Cevap: Rönesans Dönemi Avrupa (15. ve 16.yy.lar)
Fransa’da VII. Charles’ın başarısının ve krallığın yeniden ele geçirilmesinin ardından son büyük prensliklerle sürtüşme dönemi başladı. Aralarında zengin Bourgogne’un da bulunduğu bu prenslikler artık güçlü bir monarşiye karşı koyabilecek çapta değildi. Böylece XI. Louis ve VIII. Charles otoritelerini Dijon’a, Marsilya’ya, Nantes’a kadar yayacaklardır. Valois’da istikrar hüküm sürdü ve uzunca bir dönemde hiçbir karışıklık çıkmadı. Ulusal bilinç yayılmakla birlikte bunun dönemin tek siyasi değeri olmadığı kesindir. Bireyler arasındaki ilişkiler klasik Ortaçağ’a göre nitelik değiştirdi. Ama canlılığını hiç yitirmediği gibi, bu yandaşlık ve «partiler» döneminde eskisinden daha hareketliydi. Ancak hanedana bağlılık her şeyden önce geliyordu. Zaman zaman krallar aile çıkarlarını ulusal çıkarların üstünde tutuyordu. Geleneksel bakımdan süzeren kabul edilen ve bu niteliğiyle feodal rejime bağlanan prens, siyasi bir yönetim ilkesinin somutlaşması niteliğindeki devlet içinde egemen olma eğilimindeydi. Bu bakımdan, kişisel senyörlüklerin ve prensliklerin İtalya’sı, bir anlamda en eski monarşilerin vatanıdır. Hükümdarın çevresinde olduğu için daha sıkı denetlenen danışma meclisi güçlendi ve bazı monarşilerde özel görevler üstlendi. Papazlık olgusunun gelişmesi de bir ölçüde, otoritenin görkemini ortaya koyma arzusunu, daha çok yararlanabilmek ve denetleyebilmek için seçkinleri kendi yanına çekme kaygısını yansıtır. Ortaçağ’ın sonunda olağanüstü bir gelişme gösteren temsilci meclislerinin yazgıları farklıydı. Fransa’da olduğu gibi, birçok ülkede açık bir biçimde geriliyorlardı: Castilla Cortesi’nin hatta Ingiliz parlamentosunun bile rolleri son derece de küçüldü. Bununla birlikte, imparatorlukta veya Polonya’da diyet meclisleri son derecede önemli bir yer tutuyordu. Devletlerin (artık bu kelime günümüzdeki anlamını edinmiştir) büyüyen olanaklara kavuştuğu tartışma götürmez. Devlet görevlileri güç kazandı: Fransa’dan alınan krallık hizmetlisi kişiliği (parayla tutulmuş ve son derece sadık görevli) İngiltere dışında tüm Avrupa’da yayıldı. Buna paralel olarak görevlerin para karşılığı satın alınması uygulaması gelişti: sakıncalarına rağmen, krala, ceplerini doldurma ve ciddi bir bunalım sırasında, görevlilerin kendisine sadık kalmalarını kesin olarak güvence altına almasına olanak tanıdı. Bu bakımdan Venedik örneğini izleyen Fransa ve Papalık, XVI. yy’da bu uygulamada en ileri gitmiş iki devlettir. Düzenli kaynak araştırmasının bir saplantıya dönüştüğü de bir gerçektir: ödenekli fonları serbestçe kullanabilme kaygısı gibi, vergilendirme de her yerde yayılıyordu. Bu hareketin en uç örneği Fransa ve Castilla’ydı. Toplanan vergilerin düzensizliği ve yetersizliği karşısında, halk kredisi uygulaması önem kazandı. Genellikle otoriteden veya tüccar bankacılardan sağlanan kısa vadeli ödünç parayla ranta dayalı uzun vadeli kredi uygulaması bir arada ortaya çıktı. Giderek daha masraflı olan askeri harekatların gerektirdiği gibi masrafların durmadan artması, istekleri de durmadan artırıyordu. XIV. yy’dan sonra iyice oturmuş olan savaş-vergilendirme ikili uygulaması devletlerin ilerlemesinde temel öğelerden birisiydi. İmparatorluklar arasındaki denge
İtalya bir kez daha örnek oldu. İtalya yarımadasının denetim altına almak için Napoli ve Milano’nun gösterdiği çaba zorlu bir direnişle karşılaştı. Birliğin güç kullanılarak sağlanması isteklerine, yerel özgürlüklerin savunulması kaygısı karşı çıktı. Lodi Barışı’ndan (1454) Sonra, büyük devletler arasında sağlanan gerçek bir denge düzeni, yarımadaya göreceli bir barış getirdi. Bu barışı uygulayabilmek için karmaşık bir diplomasinin geliştirilmesi zorunluydu: bu konuda da İtalya bir deney alanı gibi kullanıldı; kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılacak olan sürekli elçilikler kuruldu. Ama İtalyan devletlerinin yalnızca kendilerinin uygulayabileceği yanılgısına düştükleri bu hassas düzen, onları iç dengeleri koruyabilmek için barbar, daha açık bir deyişle yabancı güçlere başvurmaya yöneltti; bu da onlar için yıkım oldu. Bu arada Avrupa’da önemli değişiklikler oluyordu: XV. yy’da Balkanlar tümüyle Osmanlı egemenliğine girdi. 1453’te İstanbul’u almayı başaran Osmanlılar, böylece uzun bir süreden beri can çekişen Bizans İmparatorluğu’na son verdi. Aynı sırada Doğu Avrupa’da Jagellonların büyüyen üstünlüğü dikkat çekiyordu: XV. yy’ın sonunda Jagellonlardan biri Litvanya ve Polonya’da, diğeri de Bohemya ve Macaristan’da egemen oldu. Ama aristokratların gücü (zaten seçime dayalı monarşi söz konusuydu) onları sağlam bir siyasi yapı oluşturmaktan alıkoydu. Ayrıca 1526’da Macar Krallığı Mohaç’ta Osmanlılar karşısında çöktü. Polonya bütünü, varlığını sürdürmekle birlikte, Macar ve Bohemya tahtları evlilikler yoluyla Habsburglara geçti; Habsburglar kendilerini Osmanlılar’ın karşısında ön cephede buldular. Viyana kuşatmasını (1529) püskürtmek ve daha sonra Osmanlıları Macaristan’da durdurmak bu yeni imparatorluğa düştü. Yükün büyük bir bölümünü Venedik’in taşıdığı Akdeniz’de, gidişin tersine dönmesine tanık olmak için Malta kuşatmasının (1565) başarısızlığa uğramasını ve İnebahtı Deniz Savaşı’nı (1571) beklemek gerekmiştir. Axis Alıntı. |