Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Sıradan olaylardan hüzün topu yaratabilen bünye sonbaharı veya kışı beklemiyor, kimi zaman yazın ortasında, sıcağın kişiyi deli ettiği ve güneşli olması itibariyle kişilerin gereksiz neşeli olduğu zamanlarda dahi hüzüne boğulabiliyordu.
bulunduğu yerden, yaşadığı olaylardan, insanlardan, kelimelerden, hislerden, boğazındaki düğümden, göğsüne bası yapıp nefes almasını engelleyen içindeki şeyden, tüm kararan beyazlardan, tüm yakınlardan-uzaklardan, sahte gülücüklerden, sorulardan, cevaplardan, herkesten ve herşeyden sıkılmıştı.. artık yazmak anlamsızdı, konuşmak da.. ve hatta hissetmek dahi anlamsızlaşmıştı.. ve dökülen göz yaşları da..
hissedemiyor, düşünemiyor, resmen yaşayamıyordu. velhasıl çok güzel 'mış gibi' rolü yapabiliyordu. hatta bazen öylesine iyi yapıyordu ki bu rolü, lkendisini dahi kandırabiliyordu.. kimi nadir zamanlarda herşeyi unutup; hayatın yeniden güzel olabileceğine ve insanlara güvenebileceğine falan inanıyordu. elbetteki ard arda alınan darbeler sonrası ufacık bir nefes dahi hatırlatabiliyordu aslında güvenilmezliğini insanların.
ve hatta ne acıdır ki kendine dahi güvenmiyordu hatun kişi. poligamiklik belki genetik ya da çevresel faktörler sonrasında oluşmuş olabilirdi. belki de 'poligamizm' denildiğini tahmin ettiği bu durum aslında sadece 'yeteri kadar sevmeyizm'den ibaretti. bilemiyordu..
Kendine yeni sıfatlar yakıştırma çabasında değildi. aslında kimseye bir şey anlatmak, yeniden inanmak, sevmek, güvenmek çabasında da değildi.. kızın hiç bir derdi yoktu hayata dair. öğrenmişti gelişine yaşamayı. ve hatta öylesine iyi öğrenmişti lki bu durum koymuyordu bile çoğu zaman..
bazen haylaz bir kaç nota yan yana geliyor, bam teline dokunuyor; dokunmakla da kalmıyor resmen teli zorluyordu.. koparma çabasıyla birlikte takılı kaldığı gelçmişine bir kez daha tutunan ruhtan bir parça daha kopup zamanın anlamsız aslında sonsuz gibi görünen sonluluğunda kaybolup gidiyordu.. anlamını yitirdiğini milyonlarca kez belirttiğim ve burda yeniden yazma ihtiyacı hissetmediğim gözyaşarıyla reflexif olduğu tahmin edilen bir mekanizmayla süslüyordu yanaklarını kızın. belki de bir tablosu yapılsaydı 'hüznün resmi' adını rahatlıkla alabilirdi..
Durup dururken bir anda yazıldığı sanılan bu cümleler belki de anlamsızlık silsilesine kapılıp gidiyordu kimileri için, her kelimesi ayrı anlamlar ve acılarla yüklü ufak 'hayal kırıkcıkları'ydı onlar kimsenin fark edemediği..
hayal kırık-çıkıklarınıysa tamir edecek herhangi bir müessese henüz kurulmamıştı, zannımca -üzülerek yazıyorum ki- kurulmayacaktı da, lakin bunu onun bilmesine gerek yoktu. zira hala devam etmesinin en mühim nedenlerinden biri kendinin bilmediği için bir 'düzelirim' ümidiydi. zira şarkı 'benim hala umudum var, isyan etsem de istediğim kadar..' diyordu. hesaba katılmayan nokta ise 'umut' denilen varlığın 'acı çekme' müesseseinin casusu olduğuydu. bir nevi 'bozacının şahidi şıracı' misali birbirine çalışıyordu 'umut' ve 'acı' ya da camcıyla camları indiren küçük çocuklar gibi.. yani danışıklı dövüş lakin 'tanışıklı' olduğum kimse benim bu kırıklarımı onaramıyordu.
6 aydan uzun süren vakalara 'kronik' adı verilmesinden mütevellit 'kronik güvensizlik zemininde kronik yalnızlık ve mutsuzlukizm sendromu'na yakalanmıştı.. işin kötü yanı bu hastalık öldürene kadar sürürdürürdü, süründürüyordu..
yaa..
öyle işte..
`Kimse bilmez oysa ki, aşkın rengi hala kırmızı değildir.. ve bir fincan 'kahve' nin kim bilir daha kaç yıl hatırı vardır kırık dökük şu yürekte.. ´