Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Cevap: 20 Soruda Evrim Teorisinin Çöküşü
11. DÜNYA'NIN YAŞININ 4 MİLYAR YIL OLMASI, NEDEN EVRİM TEORİSİNİ DESTEKLEMEZ? Evrimciler, senaryolarını doğal etkilere ve tesadüflere dayandırırlar. Bunu yaparken en çok arkasına sığındıkları kavramlardan biri ise "uzun zaman" kavramıdır. Örneğin Darwin'in destekçisi Alman bilim adamı Ernst Haeckel, 'beklendiği takdirde çamurlu sulardan canlı hücrenin çıkabileceği'ni iddia etmiştir. 20. yüzyıl içinde hücrenin kompleks yapısının anlaşılmasıyla bu iddianın ne kadar saçma olduğu fark edilmiş, ama evrimciler "uzun zaman" kavramıyla göz boyamaya devam etmişlerdir. Aslında bu yolla, canlılığın tesadüflerle nasıl ortaya çıktığı sorusunu cevaplamak yerine, konuyu çıkmaza sokarak problemden kurtulmaya çalışmaktadırlar. Uzun zaman geçmesinin canlılığın oluşmasında ve çeşitlenmesinde faydalı olacağı gibi bir izlenim vererek zamanı hep fayda getiren bir faktör gibi sunmaktadırlar. Örneğin ülkemiz evrimcilerinden Prof. Yaman Örs şunları söylemektedir: "Evrimi test etmek mi istiyorsunuz, uygun bir karışımı suya atın, birkaç milyon yıl bekleyin, birkaç hücre oluştuğunu göreceksiniz."[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. 1. santriol
2. sitoplazma
3. mitokondri
4. mikrotüpler
5. çekirdek
6. endoplazmik retikulum
7. golgi aygıtı
8. lizozom
9. kesecik
En modern laboratuvar şartlarında, en kontrollü sistemlerle, en hassas ve sofistike cihazlarla dahi üretilmesi mümkün olmayan hücrenin ilkel ve kontrolsüz doğa şartlarında oluşabileceğine inanmaları evrimcilerin akıl ve yargı düzeyi hakkında ciddi bir endişe oluşturmaktadır. Yaman Örs'ün bu iddiası son derece mantıksızdır. Böyle bir olayın gerçekleşmiş olduğunu iddia edebilecek hiçbir kanıt yoktur. Cansız maddelerden canlılığın kendiliğinden oluştuğu iddiası aslında Ortaçağ'a ait batıl bir inançtır. O dönemde, insanlar bazı canlıların aniden bir yerde toplanmalarına, "bir anda oluşum"un neden olduğunu varsayıyorlardı. Günümüzde "spontane jenerasyon" ismiyle anılan bu inanca göre insanlar, kazların ağaçlardan hayata geldiğine, kuzuların karpuzdan çıktıklarına ve hatta bir su birikintisindeki kurbağaların yağmur bulutlarından bir anda oluştuklarına ve yağmurla toprağa düştüklerine inanıyorlardı. 1600'lü yıllarda ise kirli bir gömlek ve buğday karışımının fare doğurduğuna, ölü sineklerle bal biraraya geldiğinde de sinek oluştuğuna inanılmaya başlandı! Ancak İtalyan bilim adamı Francesco Redi ve daha sonra Fransız bilim adamı Louis Pasteur, yaptıkları deneylerle farelerin kirli gömlekten veya sineklerin ölü sinekle bal karışımından oluşmadıklarını kanıtladılar. Bu canlılar, söz konusu cansız maddelerden oluşmuyorlardı, onların üzerine dışarıdan geliyorlardı. Örneğin ölü sineklerin üzerine canlı bir sinek gelip yumurtalarını bırakıyordu ve kısa bir süre sonra ortaya aniden birçok sinek çıkıyordu. Yani canlılık cansızlıktan değil, canlılıktan geliyordu. Bu kural, yani "hayat ancak hayattan gelir" kuralı, çağdaş biyolojinin temellerinden biridir. Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Louis Pasteur Ortaçağ'da yukarıda örneklerini saydığımız tuhaf iddialara inanılıyor olması, 17. yüzyıl bilim adamlarının bilgi eksikliği ve o dönemin koşulları göz önünde bulundurularak mazur görülebilir. Ancak günümüzde bilim ve teknoloji bu kadar ilerlemişken ve canlılığın cansız maddelerden oluşamayacağı birçok deney ve gözlemle ispatlanmışken, Yaman Örs gibi evrimcilerin hala böyle bir iddiayı savunuyor olmaları gerçekten şaşırtıcıdır. Böyle bir iddianın gerçekleşmesinin imkansız olduğu, bugün bilim tarafından defalarca ispatlanmıştır. Bilim adamları, canlılığın oluştuğu dönemdeki koşulları, kontrollü ve son derece gelişmiş laboratuvar ortamlarında meydana getirerek denemeler yapmışlar, ancak bunların tümü sonuçsuz kalmıştır. Her ne deneme yapılırsa yapılsın tek bir canlı hücresi dahi üretilememiştir. Ve sonuçta bu denemelerden vazgeçilmiştir. Canlılık için gerekli fosfor, potasyum, magnezyum, oksijen, demir ve karbon gibi atomlar biraraya getirildiğinde ortaya cansız bir yığından başka bir şey çıkmaz. Ama evrimciler bu atom yığınının biraraya gelip, "zaman içinde", kendilerini çok iyi organize ettiklerini, her birinin uygun miktarlarda, uygun yer ve uygun koşullarda, aralarında en uygun bağları kurduklarını öne sürerler. Bu cansız atomların muhteşem organizasyonlarının ve işlerinin rast gitmesi sonucunda ise gören, duyan, konuşan, hisseden, gülen, sevinen, üzülen, acıyı hisseden, keyiflenen, kahkaha atan, heyecanlanan, düşünen, seven, şefkat duyabilen, müziğin ritmini algılayabilen, tatlıyı zevkle yiyen, medeniyetler kurabilen, bilimsel araştırmalar yapabilen insanların oluştuğunu iddia ederler. Oysa tüm koşullar evrimcilerin isteklerine göre ayarlansa ve üstüne milyarlarca yıl zaman verilse bile, böyle bir denemenin başarısız olacağı açıktır. Evrimciler, bu açık gerçekleri "uzun zaman içinde herşey mümkündür" gibi bir aldatmacayla gizlemeye çalışırlar. Blöf mantığını bilimin içine sokmaya dayalı olan bu iddianın çürüklüğü ortadadır. Bu konu farklı yönlerden düşünülünce de geçersizliği çok rahat anlaşılabilir. Basit bir örnekle zamanın akışının ne zaman fayda, ne zaman zarar getireceğini düşünelim; sahilde duran ahşap bir tekne olsun, ilk durumda tekneyle ilgilenen, onu boyayan, tamir eden, temizleyen bir de kaptan olsun. Kaptanın tekneyle ilgilendiği dönem boyunca tekne güzelleşecek, daha emniyetli ve bakımlı olacaktır. İkinci durumda ise tekne başıboş dursun. Bu sefer de güneşin etkisi, yağmurlar, rüzgar, toz ve fırtına zamanla teknenin çürümesine, eskimesine ve nihayet kullanılamaz hale gelmesine sebep olacaktır. Bu iki durum arasındaki tek fark ise birincisinde bir akıl, bilgi ve güçlü bir müdahale olmasıdır. Yalnızca akıllı bir gücün kontrolünde geçen zaman bir yarar ortaya koyabilir. Aksi halde, zaman düzenleyici değil düzensizleştirici ve tahrip edici bir etki gösterir. Nitekim bu bilimsel bir kanundur. "Termodinamiğin İkinci Kanunu" olarak bilinen entropi kanunu, evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemlerin, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini ifade eder. Bu gerçek göstermektedir ki, Dünya'nın uzun ömrü olması evrimcilerin iddiasının tam aksine kaosu artıran, bilgiyi ve düzeni yıkan ve yok eden bir etkendir. Kaosun içinden düzenli ve bilgiye dayalı bir sistemin çıkması, ancak akıllı bir müdahalenin eseri olabilir. Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Doğa şartlarında kendi haline bırakılan bir arabanın zamanla daha gelişmiş bir model haline gelmesi mümkün değildir. Tam aksine metal aksamı paslanacak, boyası dökülecek, camları kırılacak ve bir süre sonra çürüyüp bir hurda yığını haline gelecektir. Aynı kaçınılmaz süreç organik moleküller ve canlılar için çok daha hızlı işler. Evrim savunucuları türler arasında bir değişim masalı anlatırken de hep "uzun zaman içinde" mazeretine sığınırlar. Böylece, bugün hiçbir deney ve gözlem tarafından doğrulanmayan senaryoların, geçmişte bir şekilde yaşanmış olabileceğini ileri sürerler. Oysa evrende ve dünyada herşey belli kanunlar dahilinde işlemektedir. Bu kanunlar ise zamanla değişime uğramaz. Örneğin yerçekimi olduğu için bırakılan her taş yere düşer, çok uzun zaman geçince bu taş yukarı çıkmaya başlamaz, trilyon sene geçse yine yukarı çıkmaz. Bir kertenkelenin yavrusu da hep kertenkele olur. Çünkü aktarılacak olan genetik bilgiler kertenkeleye aittir ve doğal sebeplerle bu bilgiye asla bir ekleme olmaz. Bilgi eksilmesi, bozulması olabilir, ancak bilgi eklenmesi kesinlikle olmaz. Çünkü bir sisteme bilgi (enformasyon) eklenmesi akıllı ve zekice bir müdahale ve kontrol gerektirir. Doğanın kendisinde ise bu tür özellikler yoktur. Zaman içinde yapılan tekrarlar ve bu tekrarların sayısının çokluğu da hiçbir şeyi değiştirmez. Trilyonlarca yıl beklense, bir kertenkele yumurtasından asla bir gün kuş çıkmaz. Uzun kertenkele, kısa kertenkele, daha güçlü, daha zayıf kertenkele; ama sonuçta hep kertenkele çıkar. Asla başka bir tür ortaya çıkmaz. "Uzun zaman" kavramı, konuyu gözlem ve deney alanından çıkarmak için kullanılan bir aldatmacadan ibarettir. Bu zaman 4 milyar da olsa, 40 milyar ve hatta 400 milyar yıl bile olsa değişen bir şey olmaz. Çünkü evrim teorisinin anlattığı imkansızlıkları mümkün kılan bir doğa kanunu veya doğal eğilim yoktur. 12. 20 YAŞ DİŞİ NEDEN EVRİME DELİL OLAMAZ? Evrim teorisinin önemli yanılgılarından biri de "körelmiş organlar" iddiasıdır. Evrimciler canlıların bazı organlarının artık işlevini kaybettiğini ve zaman içinde bu organların kaybolacağını iddia ederler. Bu kabulden yola çıkarak da, "eğer canlı vücudu yaratılmış olsa işe yaramayan organları olmazdı" mesajını topluma vermeye çalışırlar. 20. yüzyılın başındaki evrimci yayınlarda, insan vücudunda appendiks (halk arasında apandisit olarak bilinen organ), kuyruk sokumu kemiği, bademcikler, pineal bez, kulak kepçesi, timüs ve 20 yaş dişinin de yer aldığı yüz kadar organ "körelmiş organ" olarak ilan edilmişti. Ama ilerleyen on yıllar içinde tıp alanında önemli adımlar atıldı. İnsan vücudunda bulunan organ ve sistemler konusunda bilgimiz arttı. Bunun sonucunda "körelmiş organ" iddiasının tam bir hurafe olduğu da anlaşıldı. Evrimcilerin bu konuda hazırladıkları uzun liste hızla eridi. Örneğin appendiks, bademcikler ve geniz etinin savunma sistemimizde işlevlerinin olduğu anlaşıldı. Timüsün savunma sistemi hücrelerinin olgunlaştığı bir organ olduğu, pineal bezin ise önemli hormonların üretilmesinden sorumlu olduğu keşfedildi. Kuyruk sokumu kemiğinin leğen kemiği çevresinde yer alan kaslara destek olduğu, kulak kepçesinin ise seslerin yerini tespit etmede önemli bir işlev gördüğü belirlendi. Kısacası "körelmiş organlar" iddiasının tek dayanağının cehalet olduğu ortaya çıktı. Sonuçta modern bilim, "körelmiş organ" mantığının yanlışlığını defalarca ortaya koymuş durumdadır. Yine de bazı evrimciler bu iddiayı yeni malzemeler bularak yaşatmaya çabalarlar. Evrimcilerin "körelmiş" olduğunu iddia ettikleri organların hemen tamamının işlevsel olduğu bugün tıp dünyası tarafından ortaya konmasına rağmen, hala bir iki organ üzerinde evrimci spekülasyon devam etmektedir. Bunların en çok dikkat çekeni "20 yaş dişi"dir. Bazı evrimci kaynaklarda, 'üçüncü molar diş' olarak da bilinen bu dişin insan vücudunun "fonksiyonunu kaybetmiş" bir parçası olduğu iddiası yer alır. Buna delil olarak da önemli sayıda insanda bu dişin problemlere yol açtığı ve cerrahi müdahale ile çıkarılmasının çiğneme fonksiyonunu etkilemediği söylenir. 20 yaş dişinin işlevsiz olduğu yönündeki evrimci telkinden etkilenen birçok hekim, günlük pratikleri içinde diğer dişlerin oluşturduğu problemlere daha ılımlı yaklaşım göstererek, bu dişleri korumaya çalışırken, 20 yaş dişinin çekilmesini adeta rutin hale getirmişlerdir. Oysa son yıllar içinde yapılan bazı araştırmalar bu dişin çiğneme fonksiyonunu üstlenmede diğer dişlerden hiçbir farkının olmadığını göstermiştir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bu dişin diğer dişlerin yerleşimini bozduğu yönündeki inanışın da temelsiz olduğunu gösteren çalışmalar yapılmıştır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] 20 yaş dişinde rastlanan ve ilaç uygulamalarıyla çözülebilecek problemlerde, bu dişin çıkarılması yoluna gidilmesi konusunda da bilimsel eleştiriler yayınlanmıştır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
20 yaş dişi ile ilgili sorunlar, bu dişin körelmiş organ olmasından değil çağımızın beslenme alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır. Sonuçta, 20 yaş dişinin "yararsız" olduğu yönündeki inancın hiçbir bilimsel temele dayanmadığı ve bu dişin çiğneme fonksiyonunda diğer dişler gibi işlev gördüğü,bugün tıp dünyasının ortak görüşüdür. Peki söz konusu dişin azımsanmayacak sayıda insanda rahatsızlık oluşturmasının sebebi nedir? Bu konuyu araştıran bilim adamları, 20 yaş dişi sorunlarının çeşitli dönemlerde yaşamış insan topluluklarına göre farklılıklar gösterdiğini saptadılar. Özellikle sanayi öncesi toplumlarda bu probleme çok az rastlandığı anlaşıldı. Bunun nedeni olarak da özellikle son birkaç yüzyıllık dönem içinde sert besin maddeleri yerine daha yumuşak besin maddelerinin tercih edilmesinin çene gelişimini olumsuz etkilediği görüldü. Dolayısıyla 20 yaş dişi problemlerinin de çoğunlukla, beslenme alışkanlıklardan doğan çene gelişimi sorunlarıyla ilgili olarak ortaya çıktığı tespit edildi. Toplumların besin tercihlerindeki benzeri değişikliklerin diğer dişler üzerinde de olumsuz tesiri bilinmektedir. Örneğin son yüzyıl içinde şekerli ve asitli yiyeceklerin tercih edilir olması, diğer dişlerdeki çürüme oran ve hızını artırmıştır. Ancak elbette bu durum dişlerimizin yararsız ve körelmiş organlar olduğu gibi bir sonucu akıllara getirmez. Aynı durum 20 yaş dişi için de geçerlidir. Bu dişle ilgili sorunlar, herhangi bir evrimsel "körelme"den değil, günümüz insanlarının beslenme alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır. 13. EN ESKİ CANLILARIN KOMPLEKS YAPILARI, EVRİM TEORİSİNİ NASIL ÇÜRÜTÜR? Canlılar fosil kayıtlarında belirli bir sıralama içinde yer alırlar. Bu sıralama en eskiden yeniye doğru incelendiğinde mikroorganizmalar, omurgasız deniz canlıları, balıklar, amfibiyenler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler biçimindedir. Evrim savunucuları bu sıralamayı ön yargılı bir biçimde yorumla***** evrim teorisine delilmiş gibi göstermeye çalışırlar. Evrimcilerin iddiasına göre, canlılar basitten komplekse doğru bir gelişim göstermiş, bu gelişim içinde de canlı türleri çeşitlenmiştir. Örneğin evrimciler300 milyon yıllık fosiller incelendiği zaman insan fosillerine rastlanmamasını buna delil olarak gösterirler. Türk evrimcilerden Aykut Kence şunları söylemektedir: "Evrim teorisini geçersiz kılmak mı istiyorsunuz? O zaman gidin Kambriyen devrinin fosilleri arasında insan fosilleri de bulun! Bunu yapan adam evrim teorisini geçersiz kılmış olur, bu buluşu için Nobel ödülü bile alır."[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] İLKELDEN KOMPLEKSE DÖNÜŞÜM SIRASI HAYALDİR Kence'nin sözlerinde şekillenen bu evrimci mantığı ele alalım. Öncelikle canlıların basitten komplekse doğru değişim gösterdiği ifadesi, gerçeği yansıtmayan evrimci bir ön yargıdır. Bu evrimci iddiayı ele alan ABD'li biyoloji profesörü Frank L. Marsh, Variation and Fixity in Nature(Doğada Çeşitlilik ve Sabitlik) adlı kitabında, "canlılar basitten komplekse doğru ilerleyen, kesintisiz, sürekli bir seriye oturtulamamaktadır" der. Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Trilobit fosili Bilinen tüm hayvan filumlarının tamamına yakınının Kambriyen devirde aniden ortaya çıkmış olması, evrimcilerin bu konudaki iddialarını çürüten çok güçlü bir delildir. Dahası, aniden ortaya çıkan bu canlılar, evrim teorisinin varsayımlarının tam aksine, basit değil kompleks vücut yapılarına sahiptirler. Sert kabukları, boğumlu vücutları ve kompleks organları ile çok karmaşık canlılar olan trilobitler bunlardan biridir. Fosil kayıtları, trilobitlerin gözleri hakkında dahi çok detaylı tespitler yapılmasını mümkün kılmıştır. Bir trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin içinde çift mercek yer almaktadır.Bu göz yapısı tam bir tasarım harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup; "Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti" demektedir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Konunun bir diğer ilginç yönü, aynı göz yapısının günümüzdeki sineklerde de yer almasıdır. Yani 520 milyon yıldır aynı göz yapısı devam etmektedir. Kambriyen devrindeki olağanüstü durum, Charles Darwin Türlerin Kökeni'ni kaleme alırken de az çok biliniyordu. O devrin fosil kayıtlarında da, Kambriyen devrinde çok farklı canlıların çok kompleks yapılarıyla ve bir anda ortaya çıktığı tespit edilmişti. Bu yüzden Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında bu konuya değinmek durumunda kaldı. O sıralarda Kambriyen devri "Siluryen devri" olarak tanımlanıyordu. Darwin ise "Bilinen Eski Fosil Kayıtlarında Farklı Türlerin Aniden Ortaya Çıkışı Üzerine" başlığı altında bu konuya değinmiş ve Siluryen devri hakkında şöyle yazmıştı: Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Charles Darwin Siluryen devrine ait trilobitlerin, bu devirden çok daha önceleri yaşamış olan ve bilinen hayvanların hiçbirine benzemeyen bir tür kabuklu hayvandan evrimleştiği konusunda hiç kuşkum yok... Sonuçta, eğer benim teorim doğruysa, en eski Siluryen tabakasının oluşumundan önce, çok uzun zaman dilimleri geçmiş olmalı, Siluryen devrinden bu güne kadar geçmiş olan zaman kadar uzun zaman dilimleri. Ve henüz bilinmeyen bu zaman dilimleri içinde dünya canlı yaratıklarla dolup taşmış olmalı. Bu büyük zaman dilimlerine ait fosil kayıtlarını neden bulamadığımız sorusu karşısında ise verebilecek tatmin edici bir cevabım yok.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Türlerin Kökeni kitabı Darwin "eğer teorim doğruysa, dünya Siluryen (Kambriyen) devri öncesinde yaşayan canlılarla dolup taşmış olmalı" demişti. Bu canlıların neden hiçbir fosili olmadığı sorusuna ise, tüm kitabı boyunca tekrarladığı "fosil kayıtları çok yetersiz" bahanesiyle cevap bulmaya çalışmıştı. Ama bugün fosil kayıtlarının yeterli olduğu da, Kambriyen devri canlılarının bir ataları olmadığı da ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu ise Darwin'in "eğer teorim doğruysa" diye başladığı cümlesini geri çevirmemizi gerektirmektedir; Darwin'in varsayımları tutmamıştır ve dolayısıyla teorisi doğru değildir. Canlılığın basitten komplekse doğru gelişmediğini, ilk ortaya çıktığı anda zaten son derece kompleks olduğunu gösteren bir başka örnek de fosil kayıtlarına göre 400 milyon yıl önce ortaya çıkmış olan köpekbalığıdır. Bu canlı, kaybettiği dişlerinin yenilenmesi gibi, kendisinden milyonlarca yıl sonra yaratılmış birçok canlıda bile bulunmayan üstün bir özelliğe sahipti. Memeliler ile memelilerden yüz milyonlarca sene önce yeryüzünde belirmiş ahtapotların göz yapılarının son derece benzer olması, aynı kompleks yapı ve sistemleri içermesi de buna örnek olarak verilebilir. Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Kromozom sayıları ile canlıların kompleks yapıları birbiriyle bağlantılı değildir. Bu, evrim teorisinin iddialarını çıkmaza sokan bir gerçektir. Tüm bu örnekler canlı türlerinin yeryüzünde belirmelerinde basitten komplekse doğru bir sıralama olmadığını ortaya koymaktadır. Bu gerçek, canlılık üzerinde yapılan şekilsel, işlevsel ve genetik incelemelerin sonuçları değerlendirilerek de görülmüştür. Örneğin şekil ve büyüklük olarak bakıldığında, fosil tabakalarının alt katmanlarında yer alan birçok canlının kendilerinden sonra ortaya çıkan canlılara kıyasla daha büyük kütleli olduklarını görürüz (dinozorlar gibi). Canlıların işlevsel özellikleri incelendiğinde de aynı gerçekle karşılaşırız. Yapısal gelişimleri ele alındığında kulak da "ilkelden komplekse doğru gelişim" iddiasını yalanlayan bir örnek oluşturur. Amfibiyenlerde orta kulak boşluğu mevcutken, bunlardan daha sonra ortaya çıkan sürüngenlerde tek kemikçiğe dayalı daha basit bir işitme sistemi vardır ve orta kulak boşluğu yoktur. Genetik incelemeler de benzer sonuçlar ortaya koymaktadır. Yapılan araştırmalar kromozom sayılarının canlıların kompleksliklerini yansıtan bir sıra oluşturmadığını göstermiştir. Örneğin, insanda 46 olan kromozom sayısı, Copepode yengeci için 6, mikroskobik bir canlı olan radiolaria içinse tam 800'dür. CANLILAR KENDİLERİ İÇİN EN UYGUN ZAMANDA YARATILMIŞLARDIR Fosil kayıtları incelendiğinde karşımıza çıkan asıl gerçek, canlıların yeryüzünde kendi yaşamları için en uygun dönemlerde belirdikleridir. Tüm canlıları mükemmel tasarımlarla yaratan Allah, onların yeryüzünde ortaya çıktıkları dönemleri de ihtiyaçlarına uygun olarak belirlemiştir. Örnek olarak yeryüzünde en eski bakterilere ait fosillere rastladığımız 3.5 milyar öncesinin yeryüzünü ele alalım. Bu dönem pek çok kompleks canlının ve insanın yaşamını sürdürmesi için atmosfer şartları ve ısı açısından kesinlikle elverişli değildir. Bu uygunsuzluk, evrimci Kence'nin, "evrimi geçersiz kılmak isteyene insan fosili bulma önerisi"nde bulunduğu Kambriyen devri için de geçerlidir. 530 milyon yıl öncesini ifade eden bu devir, beslenme şartları yönünden insan için kesinlikle uygunluk göstermez. (Bu devirde tek bir kara canlısı dahi yoktur). Sonraki devirlerin büyük çoğunluğu için de durum aynıdır. Fosil kayıtları incelendiğinde insanın yeryüzünde varlığını sürdürmesi için gerekli şartların ancak birkaç milyon yıl önce sağlandığı görülür.Bu durum diğer tüm canlılar için de geçerlidir. Her canlı grubu, kendisi için uygun şartlar sağlandığında, yani "zamanı geldiğinde" ortaya çıkmıştır. Evrimciler bu gerçek karşısında büyük bir çarpıtma yapar ve sanki bizzat bu uygun şartlar canlıları yaratmış gibi bir anlatım kullanırlar. Oysa uygun şartların sağlanması, sadece canlıların "zamanının geldiğini" göstermektedir. Canlıların ortaya çıkması, ancak bilinçli bir müdahaleyle, yani doğaüstü bir yaratılışla mümkündür. Dolayısıyla canlıların kademeli şekilde ortaya çıkması, evrimin değil,onları yaratan Allah'ın sonsuz aklının ve bilgisinin bir kanıtıdır. Yaratılan her canlı grubu, bir sonrakinin varlığı için gerekli şartları sağlamış ve bizler için çok uzun bir zaman dilimi içinde, tüm canlılar ekolojik bir denge kurularak yaratılmıştır. Öte yandan, bu uzun zaman diliminin sadece bizim için uzun , Allah katında ise tek bir "an" olduğunu da bilmek gerekir. Zaman, sadece yaratılmışlar için geçerli bir kavramdır.Allah, zamanın da yaratıcısı olarak zamandan münezzehtir. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Zamansızlık ve Kader Gerçeği, Vural Yayıncılık) Evrimciler, bir canlı türünün diğer bir canlı türüne dönüştüğünü göstermek istiyorlarsa, yapmaları gereken şey, bu canlıların yeryüzünde kademeli olarak ortaya çıktıklarını göstermek değildir. Ortaya koymaları gereken delil, bu farklı canlı türlerini birbirine bağlayan geçiş formlarının fosilleridir. Çünkü denizanasının balıklara, balıkların sürüngenlere, sürüngenlerin kuş ve memelilere dönüştüğünü iddia eden bir teorinin bunu kanıtlayan fosiller bulması zorunludur. Darwin de bunu kabul etmiş, bu fosillerden "sayısız" örnek bulunması gerektiğini, ancak elinde hiçbir örnek bulunmadığını yazmıştır. Ondan bu yana geçen 150 yıldır da yine hiçbir ara form bulunamamıştır. Evrimci fosil bilimcilerden Derek W. Ager'in kabul ettiği gibi, fosil kayıtları, "kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar" göstermektedir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Sonuçta, doğa tarihi, canlıların tesadüflerle oluşmadıklarını, uzun zaman dilimleri içinde, aşama aşama yaratıldıklarını göstermektedir. Bu ise, yaratılış hakkında Kuran'da verilen bilgilerle tam bir uyum içindedir. Allah Kuran'da tüm evrenin ve canlıların "altı gün" içinde yaratıldığını bildirmektedir: Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. Sizin O'nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (Secde Suresi, 4) Ayette geçen "gün" ifadesi (Arapça yevm) uzun zaman dilimleri anlamına da gelmektedir. Yani Kuran'da tüm doğanın bir anda değil, farklı zaman dilimleri içinde yaratıldığına dikkat çekilmektedir. Modern jeolojinin bulguları ise, bu gerçeği teyideden bir tablo ortaya koymaktadır. 14. EVRİM TEORİSİNİ REDDETMEK NEDEN GELİŞME VE İLERLEMEYİ DE REDDETMEK GİBİ GÖSTERİLİYOR? Evrimleşme kelimesi özellikle son dönemlerde birçok farklı anlamda kullanılmaktadır. Örneğin "evrim" kavramına sosyal yaşamla ilgili bir mana yüklenmiş, insanlığın ilerlemesi, teknolojinin gelişimi gibi kavramlarla eş anlamlı hale getirilmiştir. Bu manada kullanıldığında "evrim" kavramında bir hata yoktur. Hiç şüphesiz akıl sahibi insan, zaman içinde aklını, bilgisini ve gücünü kullanarak her konudagelişecek ve değişecektir. İnsanlığın bilgi birikimi nesilden nesile aktarılarak büyüyecektir. Bu konu canlılığı tesadüflerle açıklama iddiası ile ortaya çıkan evrim teorisine delil olmadığı gibi, yaratılış gerçeğiyle de hiçbir yönden çelişmez. Burada evrimciler çok basit bir kelime oyunu yapmakta ve doğru bir kavramı yanlış bir kavramla karıştırmaktadırlar. Örneğin; "insan yıllar içinde sosyal yaşam açısından, kültür olarak, bilimsel ve teknolojik olarak sürekli bir gelişim ve değişim içindedir" ifadesi doğrudur. (Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, tarihte zaman zaman ilerleme olduğu gibi gerileme de olabilir. Sosyolojik olaylarda daimi bir ileri gidiş değil, duraklama veya gerileme dönemleri de olmuştur.) Buna karşın, "işte insanlığın bu değişimi ve gelişimi gibi canlı türleri de uzun yıllar içinde gelişerek bir değişime uğramışlardır" iddiası bütünüyle yanlıştır. İnsanın düşünen bir varlık olarak, bilgisini artırması, bu bilgi birikimini diğer nesillere aktarması bu şekilde sürekli ileriye gitmesi çok mantıklı ve bilimsel iken, canlı türlerinin tesadüflerle, rastlantılarla, kontrolsüz ve bilinçsiz doğa şartlarıyla gelişip evrimleştikleri iddiası çok büyük bir saçmalıktır. BİLİMDE İLERLEMENİN ÖNCÜLERİ YARATILIŞÇI BİLİM ADAMLARIDIR Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Newton Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Galileo Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Kepler Her ne kadar evrimciler kendilerini yenilik, değişim, ilerleme gibi kavramlarla özdeşleştirmeye gayret ediyorlarsa da, her dönemde bilimin, ilerlemenin, yenilik ve gelişmenin gerçek öncülerinin yaratılışı savunan inançlı bilim adamları olduğunu tarih göstermiştir. Bilimsel gelişimin her noktasında inançlı bilim adamlarının damgasını görürüz. Astronomide çığır açan Leonardo da Vinci, Kopernik, Keppler, Galilei, paleontolojinin kurucusu Cuvier, botanik ve zoolojinin temelini atan Linnaeus, yerçekimini açıklayan Newton, galaksilerin varlığını ve evrenin genişlemesini keşfeden Edwin Hubble ve daha pek çok bilim adamı Allah'ın varlığına, evreni ve canlılığı O'nun yarattığına inanan bilim adamlarıydı. Yirminci yüzyılın en büyük bilim adamlarından biri olarak kabul edilen Albert Einstein şunları söylemiştir: Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Leonardo Da Vinci Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Max Planck Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Einstein Derin bir imana sahip olmayan hiçbir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle de ifade edilebilir: Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Modern fiziğin temelini atan Alman fizikçi Max Planck ise şunları söylemektedir: Hangi alanda olursa olsun bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: 'İman et.' İman bilim adamının vazgeçemeyeceği bir özelliktir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bilim tarihinin incelenmesi, değişimin ve ilerlemenin yaratılışçı bilim adamlarının eseri olduğunu göstermektedir. Öte yandan bilimsel gelişmeler, özellikle de 20. ve 21. yüzyıldakiler yaratılışın sayısız deliline ulaşmamızı sağlamıştır. Modern bilim ve teknoloji evrenin yoktan var edildiği, yani "yaratıldığı" gerçeğine ulaşılmıştır. Evrenin bundan yaklaşık 15 milyar yıl önce, tek bir noktanın patla***** genişlemesi sonucunda meydana geldiği bugün bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmiş bir gerçektir. Böylece 19. yüzyılın ilkel bilim şartlarında materyalistler tarafından savunulan "başlangıcı ve sonu olmayan" sonsuz evren modeli yıkılmıştır. Evrenin tıpkı Kuran'da işaret edildiği gibi yaratıldığı, bir başlangıcının ve sınırlarının olduğu ve genişlediği anlaşılmıştır. Bu gerçek Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir: İnkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30) Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47) Canlılıktaki tasarımın birçok yeni deliline ulaşmamızı sağlayan yine 20. yüzyılın gelişen bilimi oldu. Elektron mikroskobu canlılığın en küçük birimi olan hücrenin ve onu oluşturan parçaların muhteşem yapılarını ortaya koydu. DNA'nın keşfedilmesi mikroskopla görebildiğimiz hücrenin içinde kendini gösteren sonsuz aklı belgeledi. Biyokimya ve fizyoloji alanındaki gelişmeler vücudun moleküler seviyedeki mükemmel işlevlerini ve yaratılış dışında açıklaması olmayan tasarım üstünlüğünü gösterdi. Bunun tam aksine evrim teorisinin 140 yıl önce ortaya atılmasındaki şartları hazırlayan etken ise, çağın bilimsel açıdan geri olmasıydı. Sonuç olarak, yaratılışı savunanların inançlarına sürekli olarak yeni deliller sağlayan ilerlemenin, gelişmenin ve bilimin karşısında olmaları düşünülemez. Tam tersine, bunların en büyük destekçisidirler. Yeniliğin asıl karşısında olanlar ise, bilimin ortaya koyduğu tüm kanıtlara sırt çevirerek, asılsız hayal ürünü senaryolardan oluşan evrim teorisini savunanlardır. 15. "ALLAH CANLILARI EVRİM İLE YARATMIŞ OLABİLİR" DÜŞÜNCESİ NEDEN HATALIDIR? Evrendeki canlı cansız tüm varlıklardaki üstün tasarım açıkça ortaya konup böyle mükemmel bir sistemin başıboş doğal etkilerle, tesadüflerle ortaya çıkamayacağı bilimsel olarak ispatlanınca, kimi insanlar bu kez de bir Yaratıcı'nın var olduğunu, ancak canlılığı bir evrim süreciyle yarattığını iddia ederler. Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Kuran'ı Kerim'de, evrime dayalı yaratılış olduğuna dair hiçbir ayet yoktur. Tüm kainatın ve canlılığın sonsuz kudret sahibi olanAllah tarafından yaratılmış olduğu son derece açıktır. Yaratmasının kademeli veya aniden olması ise Allah'ın takdiridir. Biz bunun ne şekilde olduğunu, ancak Allah'ın bize bu konuda verdiği bilgiden (yani Kuran'daki ilgili ayetlerden) ve doğada sergilediği bilimsel delillerden anlayabiliriz. Bu iki kaynağa da baktığımızda, "evrimle yaratma" gibi bir olgunun varolmadığını görürüz. Kuran'da Allah insanın, canlılığın ve evrenin yaratılışı ile ilgili pek çok ayet indirmiştir. Ve bu ayetlerin hiçbirinde evrimle birlikte yaratılış olduğuna dair bir bilgi yoktur. Yani canlıların birbirlerinden türeyerek oluştuğuna işaret eden hiçbir ayet bulunmamaktadır. Aksine ayetlerde canlılığın ve evrenin Allah'ın "Ol" emriyle yoktan var edildiği bildirilmektedir. Bilimsel kanıtlar da yine "evrim yoluyla yaratılış"ın söz konusu olmadığını göstermektedir. Fosil kayıtları, farklı canlı gruplarının birbirlerinden türeyerek değil, birbirlerinden bağımsız olarak, aniden ve özgün yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani yaratılış, her canlı grubu için ayrı ayrıdır. Eğer "evrim yoluyla yaratılış"var olsaydı, bunun kanıtlarını bugün de görmemiz gerekirdi. Allah, tüm yarattıklarını bir düzene göre sebepler ve kanunlar çerçevesinde yaratmıştır. Örneğin; gemileri denizlerde yüzdüren şüphesiz Allah'tır. Ancak sebebi araştırıldığında suyun kaldırma kuvvetinin de buna sebep olarak yaratıldığı karşımıza çıkar. Kuşları uçuran da Allah'ın kudretinden başkası değildir. Nitekim onun sebeplerini araştırınca da aerodinamik kanunlarıyla karşılaşırız. Dolayısıyla eğer canlılık belli bir süreçte kademeli olarak evrimleşerek yaratılmış olsaydı, mutlaka bu geçişleri açıklayan kanunlar ve genetik bilginin gelişmesini sağlayan sistemler olurdu. Dahası tüm diğer fizik, kimya, biyoloji kanunları gibi onlar da açıkça bilinirdi. Laboratuvar çalışmalarında bir canlı türünün diğer bir canlı türüne dönüşebileceğini gösteren kanıtlar bulunurdu. Yine bu çalışmalarla, bir canlıda bulunmayan, ancak eklendiğinde fayda sağlayan enzim, hormon ve benzeri moleküllerin üretilmesini sağlayacak genetik bilginin o canlının genetik yapısına eklenmesi mümkün olabilirdi. Bunun da ötesinde yapılan deneylerle o canlıda bugüne kadar saptanmayan yeni bir organel ve benzeri yapıların da üretilmesi sağlanabilirdi. YAŞAYAN FOSİLLER Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Üst resimdeki denizyıldızı fosilinin yaşı 100-150 milyondur. Bu fosilin üstte görülmekte olan günümüz denizyıldızından hiçbir farkı yoktur. Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Günümüz yusufçuğu (üstte) ile 135 milyon yıllık fosili (yanda) birbirinin aynısıdır. Laboratuvar çalışmaları ile mutasyona uğrayan ve bundan yarar gören canlılara rastlanabilirdi. Üstelik bu mutasyonların sonraki nesillere aktarılıp, o türün özelliği haline geldiği de görülebilirdi. Daha da ötesinde tarihte yaşamış böyle ara geçiş canlılarının milyarlarca fosil örneğine rastlanır, günümüzde de oluşumlarını tamamlamamış geçiş canlıları bulunurdu. Kısacası çevremizde böyle bir sürece ait sayısız deliller olması gerekirdi. Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Ordovikyen devrine ait istiridye fosilleri; yaşayan istiridyelerden farksız. (sağda)
Brezilya'daki Santana fosil yatağında bulunan 110 milyon yıllık balık fosilleri. (solda) Oysa bir türün diğer bir türe dönüştüğünü gösteren tek bir delil yoktur. Bilimsel kanıtlar ve arkeolojik bulgular, daha önceki bölümlerde detaylı olarak açıkladığımız gibi, canlı türlerinin birdenbire, hiçbir atası olmadan ortaya çıktığını göstermektedir. Bu gerçek canlılığın tesadüfler sonucu ortaya çıktığını iddia eden evrim teorisini geçersiz kıldığı gibi, Allah tarafından var edilip daha sonra kademeli olarak evrimleştiği yönündeki iddianın da bilimsel açıdan yanlış olduğunu göstermiştir. Allah canlıları, tamamen metafizik bir biçimde, tek bir "ol" emriyle yaratmıştır. Canlıların yeryüzünde aniden ortaya çıktıklarını ispatlayan modern bilim ise, bu gerçeği teyidetmektedir. "Allah canlıları evrim yoluyla da yaratmış olabilir" düşüncesini savunanlar, aslında bunu Darwinizm ile yaratılış arasında bir "uzlaşma" sağlamak için yapmaktadırlar. Oysa bunu yaparken önemli bir hataya düşmektedirler: Darwinizm'in temel mantığını ve hangi felsefeye hizmet ettiğini gözden kaçırmaktadırlar. Darwinizm, "canlı türlerinin birbirine dönüşmesi" kavramından ibaret değildir. Darwinizm, asıl olarak, "canlı türlerinin kökenini sırf maddesel faktörlerle açıklayabilme" çabasıdır. Bir diğer ifadeyle, canlıların tabiatın bir ürünü oldukları iddiasını bilim görüntüsü altında kabul ettirme çabasıdır. Bu çabayla Allah inancı arasında herhangi bir "ortak nokta" olamaz. Böyle bir ortak nokta bulma hevesi içinde, Darwinizm'e prim vermek, onun "bilimsel bir teori" olma yönündeki sahte iddiasını onaylamak, çok büyük bir yanılgı olur. Darwinizm, 150 yıllık tarihinin de ispat etmiş olduğu gibi, materyalist felsefenin ve ateizmin belkemiğidir ve hiçbir "ortak nokta" bulma arayışı bu gerçeği değiştirmeyecektir. |