Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Cevap: Israel'in doğuşu (14 mayıs 1948)
Manda yönetiminden iki devletli çözüme (İsrail Devletine) Savaştan sonra Milletler Cemiyeti dağılan imparatorluklardan arta kalan topraklarda, henüz kendi ulus-devletlerini kuracak düzeye gelmemiş halkları bu seviyeye gelinceye kadar gözetim altında tutma şekli olan manda idaresini tavsiye etmişti. Bu elbette, Büyük Devletlerin bölgeyi istedikleri gibi tasarlamaları için mükemmel bir yoldu, ancak bölgedeki milliyetçi hareketlerin ülkelerini yönetecek güçleri de yoktu. 29 Eylül 1923’te Filistin’de bir Britanya mandası kuruldu, buna Filistinliler itiraz etmediler. Balfour Deklarasyonu bazı değişikliklerle, Manda anlaşmasına dahil edildi. Örneğin Weizmann manda anlaşmasına ‘Yahudilerin Filistin’deki tarihi hakları’ (historical rights) ve ‘yeniden kurulma’ (reestablishment) ifadelerini koydurmak istiyordu ama Balfour’un yerine Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon’un karşı koyması ile daha muğlak terimlerle, Yahudi halkının bölgeyle tarihsel bağlarından (historical connection) ve Filistin’de milli yurtlarını yeniden oluşturmalarından (reconstuting of the national home) söz edildi.
Anlaşmanın 2. maddesinde, Filistin’de yaşayanların ırk ve din farkı gözetmeksizin vatandaşlık ve dinsel haklarının korunmasından söz ediliyordu. 4. maddede, Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ‘yönetimi kontrol eden, ülkenin gelişiminde yer alan ve ona yardımcı olan kamusal bir yapı olarak tanımlıyordu. 5. maddede Filistin topraklarının bölünmezliği, parçalanmazlığı vurgulanıyordu. 6. maddede, nüfusun diğer bölümlerinin haklarını ve pozisyonunu zarar görmemek kaydıyla Yahudi göçünün uygun koşullarda gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Özetle, Manda Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu, uluslararası hukukun parçası haline getiriliyor, güvenceleri daha da geliştiriliyordu.
1924 yılında İngiliz-Amerikan Konvansiyonu ile anlaşmaya ABD de katıldı. 7. maddeye Konvansiyon’un hiçbir parçasının ABD’nin onayı olmadan değiştirilemeyeceği ifadesi kondu.
Toplumlararası gerginlikler
Manda İdaresi kurulduktan sonra görece sakin bir döneme girildi. 1923-1929 arasında Yahudi göçünde önemli bir düşüş görüldü, çünkü Britanya belli kotalar koymuştu ve bunu katı biçimde uyguluyordu. Ancak durum Polonya’da ve Almanya’da yükselen anti semitizmle birlikte 1930’lardan itibaren radikal biçimde değişti. 1931 yılında Yahudiler bölge nüfusunun yüzde 17’sini oluştururken, bu oran 1935’te (Britanya’nın Mavi Kitabı’na göre 355 bin Yahudiyle) yüzde 27’ye çıkmıştı. 1933’ten beri Filistin’e gelen Yahudi mülteci sayısı 150 bine ulaşmıştı ve sadece 1935’te 67 bin mülteci gelmişti. Göçün yönünün Filistin’e dönmesinin en önemli nedenlerinden biri de ABD’nin ülkeye aldığı göçmen sayısını yılda 4 bin kişiye sınırlamasıydı. Hebron olayları
Filistinli Arapların buna tepkisi sert oldu. Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni’nin önderliğinde gelişen ilk önemli olay 22 Temmuz 1929 tarihinde Hebron’da yaşandı. Yahudilerin Kudüs’te Arapları öldürdüğü, Ağlama Duvarı’nın yakınlarına bir sinagog kurmayı planladıkları ve El Aksa Camii’ni yaktıklarına dair söylentilerin kulaktan kulağa yayılmasıyla başlayan gerginlikler, Britanyalı yöneticilerin de kayıtsız kalmasıyla yaklaşık bir ay sürdükten sonra 23 Ağustos’ta zirveye ulaştı. Çatışmalarda 64 Arap, 67 Yahudi vahşice öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Olaylar bittikten sonra Hebron’u ziyaret etme lütfunda bulunan Britanya Yüksek Komiseri John Chancellor “son bir kaç yüzyılda bundan daha korkunç olayların olduğunu sanmıyorum. Bu ülkeden öyle bıktım ve öyle iğrendim ki” demişti, “mümkün olan en kısa sürede burayı terk etmekten başka bir şey istemiyorum.”
Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni Kimdir? 1517’den 1917’ye Filistin’i idaresi altında bulunduran Osmanlı Devleti, Filistin’in yönetimini el-Hüseyni ailesine vermişti. Böylece ‘Emin’ unvanı alan Hüseyni’ler, yüzyıllarca dinsel önderlik, vergi toplama yetkisi, toprak sahipliği gibi ayrıcalıklarından gelen nüfuzlarıyla Kudüs, Hayfa ve Nablus bölgesinin tek egemeni oldular. Ailenin pek çok üyesi (ilk olarak 1876’da Said el-Hüseyni, son olarak 1914’te Said el-Hüseyni, Ragıb el-Neşaşibi, Feyzi el-İlmi, Tevfik Hammad, Emin Abdulhadi ve Abdulfettah es-Saidi) Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na katıldı.
Bu ailenin en tanınmış üyesi olan Hacı Emin el-Hüseyni 1894 veya 1895’te Kudüs’te doğmuş, eğitimini Kudüs, Kahire ve İstanbul’da almış, Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de savaşmış, İttihatçılara katılmış, Teşkilat-ı Mahsusa örgütünün Kudüs’ün sorumlusu olmuştu. General Allenby’nin 9 Aralık 1917’de Kudüs’ü teslim alması üzerine Filistin’e dönen Hüseyni, 24 yaşında olmasına rağmen Kudüs Müftüsü seçildi. Bu tarihten itibaren bölgedeki Britanya Manda İdaresi ile işbirliği içinde Yahudi yerleşimcilerin korkulu rüyası, Filistin milliyetçi hareketinin önderi oldu. 1936’dan itibaren Nazilere yaklaştı. 1941’de Irak’taki Nazı yanlısı darbeye destek verdi. Yugoslavya’da Nazilerin kurduğu Müslüman birliklerine manevi önderlik etti, Hırvat Nazi örgütü Ustaşa için çalıştı, İtalyan Nasyonal Sosyalist hükümetleri tarafından parasal olarak desteklendi. Bu tartışmalı geçmişi yüzünden Yahudiler tarafından ‘Nazi işbirlikçisi’, Filistinliler tarafından ise ‘kahraman’ olarak anılan Hüseyni 1974’te Lübnan’da hayata gözlerini yumduğunda Yaser Arafat, cenaze evine gözleri yaşlı olarak gitmişti.
1936 genel grevi
1935 yılında, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni ile Hüseyni ailesinden Ragıb el-Neşaşibi önderlinde bir blok oluşturuldu ve Yahudilere karşı mücadele sertleştirildi. Bu dönemin en önemli eylemi, 15 Nisan 1936’da gerçekleştirilen genel grevdi. Altı ay süren grev, Britanya Manda yönetimi tarafından kanlı biçimde bastırıldı. 1929 olaylarından sonra 27 kişi idama mahkûm olmuş ama üç kişi idam edilmişti. 1936 olaylarından sonra ise 260 cinayetten dolayı 67 kişi suçlanmış ancak hiç idam cezası verilmemişti. Yani Manda İdaresi ipleri elinden kaçırıyordu.
Peel Komisyonu Raporu
Britanya Manda yönetimi, Filistin’i yönetemez hale gelince, Britanya Sömürgeler Bakanlığı bölgeye Filistin Kraliyet Komisyonu adıyla bir heyet gönderdi. Tarihe başkanının adıyla geçen Peel Komisyonu, mevcut durumun gerçeğe oldukça yakın bir fotoğrafını çektikten sonra raporunu verdi. Raporda özetle şu tespitler yapılıyordu: 1) Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölünmüş; 2) Azınlıkların korunması garanti altına alınmış; 3) Bireysel göçler ve vatandaşlık hakları konusunda tanımlar yapılmış; 4) Kudüs’e uluslar arası özel bir statü verilmiş; 5) Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslar üstü çabalardan söz edilmişti. Karara göre, her iki devlet de, daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı.
1) Bölgenin yerli halklarına göre zengin ve kalifiye olan Yahudi mülteciler bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan fayda sağlamışlardı. Ülke toprakları hala yeni nüfusu kaldıracak durumdaydı ancak ileriki beş yıl için mülteci sayısının yılda 12 binle sınırlanması iyi olurdu. 2) Arap toprak sahipleri Yahudilere toprak satarak bir anlamda göçü destekliyorlardı ancak topraklarını kaybettikleri için nihai olarak zarar görüyorlardı. Bu konuda koruyucu tedbirlerin alınması lazımdı. 3) Arap nüfus da en az Yahudi nüfus kadar hızlı artıyordu. Özellikle yeni yaratılan iş olanakları sayesinde Bedeviler şehirlere akın ediyordu. Bu da şehirlerin yükünü arttırıyordu. Araplar ve Bedeviler Yahudilerin oluşturduğu idari ve sağlık sisteminden hiçbir katkı sağlamadan yararlanıyorlar bu da Yahudi toplumunun şikâyetlerine neden oluyordu. 4) Daha kalifiye olan Yahudiler Araplara göre daha iyi işlerde çalışıyor, daha yüksek ücretler alıyor, bu durum Arap halkın şikâyetine neden oluyordu. 5) Gelir durumu daha iyi olan Yahudi aileler çocuklarını daha iyi okullara gönderiyorlar bud a iki toplum arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel makasın giderek açılmasına neden oluyordu. 6) İki toplum arasında hiç bir yakınlaşma, işbirliği, entegrasyon ya da asimilasyon eğilimi görülmüyordu. Araplar, Suriye ve Irak’taki gibi, Yahudiler ise Avrupa’daki gibi yönetilmek istiyorlar, Araplar Yahudilere düşmanlık besliyorlar, Yahudiler ise kendi içlerine dönerek, sorunlara sırtlarını dönüyorlardı. 7) Hem Yahudi milliyetçiliği, hem de Arap milliyetçiliği tırmanıyor, Yahudi Ajansı eleştirilere kulak tıkıyor, Kudüs Müftüsü ‘devlet içinde devlet’ gibi davranıyor, her iki taraf da aynı zamanda Manda İdaresi’ne tepki duyuyordu. Düzeni sağlamak için en 100 bin kişilik bir kuvvete ihtiyaç duyan Manda İdaresi ise sorunları çözmekten acizdi.
Çözüm iki devlet
Komisyona göre, çözüm bölgenin ‘Yahudi devleti’ ve ‘Arap devleti’ olarak ikiye ayrılmasıydı. Üç semavi din için önemli olan Kudüs, Beytüllahim, Nasıra, Celile gibi bölgelerle, her iki toplum için de hayati önemi olan Akabe Körfezi’nin girişi Manda yönetiminde kalacaktı ama bu bölgeler her iki tarafa da açık olacaktı. Tarihsel olarak bir Arap şehri olarak nitelenen Yafa Arap devletine verilecek, böylece Arap devletinin Akdeniz’e açılması sağlanacaktı. Yahudi devletine ise Taberiye Gölü ile Akdeniz arasındaki şerit verilecekti. Komisyona göre paylaşmanın yapılabilmesi için bölgeler arasında Arap ve Yahudi nüfusların mübadelesi gerekiyordu. Komisyon bu konuda 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan başarılı (!) mübadeleyi örnek göstermişti. (Raporun tamamı için: [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...])
Komisyonun önerisi Balfour Deklarasyonu’nu ortadan kaldıracak kadar radikaldi. Ama Arap tarafı 1939’a kadar planı tartıştıktan sonra planı reddetti. Tartışmalar sürerken Arap çeteleri ile Siyonist İrgun ve Lehi örgütleri şiddeti tırmandırdılar. Britanya kolluk kuvvetlerinin tepkisi çok sert oldu. Her iki tarafında da liderlerini hapishanelere koymakla kalmadı, Arap tarafından üç bine yakın direnişçiyi öldürdü. Olayları kışkırtmakla suçlanan Kudüs Müftüsü yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bunlar olurken Yahudi göçü 1937’de 10 bine, 1938’de 14 bine düştü. 1939 yılında yeniden 32 bine çıktıysa da, 1940’dan itibaren Britanyalı yetkililerin mülteci akını önleyici tedbirleri sıkılaştırması sonucu tekrar 10 bine düştü. |