Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Cevap: Varoluşun Dinamiği
Varoluşçu psikiyatri ve fenomenolojik çözümlemenin, insan davranışının nedenlerini açıklamak yerine içinde bulunulan anda yaşanılanı anlamaya çalıştığından daha önce de söz edilmişti. Bu açıdan ele alındığında, dünyada varoluşun iki temel boyutu vardır: yer (spatiality) ve zaman (temporality).
Bu boyutlar, duygu ve düşünce gibi öznel olaylardan bağımsızdır. Öznel yaşantının zaman boyutu, nesnel ve ölçülebilir zaman kavramından farklı bir anlam taşımakla birlikte, bu kavramlar birbiriyle tamamen ilişkisiz değildir. İnsan bir zaman tüketicisidir. Ancak bunu gerçekleştirirken zamanı öylesine yayar ki, daima bir geçmişi (varol muş olmak), bir şimdiki zamanı (birlikte varolmak) ve bir geleceği (kendinden ötede varolmak) vardır. Varoluşun yaşanmakta olan zaman boyutu içinde geçmiş ve gelecek de vardır ve bu üç öğeyi birbirinden ayırmak imkansızdır. Boss, insanı, geçmişinin tümü, içinde yaşadığı zaman ve gelecekteki imkanları olarak tanımlar. Zamanın öznel yaşantısı, “yaşamın akmakta olduğunun” ve sürekli değişen olayların yaşanmakta olduğunun bilincinde olmaktır. Bu herhangi bir zaman diliminde yer alan belirli olayların bilincinde olmaktan farklı bir olgudur. Zamanın hangi hızla aktığının algılanması, heyecanlanma ya da sıkıntı gibi yaşanan durumlara göre değişir. Geçmiş , geride bıraktığımız, ancak yine de hatırlayarak yaşayabileceğimiz bir zaman boyutudur. Şimdiki zaman , insanın o andaki davranışlarının ve bu davranışların ortaya çıkışıyla aynı zamanda yaşanan diğer olayların bilincinde olması demektir. Gelecek , beklenti ve eylem (çok yakın gelecek), istek ve umut (yakın gelecek) ya da dilek (uzak gelecek) olarak yaşanabilir. Zaman algılamasının, bir yaş döneminden diğerine farklılık gösterdiği de sanılmaktadır. Bir insanın zamanı algılayışı, alışagelmiş olduğu davranış örüntüleriyle de ilişkilidir. Kimi insan her anını doldurmak ister, kimi “zaman öldürür”, kimi ise yaşamayı sürekli erteleme eğilimindedir. Varoluşun her boyutu fiziksel çevrenin algılanmasını değil, çevreyle birlikte varoluşun öznel yaşantısını içerir. Örneğin, insan evrenle beraberliğinde bir uzaklık ya da yakınlık yaşar. Herhangi bir şeyle “birlikte” varolunurken, bir uzaklık ya da yakınlık duygusu sürekli yaşanır. İnsan varoluşun yer boyutunu çeşitli biçimlerde yaşar. Bunlardan en sık yaşanan “yönelimli yer boyutu” (oriented space), fiziksel çevreye de en yakın olanıdır. Dikey (aşağı ve yukarı) ve yatay (ön, arka, sağ, sol) eksenleri içerir. Bu tür yer boyutunda belirli objeler (içi ve dışıyla) ve sınırlar yaşanır. “Ayarlı yer boyutu” (attuned space), o andaki duyguların eşlik ettiği bir yaşantıdır. Örneğin keder, ayarlı yer boyutunu daraltır, umutsuzluk aynı boyutun boşluk biçiminde yaşanmasına neden olur. Zaman boyutu “berrak”, “karanlık” ve “aydınlık” olarak algılanabilir. Varoluşçu psikiyatri, insanın dünya içinde olduğunu ve bir dünyası olduğunu, ancak dünyanın da ötesine ulaşma isteğini vurgular. Bununla anlatılmak istenen, insanın öbür dünyaya ulaşma isteği değil, yaşadığı dünyayı da aşarak yeni dünyalara ulaşma imkanlarıdır. Gerçekten de insan varoluşunun tüm imkanlarını da gerçekleştirmek için çaba gösterir ve ancak buna ulaştığında otantik bir yaşam sürdürebilir. Bu çabayı göstermez ve çevresinin egemenliği altına girerse, otantik olmayan bir varoluşu yaşar. İnsan bu iki tür yaşamdan birini seçmekte özgürdür. Varoluş, karşılaştığımız imkanlarla ilişki kurmaktan başka bir şey değildir. Varoluş suçluluğu, bu imkanları kullanmamış olma sonucu yaşanır. İnsanın kendisini özgürce gerçekleştirebilmesinin de bazı sınırları vardır. En önemli sınırlardan biri, insanın içine “konulduğu” varoluş alanıdır. Bir başka deyişle, insanın kendisini içinde bulduğu dünya onun yazgısını da belirler. Otantik bir yaşam sürdürebilmek için insan bu yazgı doğrultusunda yaşamak zorundadır. Örneğin bir insan kadın olarak dünyaya gelmişse, varolduğu alan bir erkeğinkinin aynı olamaz. Bir kadın bu imkanı reddeder ve örneğin bir erkek gibi davranmak isterse, otantik olmayan bir varoluş biçimini seçmiş olur. Otantik olamamanın cezası suçluluk duygularıdır. Otantik varoluş, insanın kendi yazgısı olan varoluş alanını kabul etmesiyle gerçekleştirilebilir. Otantik olmayan varoluş ise insanın kendisini varoluş alanı dışında bırakması sonucu ortaya çıkar. İnsan, içine konulduğu alana karşı koyduğu oranda, o alanın daha çok etkisi altına girer (Binswanger, 1958). Bu durum varoluşun zayıf düşmesine yol açar. Böyle bir kişi, dünyası içinde özerk olamaz. Kendisini varoluş alanından ayırmış ve sorumluluğunu yabancı güçlere bırakmıştır. Dolayısıyla yazgısının sorumluluğu da kendi denetiminden çıkmış ve yabancı güçlere bırakılmıştır. Örneğin, alkolik bir insanın yaşamını alkol yönetir ya da nevrotik kişi patolojik bir yaşam biçimine tutunur ve bunu değiştirmekten korkar. Bir diğeri ise kendini toplum yargılarına körü körüne bırakarak varoluş anksiyetesiyle yüzleşmekten kaçınır; varlığına anlam katma sorumluluğunu üstlenebilecek kadar yürekli değildir. Her insan yaşamı boyunca türlü güçlüklerle karşılaşır. Neden bazı insanlar anlamlı bir varoluşu sürdürebildikleri halde, bazıları bu güçlüklerle baş edemeyip, kendilerine ve birlikte varoldukları dünyaya yabancılaşırlar? Laing’e göre çoğu insan, çocukluk dönemlerinde, “gerçek, canlı, bütün ve sürekliliği olan” bir varlık olmanın bilincini geliştirir. Bazı insanlarda bu bilinç gelişemez. Geliştirebildikleri kadarıyla var olan benliklerini, yalnızca savunma amacıyla kullanabilirler. Diğer insanlar için olağan sayılan durumlar onlarda anksiyete yaratır. Tüm güçlerini savunmada kullandıklarından karşılaştıkları imkanları değerlendiremez, bilinç boyutlarını geliştiremez ve diğer insanlarla anlamlı ilişkiler kuramazlar. Alıntı. |