Kabak (birinin) başına (başında) patlamak: Birçok kimsenin ilgili olduğu olaydan yalnızca bir kimse zararlı çıkmak; beklenmediği hâlde, bir işin zararlı sonucuna katlanmak.
Kabak tadı vermek: Bıktırmak, usanç vermek, tatsız olmaya başlamak."Senin bu konuşmaların da artık kabak tadı vermeye başladı."
Kabına sığmamak: Sevinç ve heyecanından taşkın hareketlerde bulunmak.
Kabir azabı çekmek: Çok sıkılmak, eziyet çekmek."Kabir azabı çekmeye daha ne kadar devam edeceğiz."
Kabuğuna çekilmek: Tek başına kalmak, dış dünya ile ilgisini kesmek, kimse ile görüşmemek."Geçirdiği kazadan sonra iyice kabuğuna çekildi."
Kaçın kur`ası: Aldatılması güç, kurnaz; gün görmüş, geçirmiş; tecrübeli."O kaçın kur`ası, boşuna uğraşma, sen onu kandıramazsın."
Kafadan atmak: Bir konu üzerinde inceleme yapmadan, rast gele konuşmak."Derse hiç çalışmadığın belli, öyle kafadan atıyorsun ki..."
Kafadan kontak (sakat): Düşüncesiz, delice işler yapan, aklı kıt."Bırak şu elindeki baltayı, kafadan kontak mısın nesin?"
Kafa dengi: Davranışları, anlayışları, dünya görüşleri birbirine uymuş kimselerden her biri."Kafa dengi bir arkadaşa öylesine ihtiyacım var ki."
Kafa patlatmak: Bir konu üzerinde pek çok düşünmek, zihin yormak."Bu makine üzerinde az kafa yormamışsın, öyle karışık ki."
Kafa tutmak: Karşı gelmek, direnmek, boyun eğmemek."Her önüne gelene kafa tutmakla bir yere varacağını mı sanıyorsun?"
Kafası almamak: 1. Anlayıp kavrayamamak. 2. Zihin yorgunluğundan ötürü anlayamaz olmak. 3. Olabileceğine inanmamak."Boşuna nefes tüketme, kafası almaz onun."
Kafası işlemek (çalışmak): Bir konu üzerinde kavrayışı çok iyi olmak.
Kafası kazan (gibi) olmak, (veya kafası şişmek): 1. Zihni yorulmak. 2. Gürültülü, patırtılı şeyler dinlemekten rahatsız olmak, yorgunluk duymak."Kesin artık şu makinenin sesini, kafam kazan gibi oldu."
Kafası kızmak: Çok öfkelenip sinirlenmek."Kafamı kızdırmadan çekip gidin buradan."
Kafasına dank etmek (demek): Çoktandır anlayamadığı bir meseleyi bir olay sebebiyle birden bire kavramak, doğruyu yakalamak.
Kafasına koymak: Bir şeyi yapmaya kararlı olup zamanını beklemek."Yarın onunla görüşmeyi kafama koydum."
Kafası yerinde olmamak: 1. O anda kafası çok yorgun olmak. 2. Başka şeyler düşündüğünden, o anda konuşulana hemen intibak edememek."Kusura bakmayın, ne söylediğinizi anlayamadım, kafam yerinde değildi de."
Kafese girmek: 1. Hapse girmek. 2. Aldatılmak, hile yoluyla kendisinden çıkar sağlanmak, oyuna gelmek."Zavallı kafese girmekten kurtulduğunu sanmıştı."
Kafese koymak: Tuzağa düşürüp çıkar sağlamak.
Kâğıda dökmek: Düşüncelerini, duygularını yazıya geçirmek.
Kâğıt üzerinde kalmak: Yapılması kararlaştırıldığı hùlde uygulanmamak; konuşulan, kararlaştırılan yazıda kalmak."O kadar yol yapımı, sulama kanalı hep kâğıt üzerinde kaldı."
Kalbini kırmak: İncitmek, küstürecek kadar üzmek, gönlünü kırmak, gücendirmek."Onu, kalbini kırmadan uyarmaya çalış."
Kalburla su taşımak: Verimsiz, verim alınamayacak, olmayacak bir işle uğraşmak.
Kalbur üstü: Benzerleri arasında üstün, seçkin, görünür.
Kaldırım mühendisi: İşsiz güçsüz, sokaklarda dolaşan kimse.
Kaale almamak: Önemsiz görmek, sözünü etmeye değer bulmamak."O, kaale alınacak bir insan değil."
Kalem efendisi: Kalemde çalışan görevli, yazman.
Kalem oynatmak: 1. Yazı yazmak. 2. Bir yazıyı düzeltmek. 3. Bir yazıda değişiklik yapmak."Ben senin gibi kalem oynatmayı beceremiyorum."
Kaleyi içinden fethetmek: Karşı taraftan birinin yardımını alarak davasını kazanmak.
Kalıbını basmak: Bir şeye bütün içtenliği ile güvenmek, bir şeyi doğrulamak."Kalıbımı basarım ki o, bu işi yapmamıştır."
Kalıbının adamı olmamak: Görünüşünden bekleneni yapamaz olmak, umulanı ortaya koymamak.
Kalıptan kalıba girmek: 1. Sık sık iş değiştirmek. 2. Çıkar sağlamak için değişik kılıklara girmek.
Kalp kazanmak: Güzel bir davranış ve sözle birilerinin sevgisini kazanmak, ilgisini çekmek."Bir demet çiçekle annemizin kalbini kazanabiliriz."
Kambersiz düğün olmaz (olur mu?): "Bir toplantı, eğlence veya iş, en çok ilgili kişiler bulunmadan yapılırsa tadı çıkmaz" anlamında alay yollu kullanılır.
Kambur üstüne kambur (kambur kambur üstüne): "Sıkıntı üstüne sıkıntı, terslik üstüne terslik, borç üstüne borç, aksilikler birbirini kovalıyor" anlamında kullanılır.
Kanadı altına almak: Korumak, gözetmek, himayesi altına almak."Yeğenini kanadının altına aldı."
Kan ağlamak: Büyük bir üzüntü içinde olup yakınmak."Dört çocuk tek başıma kaldım, çaresizim, içim kan ağlıyor ama kimseye açılamıyorum."
Kana susamak: Birini öldürme hırsı içinde olmak."Bırak elindeki bıçağı dedim ama dinletemedim, kana susamış gibiydi."
Kanat germek: Birini korumak, gözetimi altına almak.
Kan başına sıçramak (beynine çıkmak): Çok sinirlenmek, öfkelenmek,"Kan başına sıçramıştı, sağa sola bağırıp duruyordu."
Kancayı takmak: Bir kimsenin zararı, kötülüğü için uğraşmak.
Kan çıkmak: Cinayet işlenmek, kan dökülmek."Şu adamı götürün gözümün önünden, yoksa kan çıkacak."
Kandilli temenna: Eli yere kadar uzatarak yapılan selâmlama.
Kan dökmek: Ölüme yol açmak, yaralanıp ölmek veya birini yaralayıp öldürmek.
Kan gövdeyi götürmek: Çok kan akıtılmış olmak, çok insan öldürülmek."Düşmanla göğüs göğüse gelmiştik, biliyordum ki birazdan kan gövdeyi götürecek ve pek çoğumuz ölecekti."
Kan gütmek: Kan dökerek öç almayı istemek.
Kanı ağır: Davranışları yavaş, sevimsiz, konuşması insana sıkıntı veren, hoşa gitmeyen kimse.
Kanı bozuk: Soysuz, iğrenç işler yapmaktan geri durmayan."Toplum bu kanı bozuk insanlardan temizlenmelidir."
Kanı kaynamak: 1. Hareketli, coşkun olmak. 2. Birine içten bir sevgi beslemek, yakınlık duymak."Çocuğa, ilk rastladığımda kanım kaynamıştı."
Kanına girmek: 1. Birini öldürtmek veya öldürmek. 2. Bir şeyi harcamak, ziyan etmek.
Kanına susamak: Belâsını aramak, kendisinin öldürülmesine yol açacak bir davranışta bulunmak."Kanına mı susadın sen, o katilin üstüne böyle gidilir mi hiç!"
Kanını emmek: Hiç insaf etmeden sömürmek, varını yoğunu elinden almak."Yıllardır kanımızı emiyor bu soysuz herifler!"
Kanı pahasına: Yaralanmayı veya öldürülmeyi göze alarak."Kanım pahasına da olsa, o adamlara, buradan adımlarını attırmayacağım."
Kanı sıcak: Sevimli, kendisini sevdiren, sempatik, sıcakkanlı.
Kanıyla ödemek: Yaptığı işin cezasını hayatıyla ödemek."Yaptığını kanıyla ödettiler zavallıya."
Kan kusmak: Çok eziyet, sıkıntı çekmek.
Kan kusturmak: Çok büyük sıkıntı ve eziyet çektirmek."Bana kan kusturmaya yemin etmişler, haydi görelim."
Kanlı bıçaklı olmak: Birbirlerinin kanını dökecek, birbirlerini öldürecek kadar birbirlerine düşman olmak."Küçücük bir tarla yüzünden kanlı bıçaklı olduk."
Kanlı canlı: Sağlıklı, sapasağlam, dinç ve diri olduğu yüzünden belli olan."Kanlı canlı oluncaya kadar hastanede tutuldum."
Kan ter içinde kalmak: Çok yorgun, terli, bitkin ve perişan durumda olmak."Elindeki kazmayı bırakmaya niyetli değildi, kan ter içinde kalmış bedenini doğrultarak yüzüme baktı."
Kan tutmak: 1. Kan görünce bayılmak. 2. (Adam öldüren kimse korku ve heyecandan) şok geçirmek, kaçamamak, olduğu yere yığılıp kalmak.
Kapağı atmak: Sıkıntılı bir yerden kurtulup rahat edeceği bir yere kavuşmak; uygun bir yere yerleşmek, işe girmek."Evimize kapağı attık mı tamam, gel keyfim gel o zaman."
Kapalı kutu: İçinde ne sakladığını belli etmeyen, niteliği gizli kalan.
Kapı dışarı etmek: Kovmak, dışarı atmak."Ben de bu evin insanıyım, beni kapı dışarı edemezsiniz!"
Kapı kapı dolaşmak: 1. Ev ev gezmek, her eve uğramak. 2. Hemen her devlet dairesine başvurmak."Kapı kapı dolaştı, ne var ki bir iş bulamadı."
Kapı komşu: Bitişikte oturan komşu, evleri yan yana olan ailelerden her biri."Kapı komşum öyle iyi bir insan ki.."
Kapısında büyümek: Birinin evinde eğitim görüp yetişmek."Onun kapısında büyümüştü, ona bu kötülüğü nasıl yapmıştı aklı almıyordu."
Kapısını aşındırmak: İstediğini elde edinceye kadar birinin yanına çok sık gidip gelmek.
Kapı yoldaşı: Herhangi bir yerde aynı hizmette bulananlardan her biri.
Kapıyı açmak: 1. Başlama. 2. Bir işte birilerine örnek olmak."Açık artırmada kapı bir milyon liradan açıldı."
Karaborsa: Piyasada olmayan malın gizlice, el altından yüksek fiyatla alınıp satılması."Karaborsacılar toplumun kanını emiyorlar."
Kara cahil: Hiçbir şey bilmeyen, çok bilgisiz."Onun kara cahil birisi olduğunu ilk konuşmamızda fark etmiştim."
Kara çalı: İki kişi, iki dost arasına girerek arayı bozan kimse.
Kara çalmak: Birine iftira etmek, leke sürmek, haksız yere suçlamak."Kadıncağıza yok yere kara çaldılar."
Kara gün: Sıkıntılı, üzüntülü, büyük bir yasa düşülen gün."Allah kimseye kara gün göstermesin."
Kara gün dostu: Yalnız iyi günlerde değil sıkıntılı, üzücü, düşkünlük günlerinde de insanın yardımına koşan, dostunu yalnız bırakmayan kimse.
Kara haber: Ölüm veya felâket haberi, çok üzücü haber."Fatma kadına bu kara haberi vermeye kimse yanaşmadı."
Karalar bağlamak (giymek): Bir felâket dolayısıyla yas tutmak, siyah elbise giymek ya da siyah örtü bağlamak.
Kara liste: Zararlı görülüp cezalandırılmaları, öldürülmeleri düşünülen kimseler hakkında tutulan liste."Köy muhtarını da kara listeye almışlar."
Karaman`ın koyunu sonra çıkar oyunu: "Dış görünüşe aldanmamalı, bir kişi ya da iş olağan görünebilir, ancak altından neler çıkabileceği hiç belli olmaz, o sonra görünür." anlamında kullanılır.
Karar kılmak: Dönüp dolaşıp o şeyin üstünde durmak, onu tercih etmek, birçok şeyi deneyip onu seçmek."Ben bu elbisede karar kıldım."
Karda gezip izini belli etmemek: Kimsenin sezemeyeceği biçimde gizli bir iş çevirmek, uygunsuz işler yapmak."Onun ne biçim bir insan olduğunu bana sorun; o, karda gezer izini belli etmez biridir."
Kargacık burgacık: Eğri büğrü, kötü, okunması güç, çarpık, düzensiz (yazı).
Kardeş payı yapmak: Eşit oranlarda bölmek, taksim etmek, paylaştırmak."Çok açtılar, buldukları ekmeği oracıkta kardeş payı yaptılar."
Karga tulumba etmek: Birkaç kişi, birini kollarından bacaklarından tutup havaya kaldırmak."Hep birlikte babalarını karga tulumba edip havuzun başına getirdiler."
Karınca duası gibi: Çok küçük, sık ve okunaksız, birbirine girmiş (yazı).
Karınca yuvası gibi kaynamak: Çok kalabalık ve hareketli olmak (bir yer)."Pasajın girişi âdeta karınca yuvası gibi kaynıyordu."
Karınca kararınca: Az, önemsiz ve küçük de olsa, gücü yettiği kadar, elinden geldiğince."Caminin yapımına karınca kararınca o da katkıda bulunmaya karar verdi."
Karman çorman: Karmakarışık, çok karışık, düzensiz, alt üst olup birbirine girmiş."Ortalık karman çormandı, nereden işe başlayacağını bilemiyordu."
Karnı geniş: Hiçbir şeyi tasa etmeyen, titizlenmeyen, gamsız, umarsız.
Karnı karnına geçmek: Çok acıkmak, çok zayıflamış olmak."Günlerdir ağzına bir lokma koymamıştı, karnı karnına geçmiş ve bitap düşmüştü."
Karnım tok: "O sözlerine kanmıyorum, önem vermiyorum" anlamında kullanılır."Geç babam, geç bu sözleri, karnımız tok bu sözlere, paradan söz et sen, verecek misin, vermeyecek misin?"
Karnı tok sırtı pek: Geçimi iyi, hâli vakti yerinde, para sıkıntısı olmayan, birinin yardımına ihtiyaç duymayan (kimse)."Herkesin karnı tok sırtı pek olacaktır, bize güvenin!"
Karnı zil çalmak: Çok acıkmış olmak."Bugün hiçbir şey yiyemedim, karnım zil çalıyor!"
Karşı çıkmak: 1. Gelenleri karşılamak üzere yola ya da kapı önüne çıkmak. 2. İleri sürülen fikrin, tutulan yolun yanlış olduğunu söylemek."Her fikrime karşı çıkmak zorunda mısın?"
Karşı durmak: Bir güce boyun eğmemek, direnmek."Düşmana karşı durmak boynumuzun borcudur."
Karşı koymak: Engel olmaya çalışmak, direnmek, güç kullanarak dayanmak, boyun eğmemek."Hırsızlar polise silâhla karşı koymaya çalıştılar."
Kasıp kavurmak: 1. Bir afet çok zarar vermek, mahvetmek. 2. Baskı yaparak, kıyıcı davranışlarda bulunarak bir topluluğu ezmek; zulmetmek, ortalığı korku ve dehşet içinde bırakmak."Eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başladılar!"
Kaş göz etmek: Kaş ve göz hareketleriyle bir işaret vermeye, istediğini bu yolla anlatmaya çalışmak."Kalabalıkta kaş göz ederek Hasan`ı çağırmayı düşündü."
Kaşıkla yedirip, sapıyla göz çıkarmak: Bir iyilik yaptıktan sonra, bu iyiliği hiçe indirecek bir kötülük yapmak.
Kaşla göz arasında: Çok çabuk, kimsenin sezmesine fırsat vermeyecek kadar az bir zaman içinde."Kaşla göz arasında kapıverdi mendili."
Kaşlarını çatmak: Kızgın, öfkeli ve sinirli olduğunu kaşlarını birbirine yaklaştırarak göstermeye çalışmak."Bana öyle kaşlarını çatıp durma!"
Kaş yapayım derken göz çıkarmak: İşi düzelteyim, bir iyilik yapayım derken büsbütün bozmak ve büyük bir zarar vermek.
Katı yürekli: Acımasız, merhametsiz, acı veren şeylere aldırmayan."Onun gibi katı yürekli bir insan daha görmedim desem yeridir."
Kayıtsız kalmak: Umursamamak, önem vermemek, ilgi göstermemek."Onun bu kötülüklerine kayıtsız kalmak mümkün mü?"
Kazan kaldırmak: Yönetime karşı topluca karşı gelmek, baş kaldırmak."Maden işçileri kazan kaldırmış diyorlar."
Kazık yutmuş gibi: Dimdik (duran, oturan, yürüyen).
Kazın ayağı öyle değil: "Durum, mesele senin sandığın gibi değil" anlamında kullanılır.
Keçileri kaçırmak: Düşünme yeteneğini kaybetmek, aklını oynatmak, delirmek, bunalım içinde olmak,"Doktor, keçileri kaçırmış diyorlar!"
Kedi ciğere bakar gibi (bakmak): İmrenerek, iştahla, ele geçirme isteği ile bakmak.
Kedi gibi dört ayak üstüne düşmek: En zor, en tehlikeli durumdan zarar görmeden kurtulmak.
Kedi olalı bir fare tuttu: İlk defa, neden sonra kendisinden beklenen bir iş yapabildi."Temsilcimiz, nihayet kedi olalı bir fare tuttu, yüklü bir iş yakaladı."
Kefeni yırtmak: Ağır bir hasta ölüm tehlikesini atlamak."Üzülmeyin, kefeni yırttı büyük anneniz."
Kel başa şimşir tarak: Pek çok ihtiyaç giderilmeyi beklerken gereksiz özenti ve gösterişi belirtmek için kullanılır.
Keli görünmek: Bir kabahati, kusuru ortaya çıkmak."Kelinin görünmeyeceğini sanıyordu şapşal!"
Kel kâhya: Bilgisi olsun olmasın her işe karışan, burnunu sokan.
Kelle götürür gibi: Gerekli olmayan bir acelecilikle, bir şey ulaştıracakmış gibi çok hızlı koşarak.
Kelleyi koltuğuna almak: Ölümü göze alarak bir işe kalkışmak."Kelleyi koltuğuna alıp düşman karşısına çıkmak her babayiğidin harcı değil."
Kemerleri sıkmak: Tutumlu davranmak, açlığa ve susuzluğa katlanmak."Kemerleri sıktıra sıktıra millette hâl bırakmadılar."
Kem küm etmek: Anlatmak istediğini açık seçik ifade edememek, bir soru karşısında bocalayıp cevap bulamayarak anlamsız sözler söylemek."Kem küm etme de ne söyleyeceksen söyle çabuk!"
Kendi hâlinde: Sessiz, hiçbir şeye karışmayan, karışmak istemeyen, sakin (kimse)."Yazık olmuş, kendi hâlinde biriydi, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı."
Kendi göbeğini kendi kesmek: İstediği yardım gelmeyince kendi işini kendi yapmak durumunda kalmak."O her zaman kendi göbeğini kendisi kesmiş, kimseden yardım beklememiştir."
Kendi kendine gelin güvey olmak: Başkalarının ne diyeceğini hesaba katmadan, bir işi sadece kendi başına tasarlayıp olmuş sayarak sevinmek."Kendi kendine gelin güvey olmayı bırak, bakalım kız ne diyecek bu işe."
Kendi kendini yemek: İstediği iş olmadı diye gizli gizli üzülmek, kaygı duymak."Kendi kendimi yedim bitirdim bu iş yüzünden."
Kendinden geçmek: 1. Kendini kaybetmek, bayılmak, bilinci işlemez olmak. 2. Sevindirici bir olay karşısında coşkuya kapılmak, duygulanmak."Dün gece bizim adam yine kendinden geçti, hastaneye zor yetiştirdik."
Kendinden pay (paha) biçmek: Bir durumu kendi durumu ile ölçüştürmek.
Kendine gelmek: 1. Sarhoşluktan, bayıldıktan sonra ayılmak. 2. Aklı başına gelmek. 3. Bozuk olan durumu düzelmek."Oh, nihayet kendine geldi bizim adam!"
Kendine yedirememek: Yapılan bir işi onur kırıcı görüp, kişiliğine dokunmuş sayarak tepki göstermek; kendisinin başkasına yapması söz konusu olan işi, kişiliği için uygun görmeyip yapmamak.
Kendine yontmak: Ortaya çıkan fırsattan yararlanıp başkalarını düşünmeyerek hep kendi çıkarını sağlayacak yönde hareket etmek."Hep kendine yontma, biraz da bizi düşün, biz de insanız!"
Kendini ağır satmak: Kendisinden yapılması istenen işi, birçok ricadan, birçok ısrardan sonra yapmayı kabul etmek."Kendini ağır satmakla adam olduğunu mu kanıtlayacak?"
Kendini alamamak: İstemeyerek bir işi yapmak durumunda kalmak, yapmamayı edememek, kendini tutamayıp yapmak."Ona bir tokat atmaktan kendimi alamadım işte!"
Kendini ateşe atmak: Bilerek zor ve tehlikeli bir işe girişmek."Kendisini ateşe atmasına izin mi vereceksiniz?"
Kendini bulmak: 1. İyi bir duruma kavuşmak. 2. Kişilik kazanıp olgunluğa erişmek. 3. Farkında olmadan bir yere ulaşmış olmak."Nihayet kendimi buldum, bundan böyle ekonomik sıkıntı çekmeyeceğim."
Kendini dev aynasında görmek: Kendisini olduğundan büyük bir adam sanmak; üstün, yetenekli, güçlü görmek."Kendini dev aynasında görmekten ne zaman vaz geçeceksin ha!.."
Kendini dinlemek: 1. Önemsiz, küçük rahatsızlıkları büyütmek; hastalık kuruntusu içinde bulunmak. 2. Yalnız, sakin kalmak."Uzun bir süre kendimi dinledim, olup biteni tekrar tekrar gözden geçirdim."
Kendini göstermek: 1. Ortaya çıkmak, belirmek. 2. Beğenilecek, takdir edilecek niteliklerini ortaya koymak; gücünü göstermek."Uzun bir aradan sonra sergi açmaya, kendini göstermeye karar verdi."
Kendini kaptırmak: Bir şeyin etkisinden kendini kurtaramamak."Bu yaştan sonra kendimi sigaraya kaptıracağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu."
Kendini kaybetmek: 1. Düşüp bayılmak. 2. Kızgınlık, öfke yüzünden ne yaptığını bilmeyecek hâle gelmek."Bir iki söz söyledikten sonra kendini kaybetti, oraya yığılıverdi."
Kendini toplamak: 1. Kötü, bozuk olan durumunu düzeltmek. 2. Bir konu üzerinde dikkatini yoğunlaştırmak. 3. Şişmanlamak."Bizim oğlan kendini iyice toparladı, şimdi ev almayı düşünüyor."
Kendini tutamamak: Bir durum karşısında sessiz ve heyecana kapılmadan durmayı başaramamak, kendine hâkim olamamak."Kendimi tutamadım, ben de ağlamaya başladım."
Kendini vermek: Bir şeye bütün varlığıyla bağlanmak, başka şeylerle ilgisini kesip yalnızca onunla ilgilenmek, bir şeyi tüm gücüyle yapmaya çalışmak."İşe henüz kendini vermiş sayılmaz."
Kendi payıma: "Bana gelince, bana kalırsa, fikrime göre, bana sorarsanız" anlamlarında kullanılır.
Kendi yağıyla kavrulmak: Elindekiyle yetinmeye, kimseye muhtaç olmadan yaşamaya çalışmak; ihtiyaçlarını kendi karşılayarak kimseden yardım istememek."Nasıl olalım, kendi yağımızla kavrulup gidiyoruz işte..."
Kene gibi yapışmak: Yakasını bir türlü bırakmamak; istenmediği hâlde, çıkar sağladığı için birinin peşini bırakmamak."Kene gibi yapışmıştı adamın yakasına, peşini bir türlü bırakmıyordu."
Kesenin ağzını açmak: Bol para harcamaya başlamak."Babam kesenin ağzını açtı nihayet."
Keyfinin kâhyası (olmamak): Birisine karışmaya hakkı olmamak, istediği gibi yaşamasına engel olmamak."O benim keyfimin kâhyası olamaz, ben dilediğim gibi yaşarım, karışamaz bana!"
Keyif çatmak: Neşeli olmak, hoş ve eğlenceli zaman geçirmek."İşi nihayet bitirmiştik, sıra şimdi keyif çatmaya gelmişti."
Keyif ehli: Rahatına düşkün kimse, zevkinden bol bol yararlanan."Oldukça rahat, keyif ehli bir insandı."
Kılı kırk yarmak: Titizlenmek, çok dikkat ederek en ince ayrıntılarına kadar incelemek, önemle üstünde durmak."Bir malı almadan önce kılı kırk yararcasına evirir çevirir ve öyle alırdı."
Kılına dokunmamak: Bir kimseye, zarar verebilecek en ufak davranıştan bile kaçınmak."İnan anne, kılına bile dokunmadım kardeşimin!"
Kılını bile kıpırdatmamak (veya oynatmamak): Bir durum karşısında en küçük bir tepki bile göstermemek, ilgisiz kalmak, harekete geçmemek."Onca insan üstüme yürüdü ama o kılını bile kıpırdatmadı."
Kıl payı (kalmak): Çok az, az bir fark (kalmak)."Araba o hızla virajı alamadı, uçuruma yuvarlanmasına kıl payı kalmıştı."
Kıran girmek: 1. Daha önce bulunan şey bulunmaz olmak. 2. Hayvanlar ya da insanlar arasında öldürücü bir hastalık yayılmak."Kıran girdi, bütün koyunlar telef oldu."
Kırık dökük: 1. Eski çürük, sağlam olmayan, değersiz (şey). 2. Düzgün olmayan, parça parça, dağınık (söz)."Şu kırık dökük eşyaları ortadan kaldırın hemen!"
Kırıp geçirmek: 1. Yakıp yıkarak, baskı yaparak, öldürerek büyük zarar vermek. 2. Çok sert davranarak darıltmak. 3. Garip olan söz ve davranışlarıyla herkesi güldürmekten katıltmak.
Kırk dereden su getirmek: Birini kandırmak için çok dolambaçlı gerekçeler ileri sürmek, ikna edebilmek için çok uğraşmak."Ne inatçı adammış, bir evet demek için kırk dereden su getirtti bana."
Kırklara kırışmak: Bir kimse artık ortalıkta görünmez olmak.
Kırk tarakta bezi bulunmak: Birbirinden farklı birçok işle uğraşmak, birçok ilişkisi bulunmak, gizli ilişkileri olmak."Ne iş yaptığı belli değil, kırk tarakta bezi var adamın."
Kısmeti açılmak: 1. Kazancı artıp bolluğa erişmek. 2. Bir kızı isteyenlerin çoğalması."Bu miras kızın kısmetini de açtı hani!"
Kısmetini (nimetini) ayağıyla tepmek: Kavuşacağı iyi bir durumu, kıymetini bilmeyerek reddetmek; istememek, değerlendirememek.
Kıssadan hisse almak: Bir olaydan, anlatılan bir hikâyeden ders almak.
Kıt kanaat (geçinmek): Yoksulluk içinde, zar zor ve güçlükle (geçinmek)."Bir zamanlar biz de kıt kanaat geçiniyorduk."
Kıvamına gelmek (bulmak): En uygun zamanında olmak, gerekli ve istenilen şartlar yerine gelmek, istenilen duruma gelmek.
Kıyamet kopmak: 1. Kıyamet günü gelmek. 2. Bir yerde çok gürültü ve patırtı kavga, telâş olmak."Kıyamet günü gelecek ve insanlar sonunda hesaba çekilecekler."
Kızarıp bozarmak: Utanarak renkten renge girmek, kimi duyguların etkisiyle yüzünün rengi değişmek."Pot kırdığını anlayınca ne yapacağını şaşırdı, kızarıp bozaran yüzünü kapatmaya çalıştı."
Kızıl (kızılca) kıyamet kopmak: Bir meselede büyük, aşırı, gürültülü bir kavgaya yol açmak; yüksek sesli tartışma başlatmak."Sizin bostanlara su vermeyeceğim deyince kızılca kıyamet koptu."
Kilit noktası: Bütün işlerin çözümlenmesi ona bağlı olan önemli unsur, üzerinde durulması gereken en önemli nokta, makam veya yer.
Kimseye eyvallah etmemek: Kimseden yardım ve iyilik beklememek, kimsenin minneti altına girmemek."Bu yaşa kadar kimseye eyvallah etmedim, bundan sonra da edecek değilim."
Kim vurduya gitmek: Bir kargaşa anında ve kalabalık arasında kimin tarafından vurulduğu veya dövüldüğü belli olmamak.
Kirişi kırmak: Kaçıp gitmek, bulunduğu yerden gizlice ve çabucak ayrılmak."Kavga başlayınca kirişi kırarım diye düşündü."
Kirli çamaşırlarını ortaya dökmek: Ayıp, suç ve kusurlarını, gizli kalmış yolsuzluklarını açığa çıkarmak; açıklamak, söylemek."Kirli çamaşırları ortaya dökülünce ne yapacağını şaşırdı."
Kitaba el basmak: Elini kutsal kitap olan Kur`ân-ı Kerim üzerine koyarak yemin etmek.
Kitabına uydurmak: Kanunî olmayan bir işi kimi boşluklardan yararlanarak kanunî imiş gibi göstermek."İşi kitabına uydurmuşlar, çok zengin olmuşlardı."
Kof çıkmak: İşe yaramadığı, sanıldığı gibi olmadığı, boş ve değersiz bir kişi olduğu anlaşılmak.
Kokusu çıkmak: Gizli yapılmış bir iş, daha sonra herkes tarafından bilinir olmaya başlamak."Bu işin kokusu çıkar diye korkuyorum."
Kolaçan etmek: Çevresini ya da kendisinden istenilen yeri dolaşıp ne var ne yok diye bakmak, olup biteni anlamak amacıyla dolaşmak."Bir kişi etrafı şöyle bir kolaçan etsin de gelsin."
Kol kanat olmak: Yardım etmek, gözetmek, bir kimseyi koruyuculuğu altına almak.
Koltukları kabarmak: Kendisine ya da yakınlarına yapılan övgüden ötürü kıvanç duyup büyüklenmek, böbürlenmek."Oğlun oldukça becerikli dedikleri zaman koltuklarım kabardı doğrusu."
Kolu kanadı kırılmak: Çaresiz duruma düşmek, bir şey yapamaz hâle gelmek."Kolu kanadı kırılmış bir vaziyette dolaşıyordu."
Korktuğu başına gelmek: Endişe duyduğu, kaygılandığı, olmasını istemediği şeyle karşı karşıya gelmek."Korktuğum başıma geldi, ne yapacağım şimdi ben!"
Koyun kaval dinler gibi: Düşünmeden, hiçbir şeyi anlamadan, ne denildiğini kavramadan dinlemek."Beni koyun dinler gibi dinleyip çekip gittiler."
Kozunu paylaşmak: Aradaki anlaşmazlığı zora başvurarak, üstün olan güce dayandırarak çözümlemek, sona erdirmek."Onunla kozunu paylaşmaya can atıyordu."
Kök salmak: 1. Bir yere iyice, ayrılmamacasına yerleşmek. 2. İyice tutunmak, köklenmek, sağlamlaşmak, yayılmak."Onun sevgisi, içine iyice kök salmıştı."
Kök söktürmek: Uğraştırmak, güçlük çıkarmak, engel olmak."O takıma kök söktürmeye yemin ettik."
Köküne kibrit suyu dökmek: Bir daha belirmeyecek, ortaya çıkmayacak biçimde yok etmek, ortadan kaldırmak.
Köprüleri atmak: Girişilen, başlanılan bir işten vazgeçmeye ya da geri dönmeye imkânı kalmayacak şekilde kesin bir davranış göstermek; ilişkileri bir daha kurulamayacak biçimde bozmak.
Kör değneğini beller gibi: Bir değişiklik, yenilik düşünmeden, hep aynı biçimde davrananların durumunu anlatmak için kullanılır.
Kör dövüşü: Sonuç alınamayacak ve birbirini engelleyecek biçimde, bir birinden habersiz düzensiz ve uyumsuz çabalama.
Kör kadı: Sözünü esirgemeyen; doğru bildiğini hatır gönül dinlemeden her yerde, herkesin yüzüne karşı söyleyen.
Köstek olmak: Engel olmak."Sen köstek olma yeter."
Körü körüne: Düşünüp taşınmadan, nasıl sonuçlanacağını hesaplamadan, dikkat etmeden."Bu işe öyle körü körüne giremem, anladın mı?"
Köşe bucak: Göze çarpmayan, önemsiz yer.
Kötüye kullanmak: Suiistimal etmek, yetkisini yanlış bir yolda kullanmak, istenilmeyen yolda yararlanmak."Benim yumuşaklığımı kötüye kullandı."
Kraldan çok kralcı olmak: Birinin davasını ondan daha çok savunur olmak.
Kucak açmak: İhtiyaç sahibi birine sığınacak yer vermek, onu korumak."Muhtaçlara kucak açmak insanlık görevidir."
Kumkumav gibi: Yapayalnız, tek başına.
Kulağı delik: Olup bitenleri çabuk haber alan, hemen her şeyden haberi olan."Hasan mı, ne kulağı delik adamdır o, ne öğreneceksen ona sor."
Kulağı kirişte (olmak): Söylenecek sözü, gelecek haberi dikkatlice (beklemek)."Kulağınız kirişte olsun, ne duyarsanız iletin hemen."
Kulağına çalınmak: Bir söz, bir haber başkasına söylenirken kendisi de şöyle böyle duymak. o"Senin şehre gideceğin kulağıma çalındı, ne diyorsun?"
Kulağına kar suyu kaçmak: Rahatını bozan bir haber işitmek, sıkışık bir duruma düşmek.
Kulağına küpe olmak: Başına gelen bir işten, gördüğü olaydan ders alıp hiç unutmamak."Umarım bu iş senin kulağına küpe olur da aynı hataya bir daha düşmezsin."
Kulağını açmak: Bütün dikkatini vererek dinlemek, söylenenlere dikkat etmek."Kulağını aç da beni iyi dinle!"
Kulağını bükmek: Dikkatli olması için uyarıda bulanmak.
Kulağını çekmek: 1. Uyarmak için hafif bir ceza vermek. 2. Ceza olarak kulağını büküp çekmek."Şimdi bana kulağınızı çektireceksiniz!"
Kulak asmamak: Aldırıp önemsememek, dinlememek."Kulak asma sen onun söylediklerine."
Kulak dolgunluğu: Duya duya elde edinilen yarı buçuk bilgi.
Kulak kabartmak: Çaktırmadan, belli etmemeye çalışarak dinlemek."Dayanamayıp yanındakilerin konuşmalarına kulak kabarttı."
Kulak kesilmek: Çok iyi, bütün dikkatini vererek dinlemek; dikkatini toplayarak duymaya çalışmak."Ne konuştuklarını merak ediyordum, yanlarına yaklaşarak kulak kesildim."
Kulaklarını çınlatmak: Birini iyi duygularla anmak.
Kul hakkı: İslâm dinine göre, insanların birbirleri üzerindeki hakları."Öte dünyaya kul hakkıyla gitmem inşallah."
Kul köle (veya kurban) olmak: Tam bir doğruluk içinde gönülden bağlanmak, bağlılığın gerektirdiği fedakârlığı yapmaya hazır olmak.
Kulp takmak: Bir kusur, bir bahane bulmak.
Kumpas kurmak: Birini aldatmak için tuzak kurmak, gizli bir iş düzenlemek.
Kundak sokmak: 1. Yangın çıkarmak için bir yere tutuşmuş yağlı bez parçası koymak. 2. Ara bozacak bir söz ya da davranışta bulunmak.
Kurban olayım: 1. Aşırı sevgi ve hayranlık anlatmak için kullanılır. 2. Yalvarmak için söylenir."Kurban olayım yavruma dokunmayın!"
Kurşuna dizmek: Ölüm cezasını askerî bir birliğin attığı kurşunlarla yerine getirmek, sıkılan kurşunlarla öldürmek."Bütün köy halkını kurşuna dizdiler!"
Kurtlarını dökmek: Öteden beri yapmak istediği şeyi bol bol yapıp hevesini almak."Bu akşam biraz kurtlarımızı dökelim, ne dersin?"
Kurt masalı okumak: İnandırıcı, gereksiz, asılsız sözler (söylemek).
Kuru iftira: Hiçbir kanıtı olmayan suçlama."Allah kuru iftiradan korusun hepimizi!"
Kuru kalabalık: 1. Yararsız kırık dökük eşya. 2. Hiçbir işe yaramayan insan topluluğu."Bu kuru kalabalığa güvenip de sakın yola çıkma."
Kuru kuruya: Boşuna, boş yere.
Kuru sıkı: 1. Korkutmak amacıyla söylenen sözler, blöf. 2. Yalnız barutla sıkılanmış tüfek veya fişek dolgusu.
Kuş beyinli: Akılsız, aptal, ahmak.
Kuş kadar canı olmak: Küçük, cılız, zayıf, çelimsiz bir vücuda sahip olmak.
Kuş sütüyle beslemek: En pahalı, değerli az bulunur besinlerle yiyip içirmek.
Kuş uçmaz, kervan geçmez: Çok ıssız, sapa, kır, insanın uğramadığı yer."Başını alıp kuş uçmaz kervan geçmez bir diyara gitti."
Kuş uçurmamak: Hiç kimsenin geçmesine, kaçmasına izin vermemek; imkân tanımamak, bunun için çok dikkatli davranmak."Sıkı gözcülerdir, kuş uçurtmazlar, merak etme!"
Kuvvetten düşmek (kesilmek): Gücü iyice azalmak.
Kuyruğuna basmak: Birini tahrik etmek, incitip saldırmasına yol açmak.
Kuyruklu yalan: İnsanın kanması için süslenmiş büyük yalan."İnanmayın ona, söyledikleri kuyruklu yalandan başka bir şey değil!"
Kuyruk sallamak: Yaltaklanmak, birisine yaranmak için yapmacık davranışlarda bulunup şirin görünmeye çalışmak."Bütün gece boyunca şirket müdürüne kuyruk sallayıp durdu."
Kuyusunu kazmak: Birinin kötü duruma düşmesi, felâkete uğraması, zarar görmesini sağlamak için zemin hazırlamak, tuzak kurmak."Adamın kuyusunu kazıp da elinize ne geçecek."
Küçük dilini yutmak: Çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez hâle gelmek."Ne o dostum, küçük dilini mi yuttun?"
Küçük düşürmek: Onurunu kırmak, birilerinin yanında itibarını sarsmak ve değerini düşürmek."Dikkatli ol, bir pot kırıp da kendini küçük düşürme sakın."
Küçük görmek: Önemsememek, değer vermemek."Hasmınızı sakın küçük görmeyin çocuklar!"
Külâhıma anlat: "Söylediklerin hiç de inandırıcı değil, sana inanmıyorum" anlamında kullanılır.
Külâhını ters giydirmek: Çok kurnaz olmak; oyuna getirmek, kendisine iyi davranmayanları bir hile ile yaptıklarına pişman etmek.
Külâhları değişmek: "Araları bozulmak, bozuşmak" anlamında tehdit olarak kullanılır."Hareketlerini düzeltmezsen külâhları değişiriz, ona göre!"
Kül kedisi: 1. Çok üşüyen, ateşin yanından ayrılmayan (kimse). 2. Uyuşuk, miskin, rahatına düşkün, tembel.
Kül kesilmek: Heyecan ve korkudan yüzünün rengi atmak, solmak."Katili karşısında görünce yüzü kül kesildi."
Kül olmak: 1. Bir şey bütünüyle yanmak. 2. Varını yoğunu yitirmek, elinde bulunanlar yok olmak. 3. Büyük bir felâkete uğrayıp çok üzülmek.
Külünü (göğe) savurmak: Bir şeyi tamamiyle bitirip yok etmek, harcayıp tüketmek, telef edip bir şey bırakmamak.
Kül yutmamak: Oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, kurnazca yapılan bir hileye aldanmamak."Bana kül yutturamazsınız diyemem ama yeterince dikkatli olduğumu söyleyebilirim."
Künyesi bozuk: Eskiden kötü durumları görülmüş olan, kötü işlere girmiş bulunan."Künyesi bozuk diye, bu adama hiç kimse iş vermeyecek mi?"
Küplere binmek: Haddinden fazla öfkelenme, kızmak, sağa sola ateş saçmak."Yeni saatimi kırdığımı öğrenen annem küplere bindi."
Küpünü doldurmak: Eline geçen fırsatları değerlendirerek çok para biriktirmek."Küpünü doldurmayı becerebilenlerden olamadım hiç."
Kürek kadar (pabuç kadar) dili olmak: Hemen her söze cevap yetiştirmek, büyüklerine karşı saygısızca karşılıklar verir olmak.