah, kötülükleri sınırlama, durdurma ve temizlemek için tatbik eder. Fakirliğin ve zaruretin kaynağı olan kötülüklere karşı baskıyı artırmak ise, o kötülükleri çoğaltmak demek olur. Bunun kurtulma ihtimali varsa, zorlamada değil, kolaylaştırmadadır. "Bir şey sıkıştığı zaman genişler" Sıkıştırma ile katılaşmış olan kalbleri yumuşatırsa, kolaylaştırma ve genişletme yumuşatabilir Ve artık bu genişletme ve genişleme onlara ya kurtuluşu kazandırır veya patlatır bitirir. Ve her iki takdirde kötülükler sonsuz bırakılmış, kötülerin arkası alınmış olur. Şu halde o katı kalbliler ne zamanki hatırlatıldıkları ibretleri unuttular. Evvela derece derece kolaylaştırmayı ifade eden peygamberlerin hatırlatmaları, ikinci olarak tevbe ve teslimiyet telkin eden şiddet ve zaruret ihtarlarını düşünmek ve uyanık olmak ihtimalleri kalmadı. O zaman üzerlerine her şeyin kapısını açtık. O şiddet ve sıkıntıdan sonra onlara öyle bir hürriyet ve refah verdik ki, maddî manevî bütün engelleri kaldırdık, her taraftan üzerlerine nimetler saldırdık, iyi kötü her şey kendilerine bol bol açık bulunuyordu. Her türlü rahatlar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefalar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak ne isteseler yapabilecek bir hale geldiler. Kendilerine, kendi iradelerinden başka yasaklayacak ve kayıtlayacak hiçbir şey görünmüyordu. Öyle serbest bir imtihana kondular ve öyle derece derece yükselmeleri arttı ki nihayet bu hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her sorumluluktan kurtulmuş olduklarına hükmettiler. hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz oldular. Her şey kendilerininmiş, Allah ve ahiret yokmuş gibi zevk ve sefaya daldılar, keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, "gel keyfim gel" dedikleri sırada kendilerini birden bire bastırıp yakalayıverdik. O saat iblis gibi bütün ümitleri kesildi. Ümitsizlik ve tam mahrumiyet içinde donakaldılar. Bundan böyle onlar, sonsuz bir hasret içindedirle
45- Artık o zulmeden, şükür yerine küfreden kavmin ardı alındı, kökü kesildi. Arkalarında hiç kimse bırakılmadı, hepsi yok edildi ve bu şekilde zulümlerine son verildi. Böyle zalimleri bile her türlü hatırlatmayı yaptıktan ve Allah'ın her türlü rahmet eserini gösterip her imtihandan geçirdikten sonra azab etmek ve yok etmek ve yeryüzünü bu türlü zulüm ve şerlerden kurtarmak elbette Allah'ın kulları için pek büyük şükranlara layıktır. Her nimet gibi bunun da hamd ve şükrü âlemlerin Rabb'i olan Allah'adır, O'nun hakkıdır.
Ey Muhammed, sen Allah'a hamdet de, hamd etmeyen nankörlere:
Meâl-i Şerifi
46- De ki: "Söyleyin bakalım, eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alır da kalblerinize mühür vurursa, Allah'tan başka onları size getirecek tanrı kimdir?". Dikkat et, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz, sonra da onlar yüz çeviriyorlar?
47- De ki: "Söyler misiniz bana! Size Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zalim toplumdan başkası mı helak olur?"
48- Biz peygamberleri, ancak rahmetimizin müjdecileri ve azabımızın habercileri olmak üzere göndeririz. Artık kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.
49- Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, yapmakta oldukları fenalıklar yüzünden onlara azap dokunacaktır.
46- De ki: Şunu bana haber veriniz. Eğer Allah kulaklarınızdaki işitmek ve gözlerinizdeki görmek gücünü alıverir, duyan kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir, ve kalblerinizi mühürleyiverirse, yani mühürler, hayır ve hidayeti anlamayacak bir hale koyar veya deliler gibi akılları giderir veya hiçbir şey duyamayacak şekilde kalblerinizi öldürür, bütün şuurunuzu alıverirse, Allah'tan başka onu size getirecek ilâh kim?. Yani işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar kalbleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz değil mi? İnsanlığınızın en şerefli güçleri olan bu araçları size veren Allah dilerse sağırlar, körler, yanılanlar, delirenler, uyuyanlar, bayılanlar, ölenlerde yaptığı gibi sizden yine alabilir. Bunu da görüyor, biliyorsunuz değil mi? Allah bunlardan birini veya hepsini alırsa, sağırların kulakları, körlerin gözleri açıldığı, delilerin ayıldığı, uyuyanların uyandığı gibi dilediği zaman yine verebiliyor. Bunu da görüyorsunuz değil mi? Peki ama Allah bunları alır ve vermek istemezse size onları alıp getirecek geri verebilecek hiçbir kimse, Allah'tan başka hiçbir kudret düşünülebilir mi? Ve hele sizin ilâh diye tapındıklarınızdan birinin bunları iade edebilmesine imkan var mıdır? Hayır, değil mi? O halde Allah'ın varlığını ve birliğini ve kudretini nasıl inkâr ediyorsunuz? Ve nasıl olup da Allah'tan başka ilâh var diyorsunuz. Ve nasıl oluyor da öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin imkanına ve bunları Resulüne tebliğ edebileceğine inanmıyorsunuz?
Ey muhatab, bak biz âyetleri nasıl tasrif ediyoruz, nasıl çeşitlendiriyoruz? Ve nasıl şekilden şekle koyuyoruz. Bir vücutta kulaklar yapıyoruz, gözler yapıyoruz, kalbler yapıyoruz, bunları alıyoruz veriyoruz; bir kalbe hem kulaktan, hem gözden, hem de kendinden nişanlar veriyor, delaletler telkin ediyoruz. Onlara hem varlıklarını duyuruyoruz, hem yokluklarını; aynı bir mânâyı kâh kulaklara koyuyoruz, kâh gözlere sokuyoruz, kâh doğrudan doğruya kalbe bırakıyoruz. Bir mânâ, kâh bir ses olup kulaklarda çınlıyor, kâh bir nakış olup gözlerde parıldıyor, kâh bir acı ve tad veya sırf bir akıl olup kalbleri oynatıyor. Bir ses, bir nakış, bir akıl, kâh geçmişleri çekip getiriyor, kâh geleceklere çekip götürüyor, kâh bir nimetin cazibesi ile istekleri çekip imrendiriyor ve kâh bir cezayı uzaklaştıran şeyle nefretler, korkular saçıyor; bir ses nağmeden nağmeye, duraktan durağa çeşitli nitelikler içinde diziliyor, kulaklara dökülüyor; doğru ve eğri, kırık veya kırık olmayan hareketler, sükunetler bir ışık ile çeşitli şekiller kazanıp gözlere sokuluyor. Bütün bunlar aynı bir mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur olup kalblere iniyor, zihinde izlenim bırakıyor, derken o şuur ve idrak o kalbten yine aynı mânâ ile harekete geçiyor, çeşitli, birbirine benzer, birbirinin aynı şekiller ve nitelikler ile nefislerden, bedenlerden birer fiil olarak çıkıyor. Önceki gibi ağızlardan ses, ellerden yazı olarak yavaş yavaş yayılıyor ve bütün bu tasarruflar ve değişmelerde o kulakları, gözleri, kalbleri, vücutları birleştiren aynı mânâlar sabit ve aynı medlûller ebedî kalıp gidiyor. Fezanın derinlikleri, zamanın uzaması içinde kalblerde duyulup hafızalarda tutulan, dillerde söylenip kulaklarda işitilen, ellerle sayfalara yazılıp gözlerle görülen, ağızlarla okunan ve bu şekilde tekrar tekrar yayılıp yaşayan ve fakat bunların hiçbirine girmiş olmayıp o derinlikleri ve uzunlukları kaldırarak bir noktada, bir vicdan parıltısında toplayan o ebedî mânâlar ve değişmez hakikatlardir ki tek olan Allah Teâlâ'nın varlığını, kudret ve tasarrufunun kemalini gösteren hak âyetlerin aslı, zât ve hak sıfatının ifadesi olan ve Allah'ın tebliği ve ifadeye gücü yeten en belağatlı bir mütekellim (konuşan) olduğunu da isbat eden Kur'ân'ın, Kelâmullah (Allah kelâmın)ın kendisidirler. Bakınız Allah o âyetleri Kur'ân'ında ne tertiplere, ne üslûblara, ne nazımlara koyuyor: Kâh yapmaya, kâh yoketmeye, kâh iadeye yönlendiriyor. Kâh tek bir tenbih ve ihtar yapıyor, kâh hisleri harekete getirip teşvikler, korkutmalar saçıyor, kâh gökleri ve yeri gezdirip ufukları dolaştırıyor, kâh kalblerin, vicdanların derinliklerine indirip iç dünyaları gösteriyor, kâh aklî prensipler tertibiyle mantıklar içinde görünmeden görünmeyeni anlatıyor. Kâh aynı anlayışı, aynı haberi, aynı müşahedeyi, aynı âyeti bir bediî sanat ile şekilden şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetler yapıyor ve kâh çok çeşitli âyetleri bir âyete döküp genişleri kısaltıyor. Özetle hakikatin durumlarını nasıl bir harf, bir kelime hâline getiriyor, o harfleri ve kelimeleri nasıl sîgâ (kip)lara çekiyor da, o açık deliller ile kendi varlığını, birliğini, tasarruf kudretini kulaklara, gözlere, kalblere nasıl tebliğ ediyor? Sonra da onlar bu âyetlerden nasıl yüz çeviriyorlar?
47- Ey Muhammed de ki: Vicdanınızı iyi tartın da şunu bana iyi haber veriniz: Eğer size Allah'ın azabı hiçbir delil ve alameti olmaksızın birdenbire veya önce deliller ve emarelerini göstererek açıktan açığa gelirse, zalimler güruhundan, yani küfrü iman yerine koyan sizden başkası mı helak olacak? Hayır.
48-49-Bir de o kâfirler peygamberliğin mahiyetini ve görevlerini, peygamberlerin gönderiliş hikmetini bilmezler de, Peygamber'den vazife ve selahiyeti dışında şeyler isterler. Halbuki biz öteden beri gönderdiğimiz peygamberleri başka değil, ancak birer müjdeci ve Allah'ın azabından korkutucu olarak göndeririz. Bütün peygamberler kavimlerini sevindirecek şeyleri haber verip müjdelemek ve zarar verecek şeyleri haber verip korkutmak ve sakındırmak, itaatları ve itaatların sevabını, günahları ve günahların cezasını haber vermek ve tebliğ etmek için gönderilir. Yoksa haber verilen şeylerin meydana gelmesi ve meydana getirilmesine onların asla karışma hakları yoktur, o Allah'a aittir. Peygamberin görevi acı ve tatlı doğru haberler vermektir. Şu halde kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiçbir korku yoktur.
Bu bilindikten sonra dâvayı açıklı***** ve o kâfirlerin sorularına cevap olarak ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
50- De ki: "Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?"
51- Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Onlar için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.
52- Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah akşam Rab'lerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değiller. Onları yanından kovduğun takdirde zalimlerden olursun.
53- Biz onlardan kimini kimi ile, "Allah aramızdan bunlara mı lutfunu layık gördü" desinler diye, işte böyle imtihan ettik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?
54- Âyetlerimize inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle söyle: Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir".
55- Suçluların tuttuğu yol açığa çıksın diye, âyetleri işte böyle genişçe açıklıyoruz.
50-51-Kırâet: kelimesi Âsım'dan Şu'be, Hamze, Kîsâî ve Halefü'l-Âşir'e göre "yâ" harfi ile şeklinde okunur. kelimesi de Nâfi ve Ebu Cafer'e göre "lâm"ın nasbı ile şeklinde okunur.
"HAZAİN" kelimesi, dilimizde "hazine" veya "hazne" denilen "hizâne" kelimesinin çoğuludur ki, ellerin erişemiyeceği bir şekilde mal biriktirilen, saklanılan mekânın adıdır. Yani mânâ: "Ben, Allah'ın kudret hazineleri bendedir, bana teslim edilmiştir, ben onlarda tek başıma veya izinli olarak dilediğim gibi tasarruf ederim, diyemem, böyle bir iddiada bulunmam" demektir. Buna göre âyetler indirmek veya azab indirmek veya dağları altın yapmak vesaire gibi şeyler bana ait değildir. Bana: "Sen, Allah tarafından elçiysen Allah'tan iste de bize dünya saadetlerini bol bol versin, yoksa peygamberliğine inanmayız." demeye hakkınız yoktur. Onlar benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Dilediğine mülk veren, dilediğinden mülkü alan, dilediğini üstün kılan, dilediğini zelîl eden "biyedihi'l-hayr" (hayır elinde olan) O'dur. Ben gaybı da bilmem. Bilgim dışında bulunan Allah'ın fiil ve bilgilerini bilirim diye iddia da etmem. Kahinlik taslamam. Diğer bir âyette de "Eğer ben gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben, sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim" (Ârâf, 7/188) şeklinde gelecektir. Şu halde bana: "O kıyamet ne zaman?" veya "Azab ne zaman?" gibi gayba ait sorular sormanızın da bir mânâsı yoktur. Ben size "bir meleğim" de demem; bir melek olduğumu da iddia etmem. Bundan dolayı "Yahut göğe çıkmalısın" (İsrâ, 17/93) diye beşerde âdet olmayan göğe çıkmak gibi olağanüstü fiilleri bana teklif etmeye veya benim meleklerde bulunmayan yemek içmek gibi insana ait vasıflarımı peygamberliğime engel sayıp, "Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" (Furkân, 25/7) demeye de hakkınız yoktur. Ben başka bir şeye değil, ancak bana gönderilen vahye uyarım, ona tâbi olurum. Gayba dair verdiğim haberler benim kendimden değil, Allah'dan bana gelen vahiylerdir ve Allah'ın ilmini tebliğdir. "Allah gaybını, dilediği peygamberden başka bir kimseye bildirmemiştir. Çünkü O, onların önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cinn, 72/26-27) âyetinin delaletine göre Allah gaybına hiç kimseyi haberdar etmez ve hâkim kılmaz. Ancak seçtiği ve emîn kıldığı Resul müstesnadır. Ona önünden ve arkasından korucular koyar, temin eder ve o şekilde ona görmediği ve bilmediği bazı gaybları vahyeder, haber verir; haberin içeriği o Resulün yanında hazır olmadığı, görünmediği halde, vahy ve haber fiilî bir şekilde görünür ve hayır bulunur. Ve onun bizzat bilmediği gayb, bu sayede âyet ve alametiyle bildiği olur. Vasıta ile de olsa, bilinen şey her yönüyle gayb olmaz. Bilinen, mutlak gayb değil, haber verilen gaybdır. Bunun içindir ki, beşer ilminin hepsi bir haber, bir önerme mahiyetinde ortaya çıkar ve beşer ilminin hakkı, haber vermesi, hakkın zatı değil, âyet ve alametinin kalbde hazır olmasıyla bir kelâmî delalettir. Ve bunun zamanı Hak Teâlâ'nın kendine şahitliğidir. Hissedilen ve görünenlerde bile kulaklara, gözlere ve onlar aracılığıyla kalbe gelen eşyanın zatı değil, eşyanın alametleridir. Ve en açık, en sarih âyet, hakkın kelâmı; en açık ilim de Hakk'ın haber vermesidir. Vahiy de Allah kelâmı olan Hakk'ın âyetlerinin kalbe zorla girmesidir. Peygamberlik de Allah'tan vahiy almak ve gereğince amel etmekten ibarettir. Peygamber vahiy ile Hakk'ın âyetlerini görür ve haber verir. Elbette duyan, duymayana karşı delildir. Ve peygamberlerle peygamber olmayanların farkı, gözlülerle körlerin farkı gibidir. Körler göremedikleri, şeyleri ancak görenlerin haber vermelerini dinleyerek duyma yoluyla istifade edecekleri gibi, peygamber olmayanlar da peygamberlerden öyle istifade edebilirler. Körlere gözlülerin delilleri ve alâmetleri olan renkleri anlatmak mümkün olmaz. Sağır ve deli değillerse önlerindeki uçurumu söyleyerek sakındırıp korundurmak ve duyma âletleri ve kalb sayesinde doğru yolları anlatmak mümkün olur. Bunun için buyuruluyor ki:
Kör ile gören eşit olur mu? Şimdi siz bir düşünmez misiniz, de! Ve bu vahy ile o kimseleri korkut ki, Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkarlar. O halde ki kendilerinin ondan, âlemlerin Rabbinden başka ne bir dostları, ne de bir şefaatçileri yoktur. Gerek vukuuna inanmakla olsun ve gerek imkan ve ihtimal üzerine şek ve tereddütle olsun kalblerinde böyle bir haşr (toplanma) korkusu, bir ahiret hissi bulunduğu halde, korunmayan veya korunmasını bilmeyen, dolayısıyla muttakî olmayanları korkut, ki bunlar belki korunurlar. Yani bunlar içinde bu sayede ittika edecek, korunacak olanlar vardır. Gerçi haşr ve ahireti tamamen inkâr edenler yahut ahirete inanmakla beraber Allah'ın azabından kendilerini kesin kurtarabilecek Allah'tan başka yakınları veya şefaatçıları bulunduğuna kat'i şekilde inanmış bulunanlar, mesela putlarının ve diğer ilâh tanıdıklarının ve babalarının, dedelerinin, pirlerinin ve Allah'ın izni olmadan peygamberlerinin Allah'a karşı kendilerine sahip olup şefaat edeceğine inanmış olanlar korkutulmaları mümkün değilseler de, Allah'dan başka dost ve şefaatçıları olmadığına inanan veya ihtimal verenler, korkmaları ve tesir altında kalmaları mümkün olanlardır.
52-Böyle gereğince korunmayanları korkutma emrinden sonra, muttakîlere ikram ve müjdelemek için buyuruluyor ki: Ve şöyle muttakîleri kovma ki sabah akşam (yani her zaman) Rablerine dua ve ibadet ederler ve ederken sırf onun (o âlemlerin Rabbinin) cemalini, rızasını isterler. Samimi niyet ile ve ancak Allah'a dönerek daima dua ve ibadet ederler. Onların hesaplarından hiçbir şey sana ait değil. Senin hesabından hiçbir şey de onlara ait değildir, ki muhasebe vazifesi veya endişesiyle onları koğasın. Şu halde koğma, ki zalimlerden olursun.
Rivayet ediliyor ki Kureyş'in ileri gelenlerinden birtakımları Hz. Peygamber'e uğramışlar, yanında Suheyb, Cenab, Bilâl, Ammâr, Selmân ve diğer fakir müslümanlar bulunuyormuş. "Ey Muhammed, sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından kovsan biz senin meclisine gelir konuşuruz, belki de uyarız" demişler. Resulullah "Ben müminleri kovmam" (Şuarâ, 26/114) buyurmuş. "O halde biz geldiğimiz zaman bunları kaldır, gittiğimiz zaman yanında oturt" demişler. Hz. Ömer de "Ey Allah'ın Resulü yapsan bakalım ne olacak?" demiş. Sonra onlara ısrar etmişler ve bunun yazılmasını istemişler, Resulullah da yazılması için bir sayfa ile Hz. Ali'yi çağırtmış ve bu âyet " "e kadar bu sebeple nazil olmuştur. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) sayfayı atmış ve Hz. Ömer sözünden dolayı özür dilemiştir. Selman ve Cenab (radıyallahu anhümâ) demişlerdir ki, "Bu âyet bizler hakkında nazil oldu, Resulullah bizimle beraber oturur ve biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar yaklaşırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı. Sonra Kehf sûresinde "Nefsini, sabah akşam, rızasını istiyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut" (Kehf, 18/28) âyeti nazil oldu ve bundan dolayı biz kalkmadan, kalkmayı terk buyurdu ve dedi ki: "Hamdolsun Allah'a ki, ümmetimden bir kavim ile beraber nefsime sabrettirmemi bana emretmeden beni öldürmedi, hayat sizinle, ölüm sizinle".
53-Zira böyle bir fitne ile, yani kovmaya ve hakarete layık sanılan fakirleri ve zayıfları iman ve ihlas ile memnun ve ikram etmek gibi bir imtihan iledir ki onların bir kısmını diğer kısmıyla imtihan ettik. Şunları mı Allah aramızdan lutuf ve nimetine layık gördü? desinler diye fitneye düşürdük, birbirleriyle denedik. Nefislerine, mevki ve zenginliklerine mağrur olarak diğerlerinin ve özellikle düşkün fakir ve zayıflar kısmını hakir görenleri, bir gün gelir Allah onlarla sınar, kendilerine vermediğini onlara verir, karşılarına çıkarır, gururlarını kırar. O zaman onlar o nimetlerin esası bir ilâhî ihsandan ibaret olduğunu, Allah Teâlâ'nın dilediğine dilediğini vermekte olduğunu anlı***** kulluk aczlerini idrak eder ve Hakk'a nefislerini teslim edip tevbekâr olurlarsa, bu imtihanda kazanmış olurlar. Fakat kibir ve gururlarını yenecek yerde büsbütün azıtır ve servetlerimiz veya asaletlerimiz veya zekalarımız, ilimlerimiz, sosyâl mevkilerimizle bizler dururken Allah böyle düşkün, züğürt, bayağı kimseleri mi bizim önümüze düşürecek veya karşımıza çıkaracak? Böyle şey olmaz diye fazilet ehlinin faziletini inkâr etmeye ve Allah'ın takdirine karışmaya kalkıştılar mı, bu artık onların imtihanda kaybettikleri, zamanın değişmesinin en derin uçurumlarına yuvarlanmaya başladıkları gündür. Ve işte Allah o gururluları, zalimleri bu sonuca getirmek için böyle bir fitne ve imtihana düşürmüştür. Temsili gösteriyor ki bu imtihanın çeşitli şekilleri bulunmakla beraber başı ve en önemlisi maddeyle gururlananların küfür ve günahkârlığına, sakınmasızlığına karşılık fakirlere ve zayıflara Allah'a iman ve ihlas nimetinin lutfedilmesidir. Ve bu âyet bunu açıklamakla "sakın kovma... yoksa zalimlerden olursun" yasağının sır ve hikmetine işaret etmiştir.
Acaba Allah şükreden kullarını onlardan ve herkesten daha iyi biliyor değil midir? Ki bu gururlu nankörler, o samimi korunanlara Allah'ın nimet vermesini uzak görüyor ve onların kovulmalarını istiyorlar? Şu halde sakın onları kovma!
54- "Âyetlerimize inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle söyle: 'Selam olsun size, Rabb'ınız rahmeti kendi üzerine yazdı, sizden biri bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, merhamet edendir." diyerek bu şekilde müjdele!
55- Böyle tâ yukarılardan beri gelen duruma uygun açıklamalarla biz âyetleri açıklarız ve günahkârların yolunun tamamen ortaya çıkması için kırâetine göre: "günahkârların yolunu senin açıklığa kavuşturman, kesip atman içindir" ki daha açıklayacağız:
Meâl-i Şerifi
56- De ki: "Şüphesiz ki bana, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibadet etmem yasaklandı". De ki: "Sizin çarpık isteklerinize uymayacağım, (eğer uyarsam) o zaman sapıtmış olur, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum".
57- De ki: "Ben Rabbimden apaçık bir delile dayanmaktayım, siz ise onu yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz azab benim elimde değildir, hüküm ancak Allah'a aittir, gerçeği O anlatır ve O, hakkı bâtıldan ayırdedenlerin en hayırlısıdır".
58- De ki: "Sizin çabuk gelmesini istediğiniz azab benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızdaki durum herhalde sonuçlanmış olurdu. Allah, zulmedenleri en iyi bilendir".
59- Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları O'ndan başkası bilmez, karada ve denizde olanları O bilir ve bir yaprak düşmez ki, onu O bilmesin; ne toprağın karanlıklarında bir tane, ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi açıklayan Kitap'ta bulunmasın.
60- Sizi geceleyin ölü gibi uyutan, gündüzün ne yaptıklarınızı bilen, sonra ölüm ânı gelinceye kadar gündüzleri sizi uyandırıp kaldıran O'dur. Sonunda da dönüşünüz ancak O'nadır. Sonra bütün yaptıklarınızı size O haber verecektir.
61- O, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür ve size koruyucular gönderir, sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksiklik yapmadan, onun canını alırlar.
62- Sonra da gerçek Mevlâlarına döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O'nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.
63- De ki: "Bizi bu tehlikeden kurtarırsa elbette şükredenlerden olacağız" diye gizli ve aşikâr O'na yalvarıp dururken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?
64- De ki: "Allah, sizi ondan ve bütün sıkıntılardan kurtarır, sonra da siz yine ortak koşarsınız".
65- De ki: "O'nun üstünüzden ve ayaklarınızın altından azab göndermeye, yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yeter". Bak, âyetlerimizi nasıl inceden inceye açıklıyoruz ki, onlar iyice anlasınlar.
66- Kavmin o (Kur'ân'ı) yalan saydı, halbuki o gerçektir . De ki: " Ben sizin vekiliniz değilim".
67- Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de onu yakında bileceksiniz.
56-59- Nâfi, İbnü Kesir, Âsım, Ebu Ca'fer kırâetlerinde "sad" ile, geri kalanların kırâetlerinde "dad" ile okunur ki, birisi 'dan, diğeri 'dandır. 'nın aslı, bir işi tamamiyle ayırmak, ayırıp bitirmektir ki, "kesip atmak" diye de söylenir. kelimesinin kökü de yasaklamak (men'etmek) tir.. Bâtılı yasaklaması bakımındandır ki, hüküm denilmiştir. "Kasas" ve "kıssa"dan kelîmesi, bir haberi tebliğ etmek yerine getirmektir ki, Türkçe " ayıtmak" denilir. Bunu "ayıltmak" masdarıyle karıştırmamalıdır. Kazâ, sözler ve fiiller veya her ikisi ile olur. "Kass" ise sözlü olur. İz gütmek" mânâsına da gelir ve o zaman fiilî olur. Özetle hüküm ve hakimiyette, kaza ve kadılıkta biri ilmî, biri amelî (pratik) iki durum vardır. "Kass" daha çok bunun ilmî tarafına, "kaza" da daha çok pratik ve icra tarafına bakar. Ve hak ve batılı ayırmak, bunların sonuçlarıdır. Şu halde burada hem teşriî (kanun koyma ile ilgili) ve ilmî, hem de icraî ve amelî hüküm ve hakimiyetin ancak Allah'a mahsus ve ilâhî hükmün hem hak, hem hayır olduğu anlatılmıştır.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet sohbet